29 Haziran 2014 Pazar

Glastonbury 6 - Video: Connan Mockasin - Can't Help Falling in Love


Connan Mockasin soundcheck'te sorun çıkınca, amplifikatörün değiştirilmesini beklerken dinleyicilere ufak bir sürpriz yapıp Elvis Presley'in meşhur ettiği çok sevilen bu şarkıdan bir bölümü enstrümansız söyledi. Hayranları için ilginç olur düşüncesiyle paylaşıyorum.


28 Haziran 2014 Cumartesi

GLASTONBURY 5: Billy Bragg / Arcade Fire


28.06.2014

Glastonbury'de cuma gününü yine bir sahneden diğerine koşuşarak geçirdim ve birçok grup izledim ama onların ayrıntısını yazmak için şu anda yeterli vakit yok. Ancak Billy Bragg'in arkasından Arcade Fire'ı izleyince, ister istemez müziğin gücü ve onu sahneye yansıtma şekli hakkında düşünceler geldi aklıma ve onları paylaşmak istedim.

Billy Bragg, ozan şarkıcı geleneğinin temsilcilerinden birisi ve aynı zamanda İngiltere'de sosyalist düşüncenin önde gelen seslerinden. 35 yılı aşan kariyeri boyunca punk ve folk elementlerini buluşturan müziğiyle her zaman toplumsal ve politik sorunlara değindi. 2013'te SXSW'da da konserine gitmiştim. Bir kilisede  almış eline gitarı, çıkmıştı tek başına sahneye. O zaman yeni albümü "Tooth & Nail" henüz yayınlandığından o albümdeki şarkılara ağırlık vermişti, şarkı aralarında yine konuşmuştu ama dün Glastonbury'nin Left Field sahnesinde verdiği konser çok farklıydı; sanki sosyalistlerin düzenlediği bir toplantıda sahneye çıkmış gibi coşkuluydu Bragg.



Belki de kendi ülkesinde olmanın verdiği rahatlıkla hem esprilerle süsledi konuşmalarını, hem de İngiltere'nin ve dünyanın sorunlarına dair görüşlerini uzun uzun ve büyük bir heyecanla anlattı. O anlattıkça, dinleyicilerin sol elleri havaya yumruk olarak kalktı, sloganlar atıldı. Şarkıları anons etmeden  önce yaptığı konuşmalar, müziğinin değindiği konuları da ortaya seriyordu. "Shirley"den önce toplumda kadınlara uygulanan baskılardan söz edip, erkeklere, 'güç kadını ezmek değildir, eşitliği savunmaktır' dedi. "Evlilik bu toplum için iyi bir şeyse bütün evlilikler iyidir, ister kadınla erkek arasında olsun, isterse aynı cinsler arasında olsun" deyince de büyük alkış aldı.



Bugün içinde bulunduğumuz dünyada emekçilerin giderek azalan ücretlerle yaşamaya zorlandığını anlatıp, şirketlere karşı verilecek mücadelede örgütlü olmanın öneminin altını çizdikten sonra "There Is a Power in Union"ı çaldı. Onu dinleyenlerin şarkılarının sözlerini ezbere biliyor olması, dev bir koro yarattı mekanda. Orta yaşlılar, gençler ve anne babalarıyla gelen çocuklar vardı kitlenin içinde ve herkes Bragg'in ağzından çıkan hiçbir kelimeyi kaçırmamak için pür dikkat onu dinliyordu. Dikkat ettim; konser boyunca kimse yanındakiyle özel konuşmalar yapmadı, o salonda dinlenen tek kişi Billy Bragg idi.



1931 tarihli Florence Reece imzalı madenci şarkısı "Which Side Are You On?"u cover'lamadan önce söyledikleri, aklıma Soma'da hayatlarını kaybeden madencileri getirdi. O kadar etkiliydi ki Billy Bragg'ın sözleri, engelleyemedim gözyaşlarımı… Konuştukça insanın yüreğine dokunuyor, sarsıyordu usta müzisyen. Bir ara holding sahiplerinin medya araçlarına sahip olmasının engellenmesi gerektiğini, çünkü yaptıkları yalan haberlerle topluma büyük zarar verdiklerini söyledi. Alo Fatih medyasını hatırlamamak ne mümkün!

Dünyada şu anda yaşanan sıkıntının küreselleşmeden kaynaklandığını, insanların ev ve iş güvencesinden yoksun olduğunu hissettikçe, bu sorunu yaşadığı toplumdaki göçmenlere yansıttığını ve bunun da tüm Avrupa'da ırkçı, sağ partilerin güçlenmesine neden olduğunu anlattı Bragg. Ama ısrarla eklediği şuydu: Yaşananların, işsizliğin sorumlusu asla göçmenler değildir! Sorumlu olan, ekonomik politikaları oluşturan kâr hırsıyla gözü dönmüş patronlar, borsada büyük oynayan yatırımcılar ve siyasi iktidarlardır. Emekçiyi emekçiye kırdırmak da onların yöntemidir. Bütün bu sorunları aşmak için gerekense gerçek sendikal örgütlenmedir.

Bragg, konserde mart ayında 88 yaşında hayatını kaybeden, İngiliz solunun en sevilen politikacılarından Tony Benn'i de andı. Glastonbury Festivali'nin de destekçilerinden olan Benn'in anısına bu yıl Left Field kulesi, artık "Benn Tower of Strength" (Benn Güç Kulesi) olarak değiştirildi. Bragg'in Tony Benn'i anmasının nedeni ise, onun iktidarı elinde bulunduranlara sorulması için formüle ettiği beş soruydu: "1- Nasıl bir güce sahipsin? 2-Onu nereden aldın? 3-Onu kimin çıkarı için kullanıyorsun? 4-Kime karşı sorumlusun? 5-Senden nasıl kurtuluruz?" Bu beş soruyu iktidardaki herkese sürekli sormamız gerektiğini anlattı Bragg. Acaba Türkiye'de bu soruları iktidara kaç kişi soruyor?..

Glastonbury'nin politik sahnesi Left Field'e Billy Bragg kadar yakışan müzisyen az bulunur. Kendisi de belli ki orada olmaktan çok keyif alıyordu. Ara sıra bir yudum içtiği bitki çayını Morrissey'in tavsiye ettiğini, çaydan yeterince içerseniz sonunda mükemmel sesler çıkardığınıza inanmanızı sağladığını söyledi. Bana göre sahnede gitarıyla tek başına durup müzik yapan bir insanın gücünü simgeliyor Billy Bragg. Ne dansçılar var yanında, ne de çatlayıp patlayan havai fişekler, dev ekranlar… Müziğiyle mesajlarını böylesine rafine aktarabildiği, çekinmeden dile getirdiği ilerici görüşleriyle politik bir mitinge dönüştürdüğü konserleri için saygı duyuyorum Billy Bragg'e. Bu yıl Glastonbury'e gelip bu konseri kaçıran varsa onlar adına üzgünüm. Tarihi bir konserdi.

Left Filed'den yoğun duygular içinde çıkıp, aylardır müzik medyasında konuşulan büyük konser için Piramit Sahnesi'ne gittim. Cuma gününün headliner'ı Arcade Fire'ı izlemek için önlerde yer bulmayı bırakın, arkalarda bile ayakta duracak yer bulmak çok zordu. İtiş kakış bir yere iliştim, sonra kaygan çamurların üzerine atılan talaş yığınını görünce onun yarattığı küçük tepeliğin üzerine çıkıp sahneyi görmeyi başardım. Piramit Sahnesi'ndeki her konserin havai fişeklerle başlaması şart mı bilmiyorum ama bu adeti Arcade Fire da bozmadı. Rengarenk fişekler havada gökkuşağı yaratırken korku içinde çığlıklar atarak uzaklaşan kuşları düşünen yoktu sanırım.

Bir gün önce yaptıkları soundcheck'te belki 20 kere arka arkaya dinlediğim "Reflektor" ile tam bir patlama etkisi yaratarak sahneye çıktı grup. Çığlıklar, havai fişek gürültüsü, rengarenk ve çok kalabalık sahne, kostümler, ekranlar vs. derken müziğe odaklanmayı engelleyecek her şey mevcuttu. Ben de Arcade Fire'ı ilk dönemlerinde daha çok sevenlerdenim, büyüdükçe benden uzaklaşan gruplardan biri oldu ne yazık ki. Piramit Sahnesi'ndeki konserlerden zevk almadığımı, 2011 Glastonbury yazımda da belirtmiştim. Çünkü büyük bir konserin ortasında olsanız da, müzik evde yalnız dinlediğinizdeki kadar bile etkilemiyor o ortamda. Büyük bir şovu, dev bir prodüksiyonu izliyorsunuz çünkü. Etrafınızdaki insanlar en duygusal olması gereken sözlerde bile sevinç çığlıkları, kahkahalar atıyor, biralar tokuşturulurken konuşmalar artıyor. Oysa ben müzik tarafından sarılmayı, canlı müzik dinlerken onunla nefes almayı istiyorum. Festivallerin büyük sahnelerinde bu hissi yakalamak artık çok zor.

