29 Ağustos 2012 Çarşamba

“BU, BÜYÜK BİR AŞK HİKAYESİ”


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 30 Ağustos 2012

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=362460

80’li yılların başında kurulan en özgün müzik gruplarından Dead Can Dance (DCD), 16 yıllık bir aradan sonra 19 Eylül’de bir kez daha İstanbul’a merhaba diyecek. Brendan Perry ve Lisa Gerrard gibi muhteşem sese sahip iki büyük yeteneğin kurduğu grup, çağdaş müzik formlarını Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’nın etnik tınılarıyla birleştirerek kendine özgü müziğiyle dünyada geniş bir hayran kitlesi kazandı. 1998’de dağıldıktan sonra 2005’te bir dünya turnesi için bir araya geldiler. Geçen yıl sürpriz bir şekilde duyurdukları yeni albüm “Anastasis”in yayınlanmasından sonra turne haberi de geldi. Şu anda Amerika turnesini sürdüren gruptan Lisa Gerrard, sorularımı yanıtladı.

Brendan Perry ile yollarınız ayrıldıktan sonra her ikiniz de kendi solo projelerinize ve farklı işbirliklerine yöneldiniz. Tekrar yeniden DCD çatısı altında toplanmanızı ne sağladı, ilk adımı kim attı?

Brendan ve ben ilk gençlik dönemimizde tanıştık ve müziğe karşı her zaman aynı hisleri taşıdık. Geçmişte yaşadıklarımızı ve yıllardır paylaştığımız deneyimleri düşününce yollarımızın yeniden kesişmesi bizim için çok şaşırtıcı değildi. Brendan benimle 2009’da Avustralya’da meydana gelen orman yangınları sırasında temas etti. O bölgenin annemle birlikte yaşadığım yer olduğunu biliyordu.

Geleceğe yönelik bir değerlendirmede bulunursanız, hem DCD ile çalışmaya devam edip hem de solo albümler mi yapacaksınız?

Daima dışardan başka işler de olur. Brendan ile yolculuğumun bitmesine daha çok var. Her şeyin nasıl gelişip sonuç vereceğine bağlı ama ben böyle hissediyorum.

“Anastasis”, DCD’nin çok boyutlu yönlerini ortaya koyan bütünlüklü bir belge gibi. Eski Ortadoğu ve Kelt kültürlerinin müziğiniz üzerinde büyük etkisinin olduğu açık. Ama ben bunların dışında bu albümde özel olarak sizin estetik duygunuzu besleyen diğer etkenleri ya da akımları merak ediyorum.

Bizans kültürü ve İrlanda’nın korsan kraliçesi Grace O’Malley, çıktığımız yolda ilerlemek açısından esinlendirici bir rol oynadı ama Brendan’ın sözlerinde öykü anlatımının getirdiği derin bağlantılar var.

(ZK- Grace O’Malley’i tanımıyordum. Biraz araştırınca internette şu bilgiyi buldum: Tahmini olarak 1530’lu yıllarda İrlanda’da Gal aristokrasisi içinde doğan O’Malley’yi İngilizler tehlikeli bir isyancı, yandaşları ise korkusuz ve kurnaz bir lider olarak tanımlar. Babası Owen O’Malley, klanın şefi ve filoların kaptanıdır. Denizi çok seven Grace, kızların denizci olamayacağı düşünüldüğü için saçlarını keser, erkek kıyafetleri giyer. Aile tarafından “kel” lakabı takılan Grace’e babasıyla denize açılması için izin verilir. Babasının yanında iyi bir denizci olan Grace, 16 yaşında politik bir kararla O’Flaherty klanının varisiyle evlendirilir. İrlanda’nın batı kıyısı dışındaki suları kontrol altına alırlar. Grace O’Malley, kocası Cork Kalesi’ni savunurken ölünce, kaleyi basarak geri alır. Denizlere geri dönen Grace, batı kıyısında güvenli geçiş için haraç almaya başlar, vermeyen gemileri  talan eder. 1586’da yakalanan ve idama mahkum edilen korsanların kraliçesi Grace, Kraliçe I. Elizabeth’e dilekçe yazar. Bir araya gelen iki “kraliçe”nin arasında geçen konuşma bilinmiyor ama Kraliçe I. Elizabeth, Grace ve ailesinin affedilmesi için emir çıkarır. Grace O’Malley’in 70’li yaşlarında bir gemi filosunu yönettiği biliniyor ve 1603’te Rockfleet Kalesi’nde öldüğüne inanılıyor.)

"SEVGİYİ KUTLAYAN BİR ZEYTİN DALI"

Ekonomik, siyasi ve manevi bir çöküşün tüm dünyaya hakim olduğu bugünlerde, Anastasis’in insanlara vermek istediği mesajı sizden duyabilir miyim?

Yüreğimizde yeşeren sevgiyi kutlayan ortak bağa dair bir zeytin dalı...

