31 Mart 2012 Cumartesi

Irving Plaza'da Berbat Bir Konser Deneyimi


Dün akşam New York Irving Plaza'da Metronomy konserine gittim ama "gitmez olaydım" dedim. Bunun Metronomy ile hiçbir ilgisi yoktu elbette. Çünkü görenler bilir; sahne performansları oldukça iyi bir grup. Geçen yıl Glastonbury'de de canlı izlemiş ve beğenmiştim; kapalı salonda daha iyi olacaklarına inanıyordum. Nitekim öyle de oldu; Metronomy, dinleyici kitlesini tamamen avucunun içine alıp, büyük bir coşku yarattı salonda.

Ancak Irving Plaza'nın yönetiminden kaynaklanan ciddi sorunlar vardı. Uzun süredir orada bir konser izlememiştim. Kapıda duran görevlilerin kabalığı içeri girince de devam etti. Kapı 20:00'de açıldı ama 21.15'e kadar berbat müzikler eşliğinde bez panoya yansıtılan Live Nation reklamlarını izlemek zorunda kaldık. 1 saat 15 dakikalık o süre, bana 15 saat gibi geldi desem abartmış olmam.

Ön grup olarak Brooklyn'den Friends çıktı sahneye. ESG'yi anımsatan disko, funk, dans müziği karışımı neşeli ve hareketli bir glam-pop yapan grup, geçen yıl yayımlanan "I'm His Girl/My Boo" adlı albümüyle adını duyurdu. Beş kişillik grubun sahne performansını ilginç kılan en önemli etkenlerden birisi, vokalist Samantha Urbani. Seyircilerin arasına dalıyor, atlıyor, zıplıyor, espriler yapıyor ve bunları yaparken de en çok kendisi eğleniyor.

Ben Friends sahneye çıkmadan önce mekanın asma katına gidip kendime yer bulmaya çalıştım ama sonuç alamadım. Çünkü nerede durmak istesem bir görevli yanıma gelip, "Orada duramazsın. Burası ekstra 25 dolar ödeyenler için ayrıldı" ya da "Burası özel bir alan. 35 dolar daha öderseniz, konseri buradan izleyebilirsiniz, bir içki de dahil" şeklinde uyarılarda bulundu.

Anlaşılan Live Nation'ın organizasyonuyla gerçekleşen konserlerde böyle bir uygulama türemiş. İçeri biletinizle girdiğiniz halde, konseri daha iyi bir yerden izlemek istiyorsanız, fazladan para ödeyip ayrıcalık yaratacaksınız kendinize...

Bu durum hiç aklıma yatmadığı için sonuçta alt kata indim. Oradaki korkunç izdihamın arasında yer bulmak olanaksızdı ama gördüğüm ilk yerde durdum. Friends sahneye çıktığında yanımdaki İspanyol Amerikalıların avaz avaz konuşması devam etti. Daha yavaş olmaları için rica ettim ama nafile... Kalabalığın içinde hareket imkanı çok sınırlı olsa da yan tarafa kaymayı başardım. Ancak bu kez sarhoş üniversiteli kızların yanına düştüm. Dikkat çekmek için elinden geleni yapan bir tanesi histerik kahkalalar atarak soyunma girişiminde bulundu.

Friends yaklaşık 50 dakika çalıp gitti. Saat 22.30'da Metronomy sahneye çıktığında resmen ezilme tehlikesi geçirdim ve büyük uğraşlar sonucu arkaya doğru ilerledim. Tahmin edilebileceği gibi barın olduğu o bölgede kimse müziği dinlemiyor, sosyalleşiyordu. Yeniden üst kata çıkıp tekrar şansımı denedim ve anında yine görevliler gelip, "Burada duramazsın" demeye başladılar. Bir yerde kalıp müzik dinlemek gerçekten olanaksızdı ve üzülerek ayrılmaya karar verdim.

Tam çıkarken çantamdan bir şey aramak için mekanın dışına açılan merdivenlerde durdum. Görevlinin gayet kaba bir şekilde, "Burada duramazsın!" demesiyle tepem attı. Irving Plaza'ya çok zorunda kalmadıkça bir daha adım atmayı düşünmüyorum. Ayrıca ses sisteminin berbatlığını da belirtmem gerek. Zın zın öten kolonlar, sesi boğan mikrofonlar sadece teknisyenlerin hatası olamaz, köhnemiş bir ses sisteminin belirtileri.

Sonuçta gayet kötü bir konser deneyimi oldu benim açımdan. Para hırsıyla gözü dönmüş kurumların dinleyiciyi yontulacak bir av olarak gören ve müziği hiç umursamayan çalışanlarının düzenlediği konserler hep böyle hayal kırıklığı yaratıyor. Metronomy sahneden bunların tümünü gözlemlemiş olamaz; onlar kendi görevlerini en iyi şekilde yaptılar. Ama en azından dinleyicilerin bir kısmının konserden benim gibi çok mutsuz ayrıldığına eminim.

Ne yazık ki, bu yazının ana konusu Metronomy ve müzik olacaktı. Oysa konseri nasıl izleyemediğimi anlattım zorunlu olarak... Görüldüğü gibi, müziği umursamayan ama konsere gelen ya da konser organize eden insan grupları sadece Türkiye'de yok, İngiltere'de de yaşadım buna benzer deneyimleri, New York'ta da. Metronomy neyse ki bu yaz İstanbul'a geliyor. Bu defa huzur içinde müzik dinleyebilmeyi umuyorum.

(Fotoğraflar bana ait. Pek iyi fotoğraflar değil ama salondaki izdihamın içinde bunları çekebilmiş olmam bile bir nevi mucize.)

-

28 Mart 2012 Çarşamba

Cloud Nothings @ Mercury Lounge


Bu yıl SXSW kapsamında canlı dinleme lanağı bulduğum gruplar içinde performanslarını en çok beğendiğim ilk 10 gruptan biriydi Cloud Nothings. Ancak daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, orada konsere ilgi çok yoğundu ve koşulları pek de iyi olmayan bir mekanda çalmıştı grup. Kalabalığın da etkisiyle müziğe odaklanmak zor olmuştu.

Neyse ki grubun dün akşam New York'ta Mercury Lounge'da verdiği konsere gitme olanağım oldu. Aslında konserin biletleri günler öncesinden tamamen tükenmişti ve benim biletim yoktu. Yine de şansımı deneyeyim, belki gider kapıda bilet satan birini bulurum dedim. Önce gidip gişedeki görevliye bilet almak istediğimi söyleyip epey dil döktüm ama işe yaramadı; oldukça sert yanıtlar veren kadın, "Olanaksız. Bilet kalmadı!" diyerek yanıtladı talebimi.

Sonra başka bir görevli, akşam mekanın kapasitesi çok zorlanmazsa birkaç bilet satabileceklerini söyleyince geri dönmek üzere ayrıldım. Saat 22.00 civarında tekrar Mercury Lounge'un önünde beklemeye başladım. Kapıdaki güvenlik görevlisi, "Birisini mi bekliyorsunuz?" diye sorunca, durumu anlattım. O anda cebinden bir bilet çıkarıp uzattı ve "Al bunu gir içeri. Sadece güzel olduğun için yapıyorum bunu!" diye de ekledi. Böylece kendimi bir anda içeride buldum.

