SXSW etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SXSW etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2013 Pazartesi

SXSW 2013 İZLENİMLERİ



Şiddetin her türüne karşı olan etik bir vegan, Amerika’da en çok silah sahibi insanın yaşadığı eyaletlerden birine niye gider? Herhangi bir zorunluluğu yoksa, her öğün et yenen bir yere ulaşmak için onca kilometreyi neden kat eder? Söz konusu vegan ben olduğuma göre, bu yazıda nedenini açıklamak da bana düşüyor. Geçen ayın yaklaşık altı gününü Teksas’ta geçirdim. Önce 10.5 saat süren bir yolculukla İstanbul’dan New York’a, oradan da Atlanta aktarmalı olarak 6 saatte Teksas’ın başkenti Austin’e vardım. Daha havaalanından otele giderken İstanbul’dan geldiğimi öğrenen ilk Teksaslı, söze şöyle başladı: “İki yıl önce İstanbul’daydım. İskender Kebap favorim!” Bunun üzerine herhangi bir yorumda bulunamayacağımı anlasın diye, “Ben veganım,” dedim ama konuşmanın devamı daha da garipleşti. “Tanıştığım ilk vegan sizsiniz. Ama doğrusu akıllı başında birine benziyorsunuz!

Bu diyaloğun moralimi bozmasına ya da Teksas hakkında genellemelerde bulunmasına izin vermedim elbette. Çünkü bir yıl önce de yine aynı yerde bir hafta geçirmiştim ve kent hakkında bir fikir sahibiydim. İkinci kez Austin’e gitmemin nedeni, kısa adıyla SXSW olarak bilinen South by Southwest Müzik ve Medya Konferansı idi. 1987‘den beri her yıl mart ayında yapılan bu büyük etkinlik, dünyanın her tarafından ziyaretçi çekiyor. Ben, iki yıldır, interaktif ve film bölümleri de olan on günlük festivalin beş gün süren müzik ayağını izliyorum.

SXSW, Austin’in ekonomik, sosyal ve kültürel hayatına çok olumlu katkılarda bulunuyor ve inanın bana festival boyunca o filmlerde gördüğümüz silahlı adamların cirit attığı Teksas görüntüsüyle karşılaşmıyorsunuz. Her öğün et yenen bir yer bile olsa, SXSW sırasında sokaklara kurulan yemek standlarında vegan seçenekleri de oluyor. Hatta vegan sosisli vegdog bile var! (Bence vegdog demek yerine adı değişse daha iyi aslında...)

O zaman güvenlik ve yemek konusundaki endişelerimizin yersiz olduğunu gördükten sonra hemen bavulları toplayıp mart ayında Austin’e doğru yola çıkmalı mıyız?

Eğer müzikle ilgili bir işiniz varsa, organizatör, plak şirketi temsilcisi, menajer, müzisyen ve müzik yazarı iseniz, SXSW deneyimi yaşamanız yararlı. Bu festivalin en önemli özelliği, yeni grup ve müzisyenleri keşfetme olanağı vermesi. Etkinliği gerçekleştirenler, farklı ülkelerden isimlerin yaptığı başvuruları değerlendirip çok kapsamlı bir performans listesi hazırlıyor. Ülkeleri tek tek gezip o isimleri izlemek olanaksız olduğundan, hepsini aynı yerde toplayan böyle bir etkinliğe katılmak çok daha mantıklı bana göre. Basın mensubu olarak akreditasyon alabilirseniz, festivali izlemek için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz ama diğer katılımcılar için pahalı bir etkinlik SXSW. İnteraktif, film ve müzik bölümlerini tümüyle izlemek istiyorsanız, Platinum Badge almak için 1595 dolar ödüyorsunuz, sadece film ve interaktif bölümleri ilginizi çekiyorsa Gold Badge almak için 1350 dolar gerekiyor. Her bir bölüme tek giriş kartı almak da olanaklı; müzik kısmına katılacaksanız 795 dolar, interaktif 1150, film ise 650 dolar. Bununla da kalmıyor, SXSW sırasında otellerde geceleme fiyatı her zamankinin en az iki katına çıkıyor. Ayrıca rezervasyonlar aylar öncesinden yapıldığından, erken davranmazsanız açıkta kalıyorsunuz.

MÜZİSYENLER ŞİKAYETÇİ

Peki bu kadar pahalı ve uzaksa yine de gitmeye değer mi?

