30 Haziran 2012 Cumartesi

Adına Yakışır Bir Gece


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 30 Haziran 2012

Küçükçiftlik Park, hafta başından beri organizasyonunu Pozitif’in yaptığı “Pozitif Günler” adı altındaki konser serisine sahne oldu. Pazartesi Walk off the Earth ve Nouvelle Vague, salı Jessie J ve çarşamba Zaz konserlerinden sonra, perşembe akşamı Metronomy ile Two Door Cinema Club (TDCC) İstanbul’daydı.

Yaş grubu ve müzik zevki açısından hedef kitleleri iyi belirlenen konserlerdi bunlar. Örneğin mekan salı, çarşamba günleri ortaokul ve liselilerle dolarken, perşembe günü trendleri yakından izleyen 20-30 yaş arası dinleyici oradaydı. O gece bunu anlatmak için herkesin kullandığı bir ifade vardı: “Hipster gençliği burada!” Kökeni 1940’lara kadar dayansa da 2000’lerde tekrar gündeme gelen bu kavram, ana akımın dışında kalan bağımsız sanata ilgi duyan, kendine özgü alternatif giyim tarzıyla dikkat çeken, kentli orta-üst sınıf gençliğin oluşturduğu alt kültürü anlatmak için kullanılıyor.

Metronomy ve Two Door Cinema Club, bu grubu bir konserde toplamak için en iyi isimlerdendi. Her ikisi de İstanbul’a ilk kez geldiği için, ilgi beklenen düzeydeydi. Hatta geçen yıl aynı mekanda yapılan ve aynı grubu hedefleyen çok daha büyük bir ismin, Interpol’ün konserine oranla daha kalabalık bir gece olduğunu söylemek mümkün. Bunu özellikle belirtiyorum. Çünkü bu konserlere gösterilen ilgi, alternatif grupları gelecekte ülkemizde daha sık görebilmek bakımından önemli.

Ben her iki grubu da daha önce canlı dinlediğim için sahne performanslarının ne kadar iyi olduğunu bilerek gittim konsere. İngiliz electro-synth grubu Metronomy, 1.5 saatlik konserinde, hem Glastonbury’de hem de New York’ta görüp etkilendiğim enerjisini aynen İstanbul’a da taşıdı. Dört kişilik ekip, gitar, bas, klavye ve davuldan oluşan enstrümanlarını öylesine ustalıkla ve uyumla kullanıyor ki, müziklerinin dinamizmi dinleyiciye de geçiyor. “The Look” adlı şarkılarına mekandaki hemen herkesin eşlik edişi de bunun bir göstergesiydi. Konseri sahnenin yan tarafında kalan bir noktadan izlemek durumundan kaldığımdan, kadın davulcu Anna Prior’ı fiziksel olarak göremedim ama işinin hakkını verdiğine kulaklarım bir kez daha tanık oldu.

Metronomy sahnedeyken başlayan dans partisi, İrlandalı alternatif rock grubu Two Door Cinema Club’ın kıpır kıpır müziğiyle devam etti. Bana göre gecenin kapanışını coşkuyu doruk noktasına çıkarmak açısından Metronomy yapmalıydı. Nedenini bilmiyorum ama tersi oldu.

Ancak TDCC, beklediğimden daha iyi bir performans sergiledi. Hem bilinen şarkılarını hem de eylül ayında çıkacak yeni albümden şarkıları dinledik. “What You Know”a dev bir koro şeklinde dinleyiciler katılsa da, bu grupla ilgili sorun, baştan sona konser boyunca aynı şarkıyı dinliyormuş hissini uyandırması. Evet, herkes çok eğlendi, onlar da güzel çaldılar; ama sanki hep aynı ritimle aynı şarkıyı çaldılar. Yeni albüm için değişiklik yapıp kendilerini yenilerler mi diye umutla bekledim ama gördüm ki durum aynı.

Sonuçta güzel bir geceydi. Konser saatinde başladı, ses sistemi tatmin ediciydi. Ben diğer meslektaşlarım ve kimi bloggerlar gibi sahne önüne alınmasam da, dinleyiciler bakımından adına yakışır, pozitif bir konserdi.

-

25 Haziran 2012 Pazartesi

Kimsenin Ulaşamayacağı Yere Ulaşan Şarkılar


Bugün benim için çok güzel bir gün. Çünkü Dead Can Dance'in ağustos ayında yayımlanacak yeni albümü "Anastasis"ten ilk single "Amnesia"yı dinledim. Bazı şarkılar vardır; hiçbir insanın, hiçbir canlının yüreğimde dokunamayacağı yerlere dokunurlar. O şarkıları yapanlar da insandır elbette ama ben müzik dinlerken bire bir o insanlarla değil, yaptıkları şarkılarla ilişki kuruyorum.

Bu anlamda müzikle ilişkim son derece özel ve dokunulmaz bir alanı kapsıyor. O alana her şarkı da giremiyor. Kapıları açıp açmamak benim elimde değil; şarkı kendi yolunu kendisi belirleyecek kadar güçlüyse onun karşısında direnmem olanaksız. Öyle zamanlar oluyor ki, bazı şarkıları duyduğum anda kıpırdayamıyor, olduğum yerde kalakalıyorum; bazen aniden gözümden yaşlar iniyor, bazen gecenin bir yarısında sokakta yürürken buluyorum kendimi...