Dört ayrı grubun arka arkaya çaldığı bir gece olduğundan Cloud Nothings, 23.00'da sahneye çıktı. New York'ta Mercury Lounge'a gidenler bilir; oldukça ufak, kapasitesi en fazla 100 kişilik bir mekan. Ses sistemi de mükemmel değil ama sahne ile seyirci arasına engeller koymayan, yoğun etkileşimli konserlere elverişli bir salon. Fotoğraf ve video çekmeyi istediğim için, en önde kendime yer bulmam da hiç zor olmadı. Austin'deki izdihamın tersine New York'taki salonda ferah ferah izledik konseri. Cloud Nothings'in damarlardaki kanı ateşleyen müziği başlayınca pogo dansı yapanlar oldu elbette; bir ara üzerime arkadan gelen bira da döküldü ama Austin'deki itiş kakışla kıyaslayınca çok daha sakin bir ortam olduğunu söyleyebilirim.

Vokalist Dylan Baldi'nin 3 yıl önce Cleveland, Ohio'da yatak odasında yaptığı lo-fi kayıtlarla başlattığı müzik serüveni, New York'ta alternatif rock'ın belli mekanlarından birine bu kadar kısa sürede taşınmış olması bir başarıdır. Bu yıl çıkan "Attack On Memory" adlı albümleriyle de sadece kendilerini eğlendirmek için giriştikleri bu serüvenin önünün çok açık olduğunu kanıtladılar. Gitarların adeta nehir gibi akıp gittiği konserleri, özellikle davulda Jayson Gerycz'in olağanüstü performansının da katkısıyla, dinleyeni uyandırıp kendine getiren son derece dinamik bir atmosfer yaratıyor. Çıkışta belki kulaklarınız çınlıyor ve bir süre az duyuyor ama ruhunuz şaha kalkıyor.

(Aşağıdaki videlordan ilkinde Jason Gerycz'in 05:20 ile 06:50 arasındaki solosuna dikkatinizi çekerim. O arada öyle kendinden geçti ki, bir küfür de salladı. Ayrıca Jason'ın konser henüz başlamadan önceki haliyle, çaldığı andaki görüntü farkını ortaya koymak için iki fotoğraf paylaşıyorum. O farkı yazıyla anlatamam. Müthiş bir davulcu kendisi.)





1 fotoğrafı konser başlamadan az önce, 2. fotoğrafı konser sırasında çektim.




(Fotoğraflar videolar bana aittir.)

-

25 Mart 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 109: Fanfarlo - Rooms Filled With Light (Atlantic)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 25 Mart 2012

2009’da kendi plak şirketlerinden bağımsız olarak yayımladıkları ilk albüm “Reservoir” ile tanıdım Fanfarlo’yu. İsveçli vokalist Simon Balthazar’ın 2006’da Giles J Davis’le kurduğu grup, Davis’in ayrılmasından sonra şu anda 5 kişilik bir ekip olarak yoluna devam ediyor.

Geçen ay İstanbul’da da canlı dinleme olanağı bulduğumuz Londra merkezli grup, indie pop ve folk karışımı müzikleriyle ilk albümden beri takibimde. Özellikle trompet, keman, mandolin, klarnet gibi aletlere de yer verdikleri enstrümantasyonun canlılığı ve akılda kalıcı melodileri aklımda yer etti.

Yeni albümlerinin, oldukça başarılı bir çizgi ortaya koyan birincinin izinden gidip gitmeyeceğini merak ediyordum. İlk single “Deconstruction”ı duyduğumda, “Fanfarlo bir önceki albümün izinden gidiyor” dedim ama kısa bir süre sonra yanıldığımı anladım. Çünkü ardından albümün açılış şarkısı “Replicate”i dinledim. İki şarkı arasında sound açısından bir farklılık vardı.

Yaylı düzenlemeleri öne çıkmış, şarkının temeline insanın yüzüne haykırılmasa da daha hissedilir bir melankoli yerleşmişti. Sanki her an perküsyon işin içine girecekmiş ve patlayacakmış gibi hissettiren ama başladığı tonda devam eden “Replicate”de Balhazar’ın “It's gonna/ It's gonna/ It's gonna/ It's gonna happen soon” şeklinde devam eden kesik kesik vokali, bu pek de tekin olmayan bekleyişin habercisi gibi.

Fanfarlo, bu defa folk unsurlarını biraz daha geri plana alıp, Arcade Fire’ı akla getiren canlı orkestral düzenlemelerle pop soundunu hafifçe parlatmış. Arp, bakır nefesliler, yaylılar ve synthlerle eskisine göre daha güçlü ve daha çarpıcı bir sound elde edilmiş. 1908’de Sibirya’daki Tunguska Irmağı yakınlarında yaşanan meteroid patlamasından adını alan “Tunguska”da nefeslileri, albümün ortasında yer alan 2 dakikalık enstrümantal parça “Evertyhing Turns”de tuşluları ve orkestra çanını öne çıkarmışlar.

Fanfarlo’nun soundu için yeni neo-new wave denildiğini okudum birkaç yerde. Her şeyin post’u ya da neo’su çıkıyor 2000’lerde. Bu ifadeyi kabul edip etmemek çok da önemli değil; kesin olan şu ki, 80’lerin elektropop etkisi hissedilir şekilde yansımış şarkılara.

Albümün genel havası ve şarkı sözleri bir önceki çalışmaları gibi yine iyimser. Multienstrümantalist/vokalist Cathy Lucas ile Balthazar’ın düeti “Feathers”ı dinleyip, tüy gibi hissetmek olanaklı. Zaten kapanışı da “Everything Resolves” adlı 35 saniyelik enstrümantal bir parçayla yapmışlar. Fanfarlo cephesinde işler hep sakin, endişe edecek pek bir şey yok. Olsa da nasılsa sonunda her şey çözümlenir, oda ışıkla dolar.



60'lardan esinlenen çağdaş pop


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 25 Mart 2012

Alternatif pop grubu Cults, müzik dünyasında son yıllarda çıkış yapan gruplardan birisi. New York’ta New School Üniversitesi’nde sinema eğitimi alırken tanışan ve müzik yapmak için okulu bırakan Madeline Follin (MF) ve Brian Oblivion (BO), üç şarkıdan oluşan kısaçalarlarını internette yayımladıkları andan itibaren hiç beklemedikleri bir ilgiyle karşılaştılar.

2011‘de ünlü şarkıcı Lily Allen’ın plak şirketi In the Name Of tarafından ilk albümleri yayımlanan ikiliyle Austin, Teksas’taki South By Southwest (SXSW) festivalinde röportaj yapma fırsatı buldum. Bir seri röportajı arka arkaya yaptıklarından fazla vaktim yoktu ama yine de Cults'ı biraz daha yakından tanıyabildim.

Bu ilk SXSW deneyiminiz mi? Nasıl gidiyor?

BO: Bu ikinci. Oldukça güzel ve yavaş geçiyor. Şu ana kadar tek bir performans gerçekleştirdik.

MF: Geçen yıla göre çok daha rahatız bu defa.

Geçen yıl neden rahat değildi?

BO: 3 günde 10 konser verdik. Gerçekten çılgıncaydı. Bir daha kendimize bunu yapmayacağız.