Farklı katmanları buluşturan bir müzik yapıyorsunuz ve onu yorumlarken tarifsiz bir içtenlik sergiliyorsunuz. Yöntemlerinizi merak ettiğim için, sorumu iki sözden yardım alarak genişleteceğim. Bob Dylan bir keresinde, “Müzisyen olmak, bulunduğunuz yerin derinliklerine inmektir. Çoğu müzisyen o derinliği yakalamak için her şeyi yapar; çünkü müziği icra etmek, bir kanvas üzerine hesaplayarak resim yapmanın tersine anlıktır” demişti. Brendan Perry’nin ise bir röportajında, “İstediği tonu yakalamak için çok sayıda renk kullanan bir ressam gibi biz de birçok enstrüman kullanıyoruz; müziğimize enstrüman tercihlerimizle renk veriyoruz” dediğini okumuştum. Bu durumda müziğinizi, bir ressamın katman katman ortaya çıkardığı bir resim gibi yaptığınızı söyleyebilir miyiz? Müziği icra etme konusunda ise Dylan’a katılır mısınız?

İkisine de katılırım. Brendan’ınki müzik yapmak için benimseyeceğiniz duygusal ve kurgusal yapıya nasıl başlanacağına dair bir referans. Bob Dylan ise, duyguları açıklamanın içtenliğine işaret ediyor. Her ikisinin de devam eden süreçte yeri var.

Ressam Georgia O’Keeffe, şarkı söylemeyi duyguları anlatmanın en mükemmel yolu olarak nitelemişti. Tersine çevirerek sorarsam, Anastasis’in kaydı bittiğinde, yüreğinizdeki his, hayalindeki resmi henüz yapıp bitirmiş bir ressamınki gibi olabilir mi?

Benim bakış açıma göre, müziğin kayıt aşaması, müziğin hayata gelmeye başladığı evre. Organik bir şekilde sürekli devam eden gelişim süreci bu. Bana göre yapılan iş, başlangıçtan şu ana kadar geçen kısmıyla, zaman ilerledikçe ortaya çıkıp beliren uzun bir seyrin arka arkaya çözülen katmanları olduğundan, bir albümü ya da belirli bir zaman dilimini ayırmak olanaklı değil.



“Amnesia” adlı şarkıyı ilk dinlediğimde öyle derinden etkilendim ki o gece uyuyamadım, saatlerce aynı şarkıyı dinleyip onun hissettirdikleri hakkında yazı yazdım. Bana kim olduğumu, nereden gelip nereye gitmekte olduğumu düşündürten müthiş bir iç yolculuk yaşattı. O şarkı nasıl ortaya çıktı bana anlatır mısınız?

Brendan, onu bas soundu üzerinden bir ritimle başlattı. Şarkı sözleri mesajını ortaya koyuyor zaten. Bana göre orada barış, tarih içinde zamanın akışıyla farkına varılan hafıza kaybından ve içinde bulunduğumuz anda dahi daha yüce bir aşamaya varmak için taşıdığımız potansiyeli görmezden gelişimizden söz ediyor. Açık ki, kırılgan, çok hoş bir insansınız. Sabah erken saatlerde dinlemenizi, uyku düzeninizi bozmamanızı öneririm.

Eski şarkılarınızı seslendirirken sözler, sizi yeniden geçmiş dönemlere mi götürüyor, yoksa zamanın geçişiyle yeni anlamlar mı yükleniyor?

Onları söylerken dudakların aldığı şekiller tanıdık ama kalpten boğaza giden yol bir evrim geçiriyor. Özlerinde olan ve kendi kendine uyanışa geçecek özellikler taşıyorlar fakat derinlikleri ve izleyecekleri yön, içinde bulunduğunuz andaki ruh haline göre değişebilir.

DCD’nin eski yıllarına kıyasla müzik yaparken bugün izlediğiniz yöntemlerde değişiklik oldu mu? Sadece yaratım sürecini açmak için soruyorum: Şarkılar adeta size başka bir yerden, bilinçaltından gelen bir ilhamla ulaşıyor gibi mi hissediyorsunuz yoksa entelektüel bir çabayla mı ortaya çıkıyor?

Şarkı yazma süreci fazla değişmedi; çünkü bu konuda teknik çok değişmedi. Ama kayıt ve miks açısından yenilikler var. Bu süreçte her zaman entelektüel materyalle ilgiliyiz. Müzik ve şiirdeki kültürel referanslara sıklıkla başvuruyoruz. Bu kez de albümde Akdeniz ritimleri ve mitolojiyle güçlü bağlar var.

İNSANLARI HİSSİZLEŞTİREN DÖNEM

Sizi müzik yapmaya yönelten en temel motivasyon kaynağı ne?

Bu konuda hem Brendan hem de kendi adıma içtenlikle yanıt verebilirim. Bizi harekete geçiren şey başkalarını etkilemek, ruhları canlı tutmak. İnsanları tamamen hissizleştiren bir dönemde yaşıyoruz ve birbirimizi teşvik etmek için elimizden geleni yapmak zorundayız.

DCD’in müziği yıllar geçse de hep canlı, konserleriniz her zaman çok tutkulu. Sizinki gibi bir kariyere sahip olan bir sanatçı, onca başarıdan sonra içindeki heyecanı ilk günkü gibi nasıl güçlü tutuyor?

