26 Ağustos 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXXXIII - AĞUSTOS 2014 EN İYİLER - 25.8.2014


Dün akşam Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Leonard Cohen - Almost Like the Blues
2- The Twilight Sad - There's a Girl In the Corner
3- Camera - Roehre
4- Lusine - Arterial
5- Pye Corner Audio - Bulk Erasa
6- Pional - It's All Over (Locked Groove Rendition)
7- Moon Wheel - Internal Echo of the Imperfect Sound
8- Sendai - Martens' Deficit
9- Balmorhea - Heir I
10- Lussuria - Art of Veins
11- Lisa Gerrard - Of Love Undone



21 Ağustos 2014 Perşembe

RUHUMUZDAN PORTISHEAD GEÇTİ, SAVAGES ENERJİSİYLE ÇARPTI


21.8.2014

Dün akşam uzun bir aradan sonra, özellikle içinde yaşadığımız ülkede benim terapi diye gördüğüm canlı müzik dinleme eyleminin büyüsünü bir kez daha yaşadık. Bu yıl ilk kez yapılan Midtown Fest'e katılacak gruplar duyurulduğunda büyük bir heyecan dalgası esmişti. Nasıl esmesin ki? 23 yıldır İstanbul'da dinlemeyi beklediğimiz Portishead geliyordu! 1990'lı yıllarda ilk gençliğini yaşayanların sürüklendiği melankolinin baş sorumlularındandı grup. Belki melankoliye sürüklenmek iyi bir şey mi diye sorulabilir; hatta bunu depresif bulup uzak durmayı tercih edenler olabilir. Ancak ben içten anlatıldığında müzikteki hüznün insanları birbirine bağlayan en önemli duygulardan biri olduğuna inanıyorum. Müzik tarihine baktığımızda da, acıların yansıması olarak ortaya çıkan ağıtların oynadığı önemli rolü görüyoruz. Hayatta sevinçler gibi acılar da var ve bunları hafifletmenin yolu, onları yadsımak değil, ortak duyguları paylaşmak.

Portishead'in şarkılarını özümseyerek dinlerseniz, dile getirilen aşk ızdıraplarında, duyarsızlığa tepkide, yalnızlaşmada her insanın kendisinden bir şeyler bulması kaçınılmazdır. Çünkü ifade edilenler, insanı insan yapan duygulardır. Beth Gibbons'ın titreyen, kırılgan sesi kalbinizin içinde öyle bir yerinden yakalar ki sizi, artık bağımlısınızdır o müziğe. Portishead gibi trip-hop türünün evrilmesinde dönüm noktalarından biri olan bir grubu canlı dinlemek, her konserdeki gibi tanıdık şarkılar çalınırken yaşanacak hazzın ötesinde neden önemliydi? Önemliydi; çünkü bugüne kadar kaset, plak, CD ya da dijital olarak dinlediğimiz bir sesin, eşzamanlı olarak atmosferde yayılırken üzerimizde yaratacağı etki farklı olacaktı.

Bu düşüncelerle sabırsızlıkla bekledim festivali. Küçükçiftlik Park'ta gerçekleşen etkinlikte kapılar öğleden sonra 14.30'da açıldı. Akşam 22.00'daki Portishead konserine kadar, Telepotik, The Away Days, Thought Forms, The Ringo Jets ve Savages sahne aldı. Ben The Ringo Jets'in sonuna yetişebildim ve ancak bir iki şarkı dinleyebildim. Her zamanki gibi çok dinamik, zımba gibi çalıyorlardı.

SAVAGES BİTMEYEN ENERJİSİYLE ÇARPTI

Dün Savages'ı beşinci kez canlı dinledim. Bauhaus, Cabaret Voltaire, Suicide, Joy Division karanlığını ve post-punk soundunu olağanüstü bir enerjiyle sahneye yansıtabilen müthiş bir grup Savages. Ancak müziklerinin de karakteri dolayısıyla, bana göre, ufak ve kapalı salonlarda verdikleri konserler çok daha etkili oluyor. SXSW'da iki kere açık havada dinlediğimde bundan bir kez daha emin olmuştum. Geçen yıl çok iyi çıkış yapsalar da, Türkiye'deki ilk konserlerini verecek olmaları, alacakları tepki açısından düşündürüyordu beni. Nitekim grubun müziğine fazla aşina olmayan kalabalık, genellikle tepkisizdi konser sırasında. Elbette arada kendini müziğe kaptıranlar da vardı ama sayıları azdı. Savages'ın müziği, bir yerde sabit durarak dinlenebilecek türden değil; gitar riff'leri ve davul vuruşları öylesine güçlü ki, altyapıdaki ritmik yapı dinleyiciyi derhal içine alıyor. Grubu Salon gibi ufak ve kapalı bir mekanda dinleseydik, farklı bir konser olacağına eminim. Fakat yine de Savages'ın bitmeyen enerjisine tanık oldu dinleyiciler.

Her zamanki gibi siyahlar içinde sahneye çıkan dört kadın müzisyenin karizması da güçlü müziğe eklenince, Savages, estetik farkını ortaya koyuyor. Gitarist Gemma Thompson, bas gitarist Ayşe Hassan ve baterist  Fay Milton'ın enstrümanlarına hakimiyetinin yanı sıra, vokalist Jehnny Beth'in sesindeki kararlılık, bu grubun en sağlam yanı. Hem duruşları hem de şarkı sözleri bıçak gibi keskin. Toplumda cinsiyetler için belirlenen rollere, dayatılan görüşlere, baskılara karşı duran özgürlükçü tavırlarını sahneye de çok başarıyla yansıtıyorlar. Jehnny Beth, "Aşağılık heriflerin moralinizi bozmasına izin vermeyin!" diye tekrar tekrar söylerken, yüzündeki ifade ve bedeninin aldığı duruş o kadar uyumlu ki, bunu ancak ya rolüne çok iyi çalışmış usta bir oyuncu yapabilir ya da oyuncu değilse söylediği sözleri yürekten savunan bir müzisyen… Sözleri de yazan Jehnny Beth, ikincisi elbette.

Savages'ın dünkü yaklaşık bir saatlik konseri, daha önce izlediklerim arasında en unutulmaz olanı değildi ama bunun grubun performansı ile ilgisi yok; atmosfer, dinleyici farkı belirleyiciydi; kitleden sahneye ateşleyici bir yansıma olmadı. Londra'da terk edilmiş bir endüstriyel yapı olan Electrowerkz'in içinde, karanlık ve dar bir mekanda, tıkış tıkış bir ortamda onları ilk kez dinlediğim konseri unutamıyorum. Muhtemelen bundan sonra da her konserlerini onunla kıyaslayacağım. Yine de konserin SXSW'dan çok daha tatmin edici olduğunu belirtmeliyim.

(Merak edenler için Savages'ın çaldığı şarkılar: Flying to Berlin - I Am Here - Shut Up - City's Full - I Need Something New - Dream Baby Dream (Suicide cover) - Strife - Waiting for a Sign - She Will - No Face - Husbands - Hit Me - Fuckers)

PORTISHEAD BÜYÜSÜNÜ YAŞADIK

Saat tam 22.00'da sahnedeydi Portishead. "Third" albümün ilk şarkısı "Silence" ile açtılar konseri. Başında Portekizce bir sample'da şöyle der Brezilyalı dövüş sanatı ustası Claudio Campos: "Üç kurala dikkat et, Ne verirsen o sana geri döner, Bundan ders almalısın, Sadece hak ettiğin şeyi alırsın." Beth Gibbons'un "Did you know what I lost?" diye soran sesini duyduğum anda, ayinsel bir konserin içinde olduğumuzu biliyordum. Bir konser mekanını dolduran insanların hemen hepsinin ezbere bildiği şarkıların canlı çalınıp söylenmesinin nasıl dipten gelen bir etkileşim yarattığına tanık olanlar bilir; bu hissi yaratabilen başka bir sanat dalı yok. Müziğin gücünü iliklerinize kadar hissedersiniz, diz çöküp eğilirsiniz o güç karşısında.