İnternette popülerlik kazanma hikayeniz etkileyici. Bandcamp üzerinden paylaştığınız ilk şarkıların etkisi büyük oldu ve aslında her şey siz o şarkıları internete koyduktan bir hafta sonra gerçekleşti. Bu kadar kısa sürede internette ün kazanmanın avantajları ve dezavantajları neler?

BO: Bu olay başımıza gelmeden önce internette popülerlik kazanmak hakkında az çok bir fikrim vardı ama içine girip öğrendikçe hem aklım daha çok karıştı hem de bu durumu umursamamaya başladım ve işin felsefesine dalmaktan vazgeçtim. Geçen sene birçok şeyin bizim için harika bir ekip tarafından yürütülmesinden dolayı şanslıyız. Böylece bu işlerle ilgilenmemiz gerekmedi. Ama esas olan şu: Müzisyenlerin müziği dinleyicilere rahatlıkla ulaştırabilmeleri ve insanların aradıklarını kolayca bulması müthiş. İyi grupları keşfetme yolunu kısaltması bakımından hepimiz için iyi bu.

Tanınma sürecinde yaşadıklarınız sizin için bir sürpriz olmuş öyleyse.

MF: Kesinlikle öyleydi. Kimsenin müziğimizi dinleyip seveceğini düsünmemiştik. Bir grup oluşturup tura çıkacağımızı hayal etmemiştik.



İkiniz de sinema üzerine eğitim aldığınız için şarkıları yazarken müzik için belli sahneler hayal ediyor musunuz diye merak ediyorum.

BO: Şarkıları yazarken hayalimizden imajlar geçtiği kesin. Bu içimizden geçenleri doğrudan yansıtmak gibi değil; daha çok bir duygu ya da film karakteri yaratmak gibi. Ama biyografik değil şarkıya yansıyanlar. O anlamda bir romantizm yok.

İlk albümünüzü kaydetmeye başlamadan önce sound konusunda aklınızda nasıl bir düşünce vardı ve istediklerinizi o albümde gerçekleştirebildiniz mi?

BO: 50‘lerin sonu ve 60‘ların başındaki müzikler, melodi uzerine kurgulanan klasik tarzlar bizi etkiliyor. Ayrıca ilk gençlik dönemimizden bu yana Sonic Youth gibi grupları, elektronik müzik ve noise, Batı Yakası’nda gelişen hip-hop’ı dinleyerek büyüdük. Bütün bunları sindirip kendi sesimizi yaratmaya çalışıyoruz.

MF: Sanıyorum gerçekleştirdik ama kayda başlamadan önce aklımızda belli bir düşünce yoktu. Ne istediğimizi tam olarak önceden ortaya koyduğumuzu düşünmüyorum.

New York’ta Manhattan’da yaşıyorsunuz. Bu kentteki ortam size esin veriyor mu?

BO: Bence New York’ta çok güzel müzik yapan insanlar var. MGMT, Madeline’nin erkek kardeşinin grubu Guards, Delta Spirit gibi gruplarda arkadaşlarımız çalıyor. Gerçekten büyüleyici müzisyenler var ama daha önce modern müziği referans göstermeye yeni başlıyoruz. Bu daha önce bizim kullandığımız dilin bir parçası değildi bu sözcük. Daha önceleri müzikte gerçek anlamda neler olup bittiğiyle ilgilenmeyen tiplerdik. Yeni isimlerden etkilenmek ve daha önce bilmediğimiz şeyleri öğrenmek çok keyifli.



Müziğinizde 60’lar etkisi belirgin ama yine de modern ve çağdaş bir soundunuz var. 60‘ların sizi en çok çeken yönü ne?

BO: İnsanları 60‘ların müziğine çeken en önemli şey, o dönemin sadece rock’n roll’un değil, gençlerin müziğinin doğduğu dönem olması. Sisteme karşı çıkan gençliğin ruhunu yansıtan müzik ortaya çıktı o yıllarda. Ses ve söz açısından müzikte olan her şey heyecan vericiydi; duygusal olarak da insanı içine çekiyordu.

Bir röportajınızda, “Şarkılarımızdan oldukça uzakta duruyoruz. Onları ufak birer sanat projesi olarak düşünüyoruz” dediğinizi okudum. Arkalarında hangi sanat teorisi var bu şarkıların?

BO: Biz daima işe sözlerle değil, müzikle başlıyoruz. Madeline başka bir odada çalışıyor oluyor, ben fikirlerimle ilgili olarak ortaya çıkanı ona veriyorum. Sonra şarkının soundu üzerinde görüş alışverişinde bulunuyoruz ve mesela “Bu düşük tempolu bir dans şarkısı olacak” diye karara varıyoruz. Madeline’in vokallerini kaydediyoruz ve şarkının gelişimine göre değişiklikler yapıyoruz. Bu şekilde çok sayıda kayıt yapıyoruz, bazıları albüme girer ama bazıları da girmez. En iyilerini seçmek eğlenceli oluyor. Bir tür kavramsal sanat projesi gibi düşünüyoruz şarkıları. Ama biz oturup şiir yazacak tipler değiliz.

Şarkılarınıza yön veren kaygılar ya da sevinçler nereden esinleniyor?

MF: İçinde bulunduğumuz atmosferden esinleniyoruz. Albümü kaydederken kolejdeydik, büyüyüp olgunlaşmakla ilgili meseleler vardı. Müzik yapmak amacıyla okulu bıraktığımız için bizi aptalca davranmakla suçlayıp ne yapmamız gerektiğini söyleyenlere karşı hissettiklerimiz etkili oldu. O donemde etrafımızdaki herkes, “Üniversite ne olacak?” diye soruyordu...



Okulu bıraktınız mı?

MF: Evet, müzikle ilgili çalışmaları yürütmek için bıraktık. Albümdeki şarkıları yazarken insanların bizim müzik yapmak için okulu bıraktığımız için bizi aptalca davranmakla suçlayıp ne yapmamız gerektiğini söyleyenlere karşı hissettiklerimiz de etkili oldu.

Müziğinizi film gibi düşünseniz hangi tür filmlerle özdeşleştirirsiniz?

BO: Ürkütücü bir his veren ama aynı zamanda işin eğlence yönünü de göz ardı etmeyen David Lynch, Tod Solondz, Jim Jarmusch filmleri olurdu. Seyrederken eğlendiğiniz ama bir yandan da garipliklerle dolu filmler.

Lily Allen sizi Columbia Records’a bağlı kendi şirketi In the Name of bünyesine katıp albümünüzü yayınladı. Nasıl oldu bu?

MF: Daha önce hiç duymadığımız bir plak şirketinden birinden e-posta aldık. Bizi Lily Allen ile tanıştırmak için Londra’ya davet ettiklerini ve bir albüm projesi üzerinde anlaşılabileceğini bildiriyordu. Londra’ya gidip Lily Allen’la buluştuk. Çok dostça davrandı. Yapmak istediklerimiz için yardım etmek istediğini söyledi.

Bu yaz ne yapacaksınız?

BO: Turneyi tamamlamak için 4 haftamız kaldı. Sonra ikinci albüme kadar yollardan biraz uzak kalacağız.

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=325014

(Fotoğraflar bana aittir.)