Burada çoğu kişi, Arcade Fire'ın Glastonbury'de son 25 yılın en muhteşem konserini verdiğini konuşuyor. Ben onlardan değilim. Bu düşüncede olmamın nedeni, grubun iyi çalmaması ya da müziklerinden hoşlanmamam değil; aksine iyi çaldılar ve müziklerini, özellikle ilk üç albümlerini de seviyorum ama asıl neden, biraz önce aktardığım gibi Piramit Sahnesi'ndeki konserlere özgü duygu yoksunluğu. Üstelik bir de hemen öncesinde tek bir gitarla ve kararlı bir sesle dinleyicilerin nasıl sarsabileceğini gösteren Billy Bragg'i dinlemişseniz, büyük sahnedeki şovun içine girmeniz iyice zorlaşıyor. Çok farklı iki konserden söz ettiğimi biliyorum; sadece aralarındaki farkların bende neden olduğu duygusal bir durumu anlatmaya çalışıyorum.

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

27 Haziran 2014 Cuma

Glastonbury 4 - Jonny Greenwood & London Sinfonietta


27.6.2014

Bu yıl Big Ears Festival'da beni en çok etkileyen performans, London Sinfonietta'nın Steve Reich'ın "Music for 18 Musicians" adlı eserini yorumladığı konser olmuştu. O konserden önce tek başına sahneye Jonny Greenwood çıkmış ve yine Reich'ın "Electric Counterpoint" adlı eserini çalmıştı.

Her iki yorum da o kadar güzeldi ki doyamamış, bir daha dinlemeyi dilemiştim içimden. Çok istemişim demek ki, Glastonbury'de aynı konser bu sabah tekrarlandı! West Holts Sahnesi'nde bu müthiş eserleri dinyerek başladım güne. Jonny Greenwood ve London Sinfonietta bu zor eserlerin hakkını tam anlamıyla veriyor. Onları dinlerken aklıma geldi; acaba aynı konseptte bir konser İstanbul'da yapılabilir mi? Mesela Borusan Müzik konuyla ilgilenir mi?

Jonny Greenwood, Steve Reich'ın dediği gibi hem klasik müzikte hem de rock müzikte yetkinliğini kanıtlamış, olağanüstü bir yetenek. Bugünkü performansını videoya kaydetme olanağım oldu.



(Fotoğraf ve video bana aittir.)

Glastonbury 3 - Blondie 40. Yılında Sahnede Büyüdü


27.6.2014

Festivalin en heyecanla beklenen gruplarından Blondie, bu sabah ana sahnelerden birisi olan The Other Stage'de öğlen 12:15'te sahneye çıktı. Müzik tarihinin en hoş (cool yazmak istemedim ama o anlamda kullandım) kadınlarından Debbie Harry'nin vokalistliğini üstlendiği gruba ilgi beklenenin de ötesinde çok büyüktü. The Other Stage'e sığmayan kalabalık, tam anlamıyla izdiham yarattı.

68 yaşındaki Debbie Harry, grubun 40. yılını kutladığı bu yıl Glastonbury gibi eşi benzeri olmayan bir festivalde sahneye çıkmanın kendileri için çok anlamlı olduğunu söyleyerek selamladı dinleyicileri. Sahnedeki mimikleri ve dansıyla çok sempatik ve enerjikti. Üzerindeki siyah bermuda, siyah tişörtün üzerine geçirdiği beyaz askı ve siyah sandaletlerin içine giydiği beaz çoraplarıyla sahnede zıplarken çok daha genç görünüyordu. 

Grubun kurucu üyesi gitarist Chris Stein ve diğer üyeler de enerjik performansta ondan geri kalmadı. Sonuçta bir açıp bir kapayan ve arada sıra da yağmur yağan havada çok keyifli bir konser oldu. "Call Me", "Maria" gibi ünlü hitlerinin yanında bu yıl yeni yayınlanan 'Ghosts of Download'dan yeni şarkılarını da seslendirdiler. "Hollywood Babylon"u cover'layarak Amerikalı rock grubu Misfits'i anmayı da unutmadılar. İzlediğim en sağlam performanslardan biriydi. Blondie 40. yılında sahnede büyüdü.



Kalabalık içinde çekebildiğim kadarıyla "Maria"nın bir bölümünü paylaşıyorum.



(Fotoğraflar ve video bana aittir.)




Glastonbury İzlenimleri - 2: Rave Kültürü ve Sistem Eleştirisi


27.6.2014

Glastonbury kapılarını çarşamba günü açtı ve aynı gün havai fişeklerle festivalin başlayışı kutlandı ama resmi açılışı dün akşam festivalin kurucusu, Worthy Farm'ın sahibi Michael Eavis'in basın mensupları ile festivale katkıda bulunan Oxfam, Water Aid ve Greenpeace gibi sivil toplum örgütlerinin çalışanlarına verdiği davetle yapıldı. Her organizasyonun yetkilisi, kısaca neden Glastonbury festivaline destek verdiklerini, dünyadaki eşitsizliğin, çevre duyarlılığının gelişmesi konusunda böyle büyük bir organizasyonun yaptığı katkıyı anlattı.

Dün öğleden sonra yağmur yağmaya başlamıştı ama festivaldeki coşkuyu hiç etkilemedi bu durum. Ayağına plastik çizmeyi geçirip, üstüne yağmurluk giyen herkes festival alanında oradan oraya gezip, barlarda çalan müzikle dans etmeyi sürdürdü. Festivalin resmi programına göre konserler bu akşam başlıyor, fakat dün akşam da bazı performansları yakalamak mümkündü. Ben, Michael Eavis'in davetinden erken çıkıp East India Youth'u görmek üzere Wow! sahnesine gittim. Üzeri kapalı, yan kısımları açık, orta boyutta bir sahne burası. Ondan önce çalan New Build ortamı öyle hareketlendirmişti ki, kalabalık East India Youth'u beklerken çalan DJ'in müziğiyle dans etmeye devam etti. New Build'i tanımayanlar için bilgi vereyim; Hot Chip'ten Al Doyle ile Felix Martin'in techno-pop projesi bu. Ancak East India Youth'un ekibi ses konusunda yaşanan sorunu gideremeyince, bekleyiş uzadı ve techno-pop'tan elektro-pop'a geçiş sorunlu oldu. Performansın başlaması yaklaşık yarım saat sarktı. Her şeyin tıkır tıkır işlediği bir festivalde pek rastlanan bir durum değildi. Beş görevli koşuşturup sorunu halletmeye çalışsa da, William Doyle sinir harbi içinde başladı setine. Başlar başlamaz da sesteki patlamalar sorunun giderilemediğini ortaya koydu. Önündeki Apple bilgisayarı ve omzundaki gitarıyla sahnede tek başına çaresiz görünüyordu Doyle. İlk albümünü bu yıl yayınlayan genç müzisyenin herhalde üzüntüyle hatırlayacağı bir deneyim oldu dünkü konseri. Kendisini ilk kez böyle kötü bir ortamda canlı dinlediğim için o performansa göre değerlendirme yapmayacağım. Festivalde başka bir gün tekrar çalacak ama yakalayabilir miyim bilmiyorum...

Wow! sahnesinden çıkıp Sasha'nın trance müzik sevenlerle buluştuğu Glade sahnesine gittim. Sahne önüne gitmeden önce kulaklık takmamı şart koştu görevliler. Sadece yardımcı olmakla kalmıyor, insan sağlığını da düşünüyorlar. Aşırı sese karşı kulaklıklarımı takıp fotoğraf çekmeye koyuldum. Ancak karanlıkta sadece flaş ışık kullanıldığından fotoğraf için uygun bir ortam yoktu. Sasha, bilindiği üzere kitleleri coşturmakta usta ve hünerinden hiçbir şey yitirmediğini bir kez daha kanıtladı dün gece.

Trance sevenleri Sasha ile başbaşa bırakıp festival alanının güneydoğusunda yer alan ve en çılgın eğlencelerin yapıldığı bölgeye yöneldim. Bundan sonraki günlerde ana sahnelerde izlemek istediğim konserler olduğundan, oraya gitmek için tek fırsat dün akşamdı. O bölgeye doğru ilerledikçe kalabalık arttı ve bir noktada izdiham boyutuna ulaştı. Eğer klostrofobi sorununuz varsa, oradan uzak durun derim; ben bir ara o kalabalıktan asla çıkamayacağımı düşündüm.

Yavaş yavaş ilerleyerek sonunda Block 9, Shangri Hell, Shangri-la, The Unfair Ground gibi ünlü alanların bulunduğu kısma vardım. Bu sözünü ettiğim yerler, festivalde rave kültürünün yaşatıldığı mekanlar. Burada The Cave, The Rum Shack, Snakepit gibi festivalin en underground mekanları da yer alıyor. Birbirine açılan iç içe geçmiş sokaklarda irili ufaklı bir sürü kulüp/bar var ve hepsi tıkabasa dolu. Ancak içerden birileri çıkarsa sizi alıyorlar. Ben, fotoğraf çekme iznim olduğundan hiçbirinde içeri girmekte sorun yaşamadım ama oraya gidenlerin bu durumu göze almaları gerekiyor. Etrafta dolaşırken bazı kısa videolar çektim. Belki ortamı anlatmakta yardımcı olur düşüncesiyle paylaşıyorum.





