21 Mart 2015 Cumartesi

GLASGOW'DA MEST EDİCİ BİR YIKIM: DALHOUS + CUT HANDS


20.3.2015


Bu gece Glasgow'da Dalhous ve Cut Hands'i ilk kez canlı dinlediğim konser, kentin müzik tarihi için ne kadar sıradışıydı tam olarak bilmiyorum ama benim kişisel müzik tarihimde unutulmayacak kadar sıradışı bir deneyim oldu. Mükemmel bir rastlantı sonucunda kente ayak bastığım ilk gün, Türkiye'ye gelme olasılıkları pek olmayan bu iki ismi arka arkaya aynı mekanda izleme olanağı buldum. Üstelik de içinde vegan restoranı olan Stereo adlı bir mekanda!

Giriş katta çok lezzetli bir vegan akşam yemeği yedikten sonra alt kata indiğinizde fazla büyük olmayan performans mekanı karşılıyor sizi. Kullanılan loş ışık ve dumanlarla yeraltı müziğin karakterine uygun, gizemli ve çekici bir atmosfer yaratılmış. İskoç ikili Dalhous ve İngiliz yeraltı sahnesinin ikonlarından William Bennett'in solo porojesi Cut Hands'in Glasgow için bile deneysel kalacağını tahmin ediyordum ama açıkçası adeta evin salonuna toplanmış parti veren bir arkadaş grubunu andırır şekilde sadece 25-30 kişi olacağımız da aklıma gelmemişti. Deneysel elektronik müzik performanslarında genel olarak var olan bir durum, bu konserde de söz konusuydu; 30 kişinin sadece 6'sı kadındı...

Edinburgh'lu ikili Dalhous'u 2013'te yayınladıkları 'An Ambassador for Laing' adlı albümden bu yana yakından takip ediyorum. Müziklerine dikkat çekmek için radyo programım Vegan Logic'te de birkaç kez yer vermiştim gruba. Blackest Ever Black etiketiyle 2014'te çıkan 'Visibility Is A Trap' adlı kısaçalardan sonra yayınladıkları 'Will To Be Well' de, 2014'te En İyi Albümler listemde 21 numarada yer almıştı. Elektronik müzik prodüktörleri Marc Dall ve Alex Ander'in İskoç psikiyatrist R. D. Laing'in çalışmaları üzerine odaklanıp, 'beden ve akıl, hastalık ve iyilik, fiziksel ve metafiziksel olan' arasındaki ilişkileri incelediği bu albüm, hem sarsıcı hem de sakinleştirici bir etki yaratıyordu dinleyicinin üzerinde. Daha önce de belirttiğim gibi, melankolik ses örüntülerini, yaptıkları düzenlemelerle duygu durumları arasındaki değişimleri ifade eder hale getirme yeteneği var Dalhous'ta. Bu nedenle onları canlı dinlemeden önce aklımda albümdeki bu duygu durumlarını nasıl yansıtacaklarına dair sorular vardı.

İlginç bir şekilde hiç görsel kullanmadı ikili; sadece elektronik ekipmanın başına geçip, 45 dakika boyunca aralıksız çaldılar. Şarkılar arasında hiçbir boşluk bırakmadan kesintisiz devam etti set. Son derece karanlık, insanı sürekli içine çeken ama bir şekilde ruhsal ferahlama yaratan bir sound hakimdi. Elektronik seslerin endüstriyel müzikle bütünlenişi, zaman zaman yerini ambient'a bıraksa da geçişler kısaydı. Karanlığın iyice yoğunlaştığı anlarda, müziğin dış dünyadan kopma ya da kaçış yerine yeni bir çıkış önerdiğini duyumsattı bana. İçinde bulunulan ortamdan fiziksel uzaklaşma söz konusu olmasa da, ruhen ya denizin altında ya da gökyüzünün tepelerinde bir yerde nefes alabildiğiniz, bambaşka bir yer öneriyordu sanki... Albümlerindekine göre çok daha yoğun, çarpıcı bir etkisi vardı müziğin; duygu durumuna dair değişimi yansıtmakla kalmadı; müziğin kendisi yepyeni duygular uyandırdı.