-

24 Mart 2012 Cumartesi

Video: John Zorn canlı performans


Bu kısa videoyu dün New York'ta Cavin-Morris Sanat Galerisi'nde katıldığım bir kitap tanıtım partisinde çektim. Deneysel müziğin büyük dehası John Zorn, her zamanki gibi sınırları zorlayan tarzıyla dinleyenleri kendine hayran bıraktı.



(I recorded this short clip of John Zorn playing live at a book launch party at Cavin-Morris Gallery in New York City on 23rd of March, 2012.)

22 Mart 2012 Perşembe

SXSW'da En Beğendiğim 10 Canlı Performans -2


13-18 Mart tarihlerinde Teksas’ın başkenti Austin’da yapılan South By Southwest (SXSW), benim için çok verimli bir festival oldu. Her gün öğlen vaktinden gece yarısına kadar bir mekandan diğerine koşturmak oldukça yorucuydu ama bütün zorluklara değerdi. Çünkü tanıdığım grupların yanı sıra, ilk kez dinlediğim ve adlarını bile yeni duyduğum gruplar oldu.

Aslında festival yapısı itibariyle organizatör, menajer, plak şirketi temsilcileri gibi müzik endüstrisinde yer alan kişiler için kurgulanmış. Her saatte bir yeni bir isim sahneye çıkıyor ve 40 dakikalık bir performans sergiliyor. Kalan 20 dakika sahnedeki ekipmanlarını toplaması ve arkasından gelecek müzisyenlerin yerleşmesi için ayrılmış. Sonuçta 20 dakika içerisinde ses ne kadar oturtulabilirse ancak o kadar oluyor. Bar, bilardo salonu, sinema salonu, otel lobisi, otopark, garaj, kilise vb. ne varsa konser alanına dönüştürülüp yüzlerce mekan yaratılmış.

Bu, az önce de söz ettiğim nedenle de birleşince, konserlerin çoğunda ses sorunu vardı. Ama festivalde asıl amaç, grupların sahne performansı hakkında müzik endüstrisine bir fikir vermek olduğundan bu konuya kimse fazla takılmıyor.

Ben festivale gitmeden önce açıklanan yüzlerce etkinlik içinden seçim yapıp kendime bir program oluşturmaya çalıştıysam da bunda pek başarılı olamadım. Çünkü son anda açıklanan çok sayıda performans oldu ve birbiriyle çakışanlar arasında tercih yapmak gerekti. Yine de ne olursa olsun göreceğim dediğim bazı isimler vardı. Onları atlamadım. Henüz tam olarak sayamadım ama sanıyorum 5 günde 35-40 arasında ismi canlı dinlemeyi başardım.

Bunlar arasında en beğendiğim ilk 10 şöyle belirlendi:


1-Deafheaven : Festivale gitmeden önce aklıma koymuştum Deafheaven’ı görmeyi. San Franciscolu grup, black metal, shoegaze ve post-rock’ın karışımını yansıtan müziğiyle dikkatimi çekmişti. Hiçbir videolarını izlemeden müziğin etkisinde kalmış ve konserde gördüğümde hissedeceklerimi merak etmiştim. Gece 01.30 civarında The Bat Bar denilen ufak ve biraz da perişan bir barda sahneye çıktılar. İçeri girdiğimde günün tüm yorgunluğu üzerime çökmüştü, ayakta zor duruyordum. Gece çok geç bir saat olmasına karşın tahmin ettiğimden daha fazla ilgi vardı gruba. Beş kişilik ekipte vokalist George Clark’ın adeta çığlık atarcasına söylediği sözler, gitar ve davulun yarattığı karanlık ortamı daha da derinleştirip dinleyeni bir anda yerle bir ediyor. Black metal’in vurucu olduğu aşikar ama daha önce bir konserde sanki iç organlarımın sökülür gibi olduğunu hiç hissetmemiştim. Şüphesiz bugüne kadar izlediğim en etkileyici performanslardan biriydi; müziği icra edenle dinleyenin aynı potada eriyip tükendiği ve sonunda yeniden doğduğu, vahşi, katıksız, sınırsız, kaotik bir konserdi. Bir ara dinleyicilerin vokalisti bacaklarından tutup parçalayacağını düşünmedim değil. NPR, grup için “Black metal’in Sigur Ros’u” demiş. Çok tuttum bu tanımı. Deafheaven’ın herkese göre olmadığı kesin ama sarsılmak isteyenler grubu yakaladığı yerde konserine gitsin derim.

Duyduğuma göre yeni albümleri öncekinden çok daha karanlık, daha hızlı ve deneysel olacakmış. The Bat Bar’daki deneyimin daha ötesini şu anda hayal edemiyorum ama bu bile heyecan verici.

2- Patrick Watson : Patrick Watson hakkında daha önce de düşüncelerimi yazmıştım. Kanadalı müzisyen, bana göre 2000’li yılların en yetenekli isimlerinden birisi. Daha önce Salon’da canlı dinleme olanağı bulduğumdan neyle karşılaşacağımı biliyordum ve SXSW’da sadece daha önce görmediğim grupları izleme kuralımı onun için bozdum. Bir kilisede vereceği konserin özel olacağından hiç kuşkum yoktu. Üstelik yeni albümü beklediğimizden yeni şarkıları duyma olasılığı da vardı; diğer bütün konserleri bir yana bırakıp St David’s Historic Sanctuary adlı kiliseye koştum. Loş bir ışıkta kilise sıralarındaki yerimi aldım. Patrick Watson ve ekibi, Salon’daki konserde olduğu gibi, yine insanda hayranlık uyandıran bir ustalık ve uyumla çaldı. Onları dinlerken dünyanın iyi yanlarına odaklanıp nahif düşünceler içine giriyor insan; ılık bir rüzgarda içine ürperti düşmeden deniz kenarında yürüyor, hafifliyor. Karanlıkta parmaklarına geçirdiği minik ışıklarla piyanoyu çalan adam, duygusal, romantik ve esprili. Farklı sesler bulmaya da meraklı. Daha ne olsun? Patrick Watson’ı canlı dinleyirce çok mutlu çıktım o gece kiliseden.

3- Cloud Nothings : Cleveland, Ohiolu indie rock/alt-punk grubu, ne yazık ki Austin’de bir gece yarısı 512 Bar adlı mekanın ikinci katında dar bir alana hapsedilmişti. Bara vardığımda zorlukla içeri girebildim. İlgi oldukça yoğundu. Cayır cayır çalar gitarlar, bangır bangır bir davul ve vokalist Dylan Baldi’nin derin vokali, dinleyici kitlesini tamamen avucunun içine almış, herkes kan ter içinde müziğe odaklanmaya çalışıyordu. Kendime uygun bir yer bulamadığımdan sonunda bir koltuğun üzerine çıkıp sahneyi görmeye çalıştım. Videoyu da tanımadığım bir adamın kolumdan tutup destek olması sayesinde çekebildim. Aslında ortamdaki kargaşa, punk ruhunu yansıtan müziğe de uygundu. Çünkü punk özü itibariyle steril mekanlara uygun değil; ama o gece ses sistemi de iyi değildi. Her şeye rağmen grubun kendini kanıtlamak için fazla çaba harcamasına gerek yoktu. Yaptıkları müzik ve performansları yeterince güçlü ve etkileyici. Daha iyi koşullarda daha büyük zevk alarak dinlemeyi umuyorum ama SXSW’daki de bana gurubun potansiyeli hakkında iyi bir fikir verdi.