Bahsettiğim sokak şeklinde tasarlanan bölgede duvarlara, politik ve toplumsal sorunlara değinen, kapitalizm ile dalga geçen tasarımlar, grafikler asılmış. Böylece rave kültürünün yaşatıldığı bu bölge, festivalin politik mesajının en yoğun hissedildiği alanlardan birisi haline gelmiş. Gece karanlığında çektiğim fotoğraflardan bazıları aşağıda.






Worthy Farm'ın bir ucunda yer alan çılgın eğlenceden çıkıp neredeyse diğer ucunda yer alan çadırıma yine aynı güçlükle yürüdüm. Bir saat süren bu yürüyüş sonunda enerjim tamamen tükenmiş bir halde çadırımın içene süzülürken, gece tüm hızıyla sürüyordu ve yağmur hızlanmıştı.

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

26 Haziran 2014 Perşembe

GLASTONBURY 1 - YOKO ONO'NUN GLASTONBURY MESAJI: BARIŞA BİR ŞANS VERİN!


26.06.2014

Glastonbury Festivali'nde basılıp ücretsiz dağıtılan gazetenin ilki bugün yayınlandı. 1957 yapımı 7 tonluk Heidelberg marka baskı makinesiyle, festival alanındaki Theatre ve Circus alanlarında basılan gazetenin ikinci sayısı de pazar sabahı çıkacak. Bu ilk sayıda başmakeleyi Yoko Ono kaleme almış. "All We Are Saying Is... Give Peace a Chance" başlıklı yazısında, Glastonbury'de ilk kez sahneye çıkmaktan dolayı duyduğu heyecanı dile getiriyor, farklı ve deneyselliğe açık line-up'tan dolayı mutlu olduğunu söylüyor Ono.

Yoko Ono, yazısında Glastonbury'e sadece konser için gelmediğini, dünya barışı için çalışmanın ne kadar eğlenceli olduğunu anlatmak istediğini de belirterek şöyle devam ediyor: "Pazar günü 6.00'da Yoko Ono Plastic Ono Band'in, büyüleyici Yo La Tengo'nun üyelerinin de dahil olduğu yeni haliyle performans göstermekle birlikte, aynı zamanda Green Kids alanına dilek ağaçları yerleştireceğim. Umarım herkes gelip ağaca dileğini asar. Bu dilekler, daha sonra biriktirilerek, eşim John Lennon ve ikimizin ortak arzusu olan dünya barışının anısına Reykjavik'te yaptırdığım Imagine Peace Tower'da toplanacak."(Ono'nun yazısında söz ettiği Reykjavik'teki Imagine Peace Tower'ı üç yıl önce ziyaret etmiş ve bu yazıda anlatmıştım.)

Umarım Yoko Ono'nun mesajı etkili olur. John Lennon ile başlattıkları dünya barışı idealini katkıda bulunma çabasını takdir ediyorum.

Glastonbury'de basılan ücretsiz gazete hakkında meraklısı için aşağıdaki video hazırlanmış.

21 Haziran 2014 Cumartesi

BOB DYLAN: YILLANDIKÇA GÜZELLEŞEN ŞARAP GİBİ


21.6.2014
Bob Dylan'ı dün İstanbul'da ikinci kez canlı dinleme olanağı buldum. 2010'da Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda çok güzel bir konser vermişti. O konser hakkında yazdığım yazıda, şöyle demiştim: "21. yüzyılda artık dinlemekten çok görmek için gidilen konserlerden değildi bu. Ne ışık oyunları, ne de şatafatlı dans gösterileri sunuldu. Siyahlar içinde altı müzisyen tam vaktinde çıktı sahneye. Adeta shoegaze grupları andırırcasına sadece enstrümanlarıyla ilgilenip 1 saat 50 dakika boyunca çaldılar. Bob Dylan ve grubu The Band, müziğin göze değil, öncelikle kulağa hitap eden bir sanat olduğunu ve ayrıcalığının da buradan geldiğini bir kez daha kanıtladı."

Dün geceki konsere giderken de yine bu tür bir konser dinleyeceğimi biliyordum. Bu defa açık hava değil, kapalı alan konseriydi. İstanbul'un yeni canlı performans mekanı Black Box'ta ikinci konseri Travis'ten sonra Bob Dylan verdi. Ben de bu vesileyle söz konusu mekana ilk kez gittim. Gerek yapısı, gerekse iç dekorasyonu ve ses sistemi itibariyle oldukça tatmin edici, ihtiyacı karşılayacak bir konser salonu olmuş Black Box. Travis konserinden fotoğraflar internette paylaşılınca, tribünlerde oturanların dışında zeminde herkesin ayakta olduğunu görmüştüm. Bob Dylan konserinde de öyle bir düzen olur diye düşünmüştüm ama girişte biletimde yazmayan bir koltuk numarası verildi elime. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ki, karşıma Cem Yegül çıktı. Ondan öğrendiğime göre, zeminde de oturmalı düzen olmasını Bob Dylan'ın ekibi istemiş.

Dört yıl önce olduğu gibi, bu defa da yine altı müzisyen vardı sahnede. Ancak bu defa Dylan dışındakiler kırmızı ceketleriyle karşımızdaydı. Bob Dylan, görüntüsüyle, şapkasıyla, kolları ve paçaları işlemeli siyah takım elbisesiyle, dört yıl önceki konserin devamını veriyordu adeta. 2010'da 16 şarkı seslendirmişti, dün 19 şarkıyı sığdırdı konsere. Yine sadece sesi, mızıkası, piyanosu ve ona eşlik eden müzisyenler vardı. Müziğin önce kulağa hitap eden bir sanat olduğunu sahnedeki vakur duruşuyla bir kez daha hatırlattı.

Yarım yüzyılı aşan kariyerinde, konser albümleri ve derleme albümleri hariç, 35 stüdyo albümü yayınlayan bir müzisyenin konserinde ne söyleyeceğini tahmin etmek, her zaman heyecan vericidir. İstanbul'dan üç gün önce sahneye çıktığı Dublin'deki şarkı listesini yanıma alarak gittim konsere, hiçbir değişiklik yapmadan aynı sırayla çaldılar şarkıları. O nedenle fazla şaşırtıcı olmadı seçimleri. 2000'de en iyi orijinal şarkı dalında Oscar ve Altın Küre ödüllerini alan "Things Have Changed" ile açıldı konser. 19 şarkının 12'si 2000'li yıllarda yayınlananlar arasından seçilmişti: 10 şarkılık 2012 albümü "Tempest"tan 6, 2009 albümü "Together Through Life"tan  2 ("Beyond Here Lies Nothin' ", "Forgetful Heart"), 2006 albümü "Modern Times"tan 1 ("Spirit on the Water"), 2002 çıkışlı "Divine Secrets of the Ya-Ya Sisterhood" filminin müziklerinden 1 ("Waiting for You") ve 2001 tarihli "Love and Theft"ten 1 şarkı (High Water (for Charley Patton) ).

Dokuzuncu şarkıdan sonra 20 dakika ara verilen konserde, 1990'ları "Time Out of Mind" (1997) albümünden "Love Sick" ile, 80'leri ""Oh Mercy"den "What Good Am I?" ile andı Dylan. 1970'leri konsere taşıyan iki şarkı da, "Simple Twist of Fate ve Tangled Up in Blue", "Blood on the Tracks" (1975) albümündendi. Dünyanın Bod Dylan'ı tanıdığı 60'ların havasını, konserin daha ikinci şarkısı olarak söylediği "She Belongs to Me" (1965- "Bringing It All Back Home") ile estirdi salonda. Bis için geri geldiğinde yerinde oturan dinleyiciler artık dayanamadı ve sahne önüne akın etti. Herkes ayakta eşlik ederken, o da dinleyecileri çok mutlu eden bir tercihle yine 1960'lara uzandı. "All Along the Watchtower" ve ünlü şarkısı "Blowin' in the Wind" ile İstanbul'a bir kez daha hoşça kal dedi Dylan.

Onu dinlerken sahnedeki varlığı üzerine düşündüm. Konser sırasında dinleyiciler ile şarkı dışında ayrıca bir diyaloğa girmiyor Dylan. Bunca yıldır müziği ile kitleleri etkileyen bir ozan sanatçı, aslında istese tek bir cümlesiyle o salonda yer yerinden oynar ama o herhangi bir politik yorumda bulunmuyor. Konserlerinin sadece müzikle bezeli olmasını, ne diyecekse her şeyi müzikle demek istediğini düşünüyorum ama kendisine sorma olanağım olsa bu konuyu özellikle sorardım.

