28 Eylül 2008 Pazar

New York'tan Müzik Önerileri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/27 Eylül 2008

Bu hafta New York müzik sahnesinden son haberleri aktarıp bazı önerilerde bulunacağım.

1. ÖNERİ: THE VEILS

2001’de Londra’ra kurulan The Veils’i Amerika turnesinin New York ayağında yakalayıp canlı dinleme fırsatı buldum. Gerçi asıl konser, deneysel müzikler yapan Avustralyalı Liam Finn’indi ve The Veils onun konserinde ön grup olarak yer alıyordu. Fakat doğrusu beni konsere asıl çeken The Veils oldu.

Şu ana kadar iki albüm yayımlayan grubun, alternatif rock türünün yakın takipçilerinin dikkatinden kaçmış olduğunu sanmıyorum. Çok başarılı ikinci albümleri “Nux Vomica”, Türkiye’de Equinox Music tarafından piyasaya sürüldü.

Fakat ne yazık ki, The Veils gibi grupların çalışmalarını, sadece ana akımda yer alan sanatçıların albümlerini satan müzik marketlerde bulmak olanaklı değil. Zaten genel olarak albümler de çok az satıldığından sınırlı sayıda albüm çıkıyor piyasaya. Bu durumda müzikseverlerin merak ettikleri grupları dinlemeleri için tek yol internet oluyor.

The Veils’in de bazı şarkılarını Myspace sayfalarından ya da kendi internet sitelerinden dinlemek olanaklı. Grubun solisti Finn Andrews, bir dönemin ünlü New Wave grubu XTC’de keyboard çalan, Iggy Pop, David Bowie ve Brian Eno gibi efsane isimlerle işbirliği yapan Barry Andrews’un oğlu.

Finn Andrews, olağanüstü güzel bir sese ve yeteneğe sahip. Şarkı söylerken kendini tüm benliğiyle müziğe öyle bir veriyor ki, neredeyse Joy Division’ın solisti Ian Curtis’i andırıyor diyebilirim... Bu söylediğim şaşırtıcı biliyorum ama ne dediğimi biliyorum.

Bu arada The Veils hayranlarına müjde: The Velis'in üçüncü albüm kaydı da tamamlandı.

2. ÖNERİ: THE DANDY WARHOLS

1995’te ilk albümlerini yayımlayan Oregon’lu The Dandy Warhols, Amerika’da rock müziğin en sevilen gruplarından. Bu yıl mayıs ayında altıncı albümleri “...Earth to the Dandy Warhols...”u çıkaran grup üyeleri, isimlerinden de anlaşılacağı gibi pop art akımının en önemli temsilcilerinden Andy Warhol'dan esinlenmiş.

Bunun yanı sıra, The Beatles, The Velvet Underground ve The Rolling Stones’u da ilham perileri arasında sayıyorlar.

New York’ta yeni açılan konser mekanı Terminal 5’da verdikleri konserde, farklı yaşlardaki dinleyicilerden oluşan bir gruba seslendi The Dandy Warhols. Gitarı öne çıkaran, dinlerken çoğunlukla insanda olumlu duygular uyandıran yüksek tonda bir müzik yapıyorlar ve en önemlisi de akıllıca davranarak vokalleri öldürmüyorlar. Dinleyiciyi herkesin eşlik edebileceği akılda kalıcı şarkı sözleri ve nakaratlarla yakalıyorlar. Özellikle son albümlerini bulup dinlemenizi öneririm.

3. ÖNERİ: THE LITTLE DEATH

Elektronik müziğin başarılı ismi Moby’yi müzikle ilginenenler zaten yakından tanıyor. Ama pek çok kişi, üstelik New York'ta yaşıyor olsa da, son projesinden haberdar değil. Moby, bir iki yıl önce yanına birkaç müzisyen arkadaşını da alıp yeni bir grup kurdu.

Ama bu defa, ilginç bir şekilde elektronik müzikle hiç ilgisi yok grubun. Önceleri herhalde kendisini formda tutarken bir yandan da eğlenmek istiyor diye düşünenler oldu, ama The Little Death, kısa zamanda blues-rock türünden hoşlananlar için kaçırılmayacak yeni bir alternatife dönüştü.