4- Silverbus : Bu yıl ilk kez canlı dinlediğim gruplardan birisi. SXSW’nun sitesinde grupları tanımaya çalışırken keşfettim onları . Post-rock sevenlerin dikkatinden kaçmaması gereken, çok başarılı bir ekip Silverbus. 20’li yaşlarında gözüken üç gençten kurulu. Son derece akıcı ve melodik bir müzik yapıyorlar. O gece orada tanıştığım Austinli bir fotoğrafçı, “Neden bu gece bu barı tercih ettiniz?” deyince, “Silverbus’ı merak ediyorum. O kadar müzik dergisi festival için öneri listeleri yayınladı ama kimse de Silverbus’tan söz etmedi” dedim. Oysa o, NPR’ın önerisini duyup Silverbus’ı listesine almış. Ben duymamıştım ama NPR, isabetli öneride bulunmuş. Silverbus’ın dinamik müziği gelecek vaat ediyor.

5-The Twilight Sad : İskoçya’nın müzik dünyasına kazandırdığı en iyi şeylerden birisi bu grup. 2003’ten beri müzik yapıyorlar ve bu yıl üçüncü albümlerini çıkardılar. Albümlerini severek dinliyorum ama canlı görünce gruba karşı sevgim, 5 katı arttı diyebilirim. Nedeni vokalist James Graham elbette; konser sırasında meyve suyu içerek kendi aleminde takılan diğer grup elemanları değil. Konseri birlikte izlediğimiz Harun İzer, bunun da kendi içinde ilginç bir tezat yarattığını söylemişti. Bu durum, o açıdan da değerlendirilebilir tabii. Brooklyn Vegan’ın açık hava bir mekandaki partisinde sahneye çıktı The Twilight Sad. Krautrock etkili bir alt-rock denilebilir müzikleri için. Şarkı söylerken gerçek anlamda gözleri dönen James Graham, ikinci bir Ian Curtis sanki. Yumruklarını sıkıyor, yere çömeliyor, gözlerini kapatıyor ve kendini tamamen müziğe vererek söylüyor. Adeta bir dönüşüm geçiriyor sahnede. Bazıları için belki agresif bir sound olarak nitelenebilir ama benim ruhuma çok iyi geldi bu doğrudanlık. Büyük keyif aldım konserden.

6- The Suicide of Western Culture (TSOWC): Festivale gitmeden önce SXSocial aracılığıyla grubun plak şirketinden ve menajerinden iletiler aldım. Beni ısrarla grubun Mohawk adlı kulüpte gerçekleşecek performansına davet ediyorlardı. Terrence Malick’in gelecekteki bir projesi için konseri filme alacağı bilgisini de bana iletmişlerdi. Sonunda Erykah Badu konseriyle çakışsa da, ne yapıp edip gittim TSOWC’ı görmeye. İyi ki de gitmişim. Mohawk’ın alt katındaki ufak barda çalıyordu İspanyol ikili. İnsanın içine ürperti vererek sürükleyen bir soundu var müziklerinin. Işıkların tamamen kapatıldığı bir ortamda, sadece hızla akan garip görüntülerin yer aldığı bir video ekranının önünde çaldılar. Hiç ara vermeden seri bir şekilde bitirdiler seti. Az sayıda dinleyici vardı ama ben onların arasında olduğum için çok mutluydum. Yoğun ve tutkulu bir müzikti. Batı Kültürünün İntiharı, bundan böyle ilgi alanımda olacak.

7- Edward Sharpe and the Magnetic Zeros : Çok sevdiğim ve canlı dinlemeyi çok istediğim bir gruptu. Mumford and Sons ve Old Crow Medicine Show’la çıktıkları bir Amerika turnesini anlatan belgesel filmden sonra yine onlarla birlikte sahneye çıktılar. Tek başlarına verdikleri bir konser değildi ama sonuçta Alex Eberti sahnede gördüm. Ayrıca şarkı söylerlerken ağırlık onun üzerindeydi. Aslında çok mutlu müziklere eğilimim yoktur ama sanırım bunun istisnası Edward Sharpe and the Magnetic Zeros. Sahneyi tamamen kaplayan bir düzineden fazla müzisyenin kolektif çabasını, yeteneklerini ve enerjilerini seviyorum; onlar çalarken tempo tutup gülümsüyorum. İstisnalar özeldir, onlar da öyle.

8- Exitmusic : Portishead, Sigur Ros ve Radiohead’in bir projede buluştuğunu düşünün. Brooklyn’den çıkan evli bir ikilinin kurduğu Exitmusic, ancak böyle anlatılırsa bir fikir verebilir insana. SXSW kapsamında sekiz performans gerçekleştiren grubun karanlık müziği, Aleksa Palladino’nun sanki havada süzülüyormuş hissi veren yumuşak vokaliyle tam bir uyum içinde. Elektronik seslerle akustik enstrümanları kaynaştırıp çözemediğiniz gizemler yaratan ilginç bir müzik.

9- Gossip : Yıllardır albümlerini severek dinlediğim ama hiç konserlerine gitme fırsatı bulamadığım bir gruptu Gossip. Festivalde Google ile Youtube’un ortak etkinliğinde yer aldıklarını öğrenince soluğu bir otaparkın terasında aldım. Beth Ditto, olağanüstü güzel sesinin verdiği güvenle sahneye çok hakim, eğlenceli, esprili ve enerjik bir şarkıcı. Albüm soundunu sahnede tutturmak zordur; Gossip bunu başarabilen gruplardan birisi. Ne yazık ki sanıyorum iyi duyurulamadığı için konsere ilgi düşündüğümden azdı. Ama benim keyfim çok yerindeydi. Ne ses sorunu oldu, ne kalabalık rahatsız etti. Beth Ditto gibi bir lideri olan grubun kötü bir konser verebileceğini düşünemiyorum.

10- Plants and Animals : Patrick Watson konserinden önce yine aynı kilisede Plants and Animals’ı dinledim. Kanadalı indie rock grubu, o gece kiliseyi tam anlamıyla inletti. Bu yıl üçüncü albümlerini yayımlamalarına karşın yeterli ilgi görmediklerini düşünüyorum. Oldukça sağlam altyapılı bir alternatif rock yapıyorlar. Müzikleri sıradan değil, güçlü sounduyla insanı derhal içine alıyor. Kilise ortamının dışında, açık hava festivallere de çok uyabilecek bir grup O gece dinleyici tarafından ayakta alkışlandılar.

21 Mart 2012 Çarşamba

SXSW'da En Beğendiğim 10 Canlı Performans


Uzun uzun yazmadan sadece bir liste yapmak istedim. Geçen hafta boyunca videolarla, tweetlerle görüşlerimi aktarmaya çalışsam da böyle bir liste gerekiyor bence. SXSW'da canlı dinleme olanağı bulduğum düzinelerce grup içinden beni performansıyla en çok etkileyen 10 isim belirledim. Bunlar hakkında önümüzdeki günlerde daha ayrıntılı yazılar yazacağım.

