28 Kasım 2012 Çarşamba

Alkışlar Sting için!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 28 Kasım 2012 

Yılın son büyük konseri için pazartesi akşamı ilk kez gittim Ataköy Atletizm Arena’ya. Trafiğe kalmamak için erken harakete geçince kısa sürede ve sorunsuz ulaştım mekana ama sona kalanlar yine sıkıntı yaşamış duyduğuma göre. Spor karşılaşmalarına uygun olarak tasarlanan salona girdiğimde, beyaz ışıkların da etkisiyle birden çok soğuk geldi bana ama ışıklar kapanıp müzik başlayınca bu önemini yitirdi. Ben müzik mekan ilişkisini kafamda kendi kendimle tartışırken konser başladı. 

Sahne önü bileti olanlar için ayrılan alanın bir kısmı artık alıştığımız üzere bu konserde de boştu. Burada şunu yinelemek istiyorum; sevgili organizatörler yeterli sahne önü bileti satılmadıysa bari o alanı fazla büyük tutmayın ki, boşluk dikkat çekmesin. Onun arkasındaki saha içi bölümde durum tam olarak nasıldı bilmiyorum fakat tribünlerdeki ve sahne önündeki izleyici kitlesi, konser sırasında birkaç şarkı dışında fazla coşkulu görünmedi. Bunun nedeni Sting’in performansı değildi elbette; 60’ını deviren sanatçı, hâlâ taş gibi sağlam müzik yaptığını İstanbul’da bir kez daha gösterdi. 

2006’da Kuruçeşme Arena’da verdiği konserle kıyaslarsam,  performansını bu kez daha güçlü buldum. Yüzündeki çizgiler biraz daha artmış olsa da, gri tişört, siyah pantolon ve yelekten oluşan spor şıklığı ve hiç bozulmayan sesiyle zamana meydan okuyordu yine. 

Sadece 13 dakika gecikmeyle sahneye gelişi bile profesyonelliğin göstergesiydi. 1993 yılından bir şarkıyla, “If I Ever Lose My Faith in You” ile açtı konseri. Alkışlara Türkçe “Teşekkürler, Merhaba!” diye karşılık verip, uzun zamandır birlikte çalıştığı Dominic Miller (gitar), Vinnie Colaiuta (davul), David Sancious (klavye), Peter Tickell (elektronik keman) ve Jo Lawry’den (vokal) oluşan ekibini tanıttı. 

Sting, her ne kadar “Back to Bass” adını taşıyan bu turnesinde beş kişilik ekibiyle daha yalın akustik bir soundu hedeflemiş olsa da, zaman zaman gümbür gümbür inletti mekanı.

Bas gitarını çalıp “The End of Game”i ya da ”Shape of My Heart”i söylerken o bilgece sakinliği hakimdi sahneye ama ne zaman “Demolition Man”i, “Driven to Tears”ı çaldılar, o zaman The Police döneminin enerjisi yayıldı ortama. 

Konser boyunca Sting’in şarkılarını arka arkaya dinlerken, rock, pop, soul, reggae ritimleri doldurdu kulaklarımızı. Hele bir an vardı ki, tüm grup adeta doğaçlama yapan bir caz grubu gibi melodinin akışına sürüklendi. Gitarın keman, klavye, davul ile atışmaları ve ardından gelen müthiş sololar, gecenin en büyük alkışını topladı. Her biri kendi enstrümanına hakim çok usta bir ekibi var Sting’in. Özellikle Peter Tickell ve geri vokalde harikalar yaratan Jo Lawry’nin adlarının altını ayrıca çizmek gerek.

Şarkıların bazısına yapılan yeni düzenlemeler oldukça başarılıydı. Özellikle The Police’in 1978 tarihli ilk albümünden “Roxanne”in uzatılmış versiyonu bu açıdan dikkat çekiciydi. 

İzleyicileri en çok hareketlendiren şarkılardan birisi, ekibe klarnette Serkan Çağrı, perküsyonda Gurur Nar ve kanunda Devrim Ekiz’in katılımıyla yorumlanan “Desert Rose” oldu. Sting’in “Yallah Yallah” nidalarıyla eşlik ettiği şarkı, müziğin rotasını birkaç dakika için doğuya çevirdi. Sahnedeki bu buluşma fikir olarak güzeldi ama bence iyi çalışılmış olduğu izlenimini vermedi. 

Sting ve ekibi, gelmiş geçmiş en takıntılı aşk şarkılarından birisi olan “Every Breath You Take”i çalıp sahneden ayrıldığında, yaklaşık 15 bin kişiden yoğun tezahürat duyuldu. Tekrar gelip “Next to You” ile sarstılar salonu. Tam iki saat süren konserin kapanışında 25 yıl önce ilk kez duyduğumuz “Fragile”ı dinlerken, Sting’in The Police’ten ayrıldıktan sonra rock, caz ve dünya müziğine kucak açan solo kariyerinin bütün görkemini koruduğunu düşünüyordum. 

Setlist: If I Ever Lose My Faith in You / Every Little Things She Does Is Magic / English Man in New York / Seven Days / Demolition Man / I Hung My Head / The End of the Game / Fields of Gold / Driven to Tears / Heavy Cloud No Rain / Message in a Bottle / Shape of My Heart / The Hounds of Winter / Wrapped Around Your Finger / De Do Do Do, De Da Da Da / Roxanne / 

Bis: Desert Rose / King of Pain / Every Breath You Take 
Bis II: Next to You / Fragile

Konserin kapanışını yapan "Fragile"ın videosunu çektim.


(Fotoğraflar bana aittir.)

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=381670&kn=12&ka=4&kb=12
-

25 Kasım 2012 Pazar

2012'nin En İyi Albümleri



Yine yılın en sevdiğim dönemi geldi. Hem kar yağma olasılığı olduğu için hem de yıl sonunda 12 ayda olan biteni gözden geçirdiğimiz için seviyorum kış mevsimini. Adet olduğu üzere, bu yıl da en çok beğendiğim albümleri sıraladım. Bazılarını hiç sevmeyenler ya da başka albümlerin de listede olması gerektiğini düşünenler çıkacaktır mutlaka. Bu listeler, bir müzik yazarı tarafından yapılmış olsa da sonuçta kişisel beğenileri yansıtır; ama elbette yıl içinde çıkan yüzlerce albüm arasında müzik değeri açısından yapılan eleme sonucunda geriye kalan albümler arasında bir sıralamadır.

Ülkede yaşanan bütün sıkıntılara, her şeye karşın 2012'yi benim için daha çekilebilir kılan, mutlu ya da hüzünlü anlarımda bana eşlik eden albümleri paylaşırken, diğer müzik yazarlarının listelerini de merakla bekliyorum. Yıl içinde gözden kaçırdıklarım varsa bu sayede haberdar olma şansım da olabilir. Listedeki albümleri burada uzun uzun anlatma gereği duymadım; çünkü zaten yıl boyunca büyük bir bölümünü ayrıntılı olarak yazdım. Birer cümle ile benim açımdan en iyiler listesine girmelerinin temel nedenini belirttim. (Tüm albümlerden birer şarkı seçip videosunu koymayı düşündüm ama sayfanın açılmasını çok yavaşlatabileceğinden sadece ilk 10 albümden birer şarkıya yer verdim.)


30-Hillary Hahn & Hauschka - Silfra: Piyano ile kemanın bu yaratıcı buluşması, deneysellik sınırlarına girip şaşırtıcı ufuklar açmasa da, albümde soyut ve minimal ses öbeklerinin kayıtsız kalınamayacak saf güzelliği var.

29-Dark Dark Dark - Who Needs Who: Nona Marie Levine'in kusursuz vokalinin, bir ayrılık sonrasının duygularını anlatan çarpıcı şarkı sözleriyle buluşması, dinleyenin içine işlerken, barındırdığı doğal hassasiyet sizi en zayıf yerinizden yakalıyor.