Bugün de yine böyle oldu; "Amnesia"yı ilk duyduğumda ciddi bir sarsıntı oldu iç dünyamda. Sonra gece karanlığında sokağa çıktım; şarkıyı iPod'da tekrara alıp uzun süre yürüdüm. Birtakım anılar canlandı hayalimde, geleceğe yönelik kimi endişelerimle yüzleştim. Şarkı hafıza kaybından söz ediyordu. Brendan Perry'nin güçlü sesini sanki en yakın dostum benimle söyleşiyormuş gibi dinledim. Sesindeki tınılar beynime kazındı; sonra ona dedim ki: "Hayatımın bugüne kadar geçen bölümünde yaşadıklarımın hiçbir anını unutmak istemiyorum. İyisiyle kötüsüyle benimdir o anılar. Her sözümün, her kararımın arkasındayım. 'Geriye dönsem farklı yapardım' dediğim birkaç şey var ama sen de ben de biliyoruz ki bu dünyada geriye dönüş yok, geleceğe bakacağız."

Anlaştık Brendan Perry ile... Bu yazdıklarımın içinde hüzün bulabilirsiniz belki ama aslında çok mutluyum bu akşam. Dead Can Dance şerefine kadeh kaldıracağım bu gece! Her zaman bu kadar etkilendiğim şarkılar çıkmıyor. 19 Eylül'de "Amnesia"yı Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde canlı dinlerken gözümden yaşlar akarken görürseniz bilin ki mutluluktandır.

Maçka'da İnce Bir Dal


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 25 Haziran 2012

Cumartesi akşamı Maçka’daki Küçükçiftlik Park sahnesinde Charlotte Gainsbourg vardı. Türkiye’deki ilk konseri için o mekanın seçildiğini duyduğumda garipsemiştim. Çünkü ne müziği ne de sesi açık hava bir mekanı etkisi altına alacak kadar güçlüydü. Tahmin ettiğim de oldu; 1,5 saatlik konser, bugüne kadar orada gördüğüm en coşkusuz konserdi.

Seyirci az olunca konser çimenli alana alınıp, mekan bir setle daraltılarak güzel bir atmosfer yaratılmıştı; ancak çoğu zaman yapılan hata yinelendi. Sahne önü boş bırakılmış, onun hemen arkası VIP’ye ayrılmış, en arkada da ayakta insanlar birikmişti. VIP’de oturanların çoğu yiyip içmekle ve konuşmakla meşgul olduğundan müzikle pek ilgilenmediler; alkışlar çok zayıftı.

Yaklaşık bir saat sonra Charlotte’un çağrısıyla sahne önüne doldu hayranlar ve ancak o zaman konsere biraz hareket geldi. Burada yeri gelmişken tekrarlayayım: Sevgili organizatörler, sahne önü hayranlarındır. Onları oraya almadığınız sürece coşkuyu baştan yok edersiniz. Bu hataya düşmeyin.

Mekandaki bir yiyecek standından yayılan köfte, hamburger kokularının arasında teknik bir arızadan dolayı 45 dakika geç başladı konser. Charlotte Gainsbourg, beyaz pantolon, beyaz gömlek ve siyah yüksek topuklu ayakkabılarıyla bir moda çekiminde modellik yapmak üzere hazırlanmış kadar zarifti. Kendisine eşlik eden beyazlar içindeki beş müzisyenle sahneye gelip, yüksekçe bir sandalyeye oturdu ve son albümünden “Terrible Angels” ile açtı konseri.

Bazen ayakta bazen oturarak marakas çalıp şarkı söylerken, hayatındaki ilk konserini veriyormuşcasına çekingendi. Usulca merhaba dedi dinleyicilerine, İstanbul’da olmaktan mutlu olduğunu söyledi. Serge Gainsbourg ve Jane Birkin gibi efsaneleşmiş iki sanatçının çocuğu o ama her nedense sinema ekranındaki etkileyici karizması müzik sahnesine yansımıyor.

Güçlü bir sesi yok Charlotte’un. Ayrıca kariyerine bakacak olursak, bugüne kadar müzik dünyasında hep çok sağlam desteklerle ilerledi. İlk albümünü 15 yaşında çıkardı ama o albümde babasının şarkılarını söyledi. Air, Beck, Jarvis Cocker, Neil Hannon ve Nigel Goldrich gibi çok başarılı isimlerle çalıştı.

İstanbul konserine de “Stage Whisper With Connan Mockasin” adı verilmişti. Çünkü ünlü müzisyen Beck prodüktörlüğünde yayınladığı albümün tanıtım turnesinde Yeni Zelandalı müzisyen Connan Mockasin’i de yanına almıştı. Geçen yılın en iyi albümlerinden birini yaptı Mockasin. Konserde gitarıyla ve şarkılarıyla olduğu kadar vokaliyle de Charlotte’a büyük katkı sağladı. Bugüne kadar desteğini aldığı müzisyenler dev birer ağaçsa, Charlotte Gainsbourg onlara tutunan ince bir dal; fakat yeteneğiyle ve azmiyle köklerine giderek daha güçle bağlanacak bir dal.

Konserde en çok alkışı, yıkılmayan çınar David Bowie’den “Ashes to Ashes”ı söyleyince aldı Charlotte. Bowie şarkılarını kimse ondan daha iyi söyleyemese de, hoş bir cover oldu. Connan Mockasin’in “Forever Dolphin Love” adlı şarkısının, hafif saykedelik ve uzun bir versiyonunu dinledik. Babasını “Ouvertures Éclair”, “Don’t Forget to Forget Me” ve “Pour Ce Que Tu N'étais Pas” adlı şarkılarla anarken, biste çaldığı son parça “Paradisco”yu annesine adadı.