1-Deafheaven
2-Patrick Watson
3- Cloud Nothings
4- Silverbus
5- The Twilight Sad
6- The Suicide of Western Culture
7- Edward Sharpe and the Magnetic Zeros
8- Exitmusic
9- Gossip
10-Plants and Animals

20 Mart 2012 Salı

Jimmy Cliff @ SXSW


SXSW'da Jamaikalı efsanevi müzisyen Jimmy Cliff'i de canlı dinlemek nasip oldu. En ünlü şarkılarından "Vietnam"ı videoya kaydettim. Müzisyenin 1969 tarihli kendi adını taşıyan "Jimmy Cliff" albümünde ve 1970'te "Wonderful World, Beautiful People" adıyla tekrar yayınlanan albümde yer alan şarkı, birçok grup tarafından yeniden yorumlandı. Cliff, şarkıyı anons ederken günümüz politikacılarını savaşları durdurmaları konusunda uyararak, Afganistan'dakine benzer yeni bir faciaya ihtiyacımız olmadığını söyledi ve şarkıyı söylerken "Vietnam"ı "Afganistan" olarak değiştirdi. Aşağıda orijinal şarkı sözlerini de alıntıladım. Jimmy Cliff'i "Vietnam" söylerken dinlemek, SXSW'daki en politik anlar arasındaydı ama ne yazık ki videoyu izlerken duyacağınız gibi çok sayıda kişi böyle bir efsaneyi dinlemek yerine bağırarak konuşuyordu yine...



Hey Vietnam, Vietnam, Vietnam, Vietnam
Vietnam, Vietnam, Vietnam

Yesterday I got a letter from my friend fighting in Vietnam
And this is what he had to say:
'Tell all my friends that I'll be coming home soon
My time'll be up some time in June
Don't forget', he said, 'to tell my sweet Mary
Her golden lips are sweet as cherry'

And it came from Vietnam, Vietnam, Vietnam, Vietnam
Vietnam, Vietnam, Vietnam

It was just the next day his mother got a telegram
It was addressed from Vietnam
Now mistress Brown, she lives in the USA
And this is what she wrote and said:
'Don't be alarmed', she told me the telegram said
'But mistress Brown your son is dead'

And it came from Vietnam, Vietnam, Vietnam, Vietnam
Vietnam, Vietnam - hey - Vietnam
Somebody please stop that war now!

Vietnam, Vietnam, Vietnam, Vietnam - oh
Vietnam, Vietnam - oh - Vietnam, oh oh oh oh - somebody please stop it
Vietnam, Vietnam - oh - Vietnam, Vietnam, oh oh oh oh
Vietnam - hey - Vietnam - aha - Vietnam - oh oh yeah
I wanna say now somebody stop that war - Vietnam ....

-

Grimes @ SXSW


Grimes adıyla tanınan Kanadalı müzisyen Claire Boucher, müzik dünyasının yükselen isimlerinden. Bu yıl SXSW kapsamında birkaç konser verdi. Ben Google ile Youtube'un ortak etkinliği çerçevesinde olanını izledim. Birkaç katlı otoparkın en üst katını sahne haline getirdikleri The Lot adlı mekan, Grimes'ın müziğine pek uygun değildi. Başlangıçta da bazı ses sorunları yaşayınca Boucher, epey gergin başladı performansına ve bu gerginliği de izleyiciye yansıttı; yani kolay baş edemedi bu durumla. Ancak birkaç şarkı sonra daha rahat gözüktü. Festival kapsamında bir kilisede verdiği konserin ise oldukça tatmin edici olduğunu duydum. Kanımca müziğine de kapalı, daha ufak salonlar uygun. Aşağıdaki videoyu otoparktaki konserde çektim.

18 Mart 2012 Pazar

Erykah Badu @ SXSW




(Başlangıçta kamera epeyce titredi ama mekan kalabalıktı ve ben sahneye yakın değildim; ancak bu kadar çekebildim. )

Video : The Suicide of Western Culture


South by Southwest'in son gecesinde Erykah Badu konserinden çıkıp koşarak Mohawk'taki The Suicide of Western Culture'ı görmeye gittim. Festivale gitmeden önce grubun plak şirketi ve menajeri beni ısrarla bu performansa davet ettiler. Bir anlamda kendimi zorunlu hissettim gitmek için ama elbette internetten müziklerini dinleyip beğenmiştim. Canlı dinleyince de performansı kaçırmadığıma sevindim. Mohawk'a girdiğimde içerde fazla insan yoktu. Ben daha önceden biliyordum ama kapıya da yönetmen Terrence Malick'in gelecekteki bir projesinde kullanmak üzere konseri çekeceği yazılmıştı.

İspanya'nın en başarılı elektonik ikilisi olarak adını duyuran grubun, tamamen karanlık bir salonda arkadaki video ekranında yer alan görseller eşliğinde çaldığı karanlık müzik ruhuma çok iyi geldi. Bundan sonra takipçileriyim. İlk videoda beliren "Love Your Friends, Hate the Politicians" yazısı belki de SXSW'da bu sene tanık olduğum en politik anlardan birisiydi.





'PATRON' MÜZİK DERSİ VERDİ


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 18 Mart 2012

AUSTIN - 6 gün boyunca 90’dan fazla mekanda 2000’i aşkın performansın sergilendiği dünyanın en büyük müzik festivallerinden South By Southwest (SXSW), Teksas’ın başkenti Austin’de gerçekleştirildi. Bu yıl 22. kez yapılan etkinliğin 1987’de 700 katılımcısı varken, bugün bu sayı 16 bin dolayında. Ayrıca sinema ve interaktif bölümleriyle birlikte düşünülürse, 9 güne yayılan çok kapsamlı bir etkinlik SXSW.

Festivalin en önemli özelliği, keşfedilip adını duyurmaya çalışan yeni isimlere fırsat sunması. Bir sonraki yıl çıkış yapacak gruplar, müzisyenler bu festivalde dikkatleri çekiyor. O nedenle müzik dünyasının gözü, bu festivalden yansıyan haberlere odaklanıyor.



Bu yıl festival programı açıklandığında en çok ilgi çeken müzisyenlerden birisi, BBC Sound of 2012’yi kazanan Uganda asıllı Michael Kiwanuka’ydı. Kusursuz sesiyle İngiliz soul müziğinin yükselen yıldızının Austin Kongre Merkezi’nde sadece akustik gitarını çalarak verdiği 40 dakikalık konser, büyük ilgi gördü. Michael Kiwanuka’nın Otis Redding’i anımsatan tarzıyla gelecek yıllarda müzik gündeminde çok yer alacağı kuşkusuz.



En yoğun ilgi gören konserlerinden bir diğeri ise, yedi yıldır yeni albüm çıkarmayan Amerikalı müzisyen Fiona Apple’ınki oldu. Ozan şarkıcı geleneğinin güçlü temsilcilerinden Apple, haziran ayında yayınlayacağı dördüncü stüdyo albümünün öncesinde ilk canlı performansını Austin’de verdi.

Aşırı talepten dolayı uzun süre sırada bekledikten sonra şanslı olanların içeri girebildiği açıkhava bir mekanda gerçekleşti konser. Eski ve yeni şarkılarını seslendiren Apple, “Kalabalık önünde çaldığımı kendime hatırlatmam gerek” diyerek aslında sahnede pek de rahat olmadığını duyumsatsa da, özgürce dans etti, piyano çaldı. Müziği açıkhava bir kulüp için belki fazla sofistike ama o akşam onu dinlemeye gelenlerin şarkılarla olan güçlü bağı, kanımca bu sorunu yok etti.