Beth Gibbons'ın mikrofon önünde hareketsiz durarak kendini tümüyle şarkıya adayışı da ritüelin bir parçası. Massive Attack konserlerinde de gördüğümüz bu bilinçli hareketsizlik, müziğin yapısından kaynaklanıyor. Ses titreşimleri tam dokunması gereken yere dokunduğundan müzisyenin sabit ya da olabildiğince hareketsiz kalarak o etkiyi bozmaması önemli kanımca. Sahnedeki dev ekrana yansıtılan görüntüler arasına dev Beth Gibbons silüetini yerleştirmek de hedeflenen işlevi görüyor. Bir tür büyülenme durumu söz konusu Portishead konserinde. Yazının girişinde de açıkladığım gibi, duygu paylaşımının en yoğun olduğu konserlerde ortaya çıkıyor bu durum. Portishead ile yıllar içinde demir zincirlerle bağ kurmuşuz; şarkıların başında duyduğumuz birkaç notayla içimizde bir şeylerin titremesini başka türlü açıklamaz olanaksız.

Dün akşam Beth Gibbons'a Adrian Utley ve Geoff Barrow ile birlikte sahnede gitar, bas gitar, bateri, synth, elektronik sesler ve klavyede eşlik eden toplam altı müzisyen vardı. Bir tek sahnede turntable görmediğim için şarkılardaki scratch seslerinin önceden kayıt edildiğini tahmin ediyorum. Tıkır tıkır işleyen, son derece profesyonel bir akışla toplam 1.5 saatte 15 şarkı çaldı Portishead. En sevilen şarkılarından "Mysterons", "The Rip", "Sour Times", "Wandering Star", "Machine Gun", "Glory Box" ve "Roads"u seslendirmeyi ihmal etmediler. Türkiye'deki ilk konserleri olduğunu düşünürsek, dengeli bir setlist hazırladıkladıklarını söyleyebiliriz. 2008'de yayınladıkları son albüm "Third"den 6, 1997 tarihli ikinci albüm "Portishead"den 3 ve 1994 tarihli çıkış albümleri "Dummy"den 5 şarkı seçmişlerdi. Herhangi bir albümlerinde yer almasa da setlist'e giren şarkı, 2009'da İnsan Hakları Günü'nde Amnesty International örgütüne yardım amacıyla kaydettikleri "Chase the Tear" oldu. Grubun seçimlerine tabii saygı duyuyorum, sadece içimden "All Mine" ile "Undenied"ı da duymak geçmişti.

Konserin unutulmaz anlarından birisi, "Machine Gun" çalarken ekranda beliren Gezi Direnişi görüntüleri oldu. "Istanbul United" yazısıyla birlikte, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş'ın renkleriyle yazılan "BERABER" sözcüğü dikkat çekti. Şarkının sonunda çok güçlü duyulmasa da "Her Yer Taksim Her Yer Direniş" sloganı da atıldı. Böylece Gezi'ye selam göndermiş oldu grup.

Beth Gibbons, özgün vokaliyle kendisinden sonra gelen birçok kadın müzisyeni etkiledi. Yıllar önce New York'ta solo bir konserine gitmiştim. Sahnedeki hafif öne doğru eğik duruşu, saçı, giyimi aynıydı; yine gözlerini kapayıp yüreğinin en derin yerinden gelen sözleri söylüyordu. Herkes onda kendisine ait bir şeyler buluyordu; kimisi için aşk açısı çeken bir kadın, kimisi için duygularını en kırılgan şekliyle paylaşan bir dost, kimisi için de saflığın sembolüydü… Kadındı… Tutkulu bir insandı… Müthiş duyarlı bir sanatçıydı… Dün Küçükçiftlik Park'ta konser sonunda sahneden inip dinleyicilerin elini sıkarken, konserin başında söylediği kuralları o da yeniden yaşıyordu: Ne verdiyse o kendisine geri dönüyordu. Onun içtenliğinin karşılığı, büyük bir ilgi ve sevgiydi.

Portishead'in iç dünyamızda yarattığı kasırga, sanırım dün akşam konserde olan herkesin müzik serüvenine büyük harflerle yazıldı. Bana göre kuşkusuz yılın en iyi açık hava konseri oldu.

(Setlist: Silence - Nylon Smile - Mysterons - The Rip - Sour Times- Magic Doors - Wandering Star - Machine Gun - Over - Glory Box - Chase the Tear - Cowboys - Threads // Bis: Roads - We Carry On)

(Fotoğraflar ve video bana aittir.)

19 Ağustos 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXXXII - DUB TECHNO - 18.8.2014


18.8.2014 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Fluxion - Stations
2- Deepchord - Aquatic (Night Mix 1)
3- Dynamo - Killed by a Feedback
4- Porter Ricks - Nautical Dub
5- Maurizio - Eleye
6- Basic Channel - Radiance II
7- Signer - Building Memories Without You
8- Andy Stott - See In Me
9- Monolake - Internal Clock




12 Ağustos 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXXXI - PORTISHEAD - 11.8.2014


11.8.2014 tarihinde Dinamo'da yayınlanan Portishead konulu Vegan Logic'in kaydı:

1- Portishead - Requiem for Anna
2- Portishead - Glory Box
3- Portishead - Sour Times
4- Portishead - Roads
5- Portishead - All Mine
6- Portishead - Undenied
7- Portishead - Only You
8- Portishead - Machine Gun
9- Portishead - The Rip
10- Portishead - Deep Water
11- Depeche Mode - In Your Room (The Jeep Rock Remix)
12- Paul Weller - Wild Wood (Paul Weller vs Portishead)
13- Portishead - Chase the Tear




8 Ağustos 2014 Cuma

2014'ÜN İLK YARISINDA YAYINLANAN EN İYİ İLK 20 ALBÜM*


8.8. 2014 

Adet olduğu üzere, müzik alanında yılın en iyilerini konuşmaya başladık. Ben de bu yazı için geri dönüp yılın ilk yarısında öne çıkan albümlere baktım, bir sıralama yaptım. Bazılarını hiç sevmeyenler ya da başka albümlerin de listede olması gerektiğini düşünenler çıkacaktır mutlaka. Bu listeler, bir müzik yazarı tarafından yapılmış olsa da sonuçta kişisel beğenileri yansıtır; ama elbette yıl içinde çıkan yüzlerce albüm arasında müzik değeri, kayıt kalitesi ve yaratıcılık açısından yapılan eleme sonucunda geriye kalan albümler arasında bir sıralamadır.

"En iyi" tanımlaması her zaman tartışmaya neden olur ama şunu ifade etmek gerekir ki, sanat alanında tek bir en iyi yoktur; herkesin beğenisi farklı olduğundan kendine göre bir "en iyi" algısı olacaktır ve bu doğaldır. Listeleri o bakış açısıyla değerlendirmek ve farklı listelerden faydalanarak yıl boyunca yapılanlara bakmak gerekir. 2014'ün sonunda duruma bir daha bakarız.

20- WILD BEASTS - PRESENT TENSE
Bir önceki albüm “Smother”daki önemli çıkıştan sonra, bu kez daha karanlık ve minimal, vokali biraz daha öne çıkaran, synth’lerle ve elektronik sound ile daha haşır neşir ama yine etkisi çok yoğun bir albüm yaptı grup. Bunu da büyük ölçüde gitar ve synth melodilerinin uyumuna ve her albümde giderek gelişen vokal kullanımına bağlamak olanaklı. Müziğe, kendini tekrarlamaktan kaçınan, yaratıcı ve ilham verici bir yaklaşımı var Wild Beasts’in. Bu albümle bundan sonraki rotaları hakkında iyice merak uyandırdılar.