Söylendiğine göre seyirciler arasında Rufus Wainwright da varmış. O, konser hakkında ne düşündü bilmiyorum ama bende iz bırakacak bir performans değildi.

Şarkı Listesi: Terrible Angels - Greenwich Mean Time - Jamais - Ouvertures Éclair - Me & Jane Doe - All the Rain - Got to Let Go - Heaven Can Wait - It's Choade My Dear - Ashes to Ashes - Forever Dolphin Love - Don't Forget to Forget Me - Song That We Sing // Memoir - Pour Ce Que Tu N'étais Pas - Paradisco

(Fotoğraflar bana aittir.)

-

24 Haziran 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 120: Bobby Womack - The Bravest Man in the Universe (XL Recordings)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Haziran 2012

Size “dünyevi meselelerle ilgili elektronik bir gospel albümü” önersem ne dersiniz? Muhtemelen “Nasıl oluyor o?” diyerek şaşkınlığınızı dile getirirsiniz. Şaşırırsınız; çünkü kilisedeki törenler sırasında söylenen doğaçlamalardan adını alan gospelin din dışı konularla ilgili olmasını ve elektronik sesler içermesini garipsersiniz. Ama Bobby Womack’in 18 yıl aradan sonra yayınladığı ilk orijinal materyalin toplandığı albüm, bu tanımı hak ediyor. Internette bir yazıda rastladığım bu ifade ilk anda beni de düşündürdü ama albümü dinledikçe çok yerinde buldum. Çünkü Bobby Womack’in kaynağını gospel ve soul müziğinden alan dokunaklı şarkı söyleme tarzı, yeni albümde de belirgin. Ancak şarkıların temaları din odaklı değil, ayrıca Womack elektronik aletlerle artık çok daha uyumlu.

68 yaşındaki Womack’i, 50’yi aşkın yıldır R & B, soul, rock, doo-wop, country ve gospel türlerinde yayınladığı albümlerle tanıdık. Ergenlik çağına bile ulaşmadan önce beş kardeşiyle kurduğu The Valentinos’tan sonra, soul müziğin efsane sesi Sam Cooke’un gitaristi olarak adını duyduk. 70 ve 80’li yıllarda solo albümleriyle oldukça başarılı bir kariyeri oldu. 80’li yılların ikinci yarısından sonra sarsıntılı özel yaşamında madde bağımlılığı da giderek arttı ve 90’lı yıllarda müzik sahnesinde adı daha az anılır oldu.

Tedavi olup 1994’te çıkardığı “Resurrection” albümü ile yeniden yoluna devam etse de eski görkemli günleri geride kalmıştı. Ancak bu durum 2010’da değişti. Ne zaman ki müzik dünyasının dahi yeteneklerinden Damon Albarn onun elinden tuttu, Womack yeniden doğdu. Gorillaz grubunun “Plastic Beach” albümünde yer alan “Stylo” adlı şarkıda Mos Def ile birlikte söyledi Bobby Womack. Şarkının başarısı onun da bir anlamda yeniden yükselişi oldu.



Geçen yıl Gorillaz’ın turnesine katılıp sahneye çıktı. Ben de New York Madison Square Garden’daki konserde Womack’i canlı dinleme olanağı buldum ve 67 yaşında olağanüstü güçlü sesi ve mükemmel yorumuyla devasa mekanı tek başına inletişine tanık oldum. O anda Bobby Womack’in çok daha etkili bir şekilde yeniden müzik dünyasının gündemine oturacağını düşünmüştüm. Nitekim öyle de oldu. Damon Albarn, yanına İngiltere’nin en etkin plak şirketlerinden XL Recordings’in kurucusu Richard Russell’ı da alarak Bobby Womack’in yeni albümünü yapmak üzere kolları sıvadı. Böyle bir üçlüden vasat bir iş çıkmayacağı tahmin edilebilirdi ama doğrusu “The Bravest Man in the Universe”, öngörümün ötesinde bir kayıt.

Womack’i eski albümleri ya da bir önceki kaydı “Resurrection” ile hatırlıyor ve onlardan aldığınız tadı arıyorsanız, hemen söyleyeyim yeni albüm onlardan farklı. Öncelikle Womack’in bugüne kadar hiç kullanmadığı kadar çok elektronik ses var albümde. Albümün genelinde piyano ve klavyede yer alan Damon Albarn’a Richard Russell’ın sample’ları eşlik ediyor. Albümle aynı adı taşıyan “The Bravest Man in the Universe” trip-hop sınırlarında gezinirken, “Jubilee” alışılanın dışında R & B’den çok farklı ve elektronik hakimiyetinde.

Womack’in tek bir akustik gitarla seslendirdiği “Deep River”, Afrikalı-Amerikalıların geleneksel bir folk şarkısı. Bu şarkının akustik yapısının bozulmadan belirgin bir yalınlık içinde albüme konması, dikkat çekici olmuş. Bir diğer eski şarkı, Womack’in 1985’te country müzisyeni Jim Ford ile birlikte yazdığı “Whatever Happened to the Times”. Albarn ve Russell’ın katkısıyla yeniden düzenlenen bu şarkı, en güzel kayıtlardan birisi.