Yaptığımız işler o enerjiyi canlı tutuyor. Müzik üretmeye devam etmesek kesinlikle tükenirdik. Eğer sanatçı bir ruha sahipseniz, yaşam gıdanız yaratıcılığı kucaklamak. Biz yıllardır sahip olduğumuz dinleyiciler açısından çok şanslıydık. Bu harika bir yolculuk ve büyük bir aşk hikayesi.

Müzik endüstrisine bugün yeni adım atıyor olsaydınız, nasıl bir yol izlerdiniz? Siz yıllar önce bağımsız şirketlerle çalışıp müziğinizi kendi yöntemlerinizle duyurdunuz. Bugün büyük çıkış yapan çoğu isim müzik dünyasındaki güçlü figürlerin desteğini arkasına alıyor. Müziğin geleceği hakkındaki düşünceleriniz nasıl?

Evet, bu bir endüstri değil mi? Ne üzücü bir durum... Müziğin yok olmayacağından emin olabiliriz. Yeni çalışma yöntemleri beni endişelendiriyor; çünkü giderek zorlaştı. Ama neyse ki kızım onlar hakkında bilgi sahibi. Aslında ben gelecekte ne olacağını gerçekten bilmiyorum. Sorunun yanıtına en içten yanıtım bu.

Uzun bir zaman sonra İstanbul’da yeniden konser vereceksiniz. O dönemde olduğu gibi şimdi de çok sayıda hayranınız heyecan içinde. Bunca yıl sonra aynı kente gelmek sizde nasıl bir his uyandırıyor?

Çok heyecanlıyım. O büyük taksilere binip, mümkün olduğunca oradaki müzikleri yaşamaya çalışacağım. İstanbul’da kocaman yürekli insanlarla çok güzel zaman geçirmiştik. Şimdilik hoşça kalın. Yakında görüşürüz!

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Hem Tatlı Hem Sert


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 27 Ağustos 2012

Aslında yazının başlığını “Bittersweet Memories” adlı şarkısından esinlenerek “Acı Tatlı Feist” koyabilirdim; böylece Kanadalı ozan şarkıcı Leslie Feist’ın hem insanın içini titreten folk baladlarına hem de yaz meltemini andıran daha hafif pop şarkılarına atıf yapabilirdim. Ama benim vurgu yapmak istediğim esas nokta, onun canlı performans sırasındaki farklı karakterleri.

Küçükçiftlik Park’ta İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın organizasyonuyla gerçekleşen konser, bu yazın en merakla beklenen müzik etkinliklerinden biriydi. Feist, çok ustalıkla kullandığı pürüzsüz sesi ve yaşanmışlıkları yansıtan incelikli şarkı sözleri nedeniyle yıllar önce benim de ilgi alanıma girdi. Müzik yaparken ortaya koyduğu içtenliği sezebildiğim sanatçılar arasında o da.

Bu hislerim, konserden önceki akşam Boğaz’da grup üyeleri için düzenlenen tekne gezisinde daha da pekişti. Çok sıcakkanlı, konuşkan, sempatik ve egolardan arınmış bir müzisyen Leslie. Konser sırasında gitarını usulca çalıp, görsel karşılığı duru bir göl manzarası olabilecek saflıktaki sesiyle şarkılarını söylerken yine o Leslie sahnedeydi.

Ancak bir an geliyor, o gülümseyen, yumuşak bakışlı kadın gidiyor, gitar tellerine daha sert vuran, 15 yaşında punk grubundaki isyankar Leslie Feist geliyor sahneye. Bir bakıyorsunuz, o sakin Leslie, bu yıl “A Commotion” adlı şarkısına metal grubu Mastodon’un yaptığı cover için çekilen videodaki ortalığı dağıtan Leslie olmuş. Bu anlar konserde çok değildi ama benim en favori anlarım da onlar oldu. Özellikle multienstrümantalist Charles Spearin’in yanına gidip, gitarıyla onunla düet yaptığı dakikalar konserin en güzel yanıydı.

Bu arada Spearin’i özel olarak anmadan geçmemek lazım. Broken Social Scene’den tanıdığımız bu çok yetenekli müzisyen, “Free Pussy Riot” yazan afişin yapıştırıldığı perküsyon setinin ardında mucizeler yarattı; keman yayıyla çaldığı perküsyonun yanı sıra, trompet, gitar, marakas, mızıka ve klavyeye de dokundu elleri.

Leslie Feist, tekne gezisinde tanık olduğum canayakın tavrını gece boyunca sahnede de sürdürdü; sık sık Türkçe kelimeler söyleyip seyirciyle sıcak bir diyalog kurdu. Kalabalık arasından Kanadalı olduğunu söyleyen birini bulup sahneye davet etti. Ama sanırım konserde en çok eğlenenler, geri vokal yapan Mountain Man adlı indie folk grubundaki üç kadın müzisyendi. Feist’a hem sound olarak hem de çılgın danslarıyla konser atmosferini renklendirmek açısından büyük katkıları oldu.

1 saat 45 dakika süren konserde, 10 tanesi son albüm “Metals”dan, 6 tanesi 2007 albümü “The Reminder”dan ve 3 tanesi de 2004 albümü “Let It Die” dan olmak üzere toplam 19 şarkı dinledik. “Let It Die”ı çalmadan önce romantik ruhlu olanlara dans etmeleri için seslenip, daha önce sahneye çıkan dinleyiciyi Amerikalı kız arkadaşıyla birlikte tekrar çağırdı. Onların arkasından dört çift daha sahneye çıktı. Koklaşmalar, öpüşmeler arasında aşırı dozda romantizm yayıldı havaya ama aslında ne ironidir ki şarkı, kırık bir kalbin en üzücü yanından, biten bir ilişkiden söz ediyordu.