FESTİVAL AÇILIŞ KONUŞMASI SPRINGSTEEN’DEN

SXSW’nun bu yılki odak noktası, açılış konuşmasını üstlenen Patron’un (The Boss) yani Bruce Springsteen’in üzerindeydi. “Wrecking Ball” adlı yeni albümü bu ay yayımlanan müsizyenin çarşamba günü yaptığı 50 dakikalık konuşma, adeta müzik tarihi üzerine bir ders niteliği taşıyordu.

İlk gençlik döneminden bu yana kendisini etkileyen müzisyenleri tek tek sayıp, onların ne anlama geldiğini anlattı Springsteen. Onun için her şeyin 20. yüzyılın ilk modern erkeği diye nitelediği Elvis Presley’i televizyonda şarkı söylerken gördüğü an başladığını söyledi. O tarihten beri Elvis’e özenip ayna karşısında dans ettiğini söyleyince salondan kopan kahkayaya karşılık, “Siz yapmıyor musunuz?” diye sordu.

50’lerin sonu, 60’ların başındaki doo-wop tarzını gelmiş geçmiş en duyarlı müzik diye niteledi. Roy Orbison’ın romantik karanlığını, Phil Spector’ın The Wall of Sound tekniğinin üzerinde bıraktığı etkiye değindikten sonra, The Beatles’ın müziğini yapan 4 genci kendine yakın hissettiğini, arkasından The Animals ile tanıştığını anlattı.

O sırada gitarını alıp “We Gotta Get Out of This Place”i seslendirdi. Konuşmadaki en komik anlardan birisi, Springsteen’in The Animals’ın şarkılarının yanı sıra, grup üyelerinin hiçbirisinin yakışıklı olmamasının da ona ayrı bir umut verdiğini itiraf etmesi oldu. Gençliğinde kendisini beğenmediği için, onları görünce “Yakışıklı olmasam bile ben de müziğimle başarılı olabilirim!” diye düşünmüş.

The Sex Pistols’ın şoke edici değil, dehşet verici olduğunu; müzikleriyle insana cesaret aşıladıklarını söyledi ama ilk gençlik döneminden çıkıp yetişkin olduğunda soul, country ve blues’a yöneldiğini anlattı. Curtis Mayfield’in adını yurttaşlık hakları hareketinin müziğini yapanlar arasında andı. The Rolling Stones’u da çok sevdiğini ama gelmiş geçmiş en iyi sahne performansının bugün bile hak ettiği değerin tam verilmediğini söylediği James Brown’a ait olduğunu söyledi.

Springsteen konuşmasında Bob Dylan ve Hank Williams’a ayrı bir yer ayırmıştı. Bob Dylan için, “60’ların gençliğinin sesiydi, kalbimizi anlamamızı sağladı. Ona teşekkür ediyorum” dedi.

Kimlik arayışı sürecinde Woody Guthrie’nin özgürlük felsefesinden çok etkilenmiş Patron. Gitarını alıp Amerika’nın en ünlü folk şarkılarından “This Land Is Your Land”i çaldığında binlerce dinleyicinin olduğu salonda çok sayıda kişinin gözlerini doldurdu.

Konuşmasını gençlere verdiği şu öğütlerle tamamladı Patron: Kendinizi çok önemsemeyin ama ölüm kadar da ciddiye alın. Kendinize güven duyun. Fakat şüpheci olun ki bu sizi alarmda tutsun.

Rock müziğin efsane isimlerinden birisini ayakta alkışlarken, esprilerle, bilgiyle, anılarla donatılmış mükemmel bir konuşma dinlemenin mutluğunu yaşadık.
http://cumhuriyet.com.tr/?hn=323332

(Bruce Springsteen fotoğrafları dışındaki diğer görseller bana aittir.)

-

17 Mart 2012 Cumartesi

Deafheaven @ SXSW


The Bar Bar adlı mekandaki ses sistemi iyi olmamasına karşın, grup mükemmel çaldı. SXSW'da bu yıl şu ana kadar gördüğüm en iyi performanstı. Festivale gelmeden önce de en çok görmeyi istediğim gruptu Deafheaven. Black metal, post-rock ve shogaze karışımı böyle tutkulu bir müzik insanı elbette etkiliyor ama canlı performansın bu kadar güçlü olabileceğine tanık olmak ayrı bir heyecandı. Ne yazık ki güün sonunda kameramın pili tükendiği için videoyu cep telefonumla çekmek zorunda kaldım. Bu video dün gece orada yaşanan sarsıcı atmosferi hakkıyla yansıtmıyor ama bir fikir verebilir.



(Although the sound system at the venue was not good, they were fantastic. To me, it was the best performance so far at this year's SXSW.)

16 Mart 2012 Cuma

Cloud Nothings @ SXSW




Video : Gossip @ SXSW 2012


15 Mart 2012 Perşembe

Michael Kiwanuka @ SXSW 2012


Fiona Apple @ SXSW 2012


11 Mart 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 108: Demdike Stare - Elemental (Modern Love)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 11 Mart 2012

Albümler hakkında eleştiri yazmak en sevdiğim işlerden birisi. Şarkıları dinliyor ve size hissettirdiklerini, geçmişten gelen bilgi birikiminizle yorumlayıp okuyucuya en güzel şekilde aktarmaya çalışıyorsunuz. Bunu yapmak popüler grupların/müzisyenlerin albümlerini yorumlarken daha kolay. Çünkü o zaman zaten çoğunluğun bildiği müziklerden söz ediyorsunuz. Ama tam tersi bir durumda yani kült bir dinleyici kitlesi olsa da, az sayıda insanın albümlerine sahip olduğu, radyoların pek çalmadığı isimlerin müziğini anlatmak daha zor. Çünkü bilinmeyeni anlatırken, haksızlık yapmamak adına daha dikkatli olma gereği var.

Demdike Stare’in yeni albümü “Elemental”i yazmak üzere bilgisayarımın karşısına geçtiğimde aklımdan bu düşünceler geçti. Albümü günlerce dinlesem de duyduklarımı okuyucuya net olarak anlatmakta zorlandığımı fark ettim. Sık olan bir durum değil bu. Bu nedenle de, ender yaşanan her şey gibi ayrıca üzerinde durulması gerekiyor.

2009’da ilk albümü “Symbiosis”i yayımlayan Manchesterlı ikili, Miles Whittaker ve Sean Canty adlı müzisyenlerden kurulu. Daha önce dub techno ikilisi Pendle Coven’da yer alan Whittaker, ayrıca MLZ ve Daughter of the Industrial Revolution adlı isimler altında müzik yapan, prodüksiyon yeteneği güçlü birisi.

Sean Canty ise, Ortadoğu film müzikleri ve İskandinav drone tarzına meraklı bir plak arşivcisi. İkisi Demdike Stare adı altında bir araya gelince, minimal techno ve deneysel müziğin en ücra köşelerinde dolaşan, garip endüstriyel seslerle dolu, ürperti verici müzikler yayınlamaya başladılar.