28-Piano Magic - Life Has Not Finished with Me Yet: Grubun efektleri azaltıp, vokalleri daha güçlü ve net şekilde öne çıkararak, bir önceki albümü "Ovations"ın gitar ağırlıklı soundundan sakin sulara dönüş yaptığı, melankolik ve romantik havayı yeniden filtresiz solurken yine insanoğlunun doğasına ve bu dünyadaki varlığının yarattığı sorunlara ayna tuttuğu, gözlem gücü yüksek bir albüm.

27-TSU!- TSU!: Listeme giren tek yerli albüm James Hakan Dedeoğlu'nun solo projesi. Kırılgan ama başı dik, hüzünlü ama iyimser, içe dönük ama herkesi yakalayabilecek kadar içten, saf akustik enstrümantal yatak odası kayıtları, gitar tınılarının yalınlığıyla çarptı beni.

26-Antony and the Johnsons - Cut the World: Bireyin kendi öz cinsiyet kimliği, toplumsal cinsiyet rolleri ve ataerkil hükümetlerden anaerkil sistemlere geçiş temalarına odaklanan, duru ve pürüzsüz prodüksiyonuyla ancak Antony Hegarty duyarlılığıyla yapılacak kadar özel bir albüm.

25-Efterklang - Piramida: Grubun terk edilmiş, eski bir kentin karakterini müziğine zengin bir enstrümantasyonla etkileyici bir şekilde işlediği albüm, boş ve kocaman bir yerde yalnız olduğunuz duygusunu verse de, sıcaklığından hiçbir şey yitirmeyen şarkılarla dolu bir macera.

24-Patti Smith - Banga: Patti Smith'in bildiğimiz rotasına bir yenilik getirmese de, ozan sanatçının yine aklını meşgul eden konuları, her satırı bir şair duyarlılığıyla kaleme aldığı sözlerle ve country, rock, blues, pop, R & B gibi farklı türlerle sound açısından renkli bir şekilde aktardığı albüm, yere çok sağlam basıyor.

23-Leonard Cohen - Old Ideas: Cohen 77 yaşın verdiği bilgelikle, aşk, sevgi, günlük hayatın işleyişi ve insanoğlunun zihnini meşgul eden endişeler üzerine düşüncelerini, içindeki sevinci ve hüznü, bu defa blues formunda şarkılara da yer verdiği albümünde yine çok zarif, esprili ve olgun bir şekilde anlatmış.

22-Dan Deacon - America: Amerika'ya dair olumlu ve olumsuz düşüncelerini elektro-akustik, yarı pop yarı klasik bir sound ile sunan Deacon, şarkılarında zaman zaman minimalist yaklaşımı zaman zaman da Fuck Buttons'ı hatırlatan bir kargaşayı sergilemekte çok yetkin.

21-Grizzly Bear - Shields: Prodüksiyon ve şarkı yazımı konusunda albümlerindeki kaliteyi sürekli yükselten grup, bu kez daha ilk dinleyişte fark edilen melodilerle bezediği şarkılarıyla ciddi bir aşama kaydetti.

20-Ricardo Donoso - Assimilating the Shadow: Yabancılaşma duygusunu atmosferik bir soundla başarıyla buluşturan bu deneysel albüm, düşük tempolu teknonun tekrarlara dayanan ritmik yapısıyla bir yandan dansa yöneltirken, bir yandan da drone, ambient tınılarının yardımıyla insana farklı öyküler düşündüren sinemasal yapısıyla elektronik müziğin gücünü ortaya koyuyor.

19-Johann Johannsson - Copenhagen Dreams: İzlandalı müzisyen Johannsson'ın, Danimarkalı yönetmen Max Kestner'in Kopenhag için çektiği kent belgeseline eşlik eden müziklerden oluşan albüm, modern klasik türünün en iyilerinden birisi.

18-Crystal Castles - III: Kanadalı deneysel elektronik müzik ikilisi Crystal Castles, synthesizer’ın yönlerdirdiği karanlık ve agresif soundunu Alice Glass’ın vahşi vokalleriyle çarpıcı bir uyum içinde kurgulayarak, egemenlerin zayıfı ezmesi temasına odaklanmış.

17-Richard Hawley - Standing at the Sky's Edge: Hawley, kalp kırıklıklarını usulca anlattığı baladlar yerine, bu defa içinden çıktığı Sheffield kentinde serserilerin, evsizlerin, umudunu kaybedenlerin, itilenlerin toplumsal sorunlarını her zamankinden daha karanlık ve agresif bir şekilde yansıtıp, 70'lerin progresif soundunu kucaklamış.

16-John Talabot - fIN: Karanlık ve güneşli anları, hüzünlü ve iyimser ruh hallerini, elektronik müziğin zengin ses paletinde ustalıkla dokuyup, hem dans sahnesi hem de yalnız anlar için albüm haline getirmeyi herkes başaramaz, yapmayı denese de bu kadar iyi olmaz.

15-Fennesz- Aun: Deneysel elektronik müziğin takdirle izlediğim isimlerinden Fennesz'in solo kariyerine eklenen bu yeni halka, baştan sona ağır ağır seyreden, bazen dehşeti, bazen hüznü, bazen de gizemi duyumsatan uğultulu ses öbeklerini ustalıkla çerçeveliyor.

14-The Maccabees- Given to the Wild: Altyapısı ufak ama önemli ayrıntılarla bezenmiş, derin bir duygusallığı yansıtan sözleri ve akılda kalıcı gitar riffleriyle grubun kendisini hem sound hem de tema olarak daha olgunlaştırdığı, çok özenli bir albüm.

13-Patrick Watson - Adventures in Your Own Backyard: Multienstrümantalist, vokalist, ozan şarkıcı Watson'ın neredeyse tümünü Montreal'de kendi dairesinde kaydettiği albüm, gitar, keman, perküsyon ve piyano etrafında gelişen melankolik melodileriyle bu yılki alternatif pop'un en güzel kayıtlarından birisi.

12-Cloud Nothings - Attack on Memory: Gitar müziğinin bu yılki en iyi örneklerinden; dinlerken içinize bir yandan punk enerjisini dolduruyor, aynı anda da karamsarlığı olgun bir şekilde yansıtma başarısını gösteriyor.

11-Scott Walker - Bish Bosch: Sadece seslerle tiyatro yapıp, onu aklımızda canlandırmayı ancak onunki kadar güçlü bir ses başarabilir. Popüler müziğin tüm kalıplarını, kurallarını tutkuyla altüst eden, anlamlandırması zor ama aynı zamanda içerdiği gizem ve dehayı fark edenler için çok çekici bir ses bütünü.

10-Chromatics - Kill for Love: Grubun kaotik post-punk soundundan romantik Italo disco’ya şaşırtıcı şekilde başarıyla geçtiği, aşk, ölüm, hayal kırıklığı, yalnızlık ve umut gibi hayata dair başlıca temaların cesaretle yorumlandığı, sıradan bir synthpop albümü olmanın ötesinde ince işlenmiş bir çalışma.


9-Bobby Womack - The Bravest Man in the Universe: Damon Albarn ve Richard Russell, Bobby Womack’in kaynağını gospel ve soul müziğinden alan dokunaklı şarkı söyleme tarzını elektronik seslerle bir araya getirip, dinleyiciyi anında yakalayan melodilerle çok uyumlu bir şekilde bütünleştirmiş.


8-Portico Quartet - Portico Quartet: Free jazz akımından esinlenerek hem doğaçlamalar sayesinde bir nehir gibi akan, hem de melodilerin çevresinde kurgulanmış, farklı türlerin kesişme noktasında üst düzey bir yaratıcılık içeren şaşırtıcı bir albüm.


7-Liars -WIXIW: Yaratıcılıklarını kendi elleriyle sınırlamayan, farklı rotalara girip alnının akıyla çıkan Liars’dan yine akıl karıştıran, yoğun ve soğuk soundu cezbedici bir şekilde sunan çok başarılı bir albüm.


6-Tindersticks - The Something Rain: Tindersticks’in derin müziğini deneysel bir bakış açısıyla ve zengin bir enstrümantasyonla kaydederek, son 10 yılda aştığı en yüksek eşik; müzikle öykü anlatma sanatının en güzel örneklerinden.