Bunun yanıtı, tamamen kişisel tercihler ve beklentilerle ilgili olarak değişir. Buna verebileceğim iyi bir örnek var. Röportaj öncesi bir otelin lobisinde Alman bir gazeteci ve Sigur Ros grubunun menajeri ile bu konuda konuşuyorduk. Alman gazeteci, yedi yıldır festivale geliyormuş ve her defasında da çok iyi vakit geçiriyormuş. Çünkü 10-12 kişilik bir grup olarak büyük bir evi kiralayıp orada kalıyorlarmış. Yani iş ziyareti olsa da, Austin’deki günlerini bir bakıma tatile çeviriyormuş. Sigur Ros’un menajeri bunu duyunca, ilk kez SXSW’ya katıldığını ama bir daha gelmeyi düşünmediğini söyledi. Festivale menajerliğini üstlendiği Savages grubu ile birlikte gelmiş ama giriş kartı vermediklerinden hiçbir konseri izleyememiş, ayrıca para ödemesi gerekiyormuş.

Bunun dışında, festivalde müzisyenler açısından yaşanan sıkıntılar da küçümsenecek cinsten değil. Öğlen başlayıp gece geç saatlere kadar süren konserlerin gündüz vaktinde yapılanları, 40 dakika sürüyor ve sound check için ayrılan süre en fazla 5 dakika. O kadar kısa zamanda istenen ses kalitesi sağlanamadığından, konserler müzisyenler açısından bir tür işkenceye dönüşüyor. “Seri bir şekilde sahneye çık, çal şarkılarını ve derhal toparlanıp in” mantığı ile işliyor işler. Böyle olunca da SXSW’da önceliğin müzikte değil, pazarlama ve satışta olduğu görüşü ağır basıyor. Röportaj yaptığım Savages grubunun elemanları da aynı konularda şikayet edip, “berbat bir festival” dediler.

Sahne önünde müzisyenlerin hazırlanışını izlerken, onların heyecanına ve gerginliğine tanık oluyorsunuz. Kocaman ağır aletleri kendileri taşıyorlar, elektrik kabloları ile boğuşuyorlar, kısa birliktelik sona erince de çabucak topluyorlar sahneyi. Bazıları her şeye rağmen içindeki tutkuyu konsere yansıtmayı başarıyor ama bunu yapamayanı da hatalı bulmuyorum. SXSW, onlar açısından sanki bir sözlü sınava çıkmak gibi olsa gerek. Hatta günde üç ayrı konser veren gruplar var. Örneğin bu yıl broşüre baktığımda, Amerikalı indie rock grubu DIIV’ın adını o kadar çok gördüm ki, nasıl dayanıyorlar buna diye düşünmeden edemedim. Sonunda festival devam ederken, grubun vokalisti Zachary Cole Smith Tumblr’daki sayfasından patladı. Festivalde müziğin geri plana atıldığını, sound check yapamadıklarını, apar topar çalıp sahneden indiklerini, şirket sponsorluğunda yapılan partilerden elde edilen paradan sanatçılar dışında herkesin yararlandığını belirtip, sarhoşlarla dolu bir ortamda resmi kurallarla mücadele ettiklerinden yakındı.

Smith’in söylediklerinin hepsi gerçek. Ancak bu sinir bozucu zorlukları yaşamayan müzisyenler de var. Bu yıl festivale katılan Nick Cave and the Bad Seeds ya da Depeche Mode vb. büyük bir isimseniz, hem istediğiniz gibi sound check yapıyorsunuz, hem de normal bir konser uzunluğunda sahnede kalıyorsunuz. Bu açıdan hiç demokratik değil SXSW. Ayrıca o tip konserlere talep çok olduğundan ancak özel çekilişi kazananlar girebiliyor. Bu büyük konserlerin bir sakıncası da, SXSW’nun şirketlerin reklam pazarına dönüşmesine yol açması. Mesela koskoca Prince bile sahnede, "Teşekkürler Samsung! İşte sponsor olduğunuz güzellik buydu!" dediğini duyuyorsunuz...

Her şeye rağmen yine de bir çekiciliği var South By Southwest’in. Festivalin merkez üssü konumundaki Austin Convention Center’da gündüzleri çok ilginç konularda paneller ve söyleşiler yapılıyor. Örneğin bütün o kargaşadan uzak, sakince koltuğunuza oturup “Leonard Cohen ve Kadınları” başlıklı bir paneli izleme olanağınız olabilir.

BEDENSEL YORGUNLUK, ZİHİNSEL DİNLENCE

“Peki sen yaptın? Nasıl geçti bu yıl SXSW?” derseniz?, dünyanın en büyük festivalinde bedensel açıdan yorgunluktan biterken, ruhsal ve zihinsel açıdan büyük bir rahatlama yaşadım. (Bütün bölümler için toplam katılımcı sayısı 2012’de 300.000. Festivale katılan grup sayısı bu yıl 2500 civarında. Bu veriler, SXSW’yu dünyanın en büyük festivali yapıyor.) Sabah 10.00’da otel odasından çıkıp gece yarısı 03.00 sıralarında döndüm. Saydım, bu yıl 68 grubu görmüşüm. En çok sevdiğim işlerden birisini yapıp bol konser ve bina fotoğrafı çektim, yeni grup keşifleri yaptım. Son dönemde popülerlik kazanan bazı isimlerin çalacağı mekanların önündeki uzun kuyruklarda beklemek yerine adları az duyulmuş olanları ya da bilinmeyenleri dinlemeye gittim. Yürürken kulağıma bir bardan güzel bir melodi çalındı, fikrimi değiştirip oraya girdim ve sürprizlerle karşılaştım.