Geçen yıl “Video Games” adlı şarkısıyla hızlı bir çıkış yapan Lana Del Rey, albümde yer alan en şaşırtıcı ses. “Dayglo Reflection” adlı şarkı, Bobby Womack’i keşfeden isim olarak bilinen Sam Cooke’un röportajından kısa bir alıntıyla açılıyor. Ben, bugüne kadar Lana Del Rey etrafında kopan fırtınadan etkilenenler arasında değilim. Çok fazla abartıldığını düşünüyorum ve “Born to Die” albümünü genel olarak beğenmedim. Ancak Bobby Womack ile birlikte söylediği bu şarkıdaki performansını alkışlıyorum. Doğru prodüksiyon ve iyi bir yorumla güzel bir şarkı çıkmış ortaya. Ama bence ondan daha güzeli de var albümde. Malili şarkıcı Fatoumata Diawara ile Womack’in düeti “Nothin’ Can Save Ya”, içten melankolizmiyle diğerlerine fark atıyor.

Geçen sene kaybettiğimiz şair/müzisyen Gil Scott-Heron da unutulmamış albümde. Bir konserden 22 saniyelik kaydı sample alınarak, ünlü ozana saygı duruşunda bulunulmuş. Heron’un son albümü “I’m New Here”i XL Recordings’ten yayımlayan Russell’ın da bunda bir etkisi olsa gerek.



Toplam 37 dakikalık albümde beni hepsinden daha çok etkileyen şarkı “If There Wasn’t Something There” oldu. Basların baskın kullanıldığı güçlü melodisinin insanı hemen yakalaması ve çok akılda kalıcı olmasının yanında, hem mutluluk hem de hüzün yansıtan yanını sevdim. Womack eğer sağlık sorunlarını aşıp hastaneden çıkarsa, belki iptal ettiği turnesini gerçekleştirir diye umuyorum. O muhteşem sesi bu şarkıyı söylerken canlı dinlemeyi çok isterim.

Başta da yazdığım gibi, Womack için yeni bir sound var bu albümde. Ama bilen bilir; yenilikleri denemeyi sever, müzikte açık görüşlüdür o. Albüm için “Albarn ve Russell bana benden daha çok inandılar ve kendime olan güvenimi yeniden bulmama yardım ettiler” diyor. Şarkıları dinlediğinizde gerçekten kolektif bir çalışmanın ipuçlarını buluyorsunuz. Belli ki kayıt sırasında stüdyoda çok eğlenmişler; tınılara yansımış alınan keyif. Belki hemfikir olmayabilirsiniz ama Womack albümü “Bugüne kadar yaptığım en iyi iş” diye anlatıyor. Bana göreyse yılın en iyi albümlerinden birisi. Womack’in “Stylo”da elektronikle buluşmasını sevmiştim; bunu daha çok sevdim.

-

20 Haziran 2012 Çarşamba

4 Şarkı 4 Renk


Musicincolors, internet üzerinde izlediğim yaratıcı projelerden biriydi. Sitenin kurucusu Hayalsu Altınordu, her hafta müzikle ilgili bir kişiye 4 şarkılık bir playlist hazırlatıyor ve onların renklerle temsil edildiği bir grafik üzerinden dinlenmelerini sağlıyordu. Ne yazık ki bu ilginç proje, bir süre önce telif hakları konusunda yaşanan sorunlar yüzünden kapandı. Kapanmadan önce ben de bir hafta için şarkıları belirlemiş ve onları renklerle ilişkilendirmiştim. Hayalsu, neden o şarkıları ve renkleri seçtiğimi de kısaca yazmamı istemişti ama ben biraz daha ayrıntılı anlatma yolunu tercih ettim. Musicincolors kapandığı için artık şarkılara oradan ulaşılamıyor. Yazdıklarımı bu blogun takipçileriyle de paylaşmak istedim.

***

Öncelikle seçeceğim dört şarkının da enstrümantal olmasına karar verdim. Böylece alternatifler sınırlanacağı için, seçme işlemi çok daha kolaylaşmış olacaktı. Gerçi şarkıların beğendiğim sözlerini de bildirip renk belirlemem istenmişti. Ama bu parçaların soundları o kadar güçlü ki, söze gerek yok; renkleri çok açık. Onları da ayrıca tanımlayacağım.

1-İlk seçtiğim parça David Bowie’den “Subterraneans” oldu. Çünkü çok sevdiğim, benim için ayrı bir yeri olan, özel bir müzisyen o. Hep söylerim; bana göre Bowie’nin olmadığı bir liste eksiktir. O nedenle şarkı seçmem istenince aklıma her zaman ilk onun şarkıları gelir. Yine öyle oldu.

Yüzlerce Bowie şarkısı arasından “Subterraneans”da karar kılmamsa, parçanın büyük oranda enstrümantal olmasından kaynaklandı. “Büyük oranda” diyorum; çünkü şarkının ortalarında bir yerde Bowie sadece bir kez “Share bride failing star/ Care-line Care-line Care-line Care-line driving me Shirley, Shirley, Shirley own/ Share bride failing star” şeklinde anlamı pek açık olmayan sözler söyler. Toplam 5 dakika 39 saniye süren parçanın geri kalan kısmında vokal yoktur.

Berlin üçlemesini oluşturan albümlerin ilki “Low”un kapanış parçası “Subterraneans”, kanımca, Bowie’nin değeri yeterince bilinmemiş ama en güzel çalışmalarından biridir. “Low”un genel karakterine uygun olarak, karanlık ve deneysel bir soundu vardır. Bence “dark beauty” tanımlaması bir şarkı ile anlatılacak olsa, bu şarkı kullanılabilirdi.

Parçanın 1975’te Los Angeles’ta yapılan orijinal kaydında David Bowie elektronik piyano, gitar ve saksofon çalıyor. Evet, sadece Bowie’nin free-jazz saksofon solosunu duymak için bile bu şarkı dinlenmeli. Analog synthesizer ve piyanoda bir başka müzisyen kahramanım Brian Eno var. Carlos Alamar gitarda, George Murray ise basta eşlik ediyor. Böyle usta bir kadrodan böyle büyüleyici müzik çıkar işte!