5-Brian Eno - Lux: Minimalizmin yarattığı boşlukları benim doldurmamı sağlayarak hayal gücümü en çok harekete geçiren, dinginliğin tanımını yapan albüm, yine ambient’ın en güzel örneklerinden birini veren avangart dahi Eno’dan geldi.


4-Godspeed You! Black Emperor - Allelujah! Don't Bend! Ascend!: “Boyun eğme, ayağa kalk” mesajını tek kelime etmeden, sadece enstrümanları konuşturarak ama ödünsüz ve çok güzel aktaran bir albüm.



3-Swans - The Seer: 21. yüzyılda modern toplumun delirme anını çok iyi yorumlayan, heavy metalden country’ye, drone’dan post-rock’a, black metal’den ambient’a farklı etkileri kaynaştıran sarsıcı bir ses deneyimi.


2-Dead Can Dance - Anastasis: Brendan Perry ve Lisa Gerrard, farklı kültürleri buluşturma ustalıklarını bir kez daha sergileyip, iç seslerini dinleyerek, kendilerine ait özel soundu yine çok etkileyici bir şekilde anlatmışlar.


1-The Twilight Sad - No One Can Ever Know: 2012’de içindeki isyanı, özlemi post-punk ve shoegaze’in karanlık sokaklarından geçerek bundan daha tutkulu, daha içten haykıran bir ses duymadım.

Vitrindeki Albümler 140: Crystal Castles - III (Fiction)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 25 Kasım 2012

Öncelikle kendilerini memnun etmek için müzik yapanlara özel bir sempatim var. Popüler müzik piyasasında albüm kaydederken, satış rakamlarını, listeleri ve radyoda çalınabilir şarkı yapmayı gözetip, birilerini memnun etmeye çalışanlar çoktur. Müziklerini çoğunluğun beğenilerine göre manipüle etmeyenleri, sisteme karşı durdukları ve istediklerini yaptıkları için her zaman takdir ediyorum. Bunların arasında deneysel elektronik müzik ikilisi Crystal Castles da var. 2006’da yayınladıkları ilk single “Alice Practice”den bu yana üç stüdyo albümü kaydettiler, dünyanın en ünlü festivallerinde sahneye çıktılar, kaotik canlı performanslarıyla tanındılar ve hala istedikleri müziği yapıyorlar.

Synthesizer’ın yönlerdirdiği karanlık, agresif ve soğuk bir soundları var. Vokalist Alice Glass’ın sesi, synth ve elekronik davullardan çıkan gürültünün gerisinde kimi zaman derinden gelen boğuk bir uluma kimi zaman da çığlık şeklinde duyuluyor ve çoğunlukla ne dediği anlaşılmıyor. Önceki albümlerde de var olan soundu, bu kez tamamen bilgisayar kullanımını ortadan kaldırarak, 1950’lerden kalan ekipmanla geliştirmişler. Kayıt aşamasındaki bir diğer yenilik de, mutlaka her şarkının stüdyoda çalınan ilk kaydını albüme almaları olmuş, kendilerine bu konuda katı bir sınırlama getirmişler; çünkü ilk kaydın her zaman en yalın ve hakiki sound olduğuna inanıyorlar. 

Ethan Kath’ın enstrümanlar ve prodüksiyon konusundaki deneysel yaklaşımı, Alice Glass’ın düşüncelerini vokalde aktarış tarzı ile bire bir uyum içinde. Sentetik vuruşların vahşi vokal ile buluşması bazen mesela “Insulin”de olduğu gibi kulakları rahatsız edecek ölçüde güçlü titreşimler yaratsa da, bu Crystal Castles’ın yöntemi. Aynı yöntem, sahne performanslarında hatta Alice Glass’ın kalabalığın içinden insanlara mikrofonuyla vurup ortalığı yıktığı görüntülerle de uyumlu. 

Albüm kaydını Varşova’da yapmalarının nedeni, kentte konuşulan dili bilmediklerinden tamamen izole olmayı sağlaması. Ama bu izolasyon, dünyanın sorunlarından uzaklaşmak için değil, aksine o sorunların içlerinde kopardığı fırtınayı hiçbir etki altında kalmadan olduğu gibi aktarmak için. Nitekim albümün tümüne hakim olan tema, baskı altında kalma; bir toplumda farklı ya da zayıf olana uygulanan baskı, egemen güçlerin zayıfı ezmesi. Albümün kapağında yer alan İspanyol sanatçı Samuel Aranda’nın çektiği fotoğraf, zaten tema hakkında daha ilk görüşte bir fikir veriyor. Arap Baharı sırasında Yemen’de biber gazı yiyerek yaralanan oğluna sarılmış bir anneyi gösteren o fotoğraf, 2012 Dünya Basın Fotoğrafı Ödülü’nün de sahibi olmuştu.

Bu albümde, yaşanan savaşları gözlemleyip, kendisini dünyaya adalet getirmek isteyen bir kurtarıcı gibi hayal etmiş Alice Glass. Vokalinin en anlaşılabilir olduğu “Kerotene” adlı şarkıda, “Seni gördüğüm her şeyden koruyacağım / Yaralarına tuz basacağım” diyor. İtilip kakılan, bastırılan, hor görülen ve ezilenlerin sesi olmayı amaçladığı açık. 

Transgender, din, saflık, çocuk istismarı gibi Amerika’nın gündemini 21. yüzyılda yoğun olarak işgal edilen konular var şarkılarda. Glass’ın sesindeki öfkenin kaynağı da bu bir türlü çözülemeyen sorunlar. Grubun synthpop camiası içinde pek görülmedik şekilde vahşi bir sound ortaya koymasının nedeni de o. Her ne kadar melodik synthpop’tan uzaklaşmasalar da, yaptıkları müzik bu haliyle punk’a daha çok yaklaştığı için bence synthpunk diye tanımlamak daha doğru. 

Toplam 40 dakikayı bulmayan 12 şarkı, Crystal Castles’ın büyük yenilikler getirmese de bütünlüklü, sağlam bir albüm yapabildiğini, dans ettirirken düşündürebildiğini bir kez daha ortaya koyuyor. Üstelik bunu sadece kendilerini memnun ederek yapıyorlar. Bize de bravo demek düşüyor. 

_

23 Kasım 2012 Cuma

Fucked Up @ Babylon



Babylon sahnesi, dün gece Kanadalı hardcore punk grubu Fucked Up'ı ağırladı. Açıkçası ben, geçen yıl yayımladıkları "David Comes to Life" adlı üçüncü albümlerinde soundlarını daha melodik bir hale getirip indie dünyasının da kalbini kazandıkları için, ilginin fazla olacağını düşünmüştüm ama umduğumdan daha az kişi gelmişti konsere. Belki de bu nedenle 21.30'da başlayacağı duyurulan konser 22:10'da başladı.

Burada yeri gelmişken bir üzüntümü belirtmek istiyorum. Zaman zaman "Hep aynı isimleri getiriyorlar!" diyerek organizatörlere kızılıyor. Ama İstanbul'a daha önce gelmemiş grupların konseri olduğunda da bazen yeterli ilgi gösterilmiyor. Dünya müzik sahnesinde başarı kazanan grupları keşfetme amacı taşıyan müziksever sayısı ne yazık ki fazla değil. Oysa yeni müzikleri merak ettikçe keşif yapar insan. Aynı akşam Gaz Coombes konserinin olması da dinleyiciyi böldü desek, Salon'a gidenlerden duyduğuma göre, gereken ilgi ona da gösterilmemiş. Demek ki, "Neden sürekli Oi Va Voi geliyor?!" diye yakınmadan önce bunun en önemli nedeninin dinleyicilerin eğilimi olduğunu da hesaba katmak gerek.

Gelelim Fucked Up konserine. Grup üyesi 4 gitarist ve 1 davulcuyla birlikte sahneye çıkan Damian Abraham yani Mr. Damian, tahmin ettiğim gibi salonu daha ilk dakikadan büyük bir enerjiyle doldurdu. Böğürürcesine söylediği şarkıların sözleri çoğunlukla anlaşılmasa da grubun polis devletine, faşist müdahalelere, müzik endüstrisine karşı çıkışlarını bilenler için bu çok da sorun değildi; ne anlattığını, derdinin ne olduğunu biliyordu herkes. 