19- OWEN PALLETT - IN CONFLICT 

Pallett’in Brian Eno’nun synth, gitar ve vokal katkılarının yanı sıra, Çekoslovak FILMharmonic Orkestrası ile kaydettiği dördüncü solo albümü, kariyerinde bir başyapıt. Mükemmel melodileri son derece etkileyici ve kişisel şarkı sözleriyle böylesine şiirsel bir yapıda, sofistike bir enstrümantasyonla buluşturan pop albümüne sık rastlanmıyor. Owen Pallett’in vokaldeki etkinliğini artırdığı, besteci ve şarkı yazarı olarak kendini aştığı “In Conflict”, dinlerken içinde kaybolmak isteyebileceğiniz, güzel sürprizlerle dolu bir orman adeta. 




18- BECK - MORNING PHASE
Belirgin olarak 1970’lerin folk, country rock ve saykedelik rock sounduna ağırlık veren albüm, 2002 tarihli “Sea Change”i hatırlatıyor ve kuşkusuz Beck’in en iyi işlerinden birisi. Belki albümdeki her şarkı ilk dinleyişte hemen yakalamıyor insanı ama dinledikçe altyapıdaki güzellikler keşfediliyor. Orkestrasyon ve prodüksiyon Beck’in ustalığını bir kez daha bütünlüklü bir şekilde ortaya koyuyor. Eğer bu albümü “Sea Change”in devamı gibi düşünürsek, ondan geride kalan bir yönü yok kanımca. Beck kataloğunda yıldızlı bir yeri olacak bu albümün.




17- VATICAN SHADOW - DEATH IS UNITY WTH GOD
Prurient adlı projesinden de tanıdığımız Vatican Shadow ya da gerçek adıyla Dominic Fernow’un altı kasetten oluşan bu serisi, endüstriyel tekno dinleyicileri için gerçek bir nimet. Toplam 20 ayrı parçanın içinde 25 dakikayı aşan da var, 17 saniyelik kayıtlar da. Fernow’un yıkıcı, agresif ve karanlık soundu, diğer abümler gibi bu kasetlerde de temel unsur. Sadece kendisini cezbeden seslerin peşinden giden Vatican Shadow’un hiçbir kurala bağlı olmayan asi ve tutkulu tavrı, takdiri hak ediyor. Çok derinlerde, karanlığın içinde ürpertici güzellikler bulanlar için...




16- PYE CORNER AUDIO - BLACK MILL TAPES VOLUMES 1-4
Head Technician adıyla tanınan prodüktör Martin Jenkins’in Pye Corner Audio adı altında bir süredir yayınladığı Black Mill Tapes kayıtlarını bir araya getiren, 40’tan fazla parçanın yer aldığı bu albümler, elektronik müziğin geçmişinden bugüne bir geçit gibi. İçinde seveceğiniz bir ritim, vuruş, melodi bulmamanız söz konusu değil. Erken dönem analog kayıtlar, endüstriyel tekno, minimal tekno, bilimkurgu filmlerine soundtrack olabilecek garip fütüristik karanlık soundlar, Eno etkisindeki ambient seslere kadar ne ararsanız var bu albümlerde. Her şeyden önce arşiv meraklılarının dikkatini çekerim.




15- HAUSCHKA - ABANDONED CITY
Asıl adıyla Volter Bertelmann, sahne adıyla Hauschka’nın “Abandoned City” adlı albümü dünyanın farklı yerlerindeki terkedilmiş kentlere adanan şarkılardan oluşuyor. Hauschka’yı önceden hazırlanmış piyanosu ile yarattığı ritmik sound ile tanıyoruz, piyanoyu enteresan bir yöntemle ritim enstrümanı olarak kullanıyor. Bu albümde de piyanodan adeta bir orkestra sesi çıkarmakla kalmayıp, bazen dinlendirip nostaljik duygulara sürüklüyor, bazen de agresif vuruşlarla sanki geçmişten hesap soruyor. Kullandığı enstrümana böylesine hakim bir müzisyenin özgünlüğüne ve melodilerle insan aklında canlandırdığı hikayelere şapka çıkarıyorum.




14- LINDA PERHACS - THE SOUL OF ALL NATURAL THINGS
Saykedelik folk’un nadide isimlerinden ozan şarkıcı Linda Perhacs’ın 44 yıl sonra yayınladığı yeni albümü, vokalin saflığı ve müziğin yalınlığıyla hem kulaklarımız hem de yüreğimiz için ilaç gibi. Perhacs, 1970’te “Paralellograms” adlı ilk albümünün ticari başarı getirmemesi ve bunun üzerine plak şirketinin de albümün tanıtımını yapmaya pek yanaşmaması yüzünden asıl mesleği olan dişçiliğe geri dönmüştü. Yıllar içinde hayranları, kopyası bulunamayan o albümü dinlemesi için çevrelerinde yayarak bir efsanenin doğuşuna neden oldular. Sonunda aradan bunca yıl geçince, bu defa Linda Perhacs’ın “The Soul of Natural Things” adlı ikinci albümü yayınlandı. Folk, Americana, New Age, Freak folk türlerine meraklı olanlar için bir hazine değerinde bu albüm.




13- FUTURE ISLANDS - SINGLES
Future Islands, aslında “In Evening Air” (2010) ve “On the Water” (2011) albümleriyle çoktan radarıma girmişti ama müzik sahnesinde asıl çıkışı “Singles” ile yakaladı. 4AD plak şirketine geçmesinin, David Letterman’ın şovunda yer almalarının da etkisi büyük oldu tabii ama bence dünya onları keşfetmekte geç kaldı. Vokalist Samuel Herring’in içindeki tutkuyu ateşe çevirme yeteneği çok az müzisyende var. Kimisi onlar için post-wave diyor, kimisi synthpop. Bana kalırsa 80’lerin new wave tarzını punk, dans ve deneysel öğelerle buluşturan bir post-punk grubu Future Islands. “Singles”da bu unsurların tümü yine var ama önceki albümlerin soundu biraz daha pop’a kayınca bu kez bir parça yumuşadı. Ben “In Evening Air”deki gibi dinleyiciyi yakasından tutup doğrudan yaşadığı acının, aşkın, umutsuzluğun, isyanın doğrudan tanığı yerine koyan o agresif soundu daha çok sevsem de, “Singles” da yakıcı içtenlikten yoksun değil.




12- BEN FROST - A U R O R A
Yaşamını İzlanda’da sürdüren Avustralyalı prodüktör Ben Frost, Kongo’daki deneyimlerini aktarıyor bu albümde. Minimalist, deneysel ve enstrümantal müzikten beklenebilecek ilginç yaklaşımları içinde barındıran, Frost’un melodiyi gözetmediği, armoninin noise içinde eridiği bir albüm A U R O R A. Davulcu Greg Fox (Liturgy üyesi), multienstrümantalist Shahzad Ismaily ve perküsyonist Thor Harris (Swans üyesi) ile kaydedilen albüm, kendi karakteri içinde yıkıcı bir niteliğe sahip; olabildiğince drone ve endüstriyel müziğin çekici vahşiliği ile donatılmış. Ayrıksı ve aykırı. 




11- YANN TIERSEN - INFINITY
Müziğiyle çok farklı duyguları harekete geçirme yeteneğine sahip bir müzisyen Tiersen. Yeni albümü “Infinity”de, İzlanda’da ve doğduğu yer olan kuzey Fransa’daki Brittany’de yaptığı kayıtlar yer alıyor. Şarkı kurgulamaları her zamanki gibi son derece ilginç. Mesela “Steinn”da İzlanda aksanı ile konuşan bir kadın sesi, kayaların ortasındaki bir evden ve o evin içindeki bir taştan söz ediyor. Tiersen, adeta kulağa fısıldarcasına yavaşça söylenen vokali, güçlü basları ve yaylılarla buluştururken yine çok derinlere çekiyor dinleyeni. Tiersen’in çevreden aldığı iç izlenimi yansıttığı şarkılardan oluşan çok güzel bir koleksiyon bu albüm. Bazen bir rüya alemine sürüklüyor, bazen de tuhaf, bilinmeyen bir yere konuk ediyor bizi. Tutkulu, olabildiğince yalın ve olumlu anlamda sersemletici bir albüm.