Renk: “Subterraneans” koyu gri olsun derim. Aralık ayında Berlin’de kaydedilen bu karanlık sound, başka bir renkle tam olarak örtüşmez. Belki siyah da olabilirdi ama kanımca Bowie’nin saksofonu o siyahı bir parça açıyor. Sanki az da olsa bir umut ışığı var o anlarda...



2-İkinci parça, hayatımın soundtrack albümünü yapacak olsam, içinde mutlaka şarkıları yer alacak bir gruptan geldi: The Durutti Column! Ne yazık ki ülkemizde çoğu müziksever, ana akım medyanın, radyoların görmezden geldiği bu müthiş grubun varlığını bile bilmeden yaşıyor...

Madem Musicincolors aracılığıyla böyle bir fırsat çıktı, ben de bunu iyi değerlendirip sizlere grubun 2010 albümü "A Paean To Wilson"dan “Anthony” adlı parçayı dinletmek istedim. 2007’de ölen Anthony (Tony) Wilson, müzik dünyası için çok önemli işler yapmış bir gazeteci ve radyo programcısıydı. Aslında çoğunuz onu tanıyorsunuz; “24 Hour Party People” filminde Steve Coogan’ın canlandırdığı, Factory Records’ın ve Haçienda kulübünün efsanevi kurucusuydu o. İlk plak anlaşmasını The Durutti Column’le imzalamış, Happy Mondays, Joy Division gibi unutulmaz grupları müzik dünyasına kazandırmıştı.

İlk evladım dediği The Durutti Column, bu albümü Tony Wilson için kaydetti. Vini Reilly, Wilson’ın hayatı boyunca kendisine öğütlediğini yapmış ve bu albümde hiç vokal söylemeyip sadece gitar çalmış. Ama ne çalmak! Bu muhteşem albümden “Anthony” adlı şarkıyı dinleyin ve hiç söz olmasa da enstrümanların dilinden Vini Reilly’nin hüznünü nasıl etkileyici şekilde aktardığını duyumsayın...

Renk: ”Anthony”, “blue hour” renginde olabilir. Fransızca deyim "l'heure bleue"dan gelir "blue hour" kavramı. Günde iki kere, sabah ve akşam saatlerinde ne tam gündüz ne de tam geceyken, alacakaranlıktaki geçiş sırasında gökyüzünde görülen o müthiş maviyi tanımlar. Günün en sevdiğim vaktidir. Ben bu şarkıda, Tony Wilson’ın ardından gökyüzüne bakıp ona “Merhaba” diyen Vini Reilly’yi düşünüyorum hep. İçinde derin bir acı duysa da, onunla uzun yıllar paylaştığı dostluğu anımsayıp piyanonun tuşlarında kendini teselli ediyor sanki... Ya da ben öyle hayal ediyorum.



3-Autechre’nın 2010 tarihli “Oversteps” adlı albümü, çıktığı andan beri her gün hayatımda. İngiliz elektronik müzik ikilisi, 21. yüzyılda müziğin geldiği noktayı daha da ileri götüren deneysel çalışmalarıyla takdiri hakediyor. Saygıyla şapka çıkarıyor, sizleri “see on see” eşliğinde hayallerinizle baş başa bırakıyorum.

Renk: Melankolik hava ağır basıyor “see on see”de. Geçmişe veda etmekle geleceğe adım atmak arasındaki kararsızlığın izleri var melodide. Kırmızı ile maviyi karıştırırsanız hangi renk çıkarsa odur bu şarkının rengi... “Mor çıkar” diyorsunuz; ama burada geçiş naif bir romantizm içerdiğinden koyu değil açık tonda bir eflatun olabilir ancak.



4-Son parçamız müzik dehası Brian Eno’dan geliyor. Bu ay Warp Records’dan çıkan “Small Craft on a Milk Sea” adlı çalışmasını bütün müzikseverlere ve tabii öncelikle elektronik müzik dinleyicilerine öneriyorum. Ne yapın edin; ısmarlayın, yurtdışından getirtin ama edinin bu albümü. Değişen ruh halleri bir albümde ancak bu kadar güzel aktarılabilir. Eno’nun Jon Hopkins ve Leo Abrahams’la kaydettiği bu çalışma, hâlâ genç kuşakların ne kadar ilerisinde olduğunun tartışmasız bir kanıtı. Düşündüm ki, Musicincolors “Dust Shuffle”sız kalmamalı!

Renk: “Dust Shuffle”, bütün dinamizmi ve hafif ajite edilmiş sounduyla sarıdır. Ama kanarya sarısı değil, çöl sarısıdır...



Bu parçaları dinlerken, renkler ve melodilerle süslü harika dakikalar geçirmenizi dilerim.

17 Haziran 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 119: Johann Johannsson - Copenhagen Dreams (Cobraside)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 17 Haziran 2012



Copenhagen Dreams, Danimarkalı yönetmen Max Kestner’ın Kopenhag için çektiği kent belgeselinin adı. 2009’da ilk gösterimi yapılan filmin müzikleri de bu ay bir soundtrack albüm şeklinde yayımlandı. Müziğin ardındaki yaratıcı isim ise, İzlandalı müzisyen Johann Johannsson. Yaylılar, klarnet, celesta, klavye ve elektronik sesleri kullanarak Kopenhag için bir kent senfonisi yazmış Johannsson.