Kısa bir süre sahne önünde pogo dansı başladı, Damian Abraham üzerindeki montu ve tişörtü çıkarıp attı, artık kıllı bedeni ve sallanan göbeğiyle olduğu gibi karşımızdaydı. Sonra sık sık sahneden aşağıya indi, önüne gelene sarıldı, yerlere yuvarlandı, uzatılan bardaklardan bira içti, mikrofonun kordonunu boynuna doladı, sırtına binenleri taşıdı, coştukça coşturdu. 

Bunlar bir punk konserinde görülebilen sahneler. Asıl meselesi gerçekleri dünyanın yüzüne tokat gibi vurmak olan bir müzik türünü icra edenlerin, dinleyici ile müzisyen arasındaki perdeyi ortadan kaldırması da beklenen bir durum. Fucked Up konseri bu açıdan oldukça başarılıydı. Ancak Damian Abraham dışındaki üyelerin neredeyse bir shoegaze grubunu andıracak kadar kendi içlerine dönük oluşu dikkat çekiciydi. Dinleyiciyle bütünleşen sadece Mr. Damian'dı. Onun bütünleşmesi ise, bir aşamadan sonra fazla teatral bir hal aldı. Herkesle fotoğraf çektirmesi, plastik bardakları eğip bükerek memelerine ve göbeğine yapıştırmaya çalışması, bir süre sonra işin şov kısmını öne çıkardı. O noktada artık ben salonda her şeyin yeterince saf ya da çiğ olmadığı izlenimine kapıldım. Konser sırasında fark etmemiştim ama sonrasında duyduğuma göre alt katta biralar dökülüp zemin ıslanır ıslanmaz paspaslanmış. Bu bile işin doğallığını bozmaya yeter. 

Damian Abraham bana her haliyle, fiziksel görünüşü ve sahnedeki tavırlarıyla, Les Savy Fav'in vokalisti Tim Harrington'ı hatırlattı. Brooklyn'de izlediğim bir konserlerinde o da Abraham ile aynı tavırları sergilemiş, hatta üzerinde bir tek külot kalacak şekilde soyunmuştu. O grupta da diğer üyeler sakin sakin enstrümanlarını çalarken Harrington adeta delirmişti. Dün gece konser sırasında, hardcore punk ile art rock karışımı müzik yapan bu gruplardaki benzerliği düşündüm. Müziğin yaydığı enerjinin dinleyiciye aynen geçmesi ve kalabalığın da şovun bir parçası olması, hem sahnedekiler hem de salondakiler için keyif verici bir durum. 

Yine de konseri izlerken aklıma yıllar önce CBGB'de gördüğüm Amerikalı punk grubu Agnostic Front geldi. O konserde hınca hınç dolu ortamda zorunlu olarak fiziksel anlamda sarsılmıştım ama asıl sarsıntıyı müziğin kalabalık üzerindeki etkisi yapmıştı. Dinleyiciler ile müzisyenler stage dive sırasındaki yakın temas dışında sarılıp fotoğraf çektirmediler, konseri herkes yüzünde bir gülümseme ile izlemedi; orada salona hakim olan halis bir başkaldırıydı.  

Toplam 70 dakika süren Fucked Up konseri, sonuçta eğlenceli ve müzik performansı olarak başarılıydı. Damian Abraham, neyi varsa ortaya koyan vokalistlerden birisi; artık kafasına mikrofonla vura vura başını kanatmıyor ama konser bitiminde tam anlamıyla kan ter içinde kaldı. Kuşkusuz Babylon'da izlediğim olumlu anlamda en azgın konserlerden biriydi ama benim punk'ım bu değil. Ben bir punk konserinde fiziksel olduğu kadar ruhen de sarsılmayı bekliyorum; işin teatral kısmı bu kadar öne çıkınca da punk'ın isyanının geri plana düşmesi endişesi kaplıyor içimi.

Konserde çektiğim video aşağıda. (Videodaki seste hafif bir patlama olmuş ama konser sırasında salondaki seste bir sıkıntı yoktu.)

(Fotoğraflar bana aittir.) -

21 Kasım 2012 Çarşamba

Salon'da Hüzün, Umut ve Tutku Bir Arada



Aylardır merakla beklediğim konserlerden birisi dün gece gerçekleşti. Üç ayrı ülkede doğup büyüyen üç piyanisti, Amerika'dan Dustin O'Halloran, İzlanda'dan Johann Johannsson ve Almanya'dan Hauschka'yı, aynı gece aynı mekanda buluşturan konser, yılın en güzel müzik etkinliklerinden biriydi. Üç saat boyunca müzisyenlerin bir enstrümana nasıl farklı karakterler verebileceğinin mükemmel bir örneğini Salon'da görmüş olduk. Bu yazıda konseri özellikle o açıdan değerlendireceğim.



Konserin ilk kısmında, sahneye önce geçen ay A Winged Victory for the Sullen ile birlikte yine Salon'da dinlediğimiz Dustin O'Halloran geldi. Kendisine iki keman, bir viyola ve bir çello ile eşlik eden dörtlü ile birlikte çalmaya başladıklarında, benim açımdan mekanı çevreleyen duygu hüzündü. Bunda gün boyu beni üzen bir haberin etkisi altında olmamın payı da vardı belki. Yeteneğine hayran olduğum ve saygı duyduğum bir müzisyenin, Vini Reilly'nin sağlık ve geçim sorunlarıyla mücadele ettiğini söyledi yeğeni. Manchester'daki evinin 1200 pound'luk kirasını ödeyebilmek için Grado kulaklıklarını satıyor Vini... Son 2 yıl içinde 3 kere kalp kirizi geçirdikten sonra eline felç geldiği için artık gitarı çalmakta zorlanıyor. O ki bu dünyada gitarı en duygusal çalan ve o sayede nefes alan müzisyen... O kadar ağırıma gitti ki bu durum, popüler kültüre, çivisi çıkmış dünyaya öfkelenip saatlerce yürüdüm; onca yeteneksiz bu kadar rahat hayatlar sürerken çok güzel müzik yapan bir insanın kenara itilmesine isyan ettim. Bu ruh haliyle gitmiştim konsere. Dustin O'Halloran'ın piyanoyla kurduğu ilişkide nahif bir hüzün vardı. Büyükannesine adadığı şarkıyı çalarken de, "Lumiere" başta olmak üzere solo albümlerinden şarkıları yorumlarken de bana düşündürdüğü sahnelerde hep soğuk bir kış gününde yolda yavaşça ilerleyen arabanın arka koltuğunda tek başıma oturmuş etrafa bakıyor ama kimseyi göremiyordum. Yalnızlık vardı müzikte. Ama yanlış anlaşılmasın; ben yalnız kalmayı ve soğuğu seven bir insanım. Hüznün bunlarla ilgisi yoktu; piyanonun yaylılarla girdiği diyaloglarda belirgin bir kırılganlık vardı, onun yansıttığı sinemasal etkiydi kaynağı. O'Halloran'ın piyanonun tuşlarına ipeksi dokunuşları, aldığı kötü haberle kırılan kalbimle aynı dili konuşuyordu. Vini Reilly için hep iyilik diledim konser boyunca...