Dalhous çalmaya başladığında en önde 18-19 yaşlarında genç bir kadın vardı. Başından sonuna kadar hiç kıpırdamadan, bir heykel gibi durup dinledi müziği. Adeta bir saygı duruşunda bulunur gibiydi. Arkasından Cut Hands sahneye gelince, bu kez perküsyon vuruşlarıyla bedenini farklı bir ruh ele geçirmiş gibi dans ediyordu. Bu gözlem, bana Dalhous ile Cut Hands'in müzikleri arasında yarattıkları etki açısından bir karşılaştırma yapma fırsatı da verdi.

William Bennett'in Afrika ve Haiti Vodou müziğine karşı eskiden beri var olan ilgisini, ustası olduğu noise/power electronics ve tekno ile buluşturduğu Cut Hands, baskın vuruşları ve tekrarlanan ritimleriyle çoğu kişi için rahatsız edici olabilecek bir sounda sahip. Söz ettiğim genç kadının Dalhous'ta dimdik kıpırdamadan dururken, Cut Hands eşliğinde kendini tamamen müziğe bırakması, bir ayrıntının da altını çiziyor aslında. Dalhous'ta bir çıkış olduğunu, dinleyicinin ruhen yeni bir ortama sürüklendiğini belirttim az önce. Oysa Cut Hands'te bir kaçış var bana göre; beden ritimlere uyum gösterirken, insana egemen olan hareket ama bu hareket aynı zamanda metafiziksel. Çoklu ritimlerle bezenen parçalar akarken, sinir sistemi kendiliğinden harekete geçiyor.

Daha önce Bennett'in canlı performanslarında Vodou ritüellerine dair görseller kullandığını duymuştum. Neyse ki bu gece hiçbir görsel yoktu; kullansaydı müziğin direkt etkisine ilişkin gözlemim bu kadar net olamayabilirdi.

William Bennet çalarken, Dalhous'ta 30-31 olan dinleyici sayısı, önce 25'e sonra da 20'ye düştü. Çoklu ritimlerin çoğu kulak için aşırı, fazla deneysel ve çok karanlık olduğu kesin. Karanlığa illa ki kötü anlamlar yüklemeyen, aksine zoraki mutluluk saçan müziklerden rahatsız olan biriyseniz, Cut Hands'in agresif soundundan keyif alabilirsiniz ama o kadar abartılı olduğu anlar var ki bu nedenle yine de emin değilim.

Yeraltı bir mekanda Dalhous'un müziğiyle çarpıldıktan sonra Cut Hands'i dinlemek benim için unutulmaz bir deneyim oldu. 1 saatlik seti bitince 'More!' diye bağıranlar oldu ama Bennett, 'Sadece 1 saat' diyerek indi sahneden. Geceyi kısaca birkaç kelimeyle tanımlamak gerekirse; mest edici bir yıkımdı diyebilirim.

(Mekan çok karanlık olduğundan flaş kullanarak sadece birer kare çekebildim. Fotoğraflar bana ait.)





8 Mart 2015 Pazar

“HORSES”: BİR BAŞYAPIT, YIKILMAZ BİR ANIT!


8.3.2015

“Jesus died for somebody’s sins but not mine.”