Leslie, “My Moon My Man”i söylediği saatlerde aya ilk çıkan astronot Neil Armstrong’un öldüğünü bilse belki şarkıyı ona adardı; fakat ne o ne de dinleyiciler haberdardı olan bitenden. Çok çarpıcı bir performans değildi belki ama bir süreliğine de olsa dış dünyaya kapıları kapadığımız konserlerdendi.

Konserde çalınan şarkılar : Undiscovered First - How Come You Never Go There - Mushaboom - The Circle Married the Line - So Sorry - Anti-Pioneer - My Moon My Man - The Limit to Your Love - A Commotion - I Feel It All - Graveyard - Comfort Me - Caughr a Long Wind - The Bad in Each Other - Get It Wrong, Get It Right / When I Was a Young Girl - Sealion - Let It Die - Intiution

-

26 Ağustos 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 129: Jens Lekman - I Know What Love Isn’t (Secretly Canadian)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 26 Ağustos 2012

Huzurlu melodiler, çocuksu bir saflık ve basit sözcüklerle kurgulanmış sakin pop şarkıları seviyorsanız Jens Lekman’a kulak vermenizi öneririm. Özellikle Belle and Sebastian ve Kings of Convenience sevenler, Lekman’ın melankoliyi duru bir romantizmle yansıtan şarkılarında güvenli bir liman bulacaktır. Lekman'ın müziğini tanımlamak için genellikle barok pop, chamber pop gibi ifadeler kullanılıyor ama ben onu belli bir türe sokmak niyetinde değilim; sadece akustik ile elektroniği bir arada kullanan, gitar pop’unu elektronik davullar, sample’lar ve ince ince duyulan yaylılarla birlikte ördüğü, kimi zaman disko ritimlerini de işin içine kattığı bir sentezden söz edeceğim. Lekman’ın müzik yapmak için belli bir formüle göre değil, o anda şarkı ne gerektiriyorsa, kendisini onun rehberliğine bıraktığını hissediyorum. Belki de dinlerken hissedilen akıcılığın nedeni de o.

31 yaşındaki İsveçli müzisyen, daha 14 yaşında “Guantanamera”nın bas riff’ini kendi kendine öğrenmiş. 15’inde etrafındaki çeşitli konuşmaları bir ses kayıt cihazı ile kaydetmeye başlamış ve onları konsepte uygun öyküleri anlatan şarkılar içinde kullanıp bir CD haline getirmiş. Sadece 100 kopyası basılan “I Killed a Party Again”in ortaya çıkış hikayesi böyle.

Lekman, 20 kopya olarak yayınladığı “The Insect” adlı EP’den bu yana çok sayıda single, derleme, çeşitli işbirlikleri ve EP çalışması yaptı. 2003’te bağımsız plak şirketi Secretly Canadian’dan çıkan “Maple Leaves” adlı EP’den sonra yolu daha çok açıldı ve bugüne kadar aynı şirketten üç albüm yayınladı.

Jens Lekman’ın şarkı sözleri ve yorumu, sık sık The Magnetic Fields’den Stephen Merritt’e benzetilir. Bir röportajında, “Kendi albümlerimi yayınlamaya başladığımda sadece tek bir The Magnetic Fields albümüne sahiptim. Herkes birden bu benzetmeyi yapmaya başladı. Şimdi oturup diğer albümlerini dinleyemiyorum bile. Garip geliyor” diyerek, Merritt’in üzerinde büyük bir etki yapmış olduğu iddiasını bir anlamda reddediyor.

Belki de hiç akla gelmeyecek birinin, Mariah Carey’in şarkılarından hoşlandığını itiraf ediyor. "Fantasy“”en sevdiği şarkıymış. Basit, doğrudan ve dinlerken insanı adeta bir hayal aleminin içine sokan aşk şarkılarını seviyor belli ki. Yeni çıkan üçüncü albümü “I Know What Love Isn’t” da bu özellikleri taşıyan şarkılarla dolu. Tabii bunu söylerken Lekman’ın müziğini Mariah Carey’le aynı potaya koymuş gibi algılanmak istemem. Carey’in sıradan sözlerle dolu pop baladlarının yanında Lekman’ın şarkıları çok daha sofistike. O da derdini metafor kullanıp derinlikli ifadelerle ortaya koymayı sevmiyor ama müziğin verdiği his çok daha içten ve saf. Bazen albümün son şarkısı “Every Little Hair Knows Your Name”de olduğu gibi sadece bir akustik gitara ya da piyanoya eşlik edebiliyor.



Albümlerinde parlatılmış bir prodüksiyon yok, sözleri ortaya çıkaran da doğrudan kendi hayat deneyimleri. Artık kendisiyle birlikte olmak istemeyen sevgilinin açtığı derin yaraları flüt ve yaylıların katkısıyla aktaran “She Just Don’t Want to Be With You Antymore”, albümün en dokunaklı şarkısı.