Çıkışta eve giderken aklıma onun bir sözü geldi. Onun dediği gibi, bu dünyadaki her güzel şeyin arkasında bir tür acı varsa, kim bilir o güzel şarkıları yazmak için ne acılar çekmişti Dylan. Bugün 73 yaşında bir çınar gibi sahnede; güçlü, etkileyici ve karizmatik. O değil miydi, "Bir adamın kaç kulağı olmalı/ İnsanların ağladığını duyabilmesi için / Evet, ve kaç ölüm olmalı onun bilmesi için / Ne kadar çok insanın öldüğünü?"diye soran... Bu soruları soran bir ozanın gücü hiç eksilmez, aksine yıllar geçtikçe artar... Yaşlandıkça güzelliğini yitirmeyen kadınlar için "şarap gibi kadın" derler ya, o da aklıyla ve yeteneğiyle yıllandıkça güzelleşen benzersiz bir şarap gibi. Şerefine Bob Dylan!

(Konserin benim için en güzel anları, çok sevdiğim "Forgetful Heart"ın çalındığı anlardı. Onu videoya kaydetmeye çalıştım. Ortam karanlık olduğundan görüntü de öyle ama bu yorumu da paylaşmak istedim. Bu şarkı çalarken tribünlerdeki dinleyiciler, cep telefonlarıyla ışık yaptı. O anları da görüntülemeye çalıştım.)


(Fotoğraf ve video bana aittir.)

17 Haziran 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXXV - ANGELO BADALAMENTI - 16.06.2014


Dün akşam Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Angelo Badalamenti - "Jitter Bug" (Mulholland Drive OST)
2- Booth and the Bad Angel - Dance of the Bad Angels
3- Marianne Faithfull - Love in the Afternoon
4- Angelo Badalamenti - Cool Cat Walk (Wild at Heart OST)
5- Angelo Badalamenti - Clayton's Cocktails (44 Inch Chest)
6- Angelo Badalamenti - Dance of the Dream Man (solo sax)
7- Angelo Badalamenti & David Lynch - Falling (Feat. Julee Cruise)
8- Angelo Badalamenti & David Lynch - Audrey (Twin Peaks: Season Two Music and More)
9- Angelo Badalamenti - Lovers Lie Abed (The Edge of Love OST)
10- Angelo Badalamenti - Sycamore Trees (Feat. Jimmy Scott/ Twin Peaks: Fire Walk with Me)
11- Angelo Badalamenti (Feat Thought Gang, vocal: Badalamenti) - A Real Indication (Twin Peaks: Fire Walk with Me)
12- Angelo Badalamenti - Main Title (Secretary OST)
13- Angelo Badalamenti - Cerises pour un diner a deux (The City of Lost Children OST)
14- Orbital & Angelo Badalamenti - Beached (The Beach OST)
15- Angelo Badalamenti - Red Bats with Teeth (Lost Highway OST)



16 Haziran 2014 Pazartesi

ONE LOVE FESTIVAL İZLENİMLERİ


16.06.2014

Geçen hafta sonunda One Love Festival'ın 13.'sü gerçekleşti. Aslında düşünecek olursanız, artık İstanbul'un belli başlı festivallerinden biri haline gelen One Love'ın, Maslak'taki gökdelenlerin arasında kendine yeşillik bir alan bulabiliyor olması bile, yaşadığımız dönemde bir mucize. Parkorman'a bu yıl Soundgarden'dan kısa bir süre sonra ikinci kez ayak bastık. Bu defa, Soundgarden yazımda yakındığım et kokusu ile ilgili sorun çözümlenmişti! Yemek alanı sahneden uzakta arkada kalan bir bölgeye kaydırılınca, ortalığı duman basmamış, temiz bir hava sahası elde edilmişti. Organizasyonu yapanlara bu nedenle teşekkür ederim. Farklı mekanlarda yapılan diğer festivallerde de bu konuya özen gösterilmesini dilerim. Çünkü Küçükçiftlik Park'ta yapılan 100 % Festival için de aynı sorun söz konusuydu.

One Love Festival'a bu yıl katılımı sağlanan isimler açıklandığında, önceki yıllara oranla daha zayıf bir lineup olarak göründü bana. O zaman Moderat, Bonobo ve Mogwai'yi dinlerim diye plan yapmıştım, buna ek olarak bir de Oh Land'i izledim ve festivali bitirdim. Gündüzleri Parkorman'a gitmek için fırsat bulamadım; o nedenle o saatlerde çalan isimlerin performansı hakkında bir yorum yapmayacağım. Ama Omar Souleyman'ın konseri sırasında halay çekilip göbek atıldığını öğrendim. "Hipster'ların halayı" diye duyurdu orada bulunan arkadaşlar. Omar Souleyman'ın müziğini yaratıcı bulmuyorum; bana kalırsa indie müzik camiasında bazılarına ilginç geldiğinden fazlaca şişirildi. Björk o kadar destek vermeseydi, adı bu kadar da duyulmayabilirdi. Neyse, en azından bu "efsane" de İstanbul'a ayak basmış oldu.

One Love, geniş bir dinleyici kitlesine hitap etmeyi hedefleyen orta ölçekli bir kent festivali ve bunun sonucu olarak da daha iyi tanınan isimlere odaklanıyor. O nedenle sıradışı, deneysel müzik yapan isimlere fazla yer verilmiyor. Aynı şey Soundgarden'da da söz konusu. En azından birisinde deneysel bir sahne kurulamaz mı diye geçiyor aklımdan. Öyle bir sahne olsa, farklı bir kesime de hitap edebilir diye düşünüyorum. Bir de festival organizatörlerine bir sitemim var. Krautrock'a hak ettiği değer verilmiyor. Mesela Berlin sahnesine krautrock gerillaları yani Camera o kadar yakışır ki... Canlı performansları müthiş. 2013'te SXSW'da izlediğimden beri unutamıyorum bu grubu. (Buraya link de koyuyorum, belki bakan olur. http://www.youtube.com/watch?v=XrPaWOhknro)

Sahne önünde VIP alanı ayrılmaması, festival boyunca müzisyenler ile dinleyiciler arasında daha sıcak bir iletişim kurulmasını sağladı. 100 % Festival hakkındaki yazdığım yazıda belirttiğim gibi, sahne önü, bilete daha fazla para ödeyebilenlerin ya da ayrıcalıklı davetlilerin değil, daima erken gelip orada beklemeyi göze alan hayranlarındır. Onlarla müzisyenler arasına mesafe koyarsanız, konserler sönük geçer ve hem müzisyenlere hem de dinleyicilere haksızlık olur. Doğru uygulama One Love'daki gibi olmalı. Daha pahalı VIP bileti satmak için bu uygulamadan vazgeçilmemesini dilerim. Bu her festivalde dikkat edilmesi gereken bir konu.

Festivaldeki performanslara gelirsek, ilk gün Oh Land'i izleme fırsatı buldum. Asıl adı Nanna Oland Fabricius olan Danimarkalı müzisyenin ilk albümünü dört yıl önce Danimarka'da bir bağımsız plak şirketinden çıkardığını düşünürsek, kısa zamanda geldiği yer etkileyici. 2011'de çıkardığı ikinci albümünden sonra, Brooklyn'de yaşamasının ve oradaki müzik çevreleriyle bağının olmasının da yardımıyla, David Letterman ve Jimmy Kimmel gibi ünlü televizyon programcılarının şovuna çıkınca, Amerika'da adını duyurdu. Kural budur: Bir müzisyen, Amerika'da prime time şovlarda çıkarsa ya da şarkısı dizilerde kullanılırsa, adı kısa zamanda duyulur; Amerika'da tanınan da dünyada tanınır. 2013'te TV On the Radio'dan Dave Sitek ile işbirliği yapıp "Wish Bone" adlı albümünü onun şirketinden yayınlayınca daha sağlam bir zeminde ilerlemeye başladı Oh Land. Türkiye'de 2012 yılında Kilyos'ta yapılan Mono Festival'da da izlemiştik kendisini. Oldukça canlı bir sahne performansı var; dinleyici kitlesi ile iletişimi çok iyi. Elektronik müzik ile pop unsurlarını deneysel bir bakış açısıyla birleştiren tarzı belki yeni bir şey vaat etmiyor ama kendini dinlettirmeyi beceriyor. Ancak bu kez şarkılara kendine özgü ayırt edici bir kimlik yüklemekte zorlandığını fark ettim. Bunun sonucu olarak da sanki her şarkı aynı ses tonunda, aynı hisle söyleniyor gibi geldi kulağıma...




Mogwai'yi bir kez daha heyecanla karşıladım. Dinlemekten her zaman büyük keyif aldığım bir grup. Bu yıl çıkan albümleri "Rave Tapes"i aylardır dinliyoruz ama bir de canlı duymak gerekirdi. Eski turnelerinde olduğu gibi video odaklı sahne tasarımı yerine, bol ışıklı ve dumanlı bir sahne tasarımı tercih etmişti Mogwai. Üç yıl önce Rock'n Coke'a geldiklerinde Barry Burns ile röportaj yapmıştım. O zaman bana "O videolar insanların bizim aptal yüzlerimize bakmasını engelliyor," demişti. Ben dinleyicilerinin onların yüzlerini aptal bulduğunu sanmıyorum ama sahnede bol duman arasında görünmez olmanın rahatlatıcı bir duygu olabileceğini de tahmin ediyorum. En önde izlediğim halde ışık ve dumandan pek bir şey göremedim ben de; ancak halimden gayet memnundum. Şunu fark ettim: Bir ara göz alan beyaz ışık o kadar yoğundu ki, gözlerimi kapayıp dinledim müziği. Gözünüzü kapayınca karanlık olması gerekir ya, öyle olmadı. Gitarların yarattığı titreşimlerle beyaz ışık buluştu ve o titreşimlere uygun olarak titreşen beyaz ışık süzmeleri oluştu gözümün önünde. O kadar güzel bir histi ki hiç bitmesin istedim.