10- FENNESZ - BÉCS
Noise ustası Christian Fennesz’in Editions Mego etiketiyle çıkardığı yeni albümün soundu, 2008 tarihli “Black Sea” albümündeki ses tasarımlarını akla getiriyor. Ancak bir karşılaştırma yapmak gerekirse, bunu müzisyenin 13 yıl önce yayınladığı ve kariyerindeki başyapıt olarak görülen “Endless Summer” ile yapmak daha doğru; çünkü bu yeni albümle o noktaya çok yakın duruyor Fennesz. Gitar ile synthesizer’ların elektro-akustik buluşması,  üzerinde oynanıp bozulan seslerin çıkardığı gürültü, elektronik işlemden geçirilerek değiştirilen seslerin cızırdayışı, albümü müthiş bir ses makinesine çevirmiş. Kendini elektronik seslerle özgün dokular yaratmaya adamış bir müzisyenin kariyerinde yeni bir aşama. 




9- THEE SILVER MT. ZION MEMORIAL ORCHESTRA - FUCK OFF GET FREE WE POUR LIGHT ON EVERYTHING
Yaşadığımız dünyada uğrunda va karşısında mücadele edilecek çok fazla şeyin olduğunu bize sürekli hatırlattı Thee Silver Mt. Zion. Belli bir türe dahil olmayı reddedip, kendi deneysel yöntemleriyle kendi yollarını çizdiler. Bu kez de beşli olarak devam ettikleri o yolda, hırs ve adaletsizlik, ölüm, anne/baba olmanın yarattığı duygular, karşı koyma ve dayanma gibi konuları, farklı müzik türlerini kendilerine özel bir yöntemle ince ince işleyerek anlatıyorlar. Bu albümde her zamankinden daha enerjikler; dünyanın sonunun gelmesini beklemiyorlar, dünya dönerken yüreklerinden taşan duyguları patlama noktasında yakalayıp notalara dökmüşler.




8- HTRK - PSYCHIC 9-5 CLUB
2003’te bir üçlü olarak kurulan Avustralyalı deneysel rock grubu, üyeleri Sean Stewart’ın intihar etmesinin ardından ikili olarak müziğe devam ediyor. Bu yıl Ghostly International’dan çıkan “Psychic 9-5 Club”, HTRK’in gizemli karanlığına ortak ediyor dinleyeni. Minimalist bir yaklaşımla oluşturulan sounda, Jonnine Standish’in gizemli ama bu kez daha belirgin vokali eklenince oldukça hipnotik bir sound çıkıyor ortaya. 11 yıldır aşktan, aşkın yıkıcılığından, duygusal yıkımlardan ve onun ardından gelen iyileşme dönemlerinden söz ediyorlar. Anlattıklarına dikkat ederseniz, müzikle flört eden sözlerin ortaya çıkardığı şiirsel atmosfere kapılmamak pek olanaklı değil.




7- MAX COOPER - INHUMAN
Cooper, işlemsel biyoloji dalında doktorası olan enteresan bir müzisyen. Son 6-7 yılda çok sayıda single, EP yayınladı, remiksler ve işbirlikleri yaptı. Kendi adıyla yayınlanan ilk albümünü büyük bir merakla bekliyordum. Heyecanım boşa çıkmadı. “Inhuman”, kulüplerde çalmaya uygun bir sounda sahip şarkılardan ziyade, ambient ile synth’lerin sürükleyici bir birlikteliğinin eseri. Cooper için daha kişisel bir karakter taşıyan şarkılar bunlar. Yarattığı soundu dinlerken insana çok yakın geliyor ve o bu hissi duyguları basitleşmeden yansıtacak kadar orijinal bir şekilde yapıyor. Yılın en iyi elektronik müzik albümlerinden birisi. 




6- TEHO TEARDO & BLIXA BARGELD - SPRING (EP)
Listeye aldığım tek kısaçalar bu oldu. Ancak içinde yer alan kayıtların mükemmeliğini düşününce, almasaydım haksızlık olurdu. Geçen yılın en güzel albümlerinden biri olan “Still Smiling”i birlikte kaydetmişti Teardo ve Bargeld. O verimli işbirliğinin devamı bu yıl Record Store Day’de yayınlanan “Spring” kısaçaları ile geldi. Blixa Bargeld’ın sesinin tınıları öylesine güçlü ki, Almanca bilmeseniz de yüreğinize dokunuyor. Attığı çığlıklar, çıkardığı hırlamalar ve bazen de fısıldarcasına söylediği kelimelerle, dev bir ses evreninin içinde farklı karakterler canlandırıyor Bargeld. Teardo gibi yetenekli bir multienstrümantalistin ustalığı da, ona bunu yapma olanağı sağlayan altyapıyı yaratıyor. Tek kelimeyle büyüleyici kayıtlar. 




5- ALESSANDRO CORTINI -SONNO
Einstürzende Neubauten ile yaptığı çalışmalardan ve kendi elektronik projesi SONOIO’dan tanıdığımız İtalyan müzisyen Cortini, geçen yıldan bu yana kendi adıyla yayınladığı albümlere yenisini ekledi. Vatican Shadow olarak bildiğimiz Dominic Fernow’un kurduğu Hospital Records etiketiyle çıkan “Sonno”da bu kez, Roland MC 202 analog synthesizerdan delay pedalı kullanarak çıkardığı tekinsiz seslerle donatmış albümü. Kendini bir mekana kapatıp, elindeki kayıt aracı ile sesi farklı noktalarda kaydetmiş. Müzik, ses dalgalarıyla oynayarak elde edilen ve herhangi bir formu olmayan bir sanatsa, bu da o sanatı en iyi örnekleyen çalışmalardan birisi. Hiçbir kalıba bağlı kalmadan bu yöntemle müzik yapmak da, bu tanıma en çok uyan yöntem. Deneysel ve garip seslerden hoşlananlar kaçırmasın bu albümü. 




4- ERIK K SKODVIN - FLAME
Deaf Center ikilisindeki dark ambient soundu ve Svarte Greiner projesindeki minimal atmosferik müzikleriyle tanıdığımız Erik K Skodvin’in 2010 tarihli “Flare” albümünün ardından onu tamamlayan yeni çalışması “Flame” de, dinlemeye başladığınız anda bulunduğunuz ortamı ve hisleri değiştirebilecek kadar güçlü. Anne Müller ve Mika Posen’in yaylılarda, Gareth Davis’in klarnette katkıda bulunduğu albümün ses dokuları yaratarak oluşturduğu karanlık atmosfer, garip bir şekilde bağımlılık yaratıcı. Deaf Center’ın yaptığı gibi dinleyiciyi kuşkulu bir atmosfere çekip sarmalama özelliği Skodvin’ın solo kayıtlarında da var.




3- AUTOMAT - AUTOMAT
Berlin müzik sahnesinde 2011 sonunda kurulan Automat’ın ilk albümü, dinler dinlemez insanı yakalıyor. Einstürzende Neubaten ve Die Haut’tan tanıdığımız Alman gitarist Jochen Arbeit, elektronik müzik grubu Project Pitchfork ve rock grubu Prag’dan adını duyduğumuz davulcu Achim Farber, avantgart rock grubu Sovetskoe Foto’nun kurucusu basçı Zeitblom yani Georg Huber gibi üç yetenekli müzisyen bir araya gelip, 1980’lerde post-punk sonrası İngiltere’de endüstriyel müzik yapanların dans müziğini keşfettiği günlerde gelişen soundu bugüne taşımış. İngiltere’den söz etsem de Automat’ın asıl ruhunu veren kent Berlin. Dub-reggae esintili bas riff’leri ve trip-hop ritimleriyle, Berlin’in de katkısıyla karanlık bir sound yaratılmış. Toplam yedi şarkının olduğu albümde üç şarkıda eşlik eden vokalistlerden birisi Blixa Bargeld, diğer ikisi de avangart müziğin önde gelen isimlerinden Genesis P -Orridge ve Lydia Lunch. 