The World Moves On”da nasıl ayakta kaldığını “Kalp kırıklığından tam olarak kurtulamazsın ama onu ağırbaşlı bir şekilde kabul etmeyi öğrenirsin” diyerek anlatmış Lekman.

Gerçekten de bir aşk acısının üzerinden ancak uzun zaman geçtikten sonra sakinleşip kaydedilebilecek kadar ağırbaşlı bir albüm yapmış Lekman. Garip bir şekilde dinlerken insanda terapi hissi uyandırıyor.



-

19 Ağustos 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 128: Dead Can Dance - Anastasis (PIAS)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 19 Ağustos 2012

Yılın en heyecanla beklediğim albümlerinden biriydi Anastasis. Dead Can Dance grubunun yeni albüm yayınlayacağı geçen yıl duyulduğundan beri nasıl olabileceğini hayal ettim. İngiliz müzisyen Brendan Perry’nin Avustralyalı sanatçı Lisa Gerrard ile başlattığı DCD macerasını, her zaman ilgiyle ve yakından izledim. 1981’de grup kurulmadan önce Melbourne’de The Little Band adı verilen deneysel post-punk akımı sırasında tanışmış ikili. (Lisa Gerrard, Perry ile tanıştığında 17 yaşında olduğunu söylemişti bir röportajında, demek ki Perry de 19'undaymış o sırada.) Brendan Perry, enstrümanları alışılmışın dışında deneysel yöntemlerle çalan ve ticari başarıdan çok, sanatsal açıdan gelişime önem veren birçok ufak grubun bir araya geldiği o atmosferde Lisa Gerrard’ı ilk kez santur çalarken görmüş. Kendisi o sıralarda Scavengers adlı bir punk grubunda bas çaldığı için, Gerrard’ın müziğini ilk zaman oldukça avangart bulduğunu anlatır.

Perry 1981’de grubu kurduktan kısa bir süre sonra, Gerrard da elektronik perküsyon ve geri vokalde katkıda bulunmak üzere ona katılır. 1982’de Londra’ya taşınmalarının nedeni, müziklerini daha geniş kitlelere ulaştırmaktı. Bağımsız plak şirketi 4AD ile anlaşma imzalamalarıyla bu yol önlerinde tamamen açıldı.

Aradan geçen onca yılda DCD’nin müziğini anlatmak hep zor oldu; çünkü müziğe yaklaşımlarının temeli, farklı kültürlerin buluşma noktasından hareketle iç seslerini dinleyip, kendilerine ait özel soundu bulmaktı. O soundun, dünya müziği, neo-klasik, new age, ambient, goth rock, post-punk, dark wave gibi farklı türleri barındırmasındaki ana neden bu. Çevreden gelen etkilere her zaman açık kalarak, onların kendi potalarında özünü çıkarıyorlar ya da onlara yeni bir karakter veriyorlar. Bu aşamada o farklı etkiler üzerinde bir kontrollerinin olmadığını; çünkü her şeyin bilinçaltına yerleşip ortaya döküldüğünü söylüyor Brendan Perry. Dolayısıyla DCD’nin yaptığı müzik, mistik, büyüleyici ve karanlık. İnsanı heyecanlandıran bir his var şarkılarında ama bu neşe ya da coşku değil, dinledikçe insanı bir bilinmeyene doğru çeken, cazibesine karşı koyulamayan bir güç gibi.

Bütün bu özelliklerin yanına Lisa Gerrard’ın benzersiz alto sesini ve Brendan Perry’nin güçlü bariton vokalini ekleyince, DCD’nin müzik sahnesindeki en ilginç kadın/erkek ikilisi olarak yeri iyice belirginleşiyor. 1984’te grupla aynı taşıyan ilk albümden 1996 tarihli Spiritchaser’a kadar 7 stüdyo, 1 konser albümü yayınladı grup. 1998’de hem romantik ilişkilerini hem de müzikteki birlikteliklerini sonlandırarak yollarını ayırdılar. Her güzel şeyin bir gün biteceğini biliriz ama DCD gibi zengin müzik yapan bir grubun dağılması gerçekten üzücüydü. Sonunda Gerrard da Perry de kendi solo çalışmalarına döndüler. Gerrard, Hans Zimmer ile çalıştı, “Gladiator” filminin müziklerini yaparak Altın Küre kazandı ve çeşitli işbirliklerinde yer aldı. Perry, Kuzey İrlanda sınırındaki 1855’te yapılan Quivvy kilisesini alarak muhteşem bir stüdyoya çevirdi. Aynı zamanda içinde yaşadığı bu yapıyı türlü enstrüman ve ekipmanla donatarak solo albümlerini burada kaydetti.