Bu mısra yazılalı 45 yıl oldu ama tüm dünya tarafından duyulduğundan bu yana 40 yıl geçti. Punk rock’ın tanrıça statüsündeki ozanı Patti Smith’in 1970’te yazdığı ve “pozitif anarşi” diye adlandırdığı “Oath” adlı şiirinin açılışını o mısra yapıyordu. Aradaki beş yılda, bu çarpıcı ifadeyi, sadece Smith’in New York’taki şiir kulüplerinde gerçekleştirdiği canlı performanslara gidenler duydu. O yıllarda, henüz iki yıl önce ilk çocuğunu evlatlık verip geldiği New York’ta bir kitapçıda çalışıyordu. 10 Şubat 1971’de St. Marks Church’te düzenlenen Poetry Project serilerinden birine ilk kez katılmış ve “Oath”u da orada okumuştu. Bir kiliseyi elektro gitar tınıları ve içindeki gençlik öfkesiyle tutuşturan ilk sanatçı ve ilk kadın olmuştu. Dinleyiciler arasında Allen Ginsberg, Sam Shepard, Jim Carroll da vardı; o performans kilise gibi New York’un yeraltı sanat çevrelerini de sarsmıştı.

Ne zaman ki rock müziğin en esinlendirici albümlerinden “Horses” 1975 yılında yayınlandı; o zaman akıllardan çıkmayacak bu mısra da tarihe mal oldu. Patti Smith, Van Morrison’ın yazdığı ve 1960’larda grubu Them ile kaydettiği garaj rock klasiği haline gelen “Gloria”yı kendi sözleriyle yorumlamış, deyim yerindeyse radikal bir şekilde yeniden yaratmıştı. Kendi yanlışlarından kendisinin sorumlu tutulmasını isterken aslında özgürlük arzusunu haykırıyordu.



Patti Smith gibi Yehova Şahidi bir ailede yetişen, dini eğitim alan bir sanatçıya, “Benim günahım bana, İsa benim günahlarım yüzünden ölmedi,” dedirten karşı çıkışın perde arkasında, bugüne kadar görkemli bir onurla taşıdığı asi ruh yatıyor. Ne dış görünüşü ne ruhu ne de düşünceleri sıradan Patti’nin; maskülen görüntüsünün ardındaki naif kadın yüreğini, isyankar bir akılla buluşturabilen ender bir ozan, kalıpları kıran bir sanatçı o.

1975’ten bugüne kadar her biri ayrı bir değere sahip 11 stüdyo albümü yayınladı ama “Horses”, hem kendi hayatında hem de müzik tarihi içinde eşsiz bir sarsıntı yarattı. Çünkü vahşi vokaliyle dinleyicileri bir şaman ayinini hatırlatırcasına heyecanın doruğuna çıkarıyor, sorgulayıp sınırları zorlayan şiirleriyle akılları allak bullak ediyor, şarkı sözlerindeki çoklu anlamlarla fark yaratıyor ve sonuçta dinleyiciyi başka bir gerçekliğe sürüklüyordu.

Patti Smith’in ruhunun sıradışılığını “Horses”a yansıtış şekli, pek çok kişi gibi beni de derinden etkiledi. O güne kadar pek kimsenin dokunmadığı tartışmalı konuları ele alışı tek kelimeyle fantastikti. “Gloria”da başdöndürü seks; “Redondo Beach”teki intihar (Smith, bu şarkının kızkardeşi Linda’nın bir kavgalarından sonra ortadan yok olması hakkında olduğunu söyledi; yaygın olarak yorumlandığı gibi bir lezbiyen ilişkiden söz etmiyor şarkı); Peter Reich’in “The Book of Dreams” adlı anı kitabından esinlenen “Birdland”de çocuğun, babasının ölmediğini, aslında bir başka bir evrene ait olduğunu fark edişi; “Free Money”de parasızlıktan kıvranan ve umudu piyango biletine bağlayan genç insanların çaresizliği; “Kimberly”de dışardaki yıkıcı dünyada korumaya çalıştığı kızkardeşi; Tom Verlaine ile yazdıkları “Break It Up”ta anlatıcı ile çocuğun meleğe dönüşüp, cehennemvari dünyadan ayrılışları; “Land”de soyunma odasındaki tecavüz, duygusal yıkım ve cinayet; “Elegie”de Jimi Hendrix’in intiharı... Marjinallerin ve toplumdan dışlanmışların hikayeleriydi bunlar. Gerçek dünyadaki öfke, heyecan, şehvet, umutsuzluk ve suç, hayal aleminin uçuk evreni ile tarifi zor bir yetkinlikle birleşiyordu.