Bir fikir vermesi açısından, ünlü film yönetmeni John Waters tarafından, orijinal Ike & Tina Turner Revue’ye benzetildiklerini belirtebiliriz. Vokalleri, Moby’nin Hotel albümünde de yer alan Laura Dawn’ın üstlendiği The Little Death, belirgin bir Janis Joplin etkisini yansıtıyor. Laura Dawn'ın güçlü sesi konserde adeta bir dinamit etkisi yaratıp konser mekanını tam anlamıyla ateşliyor.

Moby’nin gitarda eşlik ettiği grubun henüz yayımlanmış bir albümü yok ama kısa sürede olacağını söylüyorlar. (Grubun kayıtlarını dinlemek isteyenler, myspace.com/thelittledeathnyc sitesine girebilir.)

The Little Death, şimdilik New York’un Lower East Side denilen bölgesindeki ufak salonlarda konserler veriyor. Grubu geçen yıl da bir konserde canlı dinlemiş ve gösterecekleri gelişmeyi merak etmiştim.

Geçen haftaki konserlerinde yanıtı aldım: Yeni şarkılarını da yorumladıklarında görüldü ki, The Little Death son yıllarda New York'tan çıkan en kayda değer gruplardan biri. Müzikseverlerin dikkatine!

21 Eylül 2008 Pazar

En Manik Depresif Konser


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/20 Eylül 2008

Geçtiğimiz hafta New York’un ünlü konser salonlarından Radio City Music Hall’un önemli konukları vardı. Alison Goldfrapp ve Will Gregory’den kurulu Goldfrapp ve Martha Wainwright. Hiç durmadan yağmurun yağdığı bir günün sonunda sırılsıklam olmuş bir halde salona kendini atanlara müzik ilaç gibi geldi.

AÇILIŞ MARTHA WAINWRIGHT’TAN

Goldfrapp’tan önce konserin açılışını Kanada asıllı Amerikalı müzisyen Martha Wainwright yaptı. Bu yıl İstanbul Caz Festivali kapsamında ülkemizde konser veren Rufus Wainwright’ın kardeşi Martha. Folk rock türünde yazdığı şarkıları kendisi yorumluyor. Radio City Music Hall’daki konserinde Martha’yı ilk kez canlı dinleme olanağı buldum. Folk rock’a çok yakın olmamama karşın, esprileriyle süslediği performansından ve özellikle güçlü sesinden etkilendiğimi belirtmeliyim.

Martha, o gece son albümü “I Know You’re Married But I’ve Got Feelings Too”dan şarkılar seslendirdikten sonra, dinleyicilere hoş bir sürpriz yaptı. “Rufus da salonda mı?” diye soran dinleyicilere, “Belki,” diye yanıt verip, sahneye annesini, folk şarkıcısı Kate McGarrigle’ı davet etti. Annesi piyanoda kendisine eşlik ederken, mükemmel bir Fransızcayla söylediği romantik bir şarkıyla veda etti.

GOLDFRAPP’IN DEĞİŞKEN RUH HALLERİ

Birkaç yıl önce Goldfrapp’ı yine New York’ta ama Radio City Music Hall’a göre çok daha ufak bir salon olan Bowery Ballroom’da görmüştüm. Synthe’leri ile öne çıkan ve club müziğine yönelen ikinci albümleri “Black Cherry”nin turnesini sürdürüyorlardı. Alison, sahneye daracık mini eteği, ayağında topuklu uzun siyah çizmeleri ve yüzündeki ilginç makyajı ile çıktığında müziğin gerektirdiği teatral bir görselliği sergiliyordu.

Oysa geçen haftaki konserde, sahnedeki Alison bambaşka biriydi. Hippileri andıran rengarenk püsküllü bir kıyafetle, saçları serbest bırakılmış bir halde ve yalın ayak karşımızdaydı. Goldfrapp’ın yaptığı müziğin albümden albüme değişik yönlere saptığının fiziksel bir kanıtıydı Alison’daki dönüşüm.

Will Gregory ile birlikte Alison’a eşlik eden diğer altı müzisyen de tamamen beyaz kıyafetler içindeydi o gece. Aslında bu, grubu iyi tanıyanlar için artık pek de şaşırtıcı olmayan bir değişiklik. Kendini doğaya adamış hippi görüntüsü, çok daha dingin bir soundu olan yeni albümleri “Seventh Tree”nin konseptine gerçekten çok uygun. Fakat aynı kostüm içindeki Alison’ı çılgın vuruşlarıyla insanı sarsan “Strict Machine”i söylerken görmek biraz garipti doğrusu...