2- SWANS - TO BE KIND
Michael Gira ve ekibinin, Swans’ın kuruluşundan bu yana hiç düşürmediği ve bir tek onların aşmaya cesaret edebileceği bir çıtası var. Yoğun, enerji dolu, saykedelik ve insanın yüzüne tokat gibi gibi çarpan, içerdiği birçok müzik türünü öğütüp tamamen kendine özgü müzik ötesinde bir ayine çeviren, tanımlanması zor, olağanüstü bir albüm. Albümün adındaki seçimle müziğin vurucu gücünü bir arada düşünürseniz aslında sevginin yıkıcılığının, yıkımın altını çiziyor grup. “The Seer” gibi bir başyapıttan sonra, dinleyicileri belki ondan daha da yüksek bir tatmin seviyesine çıkaracak, ancak hissedilerek deneyimlenecek müzikle dolu bir cevher “To Be Kind”.




1- BOHREN & DER CLUB OF GORE - PIANO NIGHTS
Black Sabbath'a özgü doom, death metal grubu Autospy'nin soundu ve caz baladları ile yaratılan bir tür ambient karışımı onların müziği. “Piano Nights”, müziklerindeki karanlığın tonunda bir seyrelme, atmosferde bir rahatlama hissettiriyor. "Black Earth" ve "Beileid" albümlerindeki gibi insanı dipsiz derinliğe doğru çeken havaya düşkünseniz biraz şaşırabilirsiniz. Kuzey Avrupa'da bir kentte çetin kış koşullarında yapılan gece yürüyüşlerinden ziyade, yine kuzeyde bir yerlerde ama sonbahardaki sakin yürüyüşlere soundtrack olur diye geçiyor içimden. Bohren’in elinden çıkan dark ambient ve caz buluşması her haliyle çarpıcı.


5 Ağustos 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXXX - EXPERIMENTAL DARK JAZZ / AMBIENT - 4.8.2014


Dün Dinamo FM'de canlı yayınlanan programın kaydı.

1- Tomas Dvorak - Kapky
2- Supersilent - 6.2
3- The Kilimanjaro Darkjazz Ensemble - Shadows
4- The Necks - The Boys II
5- Flanger - Nightbeat I
6- Kammerflimmer Kollektief - Palimpsest
7- Bohren & der Club of Gore - Black City Skyline
8- Somnambulist Quintet - Monastery
9- Dale Cooper Quartet & The Dictaphones - Nourrain Quinquet
10- Povarovo - Dead Fish
11- Heroin and Your Veins - Sand in Lungs 



3 Ağustos 2014 Pazar

ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE 10 ŞARKISIYLA MICHAEL JACKSON*


3.8.2014

25 Haziran 2014, pop müziğin yaşarken efsaneleşen büyük yeteneği Michael Jackson’ın beşinci ölüm yıldönümü. Daha 10 yaşındayken kardeşleriyle birlikte The Jackson 5 grubuyla birlikte çıktığı sahnede yıldızı hiç sönmedi Michael’ın. Neredeyse yaşamının tümünü kapsayan kariyerinde müzik dünyasında yaptıkları ona “Pop’un Kralı” ünvanını kazandırdı. Çok satan albümler, liste rekorları, ödüller, delicesine peşinden giden hayranlar, onu dev bir yıldız haline getirmiş, en tepeye çıkarmıştı. 

1980’li yıllardaki Michael fırtınası, 90’larda da sürdü, ancak ilk çocuk istismarı suçlaması da 90’lı yılların başında geldi. O bu iddiaları hep reddetse de, artık hayatı skandallar, sansasyonlar ve mahkemelerde açılan davalarla doluydu. Son yıllarda mali krize girince büyük bir şovla sahnelere yeniden görkemli bir dönüş yapmaya hazırlanıyordu. İşte tam o sırada 25 Haziran 2009’da aniden yaşama veda ettiği duyurulduğunda henüz yarım yüzyıllık bir hayatı tamamlamıştı. Bu dünyadan göçüp gittiğine kimse inanamadı. Özel doktoru Conrad Murray, 2011’de Michael Jackson’a aşırı dozda anestetik propofol vermekten dolayı dört yıl ceza aldı ama 2013’te California yasalarından yapılan bir değişiklik sonucunda salındı. Murray’ın ifadesine göre, MJ’ı o değil, ilaç bağımlısı olan Michael’ın kendisi yanlışlıkla öldürmüştü. 

Sonuçta müzik dünyasından bir Michael Jakson geçti ama geride bıraktığı müzik mirası o kadar büyük ki, bugün hala arkasından yeni albümleri çıkıyor, yayınlamadığı kayıtları düzenlenerek ünlü isimlerle düet haline getiriliyor. Hatta o kadar ki, bu yıl Las Vegas’ta yapılan Billboard Müzik Ödülleri’nde kullanılan hologram görüntüsü sayesinde, yeni albümünden çıkan “Slave to the Rhythm” adlı şarkıyı Michael Jackson’ın kendisi söylüyormuş gibi izledi dünya. O mali kriz içinde ayrıldı bu dünyadan ama arkasından ailesi ve plak şirketi milyon dolarlar kazanmaya devam ediyor. Associated Press’in haberine göre, öldüğü günden beri bugüne kadar MJ adıyla kazanılan paranın 600 milyon dolar olduğu, bunun da yılda 100 milyon doları geçtiği bildirliyor.  Ünlü grup Cirque du Soleil’in MJ’ın şarkılarından sahneye uyarlanan şovu “The Immortal Tour”un dünya çapında 500’den fazla şovu planlanmış durumda. Belli ki Michael efsanesi bitmedi... Biz de onu ölüm yıldönümünde en güzel on şarkısıyla analım istedik.

1- “Billie Jean” (Michael Jackson)

Michael Jackson’ın tüm zamanların en çok satan albümü ünvanına sahip “Thriller”dan yayınladığı ikinci tekliydi bu. MJ şarkının, The Jackson 5 ile turneye çıktıklarında daima ağabeylerinin çevresinde dolanan “groupie”ler hakkında olduğunu söylemişti. Yayınlanmadan önce Bruce Swedien tarafından tam 91 kez mikslenen “Billi Jean”i MJ üç hafta boyunca sadece bas riff’i üzerinde çalışarak tek başına yazmıştı. MJ’ın 1983’te “Motown 25: Yesterday, Today, Forever” adlı televizyon şovunda ilk kez “moonwalk” dansını yaptığı şarkı da buydu. Aynı zamanda bir siyahi müzisyene ait videonun düzenli olarak MTV’de yayınlandığı ilk şarkı da “Billi Jean” oldu ve böylece MJ, o kanalın engellerini kırıp, kendisinden sonra gelen siyahi müzisyenlere de yol açtı.



2- “Beat It” (Michael Jackson)

Birçok şarkıda olduğu gibi, MJ’ın yazdığı “Beat It”in de prodüktörlüğünü Quincy Jones üstlenmişti. “Thriller” albümünden  üçüncü tekli olarak yayınlanan şarkı, Eddie Van Halen’ın çarpıcı gitar solosuyla dikkat çeker. Yaptığı katkı karşılığında hiçbir ücret almayan Eddie Van Halen, bir röportajında, “Belki Michael bir gün bana dans dersi verir,” diye düşündüğünü söylemişti. Onun katkısıyla siyahi rock müzikte bir dönüm noktası haline gelen şarkı, MJ’ın müziğini de daha geniş beyaz kesimlere ulaştırdı. Sokaklarda süren çete hayatını konu alan şarkıyı yazarken MJ’ın “West Side Story”den esinlendiği söylenir, video da onunla ilişkilendirilse de, yönetmen Bob Giraldi, içinde yetiştiği Paterson, New Jersey’deki İtalyan serseri gruplarından esin aldığını söyledi.