Artık tamamen bittiğini düşündüğümüz DCD’nin 2005 yılında bir turne için bir araya gelmesi, sevindirici bir sürpriz oldu. Bu turne sırasındaki bazı canlı kayıtların yayınlanmasıyla bir süre avunduk ama sevenlerinin içinde hep yeni bir albümün özlemi vardı. Geçen yıl hiç beklemediğimiz bir anda önce albüm ve ardından da dünya turnesi haberi geldi. Bu yıl haziran ayında Anastasis’den ilk şarkı Amnesia internette yayınlandı. 25 Haziran 2012 tarihinde şarkıyı duyduğumda hissettiklerimi bloga yazmıştım. (Blogdaki o yazı bu linkten okunabilir: http://zulalmuzik.blogspot.com/2012/06/kimsenin-ulasamayacag-yere-ulasan.html) Brendan Perry’nin sesini hep çok sevdim ama bu albümde içimde daha derin noktaları sarstı; DCD’nin ilk dönem albümlerini dinleyince sesinin zaman içinde olgunlaştığını söylemek mümkün.



Sekizinci stüdyo albümlerinin adı Anastasis, Yunanca “yeniden diriliş” anlamına geliyor. Küllerinden yeniden doğan Dead Can Dance için kanımca bundan daha anlamlı bir albüm adı seçilemezdi. Grup, Anastasis’te tam anlamıyla ayağa kalkıp dimdik durmuş. DCD’nin daha önceki albümlerini bilenler için çok değişik ya da sıradışı bir albüm değil Anastasis; ama hiçbir açıdan onlardan geride de değil. Toplam 8 şarkının yer aldığı 56 dakika, bana göre Dead Can Dance kariyerinin en başarılı kayıtlarından birisi.

Albüme Yunanistan, Türkiye, Kuzey İrlanda (Kelt), Kuzey Afrika ve Ortadoğu müziklerinden belirgin etkiler yansımış; ilginç olan dünyanın farklı yerlerinden gelen bu seslerin İrlanda’ya ulaşıp Quivvy Stüdyosu’nda aldıkları şekil. Perry ve Gerrard, bugüne kadar yaptıkları müziğe daima deneysel bir bakış açısıyla yaklaştılar; bu albümde de ortaya koydukları müzik işçiliği ve sanatı çok yüksek seviyelerde.

Anastasis boyunca tema olarak yine insana ve hayata dair ilginç tespitler var. Mitoloji ve mistik referansları şiirsel bir akıcılıkla anlatma yeteneği var Brendan Perry’de. Amnesia'da insan gelişiminde hafızanın önemine değinirken, açılışı yapan Children of the Sun'da çağlar boyu verilen savaşlardan sonra insanoğlunun artık evrildiğini, Woodstock kuşağının ideali barış ve sevgi dolu bir dünyanın iktidarlara hizmet edenler tarafından engellenemeceği mesajını veriyor. Orkestra enstrümanlarını, üflemeli ve yaylıları ön plana çıkaran şarkı Perry’nin vokaliyle yer yer görkemli bir marş havasına bürünüyor.

8 şarkıdan 4’ünde Perry, 3’ünde Gerrard ana vokaldeyken, Return of the She-King'de birlikte söylemişler. Kelt gaydalarının sesiyle uzun bir girişten sonra Gerrard’ın başka bir evrenden geldiği hissini uyandıran pürüzsüz sesine arkadan bir koro eşlik ediyor. Üflemelilerin ve perküsyonun devreye girişiyle 5. dakikada şarkı bir dönüşüm geçiriyor ve Perry’nin sesi duyuluyor. Arkasından ikilinin düeti başlayınca sanki dev bütçeli bir tarihi filmin tematik müziğine dönüşüyor şarkı. Şarkın kendi içindeki değişimi ve ikili karakteri, taşıdığı isim gibi Perry- Gerrard ikilisinin geri dönüşünü simgeliyor adeta. Kurgusu, enstrümantasyonu ve vokalleriyle albümün en önemli şarkılarından birisi bu.

Amnesia’dan sonraki favori şarkım Opium'da, “Bazen bütün anıları geride bırakıp ayrılmak istediğimi, kapıdan çıkıp gitmek istediğimi hissediyorum. Kara gece beni çağırıyor ama bütün yollar birbirine benziyor, hiçbir yere varmıyorlar” diyor Perry. Yine albümün etrafında döndüğü noktaya, geçmiş ve gelecek arasında durduğu yere dönüyor. Sözleri depresif olsa da müziğin bana verdiği duygu farklı; sevinçten değil ama sıkışıp kaldığınız bir yerden kanatlanıp uçmak istediğiniz anlarda içinizde doğan o rahatsız ama tutkulu savrulmayı hatırlatıyor. Bu duyguları tek bir benzetme ile anlatabilmek Perry'nin yeteneği; rüzgara tutuklu kuştan söz ettiğinde hissettiklerimi bir anda özetliyor.

Gerrard’ın vokali üstlendiği şarkılar arasında Agape, bana albümde en uzak duran şarkı oldu. Vokalle ilgili bir sorun yok elbette ama melodideki Ortadoğu etkisi bana biraz fazla geldi; ben daha çok Kuzey Afrika kabile ritimlerini içeren şarkıları tercih ediyorum. Kapanıştaki All In Good Time, “Bana sabrın bir erdem olduğunu öğrettin. İşi doğaya bırakıp zamanın geçmesini bekledim. Her şey iyi bir anda oluverdi” diyor Perry. Yıllar geçip yaşlandıkça sabretmeyi ve her şeyin aynı anda olmasını beklememeyi öğrenmeyi tavsiye ediyor herkese. Sonunda istediklerinin olması, yeniden dirilişin olumlu sonuçlandığını anlatıyor muhtemelen.