Üstelik bir kadının yazdığı ama albümün kartonetinde belirtildiği gibi, cinsiyetlerin ötesine geçen şarkılardı bunlar. Bir röportajında, “Bunu sıklıkla erkek bakış açısından dile getirilen şarkılar söyleyen Joan Baez’den öğrendim. Yaptığım çalışmalar, cinsel tercihimi yansıtmıyor; tamamen özgür bir sanatçı olduğum gerçeğini ortaya koyuyor. Bir sanatçı olarak istediğim pozisyonu alır, istediğimi dile getiririm,” demişti Patti Smith. İşte tam da bu nedenle, cinsiyeti tam olarak anlaşılamayan, kadınla erkek arasında üçüncü bir cinsiyet ya da cinsiyetsiz bir insan gibi duran kapak fotoğrafı ikonlaştı.

20 yaşındaki Patti, New York’a geldiği ilk gün, ruh olarak aynı kendisine benzeyen 21 yaşındaki Robert Mapplethorpe ile tanışmıştı. Kimi zaman sokaklarda geceleyip, parasızlığın zorluğunu birlikte yaşadığı Mapplethorpe, “Horses”ın kapağındaki fotoğrafı çekerken tek bir şart koşmuş: “Beyaz gömlek giyeceksen kirli olmayacak.” Gömleği giyip, en sevdiği kurdelasını da boynuna geçirmiş ve ceketini Bruce Springsteen gibi sırtına atmış Smith. Birkaç gün sonra çektiklerini Patti Smith’e gösterirken, “Büyüleyici olan bu,” diyerek o meşhur fotoğrafı işaret etmiş Mapplethorpe. Smith, “Just Kids” adlı kitabında, “O fotoğrafa şimdi baktığımda, asla kendimi görmüyorum. Bizi görüyorum,” diyor. Bu açıdan da, yine iki farklı insanı, iki farklı bedeni aynı görüntüde bütünleştirmesi nedeniyle çok özel bir fotoğraf bu.

“Horses”taki şarkıların sözleri, ancak çok usta bir şairin yaratabileceği kadar edebi ama müzik de aynı derecede usta müzisyenlerin ruh katabileceği kadar güçlü ve farklı; Patti Smith’in vokal aralığı çok geniş değil, belki alışılagelmiş “güzel ses” tanımının dışında ama kendine özgü müthiş bir etkisi var.

Şiir performanslarına ilk katılıp ona gitarıyla eşlik eden Lenny Kaye idi. Aralarına katılan üçüncü kişi, piyanoda Richard Sohl’du; dördüncü katılan gitarist Ivan Kahl ve son olarak da davulcu Jay Dee Daugherty oldu. 1975’te New York’tan yayın yapan radyo WBAI için gerçekleştirdikleri bir canlı performanstan sonra prodüktör Clive Davis, grupla Arista Records için yedi albümlük bir sözleşme imzaladı. Artık yeni bir yol açılmıştı Patti Smith’in önünde. Kendisinin söylediğine göre, ilk aşamada prodüktör olarak Atlantic Records’a bağlı olan Tom Dowd’ı düşünmüş ama mümkün olmamış. John Cale ile nasıl tanıştıklarını The Independent’a anlatırken, “Ahmet Ertegün, bana gerçekten karşıydı,” dedi Smith. John Cale’in anlattıklarına bakılırsa, “Hendrix’in Electric Lady Stüdyoları’nda yapılan kayıtlar, hiç de kolay olmamış; “yerinden oynatılamayacak bir obje ile durdurulamayan bir gücün buluşması gibiydi,” diye anlatıyor çalışmalarını... Patti Smith’e göre ise, John Cale’in gösterdiği sabır sonucunda stüdyoda sanki sözcük dağarcığı ile boğuşan iki çılgın şair gibiydiler...