3- “Smooth Criminal” (Michael Jackson)

1987 tarihli “Bad” albümünden çıkan teklilerden biriydi. MJ, çoğu şarkısının aksine, burada doğrudan kendi deneyimlerinden esinlenmemiş, hayali bir olay  etrafında kurmuştur şarkıyı. Annie adlı bir kadın, bir gangster tarafından saldırıya uğramış ve MJ da bu olaya tanık olmuştur. Şarkıda sürekli “Annie are you OK?” diye sormasının nedeni budur. (O yıllarda İngilizce’ye hakim olmayanlar, MJ’ın hızla söylediği bu cümleyi “eni vici vokke” diye söylemiş, sözler sonradan ortaya çıkınca da bu epey bir espri konusu olmuştu.) MJ’ın 1930’lardan bir gangster gibi giyindiği videoda, özel bir teknikle iki ayağı da yere bastığı halde 45 derece eğimli bir şekilde yerçekimine meydan okurcasına dans ederken gösteren çekimler yer alır. MJ’ın 1988’de yayınladığı ve Joe Pesci’nin de rol aldığı “Moonwalker” adlı antolojik filmin temelinde de bu şarkı vardır. 



4- “Thriller” (Rod Temperton)

“Thriller” yayınlandığında MJ, 1979 tarihli “Off the Wall” albümüyle zaten büyük bir başarı elde etmiş durumdaydı; ancak tüm dünyada bir fenomen haline gelmesinde bu albüm bir dönüm noktası oldu. Paul McCartney (The Girl Is Mine) ve Eddie Van Halen’ın (Beat It) yanı sıra, “Thriller”da Vincent Price ile işbirliği yapılması, müzik endüstrisindeki ırk kaynaklı ayrımı aşmakta yardımcı oldu. (Şarkının ortasındaki konuşma sesi ve ünlü gülüş, ünlü Amerikalı oyuncu Vincent Price’a ait.) “Thriller”, geceleri insan yiyen kurt adamlar hakkındaki korku saçan temasıyla bu ölçüde popüler olup, bir yılı aşkın süre listelerde kalabilen ilk pop şarkısıydı. Michael Jackson, şarkılarının büyük bir kısmını kendi yazsa da, “Thriller”, İngiliz besteci prodüktör Rod Temperton imzalıydı. (Temperton, MJ için ayrıca “Rock with You” ve “Off the Wall” adlı şarkıları yazmıştı.) Yaklaşık 14 dakika süren “Thriller”ın  videosu, şarkıların videolarla aklımızda yer etmeye başladığı MTV döneminde koreografisi ve kostümleri ile çığır açmıştı.



5- “Dirty Diana” (Michael Jackson)

“Bad” albümünde yer alan bu şarkı, MJ’ın “Beat It” gibi pop rock/hard rock’a yakın duran şarkılarından biridir. Bu kez gitarda Eddie Van Halen yerine Billy Idol’ın da gitaristliğini yapan Steve Stevens yer alır. MJ, bu şarkıda da “Billie Jean” gibi groupie denilen kadınlardan söz eder, ancak bu defa Diana adlı belli bir kadın söz konusudur. Bu şarkı yayınlandığında, MJ aynı albümden beş şarkısı birden bir numaraya yükselen ilk müzisyen oldu. Şarkının videosu canlı bir performans sırasında 1988’de Los Angeles’ta Joe Pytka tarafından çekildi. Ayrıca New York Madison Square Garden’da çekilen 7 dakikalık bir videosu daha var.



6- “Bad” (Michael Jackson)

Bu şarkı da MJ’ın gettolara ve West Side Story’e olan ilgisini gösterir. Kötü bir semtte oturan bir genç, özel bir yatılı okula gitme şansı elde etmiş ve tatil döneminde geri döndüğünde mahallesindeki diğer çetelerde yer alan çocukların kıskançlığı yüzünden başı belaya girmiştir. MJ, bir röportajında bu şarkıya konu olan olayı bir dergide okuduğunu anlatmıştı. Dance-pop ve funk unsurlarını buluşturan “Bad”in başlangıçta Prince ile bir düet olmasının planlandığı ama onun açılıştaki “your butt is mine” sözünü söylemek istemediği söylenir. Açıkçası Prince’in sadece bu nedenle düeti geri çevirmesi bana pek mantıklı gelmiyor ama yine de bilinmez. Bir metro istasyonunda iki çetenin kavgasını yansıtan videoyu, Martin Scorcese çekti, Wesley Snipes rakip çetenin liderini oynarken, MJ’ın annesi rolünü Roberta Flack üstlendi. MJ’ın isyankar bir imaja büründüğü “Bad” dönemini en iyi anlatan şarkıdır bana göre.



7- “Scream” (James Harris III / Terry Lewis / Michaell Jackson / Janet Jackson)

MJ’ın kardeşi Janet Jackson ile düet yaptığı 1995 tarihli “Scream”, iki CD’lik “HIStory: Past, Present and Future” albümünün ikinci CD’sinde yer alır. MJ, pop, dance-pop ve electrorock’ı buluşturan şarkıda, medyanın çocuk istismarı iddiaları ve Lisa Marie Presley ile evliliğini ele alış yöntemine karşı agresif bir tavır yansıtır; medyaya, kendisine baskı yapmaktan ve gerçeği çarpıtmaktan vazgeçmesi çağrısında bulunur. Mark Romanek’in çektiği siyah beyaz video, o dönemde 7 milyon dolarlık bütçesiyle en pahalı video olmuştu. 



8- “The Way You Make Me Feel” (Michael Jackson)

“Bad” albümünde yer alan 1987 tarihli “The Way You Make Me Feel”, MJ’ın en güzel R & B odaklı şarkılarındandır. Daha önce de kadınlar hakkında şarkılar yapmıştı ama bu şarkının videosunda ilk kez doğrudan karşı cinse aşkını gösteren sahneler yer aldı. “Bad” albümünün 25. yılı dolayısıyla hazırlanan Bad 25 belgeselinde, bunun, özellikle kamuoyunun gözünde MJ’ın kadınlara ilgisini göstermek açısından planlı olarak yapıldığı belirtildi. Jackson’ın bir sokakta arkasından gittiği Tatiana Thumbtzen de, o dönemde MJ ile aralarında ilişki olduğunu da iddia etmişti. Birçok farklı ritmin kullanıldığı şarkıyı Michael’ın annesinin isteği üzerine yazdığı da söylenir. 



9- “Man in the Mirror” (Glen Ballard / Siedah Garrett)

Glen Ballard’ın bestelediği ve Siedah Garrett’ın sözlerini yazdığı şarkının, değişimi insanın kendisinin başlatabileceğini anlatan umut verici bir mesajı var. Vokalde MJ’ın yanı sıra, Garrett, Amerikan gospel korosu The Winans ve Madonna’nın “Like A Prayer” adlı şarkısında da yer alan Andrea Crouch Choir’ın katkıda bulunmuştu. Diğer videolarının aksine, bu şarkı için çekilen videoda MJ odak noktası ya da başrolde değildir; sadece sonda tek bir sahnede kalabalığın içinde görünür. Onun yerine Washington’daki insan hakları yürüyüşünü, Etiyopya’daki açlığı, evsizleri, İran rehine krizini, Kennedy suikastini, Gandhi, Martin Luther King, Mandela, Rosa Parks gibi önemli figürleri gösteren sahneler kullanılmıştır. “Bad” albümünün 1 numaraya çıkan şarkılarından “Man in the Mirror”, MJ’ın toplumsal mesaj verdiği şarkılardan biridir.