Aslında İngiliz tarihinin en ünlü davalarından birinde yargılanan Pendle büyücülerinden ismini alan bir grup için çok uygun bir müzik yapıyorlar. Demdike, 1622’de yargılanan büyücü elebaşı Elizabeth Southern’ın takma adı. Demdike Stare’in karanlık ve soğuk müziği tam da bu konseptin ruhunu yansıtıyor. Öncelikle şunu söyleyeyim; kolay dinlenebilir, ritim tutulabilir ya da rahatlatıcı bir müzik arayanlar, bu ikiliden uzak dursa daha iyi. Çünkü işlenmiş, manipüle edilmiş elektronik cızırtılar ve rahatsız edici seslerle dolu albümleri. Büyük çoğunluğu enstrümantal olan kayıtlarda insan sesi sadece sample olarak kullanılıyor ve çoğu zaman ne dedikleri de anlaşılmıyor.

Demdike Stare’in “Elemental” adlı çalışması da, aynı rotanın en yeni durağını işaret ediyor. İkilinin 4 ayrı plak olarak yayımladığı “Elemental” serisi, “Chrysanthe”, “Violetta”, “Rose” ve “Iris”, bu defa 2 CD’lik bir albümde bir araya getirildi. Ancak CD’lerde plaktakilerden farklı versiyonlar ve daha önce yayımlanmamış uzun kayıtlar da var. Yaklaşık 2 saati bulan toplam 18 parçanın 8 tanesi tamamen yeni kayıt.

Özellikle dark ambient, drone türlerine ilgi duyanlara önereceğim bir albüm “Elemental”. Alışılmadık çok katmanlı seslerin kurgulanışı, yaratılan atmosferin müziğin dinleyiciyi bulunduğu ortamdan alıp bambaşka bir ortama taşıması benim için çok heyecan verici. Çoğunlukla dinleyeni taşıdığı ortamlar, karanlık bir orman ya da bir kere girilince içinden çıkılması olanaklı olmayan ürkütücü mağaralar. “Neden öyle bir yere gitmeyi isteyeyim?” diyebilirsiniz ama bence asıl ilginç olan da o bilinmeyene yolculuk.

Müzik, bize hep yaşadığımız duyguları değil, bilmediğimiz duyguları da tattırmalı. Bunu da ancak müziğin büyücüleri yapar. Demdike Stare, bu işin hakkını gerçekten veriyor. "Elemental", türünün iyi örneklerinden birisi.

4 Mart 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 107: Xiu Xiu - Always (Bella Union)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 4 Mart 2012

Dramatik. Öfkeli. Politik. Radikal. Özgür. Sınırsız. Deneysel. Sarsıcı. Doğrudan. Farklı. Kaotik.

Xiu Xiu’yu anlatmak için hangi sıfatları kullanabilirim diye düşünürken, bir çırpıda üst satırdakiler geldi aklıma. Bir çırpıda desem de aslında 10 yıldır yaptıkları müziğin yarattığı bir izlenim bu. Bu yıla kadar sekiz ayrı müzisyen girip çıktı gruba ama kurucusu Jamie Stewart başından beri sırtlayıp taşıyor bütün ağırlığı. Yeni çıkan “Always” adlı albümü ise Angelo Seo ile kotarmışlar.

Synth-pop, techno, post punk ve klasik müziği karanlık vokallerle buluşturan, perküsyon ağırlıklı provokatif bir art-pop yapıyor grup. Daha önce çıkan sekiz albümde de müziğe deneysel bir bakış açısıyla yaklaşıp risk almaktan hiç çekinmediler.

Ama Xiu Xiu’nun beni en çok etkileyen yönü, Stewart’ın söyleyeceklerini hiçbir süzgeçten geçirmeden, aynen hissettiği gibi dürüstçe ifade etmesi. Hiçbir zaman çoğunluğa hoş görünme amacını taşımadı, daima kalbindeki acıyı, dünyada olup bitenlere ve sömürücü sisteme karşı tiksintisini, babasının intiharından duyduğu dehşeti, bir biseksüel olarak Amerika’daki aşırı sağcı muhafazakarlara kızgınlığını bağıra çağıra ilan etti. Dokuzuncu albüm “Always”, bu yolu izleyen en çarpıcı ve en güzel çalışma.

Bangır bangır perküsyon ve synth eşliğinde “If you’re wasting your life, say hi / If you’re alone tonight, say hi, If you wish you should die, say hi” sözleriyle başlıyor “Always” ve daha ilk dakikadan yalnızlara, kaybedenlere, hayatın sillesini yemişlere sesleniyor. Bir isyanın yıkıcı derecede dürüst bir dışavurumu bu albüm; kimi zaman rahatsız edici olabilecek kadar kaotik ve zorlayıcı ama bütün bunlar albümün kışkırtıcı ruhuna çok uygun.

Sözlere özelikle dikkat edilmesi gereken şarkılar var “Always”de. İşlerin giderek kötüleştiği bir dünyada yataktan kalkma umudunun yok oluşunu dile getiren “Honey Suckle”, çığlık çığlığa bir histeri içinde Amerika’daki kürtaj tartışmasına değinen “I Luv Abortion”, eşcinsellere yönelik saldırıları protesto eden “Smear the Queen”, Amerikalı askerler tarafından öldürülen Afgan çocuğun öyküsünü anlatan “Gul Mudin”, dinlerken insanın kalbinde hiç sönmeyecek yangınlar çıkarıyor.

Jamie Stewart, Çin’de sömürülen fabrika kızlarının dramından ilham alan “Factory Girl”ü duyduğum en etkileyici vokal performanslarından birisiyle yorumlamış. Albümdeki diğer şarkılara göre daha yavaş ritimli ve daha sakin ama etkisi çok büyük. Belki de ben Stewart’ın sesinin perküsyon ile boğulmadığı şarkıları daha fazla seviyorum. Piyano eşliğinde söylediği “The Oldness”ın hüznü ise bağımlılık yaratacak kadar güzel.

Albümün kapanışındaki “Black Drum Machine”, “Your brother was the first boy inside of you / Your father was the first man inside of you” sözleriyle yaşanan acıları ve kayıpları, yaylıların titrek sesleriyle birlikte adeta haykırıyor. Her şeyi affeden Kathy adlı birisinden defalarca özür diliyor Stewart ve yıkıcı bir şekilde sona eriyor albüm.

Xiu Xiu’nun müziğinin pikniğe giderken ya da evde rahatlamak için dinlenmeyeceği kesin ama “Always”i CD çalara ya da pikaba koyduğunuz andan itibaren başkalarının acısını yüreğinizin derinliklerinde hissetmeye hazır olun. Dinleyeni önce duvara çarpıp yere fırlatan, tutup sallayarak yüzüne okkalı bir tokat atan albümlerden biri daha müzik arşivimize katıldı.

Trajedilerin müzisyenleri beslediği bilinen bir gerçek. “Always” de bu gerçeğin en yeni kanıtı. Ancak duyguları böylesine dürüstçe ve sansürsüz müziğe yansıtabilmek, her müzisyenin başarabileceği bir iş değil. Şimdi en büyük heyecanım bu şarkıları canlı dinlemek. Unutulmaz bir deneyim olabilir.



Translate