Böylesine bir işbirliğinin sonucunda doğmuş “Horses”. John Cale’in dehası, Patti Smith gibi sözcüklere ve yorumuna tüm kişiliğini yansıtan bir sanatçının enerjisini müziğe büyük bir yetkinlikle aktarmasında yatıyor. Kimi zaman grup doğaçlama yaptığında ya da beklenmedik garip notalara bastıklarında onlara müdahale etmemiş, yollarını açmış. Hem ağlamışlar hem de eğlenmişler kayıt sırasında. Bütün bu değişken ruh halleri, muhteşem bir doğallıkla ve doğaçlamaların da ortaya koyduğu gibi katartik bir deneyimle karşılığını bulmuş albümde.

Patti Smith’in Kaye, Sohl, Kral, Verlaine ve Allen Lanier ile birlikte yazdığı sekiz şarkıdan oluşan “Horses”, 60’ların rock ‘n’ roll’unu punk rock, garage rock, art punk ruhuyla donatıp yeni bir boyuta taşıdı. Kuşkusuz kendisini en çok etkilediğini söylediği Jim Morrison, Jimi Hendrix, ve Bob Dylan’ın; Beat Kuşağı’nın, yazar William Burroughs ile Fransız şairler Arthur Rimbaud ve Charles Baudelaire’in hepsinin ruhundan birer parça var o albümde. Ancak bu isimlerin etkisiyle biçimlense de asıl önemli olan, albümün yaratıldığı zemindi. O da, 10 Şubat 1971’de St. Marks Kilisesi’nde “Oath”u okuyan sıradışı genç kadının içindeki acı, öfke ve isyanla birlikte özgürlüğe duyduğu tutkuydu. Punk rock’ın büyükannesi, rock müzikte çok az sayıda sanatçının dokunabildiği duyguları ilk albümüyle uyandırdı, etkisini 40 yıldır hiç kaybetmedi. “Horses” Patti Smith’in başyapıtı, müzik tarihinin yıkılmaz bir anıtıdır!



(Bu yazı, ilk olarak Red Bull Türkiye'nin sitesinde yayınlanmıştır. http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331705791190/zulal-kalkandelen-yazdi-patti-smith-horses)

Dictaphone ile masalsı bir evrende...


8.3.2015
 
Geçen cuma akşamı bir grup insan, Berlinli elektronik-caz grubu Dictaphone'un konseri için Salon'daydık. Ülkemizde fazla tanınmasa da aslında grup, 1990'ların sonundan beri müzik yapıyor. İlk başta, Swod, Odd Orchestra ve Cummi Flu projelerinden tanıdığımız Belçikalı multi-enstrümantalist Oliver Doerell ile klarnet/saksofon ustası Klaus Bru bir araya gelerek Dictaphone'u kurmuştu. Bru'nun ayrılmasından sonra onun yerini Berlin'den Roger Döring aldı. 2009'da Alex Stolze'un kemanıyla ekibe katılmasıyla, bugünkü Dictaphone meydana geldi. Bugüne kadar 'm.= addiction' (2002), 'Vertigo II' (2006), 'Poems from a Rooftop' (2012) olmak üzere üç albüm ve 2004'te 'Nacht' adlı kısaçaları yayınladılar.

Grubun, plak şirketi tarafından 'processed electronic slow-motion jazz' olarak tanımlanan müziğini Salon'da ilk kez canlı dinledim. Dictaphone'un albümlerinde duyduğum sinemasal, melankolik ve karanlık sounda karşı ruhumda ve kulaklarımda her zaman bir eğilim var ama grubun müziğini sadece bu özellikleriyle anlatmak haksızlık olur. Aynı zamanda elektronik seslerle caz mantığını birleştirirken avangart, sıradışı ve oldukça maceracı bir yaklaşımla kurguluyorlar müziği. 'Kurgulamak' fiili, burada tam da yerine oturuyor; çünkü Oliver Doerell'in elektronik aletlerden çıkardığı sesleri müziğe adapte edişi mükemmel bir ses tasarımı. Parkta oynayan çocukların cıvıltıları saksofonun tınıları içinde erirken, zihninizde garip bir nostalji, hayatın içinden sahneler canlanıyor. Konuşma seslerinden alınan örnekler, borulu melodikanın ve bazen yayla klasik şekilde, bazen de mandolin gibi çalınan kemanın hüzünlü melodileriyle buluşurken, size özel bir film kare kare gözünüzün önüne geliyor. Bu nedenle son derece çarpıcı bir müzik sunuyor Dictaphone.