O'Halloran 45 dakika çaldıktan sonra 10 dakikalık ara verildi. Herkes tekrar yerini aldığında bu kez karşımızda yine aynı yaylı dörtlüsü ve Johann Johannsson vardı. Bilgisayarların yardımıyla sample'ların ve sahnenin üst kısmına yansıtılan siyah beyaz video görüntülerden çıkan seslerin de işin içine girmesiyle sound açısından daha zengin bir müzik yaptı İzlandalı besteci. Videoda gökyüzünde yan yana süzülen iki kuşu izlerken, artık müziğin ilk bölümdeki gibi baskın bir hüzün içermediğini, ana temanın umut olduğunu hissettim. Paylaşmanın güzelliğini duyumsatıyordu notalar. Eylem yapan gençleri gördüğümüzde sample'lar aracılığıyla perküsyonun da devreye girmesiyle, orkestra sounduna yakın, coşkulu bir karakter kazandı müzik. Karanlık içinde soyut şekiller alan beyaz görüntünün değişkenliği müziğin DNA'sında da vardı. İlk solo albümü "Englabörn"den "Odi et amo"da bilgisayardan çıkan seslerle yaylılar arasındaki tezat son derece çarpıcıydı. Şarkıya Romalı şair Catullus'un aynı adlı şiirinin ilham verdiğini ve anlamının "I Hate and I Love" (Nefret ediyorum ve Seviyorum) olduğunu düşünürsek, tema ile müziğin böyle akıllıca örtüşmesini takdir etmek gerekir. Johann Johannsson'ın müziğini dinlerken, bu kez yine karlı bir kış gününde arabanın ön koltuğundaydım, direksiyona bir ben geçiyordum bir yanımdaki.



İkinci arada biz uzun süre oturmaktan uyuşan bacaklarımızı rahatlatmaya çalışırken, Hauschka (Volker Bertelmann) hazırlık yapmak üzere sahnedeydi. Elinde bir koli bandıyla piyanonun başına geçti, piyano tellerini sanki rastgele gibi görünen ama aslında kendi kafasındaki belli bir mantığa göre bantladı, bir torbanın içinden pinpon topları çıkarıp tellerin arasına attı, ziller, ufak bir tef ve zincirleri uygun bulduğu yerlere koydu. Adeta piyanosunu gelin gibi süsledi, başına çiçekler koyup, her yerine takılar taktı. Bunların hepsi piyanodan çıkacak sesleri eğip bükmek, enstrümanına bambaşka bir kimlik vermek içindi. Hauschka'nın piyanosu, ne O'Halloran'ın piyanosu gibi nahif ya da kırılgandı, ne de Johannsson'unki gibi umut dolu; onun piyanosunu yönlendiren temel öğe tutkuydu. Yıkıcı bir tutku değildi bu, sadece ritimlere kaptırmıştı kendini. "Salon des Amateurs" albümünde örneklerini gördüğümüz gibi, tekno ritimlerini yeni bir perspektifle sunmanın peşindeydi. Sahneyi paylaştığı bir davulcunun da yardımıyla, tuşlara vurdukça rastgele hoplayıp zıplayan toplar, çınlayan zillerle bezeli çok dinamik bir müzik yaptı. Hauschka'nın şarkılarını dinlerken üstü açık bir arabada ben direksiyondaydım, şiddetli yağmur yağıyor ama kayma riskini de göze alıp virajları dönüyordum. Hiçbir şey sıradan ya da tekin değildi. Israrlı ritim tekrarlarının da ortaya koyduğu gibi, arabayı kenara çekmeyecektim. Böyle bir maceraydı Hauschka'nın seti.

Modern klasik türünün bu üç yetenekli ismini arka arkaya dinlemek, piyanoyu biraz daha yakından tanımak, onun usta eller sayesinde üstlenebileceği rolleri izlemek, klasik müzik ile elektronik seslerin deneysel buluşmasını görmek açısından ufuk açıcıydı.

Gece 00.40'ta Salon'dan çıkıp eve dönerken aklımda yine Vini Reilly vardı. O, Dustin O'Halloran'ın piyanosundaki kırılgan ruhtu...

(Videolar bana aittir.)

-

18 Kasım 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 139: Ricardo Donoso - Assimilating the Shadow (Digitalis Recordings)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 18 Kasım 2012


Bir rave partinin sonunda sabaha karşı boşalan dans pistini düşünün. Müzik yavaşlarken güneş yeniden doğar, partideki insanların yüzünü tam olarak o sırada görürsünüz. Eğer parti açık hava bir mekanda yapılıyorsa, içinde bulunduğunuz doğanın farkına da o anlarda daha iyi varırsınız. O sırada çalınan müzik, atmosferi algılamak bakımından önemli rol oynar. Brezilyalı besteci / prodüktör Ricardo Donoso, tam bu anların müziğini yapıyor, esin kaynağı olarak da gençliğinde katıldığı partilerde sabaha karşı yaşadığı saatleri gösteriyor. Bir yabancının evinde uyanıp hemen oradan çıkmak istediğinizde,  içinizde duyduğunuz garip hisleri müziğine yansıttığını söylüyor Donoso.

 Geçen yıl deep house, trance, drone, noise ritimlerini karışık bir altyapıda sunduğu deneysel albümü “Progress Chance” ile tanıdım Ricardo Donoso’yu. Biraz araştırınca aynı anda birçok farklı projeyi sırtlanan üretken müzisyenlerden birisi olduğunu görünce de, müziğine yansıyan çeşitliliğe şaşırmadım. Solo çalışmalarının yanı sıra Luke Moldof ile birlikte Perispirit adlı elektronik müzik grubunda yer alıyor, hem de filmlere ve televizyon programlarına müzik yapıyor. Ayrıca Ehnahre adlı death metal grubunda yakın zamana kadar bateri çalıyordu ama son dönemde oradan ayrıldı.

Brezilya’da caz davulcusu olarak başladığı kariyerine bakınca son derece eklektik bir müzik paleti olduğu görülüyor. Öncelikle bu yönüyle ilgimi çekti; belli ki farklı ses yapıları kurmaya meraklı bir müzisyen. “Progress Chance”den sonra nasıl bir yöne ilerleyeceğini özellikle bu nedenle merak ediyordum. Davuldan arınmış, düşük tempolu ama ritmik ve melodik bir sound ile dinleyeni hipnotize eden bir albüm yapmış Donoso. Basit synth ya da bas riffleri ile başlayan parçaların tekrarlar aracılığıyla gelişimi, yarattığı karanlık his ve ses kurgusu, albümü ilginç kılan özellikler. Özellikle kapanışı yapan 9 dakikalık “Renunciation” bu özellikleri çok iyi yansıtan bir örnek.

Albüm için yayınlanan basın bülteninde “Assimilating the Shadow” adının, analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’un herkesin bir gölgesi olduğuna dair teorisine (“Everyone carries a shadow”) atıf yaptığı belirtiliyor. Jung’a göre, bu gölge bir insanın gerçek hayatında ne kadar az belirginleşirse, daha karanlık ve yoğun bir hal alıyor. Bunun bir insanın çocukluğundan itibaren bilinç tarafından geriye itilen ilkel hayvansal güdülerden oluşabileceğini söylüyor İsviçreli bilim adamı.

Albümün açılışı da bu esinlenmeye koşut olarak bir psikanaliz dersinden sample ile başlıyor. Bir yerinde, “ne kadar yoga yapsak da ölüm ve yabancılaşma korkusu ile başa çıkmak zorundayız” diyor. Ardından bu sözler, partinin sonunda güneş doğarken, yüzlerini yeni gördüğünüz insanlarla aranızda doğacak yabancılaşma duygusuna uygun atmosferik bir sound ile bütünleşiyor.

Donoso’nun son derece minimalist bir yaklaşımla, kendisinin verdiği bilgiye göre daima piyanoda veya klavye üzerinde vücuda getirdiği bu farklı sesler bütünü, çok kişisel olarak yorumlanacak albümlerden. Tekrarlara dayanan ritmik yapısı dansa yöneltiyor ama aynı zamanda insana kendi aklında hikayeler yazdıran sinemasal bir yapısı var. Bana göre yılın en iyi elektronik albümlerinden birisi.

-

14 Kasım 2012 Çarşamba

PINS


Manchester'dan sürekli iyi müzik yapan gruplar çıkmasının ardında kentin havasının ve suyunun ne ölçüde etkisi var bilemem ama kültürel dokusunun ve elbette müzik mirasının etkisi büyük. Yılın en kayda değer EP'lerinden birisini yapan PINS adlı grup da Manchesterlı. Faith Holgate (vokal/gitar), Lois McDonald (gitar), Anna Donigan (bas) ve Lara Williams (davul) adlı dört kadın müzisyenden kurulu grup, güvenimizi yıllardır boşa çıkarmayan Londra merkezli bağımsız plak şirketi Bella Union'ın son keşfi. Aslında mayıs ayında Eleventh Hour/Shoot You adlı double single'ı kendi plak şirketleri Haus of PINS'ten kaset olarak çıkarmışlar. Single büyük ilgi görüp bir günde bitince, Bella Union da kapmış grubu. 