Mogwai, konseri "Rave Tapes"ten "Heard About You Last Night" ile sakince açtı. Şarkılarının dingin başlayıp giderek yükselen karakterine de uygun bir tercihti bu. Aynı atmosfer, 2006 tarihli "Mr. Beast" albümünden "Friend of the Night" ile devam etti. Üçüncü şarkı, "Master Card" ile sular biraz daha ısınmaya başladı. Son albümleri Rave Tapes'ten sadece dört şarkı (Heard About You, Master Card, Remurdered, Deesh) dinledik konserde; onun yanı sıra tadımlık da olsa "Jim Morrison" (The Hawk Is Howling), Hunted by a Freak (Happy Songs for Happy People), "How to be a Werewolf" ve "Mexican Grand Prix" (Hardcore Will Never Die, But You Will) ile eski albümlere de dokundu Mogwai. Kısaçalar olarak ayrıca yayınlanan 1996 tarihli "Ithica 27 ϕ 9" ve "NewPaths to Helicon, Pt.1"ı çalarak bence çok iyi bir şarkı listesi sundular. Kapanışı yapan şarkı ise, "Mr. Beast"ten "We're No Here" oldu. Gruba keman ve vokalde, bazı kayıtlarda da yer alan Luke Sutherland'in eşlik etmesi de güzel bir sürprizdi.

Noise ile melodinin muhteşem bir buluşmasıydı Mogwai konseri. O etkileyici performansın üzerine başka bir müziği canlı dinlemek istemedi kulaklarım ve kalbim. Sahneye Basement Jaxx çıkmıştı, çoğunluk eğleniyor görünüyordu ama açıkçası zaten bana hitap etmeyen müzikleri, o anda iyice uzaklaştı. Jaguar Skills'e bakmak üzere Berlin Sahnesi'ne gittim, aynı duygu orada daha da yoğunlaştı. Bence Mogwai son noktayı koymuştu. Onların müziğini dinlerken bu gezegene ait hiçbir şey yoktu aklımda, sonra gözlerimi açıp beyaz ışık dalgalanmalarını kaybedince sersemledim...

One Love'da ikinci gün Bonobo ile Moderat'ı dinledim. İngiliz müzisyen, DJ, prodüktör Simon Green yani Bonobo, bas ve perküsyonu öne çıkaran ama farklı türlerden de esinlenen müziğini sahneye canlı olarak çok enerjik bir şekilde yansıtıyor. Ekibiyle birlikte, hem güzel bir güneşli akşamüstüne soundtrack olabilecek dinginlikte, hem de bir kulüpte geçen dans sahnesine uyabilecek hareketlilikte, elektronik ve akustik altyapıyı kaynaştıran geniş bir palette müzik yapıyor. Mike Lesirge'nin saksofondaki yetkinliği ve Szjerdene Fox'un müziğe melankoli katan vokali ile performansın başarısına yaptığı katkıları özellikle anmak gerekli. Bonobo sahnede kaldığı süre boyunca ilgi hiç düşmedi, Moderat öncesi kitleyi canlandırmak için iyi bir tercihti.

Kapanışı Moderat ile yapmak ise, festivalin en isabetli seçimiydi. Elektronik müzik sahnesinin başarılı ikililerinden Modeselektor ile Apparat'ın (Sascha Ring) kurduğu Moderat'ı canlı olarak ilk kez dinledim. Muhteşem bir görsel şovları olduğunu biliyordum ama müzikle bu kadar iyi örtüşen bir görselliğe şapka çıkarıyorum. Videolarında kullandıkları grafikleri, animasyonları da işin içine katarak, müthiş bir ses ve ışık şovu sundular. Az önce Mogwai'de ışık ve ses arasındaki etkileşimin bana yarattığı histen söz etmiştim. Moderat'ta da buna benzer bir şey oldu ama bir fark vardı: Moderat'ın müziğindeli perküsyon ağırlığının sonucu olarak, gözümü kapatınca hissettiğim beyaz ışık titreşmiyor, şimşek çakar gibi patlıyordu. Apparat'ın synth'lerin yanı sıra, vokal, gitarda yer aldığı performans, her açıdan mükemmeldi. Müzik çok iyiydi; dinleyiciler çok coşkuluydu; "Rusty Nails"i, "Bad Kingdom"ı dinledik; kocaman bir açık hava dans pistine dönen atmoster çarpıcıydı. Bu yazın en iyi konserlerinden birisi olarak listemde yerini aldı bile.

Parkorman'dan çıkınca, bu kez Adana'da Lice'deki olayların protesto edildiği sırada 15 yaşındaki İbrahim Aras'ın katledildiğini öğrendim... Bu topraklarda yaşamanın ağırlığı altında ezilerek bir festivali daha sonlandırdık. Artık anlık mutlulukların da yaşanamaz olduğu bir dünya mıdır payımıza düşen? Metrodaki son treni koşarak yakaladığımda eve doğru yol alan gençlerin acı olaydan haberi yoktu. Trendeki bir çalgı ekibi müzik yapmaya başlayınca ortam bir anda düğün evine döndü; birbirini hiç tanımayan insanlar hep beraber şarkı söylüyor, dans ediyordu. Taksim'e kadar böyle sürdü yolculuk. Aldığım üzücü haberle bir araya gelince gerçeküstü bir ortamdaydım sanki. Tren istasyonundan çıkıp telefonlarından sosyal medyaya bakanlar gerçeklerle yüzleştiğinde hayat kaldığı yerden devam etti...

(Fotoğraflar ve video bana aittir.)

10 Haziran 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXXIV - ELECTRONIC MUSIC II - 09.06.2014


10.06.2014

Dün akşam Dinamo'da canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Petrels - Winchester Croydon Winchester
2- Wild Beasts - A Simple Beautiful Truth (Djrum Remix Instrumental)
3- Max Cooper - Woven Ancestry (Lusine Remix)
4- The Away Days - Your Colour (Ah! Kosmos Remix)
5- Jon Hopkins - Sun Harmonics
6- Baths - Ocean Daeath
7- Brian Eno & Jah Wobble - Spinner
8- Thom Yorke - Hearing Damage (Whiskey Tango Remix)
9- Sandra Electronics - It Slipped Her Mind
10- KRTS - Bonehead
11- FiJi & Long Arm - Reunion 




8 Haziran 2014 Pazar

100 % FEST İZLENİMLERİ


08.06.2014
Babylon Soundgarden ile başlayan açıkhava müzik festivalleri serisi, bu hafta sonu yeni bir festival olarak İstanbul kültür etkinliklerine dahil olan 100 % Fest ile devam etti. Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik koşullarda uluslararası alanda tanınan büyük grupları ülkeye getirip kazasız belasız festival yapmanın ne denli zor olduğunu çok iyi biliyorum. Kültür etkinliklerinde uygulanan vergiden, grupların turne programlarını denk getirmeye; son bir yıldır polis saldırısı altında savaş alanına dönen kent merkezinden, giderek artan bilet fiyatlarının çoğu kişi için aşırı olmasına kadar birçok sorun var. Yine de birileri taşın altına elini sokuyor, müzikseverler müziğin peşinden gitmeyi bırakmıyor ve çoğu şey olması gerektiği gibi olmasa da sonunda müzik insanları buluşturuyor.

Cuma ve cumartesi günleri Küçükçiftlik Park'ta dinleme olanağı bulduğumuz gruplara geçmeden önce festivalin genel ortamına dair dikkatimi çeken bazı noktaları belirtmek isterim. Öncelikle festivali düzenleyen Esen Entertainment'ın yönetiminden kaynaklanmadığı ama Küçükçiftlik Park'ın uygulamalarından doğduğu söylenen bazı sorunlar vardı. Örneğin, kapıda giriş yaparken güvenlik görevlisi size şunu söylüyor: "Şimdi giriş yapıyorsunuz, dışarı çıkarsınız biletiniz olsa da geri giremeyeceksiniz." Nedenini soruyorsunuz, yanıt şu: "Uygulama böyle." Sabah saat 11'de başlayıp gece yarısına kadar devam eden bir etkinlikte bunun mantıklı bir açıklaması olabilir mi? Üstelik giriş yapana bileklik de takılıyor. Diyelim ki, iki günlük kombine bilet sahibi bir katılımcının sabah 11'de dinlemek istediği bir grup var ve daha sonra çıkıp akşama doğru geri dönecek ve diğer istediği grupları izleyecek. Bunu engellemenin gerekçesi nedir? Bileti ve bilekliği başkasına verip onun alana girmesini sağlayacağından çekiniliyorsa, o zaman bileklikleri bilekten çıkmayacak şekilde yapın. Şehir merkezinde her yere yakın festival yapılıyor dienilerek bu bir avantaj olarak sunuluyorsa, onun doğal sonucu olarak insanlar belli bir saatte çıkıp başka bir işini yapıp geri dönebilir. 12 saat boyunca alandan hiç çıkılmadan kalınmasını beklemek yanlıştır. Nitekim bir arkadaşım, cumartesi akşamı bir iş toplantısına katılmak için çıkıp, Massive Attack için festivale geri dönmek istedi. Fakat kapıdaki görevlilere durum anlatılamayınca festival ekibi ile temas kurduk. Onların yardımıyla biz sorunumuzu halletik ama herkes o görevlilere ulaşamayabilir. Bu konunun üzerinde durmamın nedeni, aynı mekandaki diğer etkinliklerde de aynı sorunun yaşanması. Küçükçiftlik Park umarım bu mantıksız uygulamanın yarattığı soruna bir çözüm getirir.