Konserden sonra eve dönerken 'slow-motion' diye nitelenen bu müziğin gücüne dair yeniden düşündüm. Kanımca geçenlerde Dale Cooper Quartet & The Dictaphones grubuyla yaptığım söyleşide altını çizdikleri 'sessizliği yakalamak' buydu. Müzikteki boşlukları dinleyici dolduruyor; belki bu anlamda en interaktif müzik türü de denilebilir. Elbette her müzik dinleyecinin ruhuna, mantığına, deneyimine bağlı olarak farklı anlamlar kazanır ama burada sözünü ettiğim dinleyicinin kendisine sunulanı farklı yorumlaması değil, sunulanın içindeki boşlukları doldurması...

Konserin atmosferinden söz etmek gerekirse, Salon'un giriş katında uygun bir tercihle oturmalı düzen uygulanmıştı. Fazla kalabalık değildi ama asma kat da açıktı. 21.30'da başlayıp 23:00'a kadar süren konser boyunca sessiz bir şekilde müziği dinledi herkes; konuşma gürültülerinin müziği öldürmediği ender konserlerden biriydi. Grup, ağırlığı 2012 albümü 'Poems from a Rooftop'a vermekle birlikte, daha önceki albümlerinden de örnekler çaldı. Video ekran aracılığıyla herhangi bir görsel kullanılmaması nedeniyle ayrıca memnun olduğumu da belirtmeliyim. Çünkü hazır sunulan görseller nedeniyle dikkatin duyulandan daha çok görülene kaydığı konserler yerine, tek başına müziğe odaklanarak görselleri kendi hayalimde yarattığım konserleri daha çok seviyorum. Belki de bu tür için en iyisi, Bohren und der Club of Gore'un yaptığı gibi tamamen karanlık bir ortamda müzisyenlerin başının üstüne gelecek şekilde minik ampüller yerleştirmek...

Konser sırasında dinleyiciye konuşarak seslenen sadece Roger Döring'di; bir tek başlangıçta 'Burada olmaktan dolayı çok mutluyuz,' dedi ve şarkıların isimlerini anons etmekle yetindi. Bisten sonra sahneye tekrar geldiklerinde de, Türk müziğini sevdiğini söyledi. Konser bittiğinde alkışlayanlara sessizce selam vererek sahneden ayrıldılar. Kendimi adeta 1.5 saatlik bir film-noir setindeymişim gibi nissettiğim konserde çaldıkları her şarkının kendine özgü bir karakteri vardı; kimisi dramatik, kimisi vurdumduymazdı ama aynı ellerin çaldığı aynı aletlerle yaratılsalar da durdukları yer aynı değildi. Elektronik müzikle cazın kesişme noktasının beni çok heyecanlandırdığını yazmıştım daha önce. Bunun temel nedeni, bu iki yaratıcı türün sınırlarının olmaması, müzisyenin önüne uçsuz bucaksız bir ses evreni sunması. Oliver Doerell'in dedigi gibi, Dictaphone, gücünü canlı çalınırken sesler arasında geliştirdiği iletişimden alıyor. Salon'da tanık olduğumuz performans da, bunun avantajlarını yansıtan masalsı bir evrendi.



Konserde çalınan şarkılar: The Conversation - E Song - A bout de souffle - Maelbeek - Krimi - Cherry - La piscine - The last song // Warszawa/Rattle - Pol/Bruxelles - 1979

(Fotoğraf ve videolar bana aittir.)

Translate