Konserin açılış şarkısı için çok doğru bir seçim yapmış Goldfrapp: “Felt Mountain” adlı ilk albümlerinde yer alan ve müziklerinin taşıdığı o güçlü sinematik etkiyi en iyi yansıtan “Utopia”. Öyle ki, sahnenin arka kısmında yer alan büyük video ekranına düşen renklerin birbirine karıştığı anda, dinleyicilerin de duygusal atmosferi allak bullak oluyor. Duygusal açıdan allak bullak olmak iyi bir şey mi? Bu bir konserde gerçekleşiyorsa, öyle iyi oluyor ki, tarifi zor... Birkaç dakika sonra hatırlamayacağınız melodilerin popülerleştiği müzik dünyasında, bunun değeri çok büyük...

Konserin geri kalanında “Felt Mountain”dan başka şarkıya yer vermedi Goldfrapp. Çaldıkları şarkıların çoğunluğu “Seventh Tree”dendi. Ama dinleyiciyi canlandırmak istediklerinde yardıma yine “Black Cherry” yetişti. Koltuklarında hareketsiz oturan insanlar ayağa kalkıp dans ettiğinde salon bir anda kocaman bir dans kulübüne dönüştü. Müzikteki radikal değişim, dinleyicinin ruh halini de etkiledi ve bugüne kadar gördüğüm en manik depresif konsere tanık oldum. (Buradaki “manik depresif” ifadesini olumlu anlamda kullandığımı belirtmeliyim. Çünkü bunu yapabilen grup sayısı çok azdır. Konserlerde genel olarak en başından sonuna kadar aynı tarz müzik çalınır. Goldfrapp’ın en önemli özelliği ise, müzikler arasındaki geçişi büyük bir başarıyla gerçekleştirip dinleyiciyi de peşinden sürüklemesi.)

Bir buçuk saat süren konserin en unutulmaz anlarından birisi de, “Clowns” adlı şarkının çalındığı dakikalardı. Bütün ışıkların söndürüldüğü kapkaranlık salonda Alison’ın durduğu noktaya büyük parlak bir ışık yansıtıldı. Şarkı boyunca yalnızca o ışığı görüp Alison’ın olağanüstü güzellikteki sesini duydu salondakiler. O birkaç dakika süresince eminim herkes kendi filmini yazdı aklında. Kimisi yanında oturan sevdiğinin elini tuttu, kimisi uzaktaki sevdiklerini düşündü... Kısacası eşsiz duygular yaratan, en manik depresif konserdi. En kısa zamanda Goldfrapp’ı İstanbul’da da ağırlamak umuduyla...

14 Eylül 2008 Pazar

Enigma'nın "Birleşik Renkleri"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/13 Eylül 2008



New Age müziğin başarılı temsilcisi Enigma’nın yedinci albümü, EMI tarafından bu ay yayımlanıyor. “Seven Lives Many Faces” adlı albümün yaratıcısı Michael Cretu. 1957 Bükreş doğumlu Cretu, 1990 yılında David Fairstein ve Frank Peterson’la bir proje olarak başlattıkları Enigma'yı bugün tek başına sürdürüyor. Enigma’nın vokallerinde yer alan eşi, ünlü şarkıcı Sandra ile bir süre önce boşandılar; dolayısıyla artık o da yok.

Frankfurt Müzik Akademisi’nden diplomalı bir müzisyen Michael Cretu. 20 yıldır yaptığı çalışmalarda klasik müzik öğelerini hep kullansa da, zaman içinde farklı rotalara yöneldi. Enigma’nın ilk albümü “MCMXC a.D.”, Gregoryen ilahileri seksüel temalarla, klasik müziği elektronik alt yapıyla bir araya getirmiş ve büyük ilgi çekmişti. 41 ülkede bir numara olan albüm, tam 282 hafta Billboard listelerinde kaldı. O günden bu yana, dünyada 40 milyonun üzerinde Enigma albümü satıldı.

Yeni albüm hakkında konuşmak üzere telefonla Michael Cretu’yu aradığımızda, İbiza Adaları’ndaki son teknoloji ile donatılmış dillere destan stüdyosundaydı.