10- “They Don’t Care About Us” (Michael Jackson)

1996 tarihli “HIStory: Past, Present and Future: Book I” albümünde yer alan “Man in the Mirror” gibi MJ’ın toplumsal/siyasi içerikli şarkılarındandır. Bu nedenle de yazdığı en tartışmalı şarkılardan biridir. Yayınlanmadan bir gün önce The New York Times gazetesinde, şarkıda Yahudi karşıtı sözler olduğu yazılınca, büyük tepki çekti. Bunun üzerine MJ, şarkının önyargı ve nefretin neden olduğu toplumsal ve politik sorunlara dikkat çektiğini ve kendisinin saldıranlardan değil, saldırılanlardan birisi olduğunu söyleyip, yanlış yorumlanmasına üzüldüğünü açıkladı. Ancak o dönemde çoğu radyo şarkıyı çalmaya yanaşmayınca, Amerika’da liste başarısı sınırlı oldu. Spike Lee tarafından çekilen iki videodan birincisinde MJ Brezilya’da yoksulların yaşadığı bir favaleda hayranlarıyla dans ederken görünür; insan hakları ihlallerine dair görüntülerin yer aldığı bir hapishanede çekilen diğer videoda ise hapisteki mahkumlardan biridir. 




(Link: Bu yazı, 25 Haziran 2014 tarihinde redbull.com.tr'de yayınlanmıştır.)


10 SORU VE 10 ÖNERİ İLE GLASTONBURY FESTİVALİ!*


3.8.2014


Bu yıl 25-29 Haziran tarihleri arasında yapılacak olan Glastonbury festivaline gidecek olan şanslı insanlar arasındaysanız, yola çıkmadan önce bilmeniz gerekenler için bir rehber hazırladım. Bilindiği gibi, dünyanın en büyük açık hava müzik, kültür, sanat festivalinden söz ediyoruz. İlk kez gerçekleştirildiği 1970 yılından bugüne, giderek büyüyüp gelişen ama cazibesinden hiçbir şey yitirmeyen bir festival Glastonbury. 1970’te T. Rex’in headliner olduğu, sadece 1 pound üzerinden 1500 biletin satıldığı etkinlik, 1971’de sahneye David Bowie’yi çıkarıp bedava olunca bir yılda 12.000 katılımcıya ulaşmıştı. Ne yazık ki festival büyüdükçe bilet fiyatları da hızla arttı. Bu yıl 205 pound üzerinden 135.000 bilet satıldı. Katılımcı sayısını ve etkinliğin yayıldığı alanın büyüklüğünü düşünürsek, Glastonbury’de festival için ufak bir kent kurulduğunu söyleyebiliriz. Tabii bu, su, yol vb. altyapısı olmayan bir kent. O zaman onca insan beş gün boyunca orada nasıl yaşıyor? İşte zorluk orada başlıyor. Önerilerimin bir kısmı da bununla ilgili.

1- Festivale giderken yanımda mutlaka bulundurmam gerekenler neler?

Glastonbury, İngiltere’nin güneybatısındaki Somerset kentinde bir kasaba. Haziran ayında genellikle yağmur alan bir bölge; festival dışındaki zamanlarda ineklerin otlatıldığı devasa bir çayırlık aslında. Bu bölgeye yağmur yağdığında neredeyse her yer balçık haline geliyor. Dikkat edin; çamur değil, balçık diyorum. Öyle ki içine battığında, giydiği plastik çizmeyi balçıktan çıkartamayıp bırakıp gidenleri çok gördüm. Bu nedenle yağmur yağması olasılığına karşı (festivalin kapılarını açtığı 25 Haziran’da yağmur yağacağı belirtiliyor. Bu da demektir ki en azından oraya vardığınızda çamurlu bir ortam söz konusu), yanınızda mutlaka plastik çizme (dize kadar olanlardan), uzun yağmurluk ya da panço ve naylon çöp poşetleri (çadıra sokacaklarınızı ortalığın çamura bulanmaması için bunların içine koymanız gerekecek) bulundurun. 

Elbette sağlam bir şemsiye, çadırda oluşabilecek yırtılmalara müdahale edebilmek için sağlam bir plastik bant da çok işe yarar. Gece çadıra gidip gelirken yolunuzu bulmak için mutlaka bir fener bulundurun. Güneş enerjisiyle çalışan, elle kurularak şarj edilebilenler tercih nedenidir ama onlar yoksa da yeterli pil götürmenizi de öneririm. 

Festivalde hava güneşli olursa, konserleri beklerken pişmemek için de güneş kremi ve şapka şart. 

Eğer uyku tulumunuz inceyse, fazladan bir battaniye götürmenizi öneririm. Geceleri epey soğuk oluyor. 

Festivaldeki info noktalarında katılımcılara ücretsiz tuvalet kağıdı veriliyor ama bu tüm festival boyunca yetecek bir miktarda değil. O nedenle yanınızda ayrıca tuvalet kağıdı, ıslak mendil ve sıvı sabun götürün.

Çadırdaki giysilerinizin ıslanmaması için ağzı kapatılabilen naylon torbalardan götürün.

Telefonları şarj etmek için uzun süre kuyrukta beklemek gerekiyor. Sabah erken saatlerde sıraya girerseniz şansınız daha fazla ama gün içinde talep çok fazla oluyor. Güneş enerjisiyle şarj olanağı veren aletlerden edinirseniz, çok işe yarar.

Aslında festival içinde ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğiniz geniş bir market de var ama o kadar kalabalık olunca, insan yeterli olur mu diye şüphe ediyor. Tedbirli olmakta fayda var. 

2- Çadırı nereye kurmalıyım?

Eğer olanağınız varsa, festival alanına kapıların açıldığı ilk gün gitmenizi öneririm. O gün genellikle sadece Dj performansları oluyor ama erken varırsanız iyi bir yere çadırınızı kurabilme şansınız artıyor. Glastonbury’de çadır için iyi yer, daha yüksekte kalan kısımlardır. Çadırınızı yükseğe kurarsanız, yağmur yağdığında sular altında kalmazsınız. Sahneye yakın diye ya da festival alanına geç geldiği için alçakta kalan kısımlara yerleşenlerin çadırlarının rüzgar ve yağmur etkisiyle dağılıp gittiğine çok tanık oldum. Bu da festivalde yaşanabilecek en kötü durum. Yola çıkmadan önce festivaldeki kamp alanlarının olduğu haritayı inceleyin ve hangi alanın avantajlı olduğunu belirleyin. Alana girer girmez, hangi kısımlarda yer olduğunu da görevlilere sorun. Aksi halde sırtınızda yükle dev alanda turlamanız gerekebilir. 

Bu arada henüz çadır almadıysanız, kendiliğinden açılan ve kurması çok daha kolay olan pop-up çadırları tercih etmenizi öneririm. Bir de, daha ucuz diye kalitesiz olanları almayın; Glastonbury’de hava koşulları sert olursa bu tür çadırlar dayanmıyor. 

3- Hangi tür giysiler Glastonbury Festivali için ideal? 

Bu yazı başka bir festival hakkında olsaydı, belki böyle bir başlık açmaya gerek kalmazdı. Sonuçta herkes bir mont, geceleri giymek için daha kalın bir sweatshirt götürmeyi akıl edebilir. Glastonbury’de hava sıcaklığı gündüz ile gece arasında epey değişiyor. Gündüz tişört ile gezseniz de, akşam sıcak tutacak, rüzgara ve yağmura dayanıklı bir mont gerekli oluyor. Ancak bu festival için özellikle şunu önereceğim: En eski olan, atabileceğiniz giysileri götürün. Çünkü yağmur, çamur derken festival sonunda artık o kıyafetlerden pek hayır kalmıyor. Ben dediğim gibi yaptım; festival alanından çıkmadan önce de büyük bir çöp torbasına çamurlu eski kıyafetleri doldurup attım. 