Dead Can Dance’den yeni albüm gelsin diye 16 yıl bekledik ama buna fazlasıyla değdi. Albüm kapağında gözüken ayçiçekleri, 16 yıldır hüzünle boynunu büküp güneşte susuzluktan kurumuştu belki ama umut bitmemişti; çünkü kökler sağlamdı, bir umut doğdu, yağmur yağdı, kuraklık bitti. DCD yeniden doğdu!

(Not: Albümün tümü Dead Can Dance'in sitesinde stream yoluyla dinlenebiliyor.
http://deadcandance.com/presaleassets/anastasisplayer.html)

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Vitrindeki Albümler 127: Antony and the Johnsons - Cut the World (Secretly Canadian)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 12 Ağustos 2012

Transgender olmanın en harika yanı, doğal bir dine sahip olarak doğmak.” Bu cümleyi doğrudan konserine gelen dinleyicilere söyleyen müzisyen Antony Hegarty. 41 yaşındaki İngiliz müzisyen, hayranlık verici bir hakimiyetle kullanabildiği sesi ve teatral sahne performansıyla, son 12 yılda müzik dünyasının en büyük kazançlarından birisi. Çünkü sadece çok yetenekli bir ozan şarkıcı değil, aynı zamanda olağanüstü duyarlı bir sanatçı.

İçinde yaşadığımız dünyanın pisliklerinden, haksızlıklarından, insanoğlunun yakıp yok eden şiddet eğiliminden, cinsiyet ayrımcılığından rahatsız. Fakat çoğu müzisyen gibi susmuyor o; “aykırı laflar edersem, hayranlarımı uzaklaştırırım” endişesinden tamamen kurtarmış ruhunu, düşüncelelerini olanca içtenliğiyle çekinmeden söylüyor. Bir Katolik olarak yetiştirilse de, bugün “Ben bir cadıyım” diyerek dine yönelik sorgulamaya girişiyor. Görüşlerine katılırsınız ya da katılmazsınız, o ayrı bir konu; ancak gerçek bir sanatçı gibi dimdik durduğu, çoğunluk baskısına teslim olmadığı için saygı duymak gerekir.

Hegarty'nin liderliğindeki Antony and the Johnsons grubu, daha önceki albümlerinde de cinsiyet farkları ve ayrımcılığına odaklanmıştı ama yeni çıkan albüm “Cut the World”e damgasını vuran ana tema bu kez, bireyin kendi öz cinsiyet kimliği, toplumsal cinsiyet rolleri ve ataerkil hükümetlerden anaerkil sistemlere geçiş çevresinde şekilleniyor. Doğayı kendi elleriyle katleden insanlık karşısında bir umut ararken, yeryüzünün kadın olduğunu, yönetim şekillerinin barındırdığı şiddeti azaltmak için feminen karakter kazanması gerektiğini söylüyor Antony. Aynı zamanda tanrısal güçlerin de kadın olması düşüncesine takıntılı olduğunu anlatıyor.

Bütün bu düşüncelerine ait ipuçlarını şarkı sözlerinde de görmek olanaklı ama bu defa bunları doğrudan 7 dakika 36 saniye boyunca konuştuğu “Future Feminism” adlı parça aracılığıyla aktarıyor. Yeni albüm, grubun Eylül 2011’de Kopenhag’da Danimarka Ulusal Oda Orkestrası ile verdiği iki konserin orijinal kayıtlarından oluştuğu için, “Future Feminism” de, Hegarty’nin doğrudan dinleyicilere yönelik yaptığı konuşmadan oluşuyor. Konuşma boyunca yer yer kendisinin de güldüğü esprilere dinleyiciden gelen tepkiyi alkışlar sayesinde anlıyoruz. Danimarka gibi dünyanın en büyük ateist / agnostik nüfusunu barındıran bir ülkedeki konserde elbette Hegarty’nin görüşleri uygarca dinlenilerek karşılanmış. Grubun geçen ay İstanbul konserinde Hegarty uzun konuştu diye, “Music!” diye bağıran dinleyicinin kabalığı yaşanmamış orada...

Toplam bir saatlik albümde, Future Feminisim dışında 10 eski şarkının yeni versiyonuları ve 1 yeni şarkı yer alıyor. Albümün neredeyse tamamı daha önce yayınlanmış olsa da, “Cut the World” için yapılan orkestra düzenlemeleri öylesine başarılı ki, şarkılara ayrı bir karakter kazandırılmış. Bu sayede, dinleyicinin aslında bir “best of” albümü gibi düşünülebilecek bir çalışmayı ayrı bir yerde konumlandırması sağlanmış. Şarkılar yine çok içten ve dokunaklı ama daha duru, pürüzsüz ve yoğun. Mesajıyla, yorumuyla, prodüksiyon kalitesiyle bir bütün olarak ancak Antony Hegarty’nin imzasını taşıyacak kadar özel bir albüm “Cut the World”.