Yeni albümünüzün adı “Seven Lives Many Faces” (Yedi Hayat Birçok Yüz) neye çağrışım yapıyor?

Bu Enigma’nın 7. albümü. Ayrıca çeşitli kültürlerde 7 sayısının taşıdığı mistik bir anlam vardır. “Many Faces” ile de, albümde bir araya getirdiğim farklı müzik türlerine vurgu yapmak istedim.

Yayımladığınız ilk iki single da gösteriyor ki, bu albüm biraz daha pop müziğe yakın duruyor.


Bunda bir sakınca yok... Beste yaparken şarkılarımın belli bir türde olmasını hedefleyerek işe başlamıyorum. Albümde yer alan öğelerden birisi de klasik müzik. Ayrıca bu defa diğer Enigma albümlerinde olmayan bir şey daha var. Daha önce Sanskritçe, İngilizce, Fransızca, Mongolca, Tayvanca ve Latince şarkılar yaptık ama hiç İspanyolca yoktu. Geçen yıl eski bir İspanyolca folklorik şarkı söyleme tekniğini keşfettim. Albümdeki “La Puerta del Cielo” adlı şarkıyı, 61 yaşında bir kadın folklor şarkıcısı bu türde söylüyor. Ayrıca klasik müzikle hip hop öğelerini birleştirdim. Bunları tek bir kategoriye sokmak olanaklı değil, ancak diğer albümlerden oldukça farklı.

Bu albümle birçok farklı unsuru birleştirdiğinizi söylüyorsunuz. Bu, daha önceki yıllarda Enigma’nın müziği için yaptığınız “united colors of music” tanımlamasıyla da örtüşüyor.

Evet, öyle. Tabii bu dünyanın her yerini kapsamıyor olabilir. Enigma, bir ses tasarım projesi. Bu kapsamda kullandığım birçok farklı ses var ama bu defakiler vokal sample (ses örneği) değil. Bu çalışmamda daha önce hiçbir albümde duymadığım unsurlar var.

Albümde isminin esin kaynağını merak ettiğim bir şarkı var: The Same Parents (Aynı anne baba)...

Onun hikayesi ilginç... Bir gün iki oğlumdan birisi, terör haberlerini izledikten sonra yanıma gelip şöyle dedi: “İnsanlar neden birbirini öldürüyor? Hepimiz aynı anne babanın çocuklarıyız, aynı türdeniz. Kardeşler birbirini öldürmemeli.” 12 yaşında bir çocuk için ilginç bir bakış açısı bu. O olaydan sonra, insanların derilerinin rengi ya da dinleri farklı diye birbirlerini öldürmekten vazgeçmeleri gerektiğini anlatan bir şarkı yaptım. Günümüzde yaşananlar çok saçma...

“Rüyalar için müzik yapan adam” olarak tanımlanmak nasıl bir duygu?

Çok güzel! Müzik benim tutkum. Mesleğim de tabii, ama aynı zamanda çok keyif aldığım bir uğraş. Stüdyoda sanki oyun oynayan bir çocuk gibiyim. Enstrümanlarla değişik sesler çıkarmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Müzikle deneyler yapan bir bilimadamı gibiyim!

Bir keresinde, Enigma’nın asla insanlarla çevrili bir ortamda ortaya çıkamayacağını söylemiştiniz. İnsansız ortamı nasıl sağlıyorsunuz?

Sadece geceleri çalışıyorum. Çünkü geceleri telefonlar çalmıyor, sekreteriniz ödemeniz gereken faturaları hatırlatmıyor, çocuklar etrafta koşuşmuyor.

Evet ama etrafta olmasalar da aklınızı meşgul edebilirler. Aklınızı nasıl boşaltıyorsunuz?

Doğru... Zaten benim tamamen kendi dünyama dalmam, herkes ortadan çekildikten sonra yaklaşık 2-3 saat alıyor. Ancak ondan sonra müzik yapmaya başlıyorum.

88’den bu yana İbiza’da yaşıyorsunuz. Orada uygun ortamı bulmuş olmalısınız...

Enigma, ancak buradaki gibi bir ortamda mümkün olabilirdi. Çok sessiz kırlık bir bölgede yaşıyorum. Fazla insan yok etrafta, gece kulüpleri yok... Bir kentte yapamazdım. Yaratım sürecinde kendimi bu şekilde özgür hissediyorum.