SXSW’da aklınıza gelebilecek her yer konser mekanı. Bar, restoran, otel lobisi, otopark, boks ringi, bilardo salonu, kafe, kilise ve sokaklar... Hepsini denedim; bazısı çok kötüydü, bazısı mükemmel. SXSW’ya gelirken akılda tutulması gereken şu: Burada konserlerde profesyonel bir ortam yok; daha çok kendi kendine ucuz aletlerle odasında kaydettiği müziği, bir şekilde başka insanlara duyurma çabasındaki amatör müzisyenlerin ruhuyla yapılıyor her şey. Az önce de belirttiğim gibi bunun dışına çıkılan tek istisna büyük isimler için söz konusu. Ben o amatör ruhu da seviyorum ama müzisyenler için eziyet gisi olan bazı koşulların iyileştirilmesini dilerim.

Pahalı, kalabalık, uzak olmasının yanında, ayrıca konserler müzisyenler ve dinleyici açısından tam tatmin edici değil ama yine de değer mi Austin’e gitmeye? Bence sadece müzik dinleyip festivalin tadına varmak istiyorsanız değmez, başka festivallerde müzik açısından daha tatmin edici bir ortam var. Hele 21 yaşın altındaysanız hiç gitmeyin; çünkü içki satılan birçok mekana alınmıyorsunuz. Ama benim gibi yeni müzik keşfi peşindeyseniz, bir tek Alman krautrock grubu Camera’nın konseri için bile değerdi onca yorgunluk.

Sonuçta müziğin dünyanın her köşesinden onca farklı insanı bir araya getirişine tanık olmak çok güzel. SXSW, eksikleri ve hataları da olsa önemli bir sanat etkinliği. Düzenleme komitesindekiler, müzisyenlerin şikayetlerini dinleyip, konserleri onlar açısından daha kabul edilebilir bir hale sokarsa, South by Southwest’in şirketlerin ürünlerini tanıttığı bir reklam platfomu değil, bir sanat festivali olma niteliğini öne çıkarırsa çekiciliği artar. Unutulmamalı ki, bir kültür etkinliğinde sanatın önüne ticari amaç geçtiği anda, prestiji de yok olur.

SXSW'DAKİ EN İYİ İLK 10 PERFORMANS



Bu kadar laf ettikten sonra asıl konuya yani müziğe gelip, en iyi performanslardan söz etmek istiyorum. Öncelikle şunu söylemek isterim; ben SXSW'ya başka bir yerde canlı dinleme şansını bulmamın zor olduğu grupları dinlemek için gidiyorum. Tabii bu arada zaman buldukça daha önce izlediğim grupları da yakalamaya çalışıyorum ama öncelik keşifte. 

Bu defa geçen yıldan daha deneyimli olduğumu düşünerek plan yapıp, izleyeceğim grupları önceden belirlemek istedim. 2500 civarında ismin arasından seçim yapmak bir müzik yazarı için oldukça zor. Ama Austin’e gelmeden önce Dinamo FM’de yaptığım ve SXSW’ya ayırdığım iki özel Vegan Logic programım, bu konuda çok işe yaradı. O programlarda çalmak için çok iyi 30 şarkı belirlemem gerekiyordu. Bu nedenle oturdum, günler harcayıp yüzlerce şarkı dinledim. Hiç bilmediğim grupları araştırınca ortaya müthiş cevherler çıktı ve o grupları mutlaka izlemek üzere not aldım. 

Ancak SXSW gibi çok kapsamlı bir festivalde insan planlasa da her istediğini yapamayabiliyor. Görmek istediğiniz konserler sürekli çakışıyor; zaten çoğunlukla 40 dakika süren performanslardan birine yetişirken diğerini kaçırıyorsunuz. Neyse ki, gruplar festival süresince birden çok konser veriyor. Hatta bazıları plak şirketlerinin zorlamasıyla beş gün içinde 10-15 kere sahneye çıkıyor. Bunun onlar için ne kadar yıpratıcı olabileceğini gözlemliyorsunuz festivalde. Sırtlarında müzik aletleriyle bir mekandan diğerine koşuşturan müzisyenler, apar topar sahneye çıkıyor, doğru dürüst sound check yapmadan, akustiği berbat yerlerde, şarkılarını çalıp kendilerini tanıtmaya çalışıyor. SXSW’ya bir gün yolunuz düşerse, bunları aklınızda tutarak izleyin grupları; profesyonel, kusursuz performanslar izlemeye değil, müzik endüstrisinin yeni keşifler yapmasına yönelik bir yapısı var festivalin.