4- Hırsızlığa karşı nasıl önlem almalıyım? 
Glastonbury’de alan çok geniş olduğundan, çadırınızla sahneler arasında genellikle epeyce bir yürüyüş mesafesi söz konusu. Gece çadıra geri döndüğünüzde kötü bir sürprizle karşılaşmamak için, öncelikle festivale çok kıymetli eşyalarınızı, özellikle elektronik aletleri götürmeyin. Her şeyi bavulunuzun içine koyup bırakmayın; çünkü tek bir hamlede bavulu alıp çadırdan çıkarmak daha kolaydır. O nedenle tavsiye ederim, onu boş bırakın. Değerli eşyalarınızı sırt çantanızda yanınızda taşıyın. 

Paranızın hepsini tek bir çantada taşımayın, bölüp farklı yerlere koyun. 

Gece uyurken paranızı, telefonunuzu, pasaportunuzu uyku tulumunuzun içine koyun. Uykudayken parası çalınanlar olabiliyor. Ayrıca çadırın fermuarını içerden kilitlemek için yanınızda kilit de götürebilirsiniz. Ancak bu kesin bir çözüm değildir tabii. Sonuçta bir falçata ile çadırı kesmek hiç de zor değil. 

5- Duş sorununu nasıl halledebilirim? 

Glastonbury Festivali’ne gelenlerin önemli bir kısmı festival boyunca duş almadan idare etme yolunu seçiyor ama siz de benim gibi buna dayanamıyorsanız, önereceğim bir yol var. Greenfields alanında Greenpeace’in sponsor olduğu bir duş alanı var. Bu yıl da olacağını tahmin ediyorum. O alanı sorup bulursanız, koşullar pek konforlu olmasa da duş almanız olanaklı. Kapıda biraz sırada bekliyorsunuz, bilet veriyorlar ve içerde kalabileceğiniz sınırlı süreyi hatırlatıyorlar. Güneş enerjisiyle ısınan sıcak sulu duşların bulunduğu alan üstü açık bir yer olduğundan biraz titreyerek duş alıyorsunuz. Ayrıca herhangi bir kapı ya da bölme yok;  hamam gibi ortak bir alan söz konusu ama sonuçta Glastonbury’de duş alabiliyorsunuz!

6- İçme suyu ihtiyacımı karşılamak için ne yapabilirim?

İçme suyu ihtiyacını çevreci bir şekilde gidermek ve plastik pet şişe tüketimini azaltmak için bu yıl Water Aid tarafından, festival alanına yedi ayrı stand kuruldu. (Water Aid, özellikle Asya, Afrika ve geri kalmış bölgelerde yaşayan halklara iyi ve temiz su sağlamak için çalışmalar yapan ve kâr amacı gütmeyen uluslararası bir örgüt.) Festival bileti alırken satılan şişelerden edindiyseniz, onu boşaldıkça ücretsiz olarak doldurmanız olanaklı. Eğer o özel şişelerden almadıysanız, yanınızda götürdüğünüz matarayı da ücretsiz olarak diğer musluklarından doldurabileceksiniz. Böylece, pet şişede satılan sulardan almayarak doğaya katkıda bulunmak mümkün.

7- Festivalde yiyecek sorunu var mı?

Festivaldeki yiyecek standlarında çeşit çok fazla. Hemen herkese hitap edebilecek şekilde farklı seçenekler sunuluyor. Glastonbury’de ortam adeta bir yemek festivalini andırıyor demek yanlış olmaz. Veganlar için özel standlar da var! Hatta satılan yiyecekler o kadar lezzetli ki, vegan olmayanlar da epey ilgi gösteriyor. Green Culture alanında bolca vejetaryen ve vegan yemek bulmak olanaklı. Sonuçta bir rahatsızlığınız nedeniyle, mesela tamamen tuzsuz ve yağsız yemek zorunda olmak vb. bir durum yoksa, Glastonbury’de bir sorun yaşamazsınız. 

Eğer glutensiz yemek yemeniz gerekiyorsa, bu konuda da çözüm var. Twitter’da @GF_Glastonbury hesabını izleyerek nerede yiyecek bulabileceğiniz hakkında bilgi alabilir ya da glutenfreeglasto@gmail.com adresine yazarak sorabilirsiniz.

Yemek standlarının önemli bir kısmı sabah erken saatte açık olmuyor ama kahvaltı verenler açıyor. Erkenciyseniz onlar ihtiyaca yanıt veriyor. 

Ayrıca arabayla gelenlerin yiyecek pişirmek için yanlarında aletler de getirdiklerini gördüm. Çadırlarının önünde kurdukları portatif sistemlerle bu işi hallediyorlardı ama musluktan akan su olmadığından bana göre epey zahmetli bir iş bu. 

8- Hangi performansları izleyeceğimi belirlerken nelere dikkat etmeliyim?

Bu yıl festivalde toplam 64 sahne olduğu belirtiliyor. Yüzlerce performansın arasından seçim yapmak, gerçekten hiç kolay değil. Performans sayısının çok olması, aynı saate denk gelen çakışmaların sayısının da fazla olması sonucunu yaratıyor. Üstelik Glastonbury’de sahneler birbirine çok yakın değil, birinden diğerine gitmeye değer mi, yoksa yürürken harcanan zaman da düşünülecek olursa boşa mı gider? Benim önerim, üzerinde günlük program yapabileceğiniz bir çizelge oluşturun. Önce mutlaka görmek istediklerinizi yazın, sonra sırayla diğer görmek istediklerinizi de belirleyin. Çakışmaları net gördüğünüzde, iki konserin yer aldığı sahneye bakın, sonra da festival haritasında sahnelerin yerlerini gözden geçirin. Eğer biri alanın bir ucunda, diğeri de öbür ucundaysa, yani yürümek epey zaman alacaksa, en çok istediğinizi tercih edin derim. Bütün bunları yapsanız da, kaçınılmaz olarak bazı istediğiniz performansları yakalamanız olanaklı olmayabiliyor. Ayrıca, balçık sorunu da üzerine eklenirse, yürüyüş mesafesi iki katına çıkıyor. Başıma geldiği için biliyorum. Sadece hazırlıklı olun diye söylüyorum. 

9- Müzik dışındaki etkinlikler neler? 

Glastonbury’de müzik dışında birçok etkinlik yapılıyor. Leftfield alanında politika konuşmaları, paneller, anma etkinlikleri, sivil toplum örgütlerinin faaliyetleri, film gösterileri, komedi, yoga ve dans etkinlikleri, çocuklar için oyun etkinlikleri söz konusu. Bunları önceden festivalin resmi sitesinden belirleyebileceğiniz gibi, festival sırasında sosyal medya hesaplarından da izleyebilirsiniz. Ayrıca günlük olarak yayınlanan ve festival etkinliklerini duyuran ücretsiz festival gazetesini de izleyin.

10- Son tavsiye nedir?

Bütün bunların ötesinde, festivalden keyif almaya bakın! Çamura da batsanız, yağmur hiç durmadan yağsa da, hava soğusa da, tuvaletler daha ilk gün dehşet verici bir hale gelse de, sonuçta benzersiz bir deneyim Glastonbury. Bazı ufak tefek aksaklıkları dert etmeyin. Birkaç gün hippi gibi yaşamanın herkese faydası vardır. Nereden gelirse gelsin, kim olursa olsun herkesin sadece müzik ve sanatla iç içe, barış dolu bir ortamda yaşaması, bu zamanda az şey değildir. Glastonbury, Festivali, bu idealin en bariz şekilde somutlaştığı muhteşem bir festival. Keyfini çıkarın!


(İkinci fotoğraf hariç diğerleri bana aittir.)


Translate