Kendi şarkılarınızı yazıp, albümlerinizin prodüktörlüğünü ve aranjörlüğünü de kendiniz yapıyorsunuz. Bunun avantajı ne?

Neden bilmiyorum ama hep ancak bu şekilde çalışabileceğimi düşündüm. Bütün çalışmalarımda her zaman işin yüzde 80’ini kendim yaptım. Başka sanatçıların prodüktörlüğünü üstlendiğimde de böyle oldu. Ben müziğe piyano çalarak başladım ve şeflik yaptım. Her şeyin kontrolüm altında olmasına alışkınım. Aletleri kendim çalabilirim, ama sonrasında da kendi müzik anlayışıma göre gerekli düzenlemeleri yapabilmeliyim.

Enigma, dünya çapında başarı kazanmış büyük bir proje. Kendiniz için belirlediğiniz hedeflere ulaştınız mı?

Aslında hedeflerimin çok üzerine çıktım. Kendi müziğimi üretmek, albümlerimin satılması mutluluk verici. Enigma, İngiltere dışında doğup, bu ülkede listelerin bir numarasına yükselebilen ilk müzik projesiydi. Fakat beni asıl mutlu eden şey, Enigma müziğinin tüm dünyada bilinmesi.

Albümün kapanış şarkısı “The Language of Sound”un bu son söylediğinize koşut bir yaklaşımı var sanıyorum...

Evet. Orada 30 ya da 40 farklı ses var ama hiçbir kelime telaffuz edilmiyor. Sadece birtakım sesler var; hepsi birleşince sanki birisi mikrofona mırıldanıyormuş gibi bir melodi ortaya çıkıyor ve dinleyenler anlatılmak isteneni anlıyor. Seslerin dili bu. Enigma'nın hedefine de çok uyuyor. Çünkü şarkılarımla farklı kültür ve milletten insanlara ulaşmak istiyorum.

7 Eylül 2008 Pazar

İstanbul İçin S.O.S. Zamanı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/6 Eylül 2008



Haberi duymuşsunuzdur; dünyanın en ünlü rock gruplarından R.E.M., 4 Ekim’de Kuruçeşme Arena’da konser verecek. Biletleri 90 YTL'den satılan etkinlikte, ayrıca İngiliz psychedelic rock grubu Spiritualized, ülkemizden Mor ve Ötesi ve Ayyuka da sahneye çıkacak.

Konuyla ilgili haberlerde daha çok R.E.M.’in İstanbul’a gelişi öne çıkıyor. Biz de grubu heyecanla bekliyoruz, ama bu organizasyonun medyada üzerinde pek durulmayan önemli bir yönü var. Pozitif ile İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın (İKSV) gerçekleştirdiği etkinlik, S.O.S. İstanbul adı verilen bir sosyal sorumluluk projesi olarak düzenleniyor.

Organizasyonun sosyal sorumlulukla ilgili bu yönü ihmal edilirse, projenin hedefine varması mümkün olmayacaktır. Bu nedenle, merak ettiğimiz ayrıntıları, İKSV Genel Müdürü Görgün Taner (GT) ile Pozitif’in kurucularından Cem Yegül’e (CY) sorduk.

S.O.S. İstanbul nedir?
 
GT: Sivil toplum örgütlerini buluşturan, onlara projelerini aktarıp paylaşma fırsatını doğuran bir platform bu. O nedenle, ilk yılında dünyanın ve Türkiye’nin önde gelen müzik gruplarının sahne aldığı bir günlük “bir araya geliş” düzenleniyor.

Basın duyurunuzda, sorumluluk sahibi olanları sivil toplum örgütleri ile buluşturmayı amaçladığınız yazıyor. Bunun temel platformu yıllık olarak düzenleyeceğiniz konserler mi olacak? Yoksa yıl içine yayılan etkinlikler de yapılacak mı?
 
GT: Amacımız, her sene belirli bir günde bir araya getireceğimiz örgütlerin projelerini, dünyadan ve ülkemizden müzik topluluklarını, medya aracılığı ile tüm Türkiye’ye ulaştırmak. Virgin Radio ve NTV proje ortaklarımız. Bu yıl Kuruçesme Arena’da başlattığımız bu proje, ilerdeki yıllarda daha da büyüyecek. Şu anda yıl içine yayma düşüncemiz yok, ama başka disiplinleri de platforma dahil edebiliriz.