2010 yılında Holgate, grup kurmak istediğinde önce erkek müzisyenlerle de temas etmiş; başlangıçta sadece kadınlardan kurulu bir grup kurmayı düşünmüyormuş. Ancak bir kadınla çalışmak isteyen erkek müzisyenlerin, bunu sadece grubun görüntüsü için amaçladığını, kadın üyenin müzik hakkında herhangi bir fikrinin olmasını istemediklerini görünce, bu defa o erkekleri dışlamış. Sonuçta kadınlardan oluşan bir grup fikriyle yola çıkmasalar da, şu anda grup içinde birbirlerini daha iyi anladıkları için bunun müziklerine de yansıdığını söylüyorlar.

Yaptıkları müzik, The Jesus and Mary Chain, My Bloody Valentine, Hole ve Beach House'dan ilham alan, bas ve davulu öne çıkaran bir noise pop. Grup üyeleri, müziklerinin deneysel olmadığını, pop yanı ağır basan şarkılar yapmak istediklerini ısrarla belirtiyor. Bence şu ana kadar ortaya koyduklarıyla da bunu oldukça iyi başarıyorlar. 

Ekim ayında yayımlanan ve 4 şarkıdan oluşan ilk EP'leri LUVU4LYF, drone ve melodileri başarıyla örtüştüren karanlık soundu ile ilgimi çekti. Özellikle "Little Sting" adlı şarkıdaki klostrofobik hava derhal yakaladı beni. 

PINS'i henüz canlı dinleme olanağım olmadı ama hani bazı gruplar vardır, müziklerini duyduğunuz anda "Ben bu grubu konserde görmeliyim!" dersiniz, PINS onlardan birisi. Mümkünse endüstriyel atmosferi olan ufak ve karanlık bir mekanda onları dinlemenin etkileyici olacağını düşünüyorum. Yeni bir şey icat etmeseler de, şu ana kadar duyduğum sound beni cezbetmeye yetti. Bu gruba dikkat edin derim.

Aşağıya 3 videolarını koydum ama benim en sevdiğim şarkıları videosu olmayan, Soundcloud üzerinden dinlenebilen "Little Sting".

13 Kasım 2012 Salı

Vitrindeki Albümler 141: Brian Eno - Lux (Warp Records)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 2 Aralık 2012 



Bu yılın en iyi ilk 10 albümünü sıralayıp, bir cümleyle o albümleri neden sevdiğimi anlatmamı istediklerinde, sıra Brian Eno’nun Warp Records’tan çıkan yeni albümüne gelince, “Minimalizmin yarattığı boşlukları benim doldurmamı sağlayarak hayal gücümü en çok harekete geçiren, dinginliğin tanımını yapan albüm, yine ambient’ın en güzel örneklerini veren avangart dahi Eno’dan geldi” diye yazdım. Eno’nun müziğinde beni en çok etkileyen özelliktir belirsizlik. Öyle bir belirsizlik ki, ancak dinleyenin aklıyla ruhunun ortaklaşa karar verdiği bir yolda netleşir. Bu nedenle onun enstrümantal solo albümlerini dinlerken ayrı bir heyecan duyarım; yine olayları ve başroldekileri bizzat belirleyeceğimi, böylece tamamen kişisel ve hayali bir film çekeceğimi ve bunu kimseyle paylaşmayacağımı bilirim.

Dinleyici açısından bu şekilde algılanan müziği yapan da, yani Eno da, o belirsizliğin, kontrolsüzlüğün peşine düştü uzun yıllar önce. Kendi ifadesiyle yaptığı, mimarlık ile bahçıvanlık arasında bir iş. Müziği üreteceği sistemleri kendisi buluyor ve kurguluyor ama bir noktadan sonra o müzik üzerinde kontrolü kalmıyor. Yani mimarlıkta olduğu gibi belirli bir arsaya, belli teknikleri kullanarak bir yapı tasarlıyor ama bahçıvanlıkta olduğu gibi tarlaya tohumları ekerken sonuçta ne olacağını bilmiyor. Ne kadar tohum attığı, ne ektiği belli olsa da, alacağı mahsulü tam olarak bilmiyor. Eno’yu heyecanlandıran his bu. Bu nedenle müziğini anlatırken de, Terry Riley’in ilk minimalist beste olarak değerlendirilen 1964 tarihli “In C” adlı eserine atıf yapıyor sık sık. (O eseri bilmeyen araştırırsa ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.) 

Brian Eno’nun son iki yıldır Warp Records’tan çıkan albümlerinin aksine yeni yayımlanan “Lux”, solo bir albüm. Eno, kendisi bu albümü ambient diye nitelemiyor; özel olarak bir bina için kaydetmiş Lux’ı. İtalya’nın Torino kentinde 18. yüzyıldan kalma bir binanın iki büyük salonunu birbirine bağlayan The Great Gallery adlı bir geçit var. Bu mekanı yönetenler, 100 metre uzunluğunda 15 metre yüksekliğindeki bu geçitten geçenlerin biraz yavaşlatılması için Eno’dan oraya uygun bir müzik yapmasını istemişler. Çünkü insanların yarıştaymış gibi büyük bir hızla geçiğ gittiğini ve içinde bulundukları olağanüstü güzel ortamın farkına bile varmadıklarını görmüşler. 

Eno, Londra’daki stüdyosunda müziği yapmış ve Torino’daki binaya dım attığı anda o müziğin binaya uygun olmadığını anlamış. Sözü edilen binayı ben de Torino ziyaretimde görmüştüm. Müziğin kullanılmasını istedikleri yer, gün içinde oldukça aydınlık, içeri farklı açılardan ışığın süzüldüğü, içinizi ferahlatan bir yer. Ayrıca Eno’nun belirttiği gibi, Barok mimarinin en güzel örneklerinden birisi. Ama orası için yaptığı ilk kayıt, çok içe dönük, modern ve karanlık bir sound içerdiğinden, karakterlerin uyuşmadığını düşünmüş ve oturup binanın içinde çalışmaya başlamış, oraya uygun yeni müzikler yapmış. Albümün temelini bu ikinci kayıtlar oluşturuyor. Kısacası Lux, bir ses enstalasyonu olarak başlıyor ve sonradan albüm halini alıyor.

Yaklaşık 20’şer dakikalık 4 parçadan oluşan albüm, Eno’nun “Music for Thinking” projesinin bir devamı olarak, “Music for Airports”, “Music for Films”, “Apollo: Atmospheres and Soundtracks” adlı önceki çalışmalarının izinden gitmiş. Piyano tınıları o kadar usulca çıkıyor ki, daha ilk notadan düşünebileceğiz sakin atmosferin kapısını açıyor. Tınılar arasında bilinçli olarak bırakılan boşluklarda sanki her şey uzay boşluğunda süzülür gibi çok yavaş hareket ediyor. Keman sesi devreye girdiğinde yarattığı süzülme hissi, bana göre tam da Eno’nun hedeflediği nokta. Yaptığım iş her neyse onu bırakıp sandalyeme yaslanıp gözlerimi kapadığım an o ve ondan sonrasında Eno’nun kontrolü yok. Müziğin bana düşündürdüklerini kendime saklayacağım ama albümü dinlerken itiş kakışın olmadığı, çok huzurlu, güzel bir yere doğru sürüklendiğimi belirtebilirim.

Lux’ın da piyanonun üzerindeki beyaz tuşlarla formüle edilen matematiksel bir kurgusu var. O ayrıntılar Eno için minimalizmin temelini oluşturuyor. Kendi müzisyenliğini bahçıvanlık ile mimarlık arasında bir yere koyarken kastettiği bu. İlkeleri belirliyor ama gerisi kendiliğinden ortaya çıkıyor. Eno'nun sonucu önceden belirlenen, katı kuralları olan müziğe karşı duruşu ve sınırsız olasılıklar teorisi Lux ile devam ediyor. Şu anda Tokyo’nun en büyük havalimanı Haneda’da ve Keşif Müzesi’nde de çalan albüm, müziğin dahi yeteneklerinden Eno’nun son harikası.