Festivalde dikkatimi çeken bir diğer nokta, diğer etkinliklerde de artık sürekli karşımıza çıkan sahne önünün boş kalması sorunu… Bu kez Diamond ayakta, Diamond Teras VIP, Golden ayakta, Normal ayakta gibi kategoriler halinde farklı fiyatlardan bilet satılmıştı. Festivallerde bu tip kategorilerin yaratılması ve en öndeki bölümün davetlilere ayrılması nedeniyle şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Bu kısımdaki grup, genellikle sadece headliner'ları dinlemek için mekana gelmeye eğilimli olduğundan, son bir iki büyük performansa kadar sahne önündeki alan boş kalıyor ve bu da daha önceki saatlerde çalan gruplar açısından büyük bir dezavantaj yaratıyor. Arada demir engeller olduğundan, müzisyenler çağrı yapıp, salon konserlerinde olduğu gibi, "gelin öne hepiniz!" de diyemiyor. "Normal ayakta" kategorisindeki hayranlarla müzisyenlerin arasında paranın yarattığı bir boşluk oluşuyor ve inanın bu  performanslara yansıyor. Hep söylüyorum, yazıyorum; sahne önü hayranlara aittir. Kim sahnedeki grup için heyecan duyuyorsa, o önce gelip yer tutma zahmetine katlanmalıdır. Sahne önünde böyle bir hayran kitlesi olduğunda, konser çok daha coşkulu olur. Bu yazdıklarım bütün organizatörler için geçerli. Konuya bir de böyle bakın diyorum onlara…

Festivaldeki yeme içme konusunda da bazı düzeltmeler yapılabileceği kanısındayım. Bir ara içecek bir şey alayım dedim; sadece bira, Coca Cola ve Red Bull var dediler. İki gün boyunca günde 12 saat süre bir festivalde bu yeterli midir? Coca Cola içmediğim için bira aldım ama onu da içmeyen ne yapacak? Ayrıca fiyatlar da ucuz olmadığından, herkes bira içemeyebilir. Küçükçiftlik Park'ın dışında sürekli köfte, sucuk, kokoreç satan tezgahlardan yayılan et kokusuna ek olarak, alanda da et ağırlıklı bir menü vardı. Neyse ki, kumpir ve kuruyemiş seçeneği de sunularak vejetaryen ve veganların açlıktan bayılması önlenmiş. Bu nedenle organizatörlere teşekkür ederim. 

Festivaldeki ses sistemi konusunda bir ara birkaç tanıdıkla konuştuk. Ben ön kısımlarda bir yetersizlik hissetmedim ama ses yüksekliğinin arka bölgelerde duranlar için yeterli olmadığını söyleyenler vardı. Bunun nedeninin, kent merkezi içindeki ses kısıtlamasıyla bir ilgisi olabilir diye düşünüyorum.

Bu öneri ve eleştirilerle birlikte, 100 % Fest'in her yıl daha iyiye doğru gelişerek devam etmesini diliyorum. Yolu açık olsun!

BİRİNCİ GÜN: ENERJİK KAISER CHIEFS, GÜÇLÜ SOUNDGARDEN

Fiziksel koşullar ile ilgili bu tespitlerden sonra, izlediğim gruplara dair izlenimlere geçebilirim. 100 % Fest'in programı duyurulduğunda özellikle görmek istediğim üç grup vardı. Massive Attack, Soundgarden ve Trentemoller. Massive Attack'i daha önce birçok kez canlı dinledim ama onlarca defa daha görsem fark etmez, o kadar iyiler ki konserleri her defasında bende heyecan yaratıyor. Chris Cornell'i de Rock'n Coke'ta canlı dinlemiştim ama Soundgarden'ı ilk kez sahnede gördüm. Trentemoller'i de aynı şekilde ilk kez canlı dinleme olanağı buldum.



Birinci gün Kaiser Chiefs'in performansı beklediğim gibi yine enerji doluydu. 20
12'de Santralistanbul'da yapılan Efes One Love'daki gibi neredeyse festival alanının her yanına gitti vokalist Ricky Wilson. 2012'de içki yasağı yüzünden çok tatsız olaylara sahne olan Efes One Love'da bira ile sahneye çıkıp onu izleyicilere vermişti. İki yıl sonra geldiği ülkemizde hiçbir şey daha iyi değil. 100 % Fest'te alkollü içecek satışı yasak değildi ama Türkiye'nin son bir yılda yaşadıklarını duymayan herhalde az kalmıştır dünyada. Wilson bir ara sahnede, "Biz buraya gelmeye devam edeceğiz. Hükümet için değil, sizin için buradayız," dedi. Bu noktayı herkesin görmesi önemli; çünkü bireyler, destek vermedikleri bir hükümetin yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmamalı.

Kaiser Chiefs'in "Everyday I Love You Less and Less" ile açtığı konserinde Rick Wilson, az önce sözünü ettiğim gibi sahne önündeki boş alanı görünce, "Niye herkes arkada?" diye sorup, mikrofonu kaptığı gibi demir engellerin üzerinden atlayarak "normal ayakta" kategorisinde duran esas hayranlarının yanına gitti ve uzun süre orada kaldı. Sonra da bira satış standının üzerine çıkıp, "Never Miss a Beat"i seslendirdi. Ancak Wilson'ın bütün çabalarına rağmen, kalabalık One Love'daki kadar coşkulu değildi; hafif espriye vursa da o da bu konuda yakınmadan edemedi. Yine de festival sahneleri için çok iyi bir tercih Kaiser Chiefs: Şarkılarını çok iyi bilip hayranı olmasanız bile, sahne performanslarının başarısını takdir etmemeniz olanaksız.

Seattle grunge sahnesinin önde gelen gruplarından Soundgarden, bu yıl, büyük çıkış yapmalarını sağlayan "Superunknown"un 20. yılını kutluyor. O nedenle ilk kez çaldıkları Türkiye'de bu albümden de şarkıları dinleyeceğimizi düşünüyordum. 15 şarkılık albümden, "My Wave", "Like Suicide", "Superunknown", "Spoonman", "The Day I Tried To Leave", "Fell on Black Days" ve alandaki çoğu kişinin gençlik yıllarının soundtrack şarkılarından "Black Hole Sun"ı çaldılar. Bunların dışında şarkı listesi, 1988 tarihli ilk albümleri "Ultramega Ok"den "Flower" ve "Beyond the Wheel, 1991 albümleri "Badmotorfinger"dan "Outshined", "Jesus Christ Pose" ve "Searching with My Good Eye Closed", 1996 albümleri "Down on the Upside"dan "Blow Up the Outside World" ve "Burden in My Hand", 2012 albümleri "King Animal"dan "Been Away Too Long"dan oluştu. Heavy metal'e daha yakın duran 1989 tarihli "Louder Than Love"a ise hiç dokunmadılar.



Chris Cornell'in sesi, bunca yıl sonra hala ilk duyduğumuz günkü kadar güçlü. Ben kişisel olarak grunge türüne pek yakın olmadım ama Soundgarden'ın kariyeri boyunca soundunu geliştirmek için attığı adımları ve yayınladıkları albümlerdeki kaliteyi hep takdirle izledim. Onları dinlerken Stephen Thomas Erlewine'in onlar için söylediği şu söz aklıma geldi: "Alternatif rock'ta heavy metal'e yer açtılar." Zaman zaman heavy metal ile kesişen yolda öylesine sağlam bir temelde duruyorlar ki, bana kalırsa eskimeyecek, klasik bir sound yarattılar. Grubu daha önce canlı dinlememiş olduğum için 1998-2009 arasındaki ayrılığın performanslarına yaptığı etkiyi değerlendiremiyorum, ancak benim cuma akşamı izlediğim taş gibi sağlam müzik yapan bir gruptu. 