Hedefinizi, “kolektif hareket ederek, yapılabilecek çok şey olduğuna dair farkındalığı artırmak” olarak açıklıyorsunuz. Bu “yapılabilecek” olanlar nelerdir?

CY: Şu anda ne kadar ileriye gidebileceğimizi biz de bilmiyoruz; ancak önemli olan şu: Kötü yaşıyoruz, dünyaya ve birbirimize zarar veriyoruz; çıtayı çok da yukarı koymadan kendi kapımızın önünden işe başlamamız lazım. Yaşam biçimimizi değiştirmemiz, yeni standartlar yerleştirmemiz gerekiyor. Bu işin organik bir biçimde büyüyeceğine ve şimdiden öngörmediğimiz boyutları olacağına inanıyoruz.
 
Bütün dünyada sosyal sorumluluk projeleri yürütülürken müzik etkinliklerine başvuruluyor. Örneğin Live 8, bunun en büyük örneklerinden birisi. Ama Live 8’in, Afrika’ya yardım amacıyla yola çıkıp, Bush ve Blair’in propagandasını yapar hale geldiğini söyleyenler etkinliği protesto ettiler. Sizce bu tür organizasyonların bir reklam aracına dönüşmeyip asıl hedefine varması için nasıl bir strateji izlemek, toplumu nasıl işin içine katmak gerekiyor?
 
CY: Live 8’i gerçekleştiren ekibi tanıyoruz; Bush ve Blair’den oldukça farklı bir dünya görüşüne sahip bir ekip bu. Amaç Afrika’nın derin sorunlarına dikkat çekmek ve dalgayı başlatmaktı; tabii ki tek başına yeterli olmasını beklemek hayalperestlik olur. Ekibe sorarsanız, protestolar yersiz ve proje amacına ulaştı. O kadar büyük çapta isimleri projeye dahil ederseniz, işin bir reklam boyutu da olacaktır ve bu sanıldığı kadar da kötü olmayabilir; toplumu işin içine katmak için bu isimlerden faydalanıyorsunuz bir anlamda. Ayrıca bu tip projelerde, eski defterlerle vakit kaybetmemek gibi bir yaklaşım da olabiliyor; mesele acil önlem gerektiriyor çünkü.
 
Bir yandan da bu organizasyonların ekonomik boyutu söz konusu. Ticari faaliyetler ile sosyal sorumluluk projeleri arasında kritik bir çizgi var. O çizgiyi aşmamak mı lazım, yoksa başarı için her ikisini de aynı anda mı hedeflemek gerekiyor?
 
CY: Gerçekleştirenlerin bir amaç adına büyük riskler aldığı etkinlikler bunlar; S.O.S. İstanbul da böyle. Bunu yaparken hem risklerinizi minimize edip, hem de birtakım sosyal sorumluluk projeleri için fon yaratabiliyorsanız ne âlâ...
 
R.E.M., Türkiye’de uzun yıllardır beklenen bir grup olduğu için konser çok ilgi görecektir. Onun dışında bu grubu seçmenizin özel bir nedeni var mı?
 
CY: İyi müzik yapıyorlar, tutarlı bir müzikal ve politik duruşları var ve sosyal amaçlı işleri seviyorlar.
 
R.E.M. konserinin kamuoyuna duyuracağı ana mesaj ne? Dünyanın ve insanlığın baskı altında olduğunu söylerken özellikle küresel ısınmaya mı dikkat çekiyorsunuz?
 
CY: Sadece küresel ısınma değil tabii ki. Sonuçta, küresel ısınma duyarsızlığın, adaletsizliğin, açgözlülüğün bir sonucu ve bundan en çok zarar görecek olanlar da yine aynı insanlar. Bunu vurguluyoruz. 
 
Bu proje kapsamında R.E.M.’den sonra ülkemize getirmeyi düşündüğünüz gruplar ya da sanatçılar hangileri?
 
CY: Şu anda hayal gibi gelebilecek pek çok toplulukla temas halindeyiz. Bu projeye inanılıyor ve biz de çok büyüyeceğini düşünüyoruz. Bu aşamada isim vermemek daha doğru olur...

Translate