Filmi izlemedim ama Kopenhag’ı biliyorum. Kestner, belgeselde kentin binalarına, çevredeki koşullara, sokaklara odaklandığını, o anda orada yaşayan insanların bu fiziksel atmosferde geçici bir unsur olduğunu söylüyor. Ziyaret ettiğim her yeni kenti ben de bu bakış açısıyla görmeyi severim. Çünkü bunu yaptığınızda aslında insanı geri plana itmiş olmuyorsunuz; aksine orada yaşayan insanların kendileri için yarattıkları çevreden, mimariden yola çıkarak onları daha iyi tanımaya çalışıyorsunuz.

Kestner’in de altını çizdiği gibi, binalar, duvarlarına yazılan yazılar, tasarlanan kapılar, camlar, her şey onları kullanacak olan insanların kendileri için yarattıkları birer eser aslında. Bu nedenle insanları, doğrudan onların fiziksel varlıklarını inceleyerek değil, akıllarını kullanarak meydana getirdiklerini gözlemleme yoluyla anlama çabası heyecan verici. Çünkü yarattıkları aslında hayallerini süsleyen unsurları ortaya çıkarıyor.

Bu önemli ayrıntıyı açıkladıktan sonra, müziğin aklımda çizdiği imajları ve ruhumda estirdiği rüzgarları tanımlanmaya çalışabilirim. Kopenhag’ı kış mevsiminde gördüm ben. Aklımdaki görüntüsü dingin ve düzenli; usulca esen serin rüzgar, hiçbir şeye engel değil, aksine bisiklete binip sokaklarda süzülme isteğini daha da kuvvetlendiriyor. Arada gölge gibi paltolarına sarılmış insanlar hızlı hızlı yürürken siz bisikletin pedallarını istediğiniz hızla çevirebilirsiniz.

Johannsson’un müziği de, tüm kontrolün sizde olduğunu duyumsatacak kadar huzur dolu. Modern klasik türünün belki de beni bu kadar etkilemesinin temel nedenlerinden birisi bu. Kontrol derken pedal sembolünü kullandım ama o aslında bir metafordu. Aklımı kendi istediğim şekilde yönlendirebilmeyi, dışardan bunu değiştirecek kuvvette bir müdahale olmamasını kastediyorum. Yaylılar başta olmak üzere bütün aletler ve elektronik sesler, aklımda yazdığım tamamen kişisel senaryoma göre anlam kazanıyor. Bundan daha güçlü bir etki düşünemiyorum. Bana kimseyle paylaşmadığım öyküleri yazdıran müzikleri de bu nedenle çok seviyorum.

Johann Johannsson’un müziği Kopenhag görüntülerine eşlik etmek için yazılmış olsa da, ben albümü Reykjavik ile de özdeşleştirebilirim. Kuzeyde bir ülkede geçen şiirsel bir kış mevsimine uygun bir yapısı var. Bazen daha iyimser ama kent koşturmacası içinde genellikle yalnız kalan insanın melankolizmi de sinmiş müziğe. Albümde intro’lar dahil 19 parça arasında özellikle “There’s No Harm Done” yakaladı ruhumu. Üzerimde bıraktığı etkiyi, geçen yıl Deaf Center’ın “The Day I Would Never Have” adlı şarkısının yaptığı sarsıntıyla bile kıyasladım. Şarkının adına bakarsanız bir ipucu var; hiçbir şeyin zarar görmediğini söylese de müzikte gizemli bir gerginlik hissediyorum ve o hissi sevdiğimi itiraf ediyorum.

Max Kestner’in belgeselini izlediğimde müziğin orada oynadığı rol üzerine daha net bir bir fikir edineceğim ama izlemeden de şunu rahatlıkla söyleyebilirim: “Copenhagen Dreams”, dünyanın neresinde olursanız olun kendinizle baş başa kalmak istediğiniz anlara eşlik edebilir. Nasılsa hayaller kurulduğu sürece her yerde ve her anda var olmuyor mu?

14 Haziran 2012 Perşembe

Morrissey'i tanımak


19 Temmuz'a az kaldı. İstanbul Caz Festivali kapsamında Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde Morrissey'i bir kez daha canlı dinleyecek olmanın heyecanı içindeyim. Bir süre önce Ezgi Aktaş'ın önerisiyle Alternatifistanbul için (http://www.alternatif-istanbul.net/), şarkılardan yola çıkarak Morrissey'i anlatmıştık. Onun gibi derin ve sofistike bir karakteri tam olarak tanımak bence olanaklı değil ama kendime duygusal olarak en yakın bulduğum müzisyen o. Onun şarkılarını dinlerken, "Benim için yazmış sanki" diyorum. O nedenle tanıma şansım diğer müzisyenlere göre biraz daha fazla olabilir. "Peki bir müzisyeni şarkılarından tanımak olanaklı mı?" diye sorabilirsiniz. Bu yolla bazen yanıltıcı sonuçlar alınabileceğini biliyorum ama bunun bir istisnası olacaksa o ancak Morrissey olur. Her zaman, gerek sahnede gerekse şarkılarında çok açıksözlü ve dürüst oldu o. Hatta bu nedenle başı çok derde girdi. Bu durumda o şarkıların izini sürmek şarttır. Yakaladığım bazı ipuçlarını blog okuyucularıyla da paylaşmak istedim.