İKİNCİ GÜN: WILD BEASTS, CEZA, TRENTEMOLLER VE MASSIVE ATTACK

Festivali ikinci gün Wild Beasts ile açtım. Grubu en son kısa bir süre önce, 7 Aralık 2013'te İstanbul'da yapılan Red Bull Music Academy Radio Festival kapsamında canlı dinlemiştim ve o konser sırasında henüz çıkmamış olan yeni albümleri "Present Tense"de yer alan şarkılardan bazılarını da çalmışlardı. O zaman yaptığım yorumda daha karanlık ama yine çok sıcak, sarsıcı bir albüm geliyor demiştim. Tahminim doğru çıktı; yılın en güzel albümlerinden biri "Present Tense". Wild Beasts gibi çok iyi iki sese sahip bir grubun, son birkaç yılda geçirdiği evrim ve bugün vardığı nokta hayranlık uyandırıcı. Şarkı yazımında kendilerine özgü bir sound yaratmayı başardıkları gibi, her geçen albümde çıtayı yükseltmeyi bildiler. 100 % Fest'te akşamüstü 18.00'da sahneye çıktıkları için, henüz sahne boştu ve ne yazık ki belki de İstanbul'a daha önce birçok kez gelmelerinden dolayı, performansları hak ettiği ilgiyi göremedi. Oysa onlar Twitter'da "Istanbul. The love  affair continues," yazmışlardı. O sevgi gösterisine karşılık verenlerin büyük kısmı arkalardaydı… 45 dakika ayrılmıştı gruba, o kadar sürede ağırlığı yeni albüme veren bir şarkı listesi tercih etmişlerdi. Ama bana yetmedi, çok kısa geldi Wild Beasts'in konseri. 

Wild Beasts'in arkasından sahneyi Ceza ve ona eşlik eden müzisyenler aldı. Grunge gibi hip-hop hayranı da değilim ama Ceza'nın 100 % Fest'teki performansı kanımca etkileyiciydi. Bu kez Cenk Turanlı (bas), Mehmet Demirdelen (davul), Emre Kula (gitar) ve Barış Çakmakçı'dan (klavye) oluşan bir ekip eşlik etti Ceza'ya. Son derece akıcı ve vurucu bir teknikle icra ettiği rap sanatını enstrümanlarına hakim iyi bir grupla destekleyince müzikalite açısından çok tatmin edici bir sound çıkmış ortaya. Rap ile rock bütünleşmesi her zaman iyi sonuç vermeyebiliyor ama Ceza'nın dünkü seti alkışı hak ediyordu. Ceza'nın politik eleştiri ve toplumsal tespitlerle bezeli sözlerine çok yakışmıştı bu sürpriz kurgu. Bundan sonra da böyle devam etmesini dilerim. Kimileri Wild Beasts'ten sonra Ceza'nın sahneye çıkmasını tür farkı açısından yorumlayıp garipsedi ama bence bunda eleştirilecek bir taraf yok. Birbirinden çok farklı müzik türlerine yer verilen bir festivaldi ve Türkiye'den başarılı isimlere ana sahnede yer verilmesi, bence hem gerekli hem de güzel bir uygulama.



Nitekim Ceza'dan önce sahneye birden Danimarka'dan şişe müziği ustaları "Bottle Boys" çıktı. Programda isimleri yoktu ama yaklaşık yarım saat aralarında Michael Jackson'dan "Billie Jean", Tarkan'dan "Şıkıdım" ve Barış Manço'dan "Arkadaşım Eşek" gibi hitlerin de olduğu şarkıları yorumladılar. Şişe ve damacanayla yaptıkları müzik, ilk anda herkesi şaşırtsa da bir süre sonra tanıdık melodileri duyunca bir de baktım dans edenler çoğalmış. Dört müzisyenin Gangnam dansıyla biten şovu, beklenmedik bir gösteriydi ama epey ilgi topladı ve bence festivale renk kattı.


Cumartesi gününün en merakla beklenen isimlerinden birisi Trentemoller, umduğumdan da başarılı bir performans gösterdi. Danimarkalı multi-enstrümantalist, elektronik müzik prodüktörü Andres Trentemoller, 90'larda elektronik müziğe geçiş yapmadan önce indie rock gruplarında yer almış bir müzisyen. Bu yönüyle öne çıkmasa da yaptığı müzikleri incelerseniz, hamurunda bunun yer ettiği açık. Daha çok remiksleri ile tanınıyor ama 2006'dan bu yana kendi müziklerini de yayınlıyor. Özellikle geçen yıl çıkardığı "Lost" adlı albümüyle oldukça dikkat çekti. Minimal techno, IDM gibi türlerle flörtünü sürdürse de albümde birçok şarkıda konuk vokal kullanarak, indie rock alanında da var olmaya istekli olduğunun işaretini de vermişti. Bu nedenle nasıl bir sahne performansı izleyeceğimizi tam olarak kestiremiyordum açıkçacı. 

Andres Trentemoller, kendisi synth ve elektronik seslerle meşgul olurken, davul, bas, klavye, gitar ve vokalde ona eşlik eden tam bir konser ekibi ile vardı sahnede. Mikael Simpson (bas), Lisbet Fritze (gitar), Henrik Vibskov'un (davul) yanı sıra, özellikle bazı şarkılarda vokali de üstlenen gitarist Marie Fisker olağanüstüydü. Lisbet Fritze ile yaptıkları şahane robot dansı da cabasıydı! Trentemoller'in Küçükçiftlik Park'ı dev bir dans pistine çeviren seti, Massive Attack'ten önce ortamı hazırlaması açısından son derece uygun bir seçimdi. Kırmızı ışık altında "Silver Surfer, Ghost Rider Go!!!" adlı şarkıyı çalarlarken belki şarkının videosundaki kadar mükemmel değilse de yine müthiş etkileyici bir atmosfer yaratmayı başardılar. Çok dinamik bir performanstı.

GEZİ VE SOMA UNUTULMADI!

Festivalin kapanışını yapacak olan Massive Attack, programda konser saati 22.30 yazmasına karşın, 22.25'te karşımızdaydı. (Bu arada herhangi bir aksaklık olmadığı sürece dinleyicilerini bekletmeyen gruplara selam olsun!) Konserin açılışını yapan şarkı, Robert Del Naja'nın (3D) geçen yıl yayınladığı "Battle Box" oldu. Massive Attack'in gizemli karanlık dünyasına dalmak için kusursuz bir ses girizgahıydı bu. Arkasından "Risingson"ın ilk notalarını duyunca ruhumun giderek yükseldiğini duyumsadım. Konserden önce şarkı listesi hakkında düşünürken, "Heligoland" albümünün ağırlıklı olacağını tahmin etmiştim, öyle de oldu. Konserde beş şarkıyla anılan "Heligoland"den "Paradise Circus"un vokali Martina Topley-Bird'e emanet edilmişti. Her zamanki sakin uzaklığı ile sahnede bir anıt gibiydi Bird.

"Teardrop" ve "Psyche" adlı şarkıları da Martina Topley-Bird'den dinledik ama "Teardrop"un orijinalindeki Elizabeth Fraser vokalinin yerini alamıyor bence. Her ikisi de meleksi bir sese sahip, fakat Fraser'ın tınılarını silemiyor kulaklarım; sanki benliğime işlemiş, o şarkıları hep o ilk günkü yorumuyla duymak istiyorum nedense… İlginçtir aynı his, "Safe From Harm" ve "Unfinished Sympathy"deki Shara Nelson vokali için söz konusu olmuyor bende. Dün gece bu iki şarkıyı Deborah Miller'ın yorumuyla dinledik. Shara Nelson'ın 23 yıl önce duyduğum sesini de çok seviyorum ama Deborah Miller'ın yorumu da çok güçlü.

Massive Attack, her zaman iyi müzik yaptı ama en önemli özelliklerinden birisi de, şarkıları için doğru vokali bulmasıydı. Horace Andy gibi bir cevherin onların müziğine sağladığı olağanüstü katkı, sadece albüm kayıtlarıyla sınırlı değil. Massive Attack konserlerini heyecanlı kılan nedenlerden birisi, onun gibi bir efsane sesi canlı dinlemek. "Everywhen"i söylemek üzere sahnede belirdiğinde seyirci üzerinde yarattığı etki öyle büyük ki! Horace Andy, grubun "Girl I Love You" ve "Angel" gibi unutulmaz şarkılarını da seslendirdi dün akşam. En favori şarkılarımdan "Angel"ı ondan daha dokunaklı, daha sarsıcı söyleyebilecek bir ses olduğunu düşünmüyorum. Sesinin tüm titreşimlerini karşısındakine geçirebilme yeteneği var onda. 