_

11 Kasım 2012 Pazar

Ceramic Dog Sarsıntısı



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 11 Kasım 2012

Açıldığı günden bu yana müziğe deneysel yaklaşımlarıyla bilinen isimleri İstanbul’a getiren Borusan Müzik Evi, cuma gecesi yine heyecanla beklediğimiz bir grupla buluşturdu bizi. Amerikalı gitarist ve besteci Marc Ribot’nun Ches Smith (davul) ve Shahzad Ismaily (bas, klavye, perküsyon) ile kurduğu Marc Ribot’s Ceramic Dog, Avrupa turnesini İstanbul’dan başlattı.

Tom WaitsJohn ZornElvis CostelloMedeski, Martin & WoodMarianne FaithfullElton JohnMyCoy Tyner ve Robert Plant‘in de aralarında olduğu birçok müzisyenle kayıtlar yapmış, saygın bir yetenek Marc Ribot. Daha çok ünlü sanatçılarla yaptığı çalışmalarla tanınsa da, aynı zamanda etkileyici bir solo kariyeri var. Caz, soul, rock ve Küba müziğine ait standartları özgün bir bakış açısıyla buluşturan geniş paletiyle yıllardır çok sayıda albüm yayınladı.

Caz-füzyon grubu Ceramic Dog, Marc Ribot'nun 11 Eylül sonrasında önceki Latin punk /deneysel punk projelerinden farklı olarak ne yapabileceğini araştırdığı bir sırada aklına düşmüş. Yıllar sonra Ches Smith ve Shahzad Ismaily ile buluşunca, öyle bir dinamik yakalamışlar ki, başlamışlar sadece eğlence için çalmaya. Ribot’nun kendisinin “serbest/punk/funk/deneysel/saykedelik/post elektronika kolektifi” diye tanımladığı grubun performanslarının başarısı, kısa sürede kulaktan kulağa yayılınca, konserler, turneler ve albümler gündeme geldi. 2008’de “Party Intellectuals” adlı ilk albümlerini yayınladılar. Bir rock grubunun enerjisine sahip üçlüyü İstanbul’da canlı dinlemek, gerçekten çarpıcı bir deneyimdi.

Borusan Müzik Evi’nde konser için hem oturmalı hem de ayakta dinleyicinin olduğu karışık bir düzen kurulmuştu. Üç müzisyen hemen önümüzdeki sahnede yerlerini aldığında, ilk duyduğumuz parça, Marc Ribot’nun filmler için yaptığı müziklerden oluşan 2010 tarihli solo gitar albümü “Silent Movies”den “Fat Man Blues” oldu.

Gri takım elbisesi ve mavi kareli gömleğinin içinde, sandalyeye oturup başı önüne eğik gitarını çalarken bu dünyadan kopmuş gibiydi Ribot. Ches Smith ve Shahzad Ismaily’nin de ondan farkları yoktu; üç virtüöz, adeta enstrümanlarının içine girmiş, sesler dünyasında birbirleriyle söyleşiyorlardı. 

Birbirinden farklı çıkış noktaları olan üç derenin kaynaşma noktasında buluşup taşmasını anımsatan çok coşkulu anlar vardı. Ribot’nun hiç durmadan zil gibi çalan gitarına, Smith’in güçlü vuruşları ve Ismaily’nin çarpıcı bas riffleri karışınca, dereler gürül gürül akan görkemli bir nehre dönüştü.

Konserin en güzel anlarından birisi, Amerika’da birkaç sene önce yaşanan ekonomik yıkımın izlerini yansıtan “Postcards from N.Y.”da, müziğin hüznüne eklenen  ter damlaları oldu. Ribot, öylesine kendinden geçmiş bir halde çalıyordu ki, burnundan aşağı iki damla ter süzülürken performansın yoğunluğu görsel olarak da belgelendi. 

Gitarına usulca dokunarak herkesi etkilediği dakikalar da vardı; ama an geldi, “Girlfriend”de kız arkadaşının en iyi arkadaşıyla yatmak istediğini söylerken veya “Commit a Crime”da “Gördüğüm en kötü insansın” diye çatlak sesiyle haykırırken gitarına punk’ın isyanını katmayı da bildi. 

Konserin sonunda Jimi Hendrix’in 45 yıllık şarkısı “The Wind Cries Mary” ve ardından Dave Brubeck’in meşhur ettiği “Take 5” için yaptıkları müthiş yorumları da dinledikten sonra, ayakta alkışladık bu kolektifi. Egolarından arınmış özgür müzisyenlerin sınırları yıkıp başkaldırırken sergilediği uyum, tam anlamıyla sarstı salonu.

(Konserde çektiğim kısa bir video aşağıda. Fotoğraflar bana aittir.) _

4 Kasım 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 138: The Soft Moon - Zeros (Captured Tracks)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 4 Kasım 2012

2010’da San Francisco’dan bir ses duyduk. Luis Vasquez'in The Soft Moon adı altında yayınladığı “Breath the Fire” ve “Parallels” isimli iki single, post-punk sevenlerin dikkatinden kaçacak gibi değildi. İlk gençlik yıllarını Bauhaus, The Cure, Joy Division dinleyerek geçiren ve o karanlık sounda bir daha bırakmamak üzere tutulan herkesi dinlediği ilk anda olduğu yere çivileyecek kadar ihtiraslı ve karanlık bir müzikti dinlediğimiz. 

The Soft Moon adıyla yayınlanan 2010 tarihli ilk albümde, hiç durmadan çalışan motor sesinin seriliğinde duyulan synthler, baskın bas sesi ve tam olarak ne söylendiği anlaşılmayan vokaller eşliğinde adeta bir felaket sonrası yaşanan klostrofobik ruh halini özetleyen şarkılar vardı. Felaket sözcüğü bazılarını korkutabilir, daha dinlemeden duyacaklarından kaçabilirler. The Soft Moon’un gürültülü endüstriyel soundunun insanı yakaladığı anda tutup sanki bir kuyunun dibine doğru derine sürüklediği de kesin. Bunu dile getirdiğim için bana “Haksız mıymışım?” diye sormayın; karanlık kuyularda gezinip gün yüzüne geri çıkma mücadelesini sevdiğimi hep yazıyorum. Ama elbette, soğuk synthlerin ve elektronik davulların başrolü üstlendiği deneysel dark noise/coldwave/gotik herkese hitap edecek bir müzik türü değil.

2009’da Luiz Vasquez’in tek kişilik özel projesi olarak başlattığı The Soft Moon, 2010’da çıkan albüm ve ardından yayınlanan “Total Decay” adlı EP’den sonra artık dört üyeli bir gruba dönüştü. Üyelerden birisi canlı performanslarda sadece projektörle ses ve ışık düzenini kontrol etmekle yükümlü olsa da artık yapılan müzik tek kişilik bir çabanın ürünü değil; ortada daha profesyonel stüdyo ortamından çıkan bir albüm var.

İkinci albüm “Zeros”, birincisinden farklı olarak daha az gitar ve elektronik davulun kullanıldığı, birbirinden garip seslerin yarattığı bir kakofoni gibi adeta. Bu yönüyle bana Kanadalı grup Fuck Buttons’ı hatırlatıyor. Başından sonuna kadar enerjisi hiç düşmüyor albümün. Vokal, The Soft Moon’un müziğinde temel bir rolü olamayacak kadar geri planda, ancak figüran rolünde. Bir ara sadece “Want” adlı şarkıda Vasquez’in “I want it, can’t have it” sözlerini algılayabildim. Bu sözlerin, tekrar edilen ritimler üzerine kurulan altyapıda sadece tutkulu soundu psikolojik olarak destekleyecek bir unsur olarak kullanıldığını düşünüyorum. Bana kalırsa işe de yarıyor.