"MEAT IS MURDER"



Bu şarkıyı ilk duyduğum günü hatırlıyorum. Bir arkadaşımın evindeydik, müziğe çok meraklı bir ablası vardı. Yabancı radyoları dinler, en yeni şarkıları kasete çekerdi. Bir gün yine onun kasetlerini dinlerken “Meat Is Murder” çalmaya başladı. İlk olarak şarkının girişindeki can yakıcı bıçak sesleri dikkatimi çekti. Adını öğrendiğimde tokat yemiş gibi oldum. O gün kasetten kendime bir kopya alıp eve götürdüm ve sonraki günlerde sürekli bu şarkıyı dinledim. Sarsılmıştım. Sözlerini tekrar tekrar dinleyip Morrissey’in ne dediğini anlamaya çalıştım. Tabağımdaki yemeğin, ağzıma giren lokmanın, içtiğim içeceğin niteliği üzerinde ilk kez ciddi şekilde düşünmeye başlamış, kendi kendimle bir hesaplaşmaya girişmiştim. Uykularımı kaçıran, yastığıma başımı gömüp geceler boyu ağlamama ve yaşadığım dünyayı sorgulamama neden olan bir devrimdi bu. “Başkaları tarafından çizilen yolu izlemek zorunda değilim. Kendi alternatifimi yaratabilirim” cümlelerini ilk o zaman kurdum. Önce vejetaryen, sonra vegan olma sürecimin başlangıcıdır o tarih. Hayatımı değiştiren bu şarkı için yaşadığım süre boyunca Morrissey’e minnet duyacağım. Beni bugüne kadar en çok etkileyen şarkıdır “Meat Is Murder”. Her duyduğumda aklıma kendi içimde yaşadığım o büyük devrim gelir.

"WELL I WONDER"



Esin kaynağını Kanadalı şair/romancı Elizabeth Smart’ın şair George Baker’la yaşadığı aşkı anlattığı “By Grand Central Station I Sat Down and Wept” adlı romanından alan bu şarkı, ruhuna uygun olarak müthiş kırılgan bir romantizm yansıtır. Morrissey’in bugüne kadar gerçekleştirdiği en güzel vokal kayıtlarından birisidir kuşkusuz. “Well I wonder / Do you hear me when you sleep? I hoarsely cry / Why...” dizelerini ondan daha anlamlı vurgu ve tınılarla söyleyebilecek ikinci bir insan olduğunu sanmıyorum. Hatta Morrissey ve Marr da, bu şarkının kaydındaki olağanüstü duygusallığı konserlerde ikinci kez yakalayamayacaklarını düşündüklerinden onu hiçbir zaman canlı çalmama kararı aldılar. Bir dönem yaşadığım aşk acısına çok iyi gelmişti bu şarkı. İlaç niyetine sınırsız dozda dinledim onu. O günlerde diyordum ki, “Morrissey olmasa beni kimse kurtaramazdı.” Doğruydu. Selam olsun kurtarıcıma!

"LIFE IS A PIGSTY"



2006 yılında Park Orman’da Morrissey bu şarkıyı söylerken bir kez daha büyülendim. İnsan ruhunun karanlığını en iyi yansıtan şarkılarından biridir ama bir yerinde beklemediği bir anda yine aşık olabildiğini itiraf eder Moz. Dünyanın yaşamak için harika bir yer olmadığını düşündüğüm zaman çok olmuştur. Morrissey’in bu şarkısını ilk duyduğumda, “İşte bunu lafı dolandırmadan söyleyen biri daha!” demiştim. Hayata bakışımız birçok noktada kesişiyor Moz’la. İlk gençlik dönemimden başlayarak bir gün onunla arkadaş olmayı hayal etmemin nedeni de buydu. Çünkü hiçbir arkadaşım, onun kadar dürüst ya da açıksözlü değildi ve hayatın karanlık yanları hakkında konuşmak istemiyordu. “Life Is a Pigsty”, Morrissey’in katıksız doğruculuğunun en çarpıcı kanıtlarındandır bana göre. Onun bu yanından rahatsız olanlar çoktur; ben hayran olanlardanım.

"HOW CAN ANYBODY POSSIBLY KNOW HOW I FEEL?"



Bugüne kadar kendi kendime en çok söylediğim cümleleri sıralasam, bu ilk 10’da yer alır. Ne hissettiğimi bilmeden beni yargılayanlara öfkelendiğim dönemlerin özetidir bu şarkı. Bir insanı “deli” ya da “tuhaf” diye nitelendirmek kolaydır ama o deliliğin ya da tuhaflığın nedenini anlamak zordur. Çevrenizdeki herkesin sizin için zor olanı yapmayacağını bilirsiniz ama yine de hak etmediğiniz çeşitli sıfatlarla damgalandığınızda hayal kırıklığınız büyüktür. Kimsenin sizi anlamadığını düşünürsünüz; yalnızsınızdır... Ve o anda Morrissey yetişir imdada. O da yaşamıştır bu saldırıları ve iç dünyasındaki gerilimleri en güzel şekliyle aktarmıştır şarkısında. Onu dinlerken bir kez daha anlarsınız ki, sonuçta “siz sizsinizdir, asla başkası olamazsınız.” Bunu kabul edenlerle yürürsünüz aynı yolda...