Albümü dinlerken Antony Hegarty’nin biz dinleyicilere ilettiği mesaja gereken önemi verip, o konuda da kafa yordum. Onun kadınlığa olan inancını anlıyorum. Ancak her kadın yeterince kadın mı acaba? Antony, Sarah Palin gibi bir kadının varlığını, “Beni onunla meşgul etmeyin” diyerek geçiştirirken, Benazir Butto’nun Pakistan Başbakanı seçildiği zaman annelik ve kadınlık üzerine yaptığı konuşmadan övgüyle söz ediyor. Dehşet verici Thatcher dönemini unuttuğunu sanmam. Ben Tansu Çiller dönemini kesinlikle unutmadım. Yaşadığım ülkede ve dünyada kadınlığını öldürüp içindeki mezara gömerek şiddeti, zulmü savunan çok kadın gördüm. Ne yazık ki Sarah Palin gibi kadınlar da var bu gezegende. Ben diyorum ki; bugün insanlık olarak geldiğimiz noktada, artık kurtuluş için, kadın ya da erkek, herkesin kendi içindeki kadınlığı ortaya çıkarması gerek. Onu sadece bulmak da yetmez, kaybetmemek özen, niyet ve çaba ister.



-

5 Ağustos 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 126: Ultravox- Brilliant (Eden Recordings / EMI)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 5 Ağustos 2012

70’lerin ortalarında başlayıp bugüne uzanan çalkantılı bir öyküsü var Ultravox’un. Değişen vokalistler, ayrılan üyeler, yeni katılanlar, müziğe ara vermelerle geçen uzun bir öykü bu. Ticari anlamda başarı kazanmaları ancak 1980’deki Vienna albümüyle gerçekleşse de, önemli olan New Wave ve New Romantic akımları anlatılırken es geçilemeyecek kadar önemli bir iz bırakmış olmaları.

Ben Ultravox’un 1979’a kadar John Foxx’un vokalist olduğu yılları, 1. Ultravox dönemi diye adlandırıyorum ve karanlık synthlerle dikkat çeken, post punk etkisinin daha yoğun olduğu o dönemi daha çok seviyorum. Foxx’un ayrılışından sonra Midge Ure’ün katılımıyla yaşanan değişim, daha ticari bir dönemin başlangıcıydı ve artık 80’lerde Alman soundunun hissedildiği elekropop egemendi.

1987’de artık bu kadar yeter diyerek son noktayı koyduklarını söylemişlerdi ama klavyeci Billy Currie yanına tamamen farklı müzisyenleri alarak Ultravox adı altında yeniden bir grup toplayarak 1993 tarihli “Revelation” albümünü çıkardı. Onun arkasından bir yıl sonra yine tamamen değişik isimlerle “Ingenuity” albümü yayınlandı. Sonunda 1996’da ikinci kez grup dağıldı. 2008’de grubun Midge Ure’lü döneminin üyeleri sadece tek bir konser için bir araya geldiklerini duyurdular ve yeni bir albüm yayınlamayacaklarını açıkladılar. Ama aradan tam iki yıl geçmeden grubun “Return to Eden II” turnesine çıktığını gördük. 2011’de de yeni bir albüm kaydettiklerini açıkladılar.

Bugün müzik dükkanlarında gördüğünüz “Brilliant”, Ultravox’un 1994’teki “Ingenuity”den bu yana kaydettiği ilk albüm olmanın yanında, aynı zamanda 1984 tarihli “Lament”ten sonra Midge Ure’lü klasik grupla kaydettikleri ilk albüm. O nedenle merakla bekliyordum sonucu. Ölüp ölüp dirilen grupların macerasını izlemek ilginç geliyor bana.

“Brilliant”ı ilk dinlediğimde orta tempolu vasat şarkılar ve stadyum dolusu bir kalabalığı coşturabilecek olanlarla dolu bir albümle karşılaştım. Synth, davul, piyano ve gitara büyük bir dinamizmle eşlik eden vokalle başlayan “Live”, albümün daha açılışında enerji pompalıyor dinleyiciye. “Yeniden yaşamayı öğreneceğini bilmiyor musun?” diyerek belki de grubun yeniden dirilişine atıf yapıyor ama sözler tüm albümde olduğu gibi sıradan ve basit.

Arkasından gelen “Flow”, kontrolü kaybetmenin güzelliğinden dem vuruyor ve yine dinlerken hareketsiz kalamayacağınız bir melodiye kapılıyorsunuz. Hem Pet Shop Boys var şarkıların içinde hem Kraftwerk.

Temponun düştüğü anlarda, örneğin “Change”, “Remembering”, “One”, “Fall” ve “Contact” gibi şarkılarda Midge Ure’ün sesini daha net duyabildiğim için o şarkıları da sevdim.

“Bugün new wave / synth-pop türlerinde daha iyi müzik yapan gruplar da var. Neden yeniden dirilen bir gruba kulak vereyim?” diyenler olabilir ama bence bir grubun eski ya da yeni olması önemli değil; önemli olan albümün verdiği his. O his size yakınsa 70’lerden de gelebilir, 2000’lerden de... Ultravox, 1980’lerde yarattığı heyecanı bugün yaratamayabilir ve “Brilliant” adı gibi çok parlak bir albüm değil; ama vasat ya da daha önce yaptıklarından kötü değil. Bunca yıl sonra yeniden dirilmelerine sevindim.





Translate