İstanbul'a gelip de esin kaynağını bu kentten alan şarkıyı çalmadan geçmedi tabii Massive Attack. "Inertia Creeps" başlar başlamaz kalabalığın hareketlenişi görülmeye değerdi. 2010'da Kuruçeşme Arena'da verdikleri konserdeki gibi sahnedeki LED ekranda sürekli yazılar, sayılar ve sembollerle yine mesajlarını verdi Massive Attack. Uluslararası holdinglerin yönettiği dünyada insanları uyutma görevini üstlenen ana akım medyayı ifşa etmek için seçtikleri yöntem çarpıcıydı. Medyada çıkan magazin haberlerinin başlıklarını gördük önce: Saba Tümer'den kahkaha dersi! …. evleniyor, bilmem kaç milyon dolara alınan yat vs. ve sonra birden "Somadakileri Unutma" yazısı belirdi ekranda! Gezi'de katledilenlerin isimleri tek tek yazıldı, dev puntolarla Berkin Elvan adını okuduk… En sonunda da "Katilleri Hala Dışarıda" yazısı göründü. O anda suratımıza bir daha çarpan gerçek o kadar acı geldi ki… "Her Yer Taksim Her Yer Direniş!", "Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam!" sloganları atılırken 3D mikrofona yaklaşıp protesto ve demokrasi üzerine bir şey söyledi ama gürültüden tam anlayamadım. Robert del Naja ile 2008'de İstanbul'a geldiklerinde röportaj yapmıştım, o zaman bana "müzik kaçıştır" demişti, ben de öyleyse neden konserlerde sürekli hayatın gerçeklerini hatırlatıyorlar diye düşünerek buna katılmamıştım. (Söz konusu röportaj bu linkte.)Şimdi düşünüyorum da, belki de demek istediği, gerçeğin haykırılmasının engellenişinden, uyutulmaktan bir kaçıştı müzik. Böyle yorumlanırsa, o sözü hem müzikleri hem de sahne performansları açısından anlamlı oluyor. 

Daddy G'nin bu kez konserde sanki daha geri planda kaldığını gözlemledim, mikrofon önünde pek durmadı, arkada klavye ve elektronik seslerle meşgul oluyordu çoğunlukla. "Inertia Creeps"ten sonra yoğun tezahüratın arkasından bis için tekrar sahneye geldiklerinde, 3D ile birlikte yine gerideydi. "United Snakes", "Unfinished Sympathy" ve "Splitting the Atom" ile sona erdi konser. Saat gece yarısı 12'yi geçmesine karşın alandan ayrılmaya pek niyetli değildik, fakat tekrar gelmediler sahneye. 

Sokağa çıktığımızda konserde bize hatırlatılan gerçek hayat acımasızca devam ediyordu, Lice'de karakol yapımına direnen halka saldırı olmuş, bir genç öldürülmüştü… Konser yeniden başlasın, yine bağıralım bu acı gerçekleri diye geçirdim içimden. Adeta karanlık bir kapana kısılmış gibi hissediyorsanız, müzik bir umut, bir anlamda kaçış tabii; gerçeklerden değil gerçeğe doğru kaçış… 3D ile bu noktada buluştuk dün akşam.

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir. Sadece eksik olmasını istemediğim için Berkin Elvan'ın isminin ekranda göründüğü fotoğrafı internetteki haber sitelerinden aldım. O fotoğrafı çeken Nisan Ak.)

3 Haziran 2014 Salı

Sleep Party People'ın yeni albümü "Floating" yayınlandı


3.6.2014

Danimarkalı müzisyen Brian Batz'ın kurduğu Sleep Party People'ın merakla beklenen üçüncü albümü dün yayınladı. 2010'da "Sleep Party People" adı ile çıkan ilk albümden sonra, 2012'de "We Were Drifting on a Sad Song" adlı ikinci albümle dinleyici kitlesini genişleten Batz ve ekibini bu yıl şubat ayında Salon'da canlı dinleme fırsatı bulmuştuk. O konserden önce Brian Batz ile yaptığım röportajda bu yeni albüme dair bilgiler de vermişti. Röportajı okumak isteyenler, bu linke bakabilir. (İstanbul konseri hakkında yazdığım yazı ise burada. )

Batz'ın röportajda dediği gibi vokaldeki tavşan sesi tamamen yok olmasa da önemli ölçüde azalmış. Kapak fotoğrafından da anlaşıldığı üzere, dinleyeni anında kavrayıp içine alan bir hayal alemi yaratılmış albümde. Sanki soundun daha rahatlatıcı bir havası var ama bu biraz yanıltıcı olabilir. Çünkü derine inildikçe SPP'a özgü cazibeli tuhaflıklar da karşınıza çıkıp ruhunuzu sarıyor. Kendi iç dünyasına gizemli bir yolculuk yapmış Batz; şarkı isimlerinden ve sözlerinden de anlaşıldığı gibi atmosferin iyice karardığı anlar da var albümde, kendi içindeki yabancıyla mücadele ettiği dönemler de. Anlaşılan SPP'nin yarı kurgusal/yarı gerçek dünyasında işler yine karışık. Zaten kapak resmindeki kadını havada tutan çiçek aynı zamanda karnını yarmış... Pekala bir David Lynch filminden bir sahne olabilirdi bu.

Albümün yeni çıktığını ben de yeni fark ettim, dinlemek isteyenler için soundcloud üzerinden hemen paylaşmak istedim.
 

VEGAN LOGIC LXXIII - HAYALET ŞARKILARI - 02.06.2014


Dün Dinamo'da canlı yayınlanan programın kaydı. (Teknik bir arıza nedeniyle programın başındaki anonsta, Gezi Direnişi'nin yıldönümünde yaşananlarla ilgili söylediklerimin bir kısmı kaydedilmemiş. Kusura bakmayın...)

1- Nine Inch Nails - 12 Ghosts II
2- David Lynch - Ghost of love
3- Moon Wiring Club - The Last Ghost In England
4- Burial - Ghost Hardware
5- Radiohead - Give Up the Ghost (Brokenchord Remix)
6- Chris & Cosey - Dancing Ghosts
7- Depeche Mode - Ghost (Ambient Rushour Mix)
8- Nick Cave & The Bad Seeds - Little Ghost Song
9- Nick Cave, Mick Harvey, Blixa Bargeld - Maynard Mix (Ghosts... of the Civil Dead Soundtrack)
10- Piano Magic - Theory of Ghosts
11- Moby - Ghostly Return
12- Demdike Stare - Ghostly Hardware




Morrissey - Earth Is the Loneliest Planet


3.6.2014

Morrissey'in 15 Temmuz'da çıkacak "World Peace Is None of Your Business" adlı albümünden üçüncü şarkı "Earth Is the Loneliest Planet" bugün dijital olarak yayınlandı. Daha önceki şarkılarda olduğu gibi, bunu da kısa bir tanıtım videosu ile yayınladı Morrissey. Dün internet sitelerinde gördüğümüz 58 saniyelik videoda Morrissey'in yanında oyuncu Pamela Anderson'ı görünce, çoğu kişi çok şaşırdı. Bunu amatörce bulan ya da "sonunda Moz da Pamela'ya yanaştı" diye yorumlayanlar da oldu. Ancak Morrissey'i iyi tanıyorsanız bu çok da şaşırtıcı değildi bana göre. Çünkü o tam bir metafor tutkunu. Şarkıda en yalnız gezegen dediği yeryüzünde hissettiklerinden söz ediyor Moz. Kariyerini düşününce onun için oldukça bildik bir konu ama bu defa bu temayı hüzünlü bir melodi ile değil, flamenko etkili, hareketli bir şarkı ile yansıtmış.

Videoda Pamela Anderson gibi alımlı bir kadının bakışlarıyla adeta yediği erkeğin umarsız tavırlarıyla her ikisinin de yalnızlığı vurgulanmak istenmiş belli ki. Ayrıca Pamela Anderson ile ilgili bilinmesi gereken bir konu var. Geçenlerde 12 yaşındayken tecavüze uğradığını, çok zor ve yalnız bir çocukluk geçirdiğini ve o dönemde bu gezegenden ayrılıp gitmek istediğini, uzun süre insanlara güvenemediğini açıklamıştı. Pamela Anderson'ı skandal olaylardan, çok konuşulan evliliklerinden ve porno kasetinden tanıyor çoğu kişi ama herkes gibi onun da bilinmeyen ya da az bilinen yönleri var. Morrissey, işte onun o az bilinen hüzünlü yönünü gözetmiş. Ayrıca Pamela Anderson'ın çok tutkulu bir hayvan hakları aktivisti/vejetaryen olduğunu da düşünürsek, videoda onun yer alması garip ya da amatörce değil. Morrissey ile ilgili hiçbir şey yan anlamları göz önüne alınmadan yorumlanmamalı zaten.

Şarkının tanıtım videosunun yanı sıra, sözlerini de paylaşıyorum. Dinleyip yazdığım sözlerde bir yerde tereddütüm var. Oraya soru işareti koydum. Eğer bir düzeltmeniz varsa iletirseniz sevinirim.


Earth is the loneliest planet of all
Earth is the loneliest planet of all
Day after day you say "one day, one day"
Day after day you say "one day, one day"
But you're in the wrong place
And you've got the wrong face
And humans are not really very humane
And earth is the loneliest planet of all

Earth is the loneliest planet of all
Live with a loneness than no one else knows
Time after time you say "next time, next time"
Time after time you say "next time, next time"
But you fail as a woman
And you lose as a man
We do what we can
And earth is the cruelest place you will never understand

But you're in the wrong skin
And the skin that you're in is safer
Let it begin
And earth is the loneliest planet of all
Earth is the loneliest planet of all
Earth is the loneliest planet of all
Day after day you say "one day, one day"
Day after day you say "one day, one day"
And there's always a reason why you're refused
They always blame you, you, you
And there is nothing anyone can do
***

Translate