"BACK TO THE OLD HOUSE"



Yitirilmiş aşklar, kaybedilmiş yıllar... Umutsuzca sorulan “Hâlâ orada mısın?” sorusu ve eski dönemlere ait kalp acıları... Duyduğum yerde donakalmama neden olur bu şarkı. Çoğu kişinin hiç açılamadığı, karşılık bulamayacağını düşündüğü için sevgisini asla itiraf edemediği büyük aşkları olmuştur. Onlar hep saf kalır; yaşanmamış, tüketilmemiştir. Belki de o nedenle hep bir umut ışığı yanar insanın yüreğinde. Acaba yaşansaydı nasıl olurdu? Acaba eski mahallede midir hâlâ? Geri dönüş çoğu zaman olanaksız olsa da, hayal etmek değildir. Morrissey’in sesiyle buluşan akustik gitar tınıları, iç burkan melankolizmin sesle tanımıdır. Dinlemekten hiç bıkmayacağım bu şarkıyı. "Hatful of Hollow" versiyonu, hayatımın son günlerinde de geriye bakmak için ideal bir soundtrack olacak.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Kötü müzik, cafcaflı şov


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 9 Haziran 2012

Açıklandığı günden bu yana toplumsal bir histeriye neden olan ve dün gece doruk noktasına ulaşan Madonna heyecanı nihayet bitti. Türk Telekom Arena’da gerçekleşen şov için 50 bin biletin dört gün içinde tükendiği duyurulsa da, mekana gittiğimizde 100 liraya saha içi bilet satmaya çalışanlarla karşılaştık. Sattıkları gerçek bilet miydi emin değilim ama o anda Madonna’yı görebilmek için daha önce karaborsadan fahiş fiyatlı bilet alanlara üzüldüm.

Ancak hayranlarının çektiği bu sıkıntılar Madonna’yı ilgilendirmiyordu. Hatta turnesi başlamadan önce, “İnsanlar 300 dolar ödeyip çanta alıyor. Bütün yıl çalışın, parayı denkleştirin ve benim şovuma gelin. Ben buna değerim” demişti. Aslında Madonna ile ilgili sorun, ünlenip zenginleştikten sonra hiçbir zaman halkı, kendi içinden çıktığı sınıfı düşünmemesi. Bu nedenle de kolaylıkla böylesine duyarsız bir sözü sarfedebiliyor. 1980’lerde kiliseye karşı duruşunu, eşcincel haklarını savunuşunu takdir etmiyor değilim. Ancak varlığını sansasyonlara dayandıran birisi için bulunmaz nimetti bunlar. Bugün hâlâ şovlarına haç ile başlayıp haç ile noktalaması, azizler, pederler, rahibeler ve meleklerle dolu gösteriler yapması da bunun göstergesi.

Peki gerçekten Madonna onca heyecana, onca paraya değer miydi? Ben konseri yazacağım için 110 lira ödeyip en ucuz bileti almıştım. İstanbul’daki konserde tüm biletlere yaklaşık 10 milyon lira ödenirken, Doğuş Holding, Avea, Ülker ve Akbank gibi şirketlerin kiraladığı 120 locaya 1 milyon 200 bin lira ödenmiş, gecenin kişi başına maliyeti 1200 liraya kadar çıkmış.

Yaklaşık 45 dakikalık gecikme ile başladı Madonna’nın şovu. Sonunda sahnedeki ekranda dev bir haç görünürken çan sesleri doldurdu stadyumu. Kulakları sağır edebilecek ses efektleri eşliğinde 4 dakika sürdü bu giriş ve Madonna’nın “Oh MY God!” çığlıklarını duyduk. Siyah tulumuyla sahnede belirdiğinde bir çığlık tufanı koptu ve jimnastik şovu başladı. Aslında jimnastik diyerek küçümseyici bir ifade kullanmıyorum; dansçılar ve Madonna’nın enerjik performansı alkışa değerdi.

Sahnede onlarca insan dans ederken, ekranda kimi zaman Madonna’yı 20 yıl önceki en seksi haliyle gösteren videoları izledik. Bir ara eline silah alıp göstermelik olarak birilerinin beynini dağıtarak ortalığı kana buladı pop kraliçesi. Ama hemen ardından, mezarlık görüntüleri eşliğinde hayatın ne kadar kısa olduğunu hatırlatıp, “aşk her şeyin üstünde” dedi.

Sürekli değiştirdiği sahne kostümleri arasında en ilginci “Express Yourself”i söylerken giydiği beyaz kolejli kız elbisesiydi. 53 yaşında 18’inde gibi görünmek istese de açıkçası artık sırıtıyor bu tavırları. Ama belki onu da anlamak lazım. Çünkü ancak 20-30 yıl öncesinin şarkılarıyla ayakta duruyor.

Nitekim bu yıl çıkan ve kariyerinin en kötü albümü “MDNA”den seslendirdiği hiçbir şarkıda izleyiciden tepki alamadı. Ne zaman ki eskilere döndü, kalabalık biraz canlandı. Çoğunluğun eşlik ettiği tek şarkı ise, 1989 albümünden “Like a Prayer” oldu. Buna bir de mekandaki ses sorunlarını ve yeni düzenlemelerle karışık bir halde sunulan şarkıların seçiminde yapılan hataları eklerseniz, müzik açısından oldukça kötü bir performanstı.

1.5 saat boyunca çok kalabalık bir sahnede, bol efektli ama kuru gürültü şeklinde seyreden bir şov gördük. Acıklı olan şu: Sahnedeki ana aktörlerden birisi müzik değildi; “Bu bir konser değil şov” diyebilirsiniz ama iyi bir şov müziksiz olmaz. Madonna müziğini bu kadar ruhsuz bir hale getirdiyse onu kendisinden başka kimse kurtaramaz.

Üzgünüm Madonna ama biletlere ödenen uçuk paralara değmezdi o şov. Dekordan, dansçılardan, efektlerden biraz kısın ama iyi müzik yapın.

(Fotoğraflar BKM tarafından basına dağıtılanlardır.)

_

Translate