10 parçanın yer aldığı yaklaşık 35 dakikalık albüm boyunca hiç durmadan öten sirenlerin ya da çarpışan metal parçalarını andıran soyut seslerin hakimiyeti iyice ele geçirmesiyle dinleyici tamamen uç noktalara çekiliyor. Deneysel anlayışı böyle korkusuzca, radikal biçimde müziğine enjekte ettiği için The Soft Moon, bence bir alkışı hak ediyor.

Özellikle albümün açılış parçası “It Ends”in adını hem yazılış hem de ses kurgusu olarak tersine çeviren “sbnsbnE tI”le yapılan kapanış, gerekli mesajı veriyor. "Gerekirse işte böyle her şeyi alt üst ederiz" diyor The Soft Moon. Bu yazıyı tesadüfen okuyacak organizatörlere diyorum ki, şöyle karanlık bir salonda The Soft Moon’u dinleyelim ve iyice sindirelim İstanbul’da.

-

2 Kasım 2012 Cuma

The Twilight Sad: Tutkulu Karanlık


© Zülal Kalkandelen / 2 Ekim 2012

Her konserden sonra kendime sorduğum bir soru var. “Bu konseri iki ya da üç kelime ile doğru tanımlamak için hangi sözcükleri seçersin?” Sorunun kaynağı, yıllardır gazete yazılarına başlık bulma çabasından doğdu. Gazete yazılarında başlığın önemi ayrıdır; doğru sözcükleri seçmediğinizde yanlış izlenim yaratmanız kaçınılmaz olur. O nedenle konser sırasında ve hemen ardından aklımın içinde hep sözcükler döner durur. Artık herhangi bir konseri gazeteye yazmayacak olsam da, bu bir alışkanlık halini aldı.

The Twilight Sad konserinden sonra eve dönerken başlığı bulmuştum: Tutkulu Karanlık. Bu iki sözcük olmadan anlatılamayacak bir grup söz konusu. Yıllar önce şarkılarını ilk dinlediğimde beni çeken şey de yine aynı özellikleri olmuştu. Müzikleri, karanlık, soğuk, derin ve çok tutkuluydu. 7 ay önce SXSW’da onları ilk kez canlı dinlediğimde ise gerçekten çarpıldım. Bunun en büyük nedeni, o zaman da yazdığım gibi, vokalist James Graham’di. İnsanı olduğu yere zımbalayacak güçlü bariton sesinden İskoç aksanıyla çıkan kelimeler yine aynıydı ama şarkı söylerken kendini konser ortamından alıp ayrı bir atmosfere taşıyışına, gözlerinin sadece akları görünecek şekilde dönüşüne, parmaklarının ucunda yükselip tüm bedeninin elektriğe tutulmuş gibi gerilişine tanık olunca etkilenmemek olanaklı değildi. O zaman da yazdığım gibi, karşımda tutkusuyla Ian Curtis’i hatırlatan genç bir adam vardı. Müziğin onda uyandırdığı bedensel ve ruhsal titreşimler, konser sırasında bana da geçmişti.

Bu yıl, çıktığı günden beri üçüncü albümleri “No One Can Ever Know”u dinlemediğim gün olmadı. Özellikle “Nil” isimli şarkı adeta saplantı haline geldi; ama yanlış anlaşılmasın, hiç kurtulmak istemediğim saplantılardan biriydi bu. Grubun İstanbul’da konser vermesini çok istediğimi bildiği için Pozitif’ten Murat Abbas, bir gün bana müjdeyi verdi. Tarihi de unutmuyorum: The Twilight Sad’in 1 Kasım’da konser vereceğini 9 Haziran 2012’de öğrendim ve o günden beri deftere çentik atarak bekledim bu günü. Dünya Vegan Günü’ne denk geldiğinden benim için ayrı bir heyecan kaynağı oldu.

Babylon’daki konseri izlemek için sahnenin en önünde yerimi aldım. Çoğunlukla konserleri asma kattan dinlemeyi tercih ediyorum ama açıkçası bu defa yukarda kalırsam aşağı atlamaya kalkabilirim diye çekindim. Bazı gruplar vardır; onları dinlerken kendinizi kontrol etmeniz zordur. Benim için The Twilight Sad onlardan birisi.

Sonunda saat 22.50 civarında sounda uygun olarak oldukça karanlık bir atmosferde sahneye çıktı grup. Bateri, klavye, gitar, bas ve vokalde yer alan beş müzisyenin çıkardığı ses Baylon’u yıkabilecek güçteydi desem abartmış olmam. Konser sırasında bir tek vokalin geride kalışı olumsuz bir durumdu. Grubu daha önce Teksas’ta tek katlı, çok ufak bir mekanda dinlemiştim; orada ses sistemi iyi değildi ama James Graham’in vokali daha gür çıkıyor ve net duyuluyordu. İstanbul'da ise en önde olmama karşın sesini yeterince duyamadım; ancak yine de grubun performansına diyecek söz yoktu.

Bugüne kadar yayınladıkları üç albümden seçilen şarkılardan oluşan karma bir setlist yapmış The Twilight Sad. 2007 albümü “Fourteen Autumns & Fifteen Winters”dan 3, 2009 albümü “Forget the Night Ahead”den 3 ve bu yıl çıkan “No One Can Ever Know”dan 6 şarkı dinledik. Ben konserin önemli bir kısmını gözlerim kapalı dinledim ve kendimi müziğe kaptırıp epeyce dağıldım. Bir ara diğer dinleyicilere göz gezdirdim; sanırım benim kadar dağılan yoktu, gözleri James Graham’e takılı kalmış hareketsiz duranlar dikkatimi çekti. Oysa The Twilight Sad’in şarkılarının karanlık yapısına karşın dans edilebilir bir soundu var. O donup kalmanın nedenini de buldum; eğer konser sırasında sürekli James Graham'e bakarsanız, gördükleriniz çok çarpıcı olduğundan takılıp hareketsiz kalıyorsunuz. Anladım ki, gözü kapalı dinlenirse çok farklı bir boyuta geçme olasılığı artıyor.

Şu kesin ki, James Graham’in sahnedeki tutkusu bana çok güçlü bir şekilde geçiyor. Bunun bir nedeni de, kuşkusuz grubun müzik tarihinde en sevdiğim tür olan post-punk’ı 2000’lerde yeniden canlandıranların içinde en iyilerden olması. Müziklerini dinlerken sanki bir yolda yürürken savrulduğumu, her bir köşeyi dönüşte yıkılıp tekrar ayağa kalktığımı, keskin bir soğuğun etkisiyle gözlerimden yaşlar aksa da rüzgarın gücüne karşı yürümekten müthiş keyif aldığımı hissediyorum ve ilginçtir kulağa yorucu gibi gelen bu maceralı yürüyüş beni hiç yormuyor; aksine The Twilight Sad konserinden çıkınca büyük bir enerji ile dolu oluyorum. Burada yol, soğuk, rüzgar, dönemeç gibi metaforları ayrıca açıklamayacağım. Çünkü benim poyrazım sizin melteminiz olabilir ve onu etkilemek istemem.

Her konserde hissedemeyeceğim duygular bunlar. Bana bunu yaşatan müzisyenlere müteşekkirim. Babylon ekibine de son yılların en iyi gruplarından The Twilight Sad’i İstanbul’a getirdikleri için teşekkür ediyorum ve diyorum ki ilk fırsatta yine gelsinler. Gelsinler ki, ben bu tutkulu karanlığın içinde yine kaybolayım.


Konserde toplam 12 şarkı söyledikten sonra kuvvetli alkışa karşın bis yapmadan ayrıldı grup. Onların yerinde olsam ben de aynı şekilde davranırdım. O kadar yoğun etkili bir müzik yapıp, sonra iki dakika sahne arkasına geçtikten sonra tekrar gelip kaldığı yerden devam edemez insan. Bir bütündür o yoğunluk, kesildiği anda biter. Uzatmak rol yapmak olur ve tutku o rolü kaldırmaz.

_

Setlist:
(Fotoğrafların siyah beyaz olanlarını Babylon konserinde, diğerlerini SXSW konserinde çektim.) -

Translate