Bu yıl Austin’e tanınmayan birçok grubun yanı sıra, çok sayıda ünlü isim de geldi. Nick Cave and the Bad Seeds, Yeah Yeah Yeahs, Depeche Mode, Green Day, Billy Bragg, Iggy and the Stooges, Justin Timberlake yeni albümlerini tanıtırken, The Waterboys’dan Mike Scott ve Steve Wickham, Prince, Dave Grohl gibi isimler de festivalde konser veren ağır toplardı. Bu konserleri izleyebilmek için yapılan çekilişlerin bazılarını kazandım. Şansım yaver gitti; Prince’i küçük bir kulüpte izleyebilen 300 kişiden birisi oldum. Ancak bu yazıda onlardan değil, yeni müzik başlığı altında toplanabilecek olanlardan söz edeceğim. (Çekebildiğim konser videolarını aşağıda paylaşacağım.)

KİMLER ÖNE ÇIKTI?

1- CAMERA: İzleme olanağı bulduğum performanslar arasında en iyiler sıralamasında ilk grup, Austin’e gitmeden listeme aldığım ve Vegan Logic’te de tanıttığım Alman krautrock grubu Camera oldu. Müzikleri son derece dinamik yapısıyla daha ilk dinlediğimde beni anında yakalamıştı ama canlı performansları deyim yerindeyse ağzımı açık bıraktı. Bir gece saat 02.00’da yorgunluktan bitap düşmüş bir halde gittim çaldıkları bara. Karanlık, ufacık bir mekanda toplam 30 kişi kadardık. Yaptığım araştırmalardan grubun üç üyesi olduğunu ve Berlin’de köprü altlarında, metro istasyonlarında, sokaklarda çaldıklarından kendilerine ‘krautrock gerillaları’ dediklerini biliyordum. Hotel Vegas/Volstead adlı barda, daracık bir podyumun üzerinde üç kişi beklerken bir anda altı kişi oldular. Sonradan öğrendiğime göre, o akşam gruba festivale katılan Alman hardrock grubu Kadavar’ın üç üyesi de eşlik etti. Işıklar tamamen karardı, o kadar ki, müzisyenlerin aletleri görmesi için birisi cep telefonunun ışığıyla yardımcı oluyordu. Müzik başladığı andan bitene kadar ruhumuzu ve bedenimizi esir aldı. Perküsyon, gitar, klavye ve elektronik seslerin karışımı inanılmaz bir devinim yarattı salonda. Arada bir adeta trans halinde çalan müzisyenlerin attığı çığlıklar ıdışında insan sesi yoktu müziklerinde. Ama gerek de yoktu zaten, enstrümanlardan çıkan sesin coşkusu her şeyi anlatıyordu. Bugüne kadar yaşadığım en muhteşem konser deneyimlerinden biriydi. Festival sırasında konuşma olanağı bulduğum herkese tavsiye ettim grubu. Hatta Sigur Ros’un menajerine de ısrarla isimlerini verdim; çok coşkulu anlatmış olmalıyım ki not edip bakacağını söyledi. Camera'nın Cluster'dan Dieter Moebius ve Neu!'dan Michael Rother ile birlikte verdiği konserin videosunu izlemenizi öneririm. )



***


2-FÖLLAKZOİD: Kendilerini Şili’den kozmik müzik grubu diye tanıtıyor Föllakzoid elemanları. Yaptıkları müziğin içinde klasik rock da var, punk ve krautrock da. 20 yaşındayken ilk kez bir araya geldiklerinde aralıksız iki saat çalmışlar ve o gün grup doğmuş. Bazı şarkılarında vokal kullansalar da bunu herhangi bir mesaj vermek için değil, insan sesini de enstrüman gibi kullanmak için yapıyorlar. Föllakzoid’in performansını o kadar beğendim ki, SXSW'da iki kere izledim. Onlar da kendilerini sahnede karanlık bir atmosferde renkli ışıkların yarattığı karmaşanın arkasına saklıyorlar. Çok sürükleyici, gürül gürül akan bir nehir gibi çağlıyor müzikleri.



***

3-SAVAGES: İngiltere’den son yıllarda çıkan en iyi canlı performans grubu Savages. Dört kadın müzisyen post-punk’ı tam anlamıyla icra ediyor, akıllı şarkı sözleri ve sahne karizmalarıyla dikkat çekiyor. Grubu geçen yıl Londra’da endüstriyel bir mekanda, karanlık bir ortamda dinlediğimde çok etkilenmiştim. Bu kez öğleden sonra açık havada dinleyince müziklerinin kapalı salona uygun olduğundan iyice emin oldum ama bence vokalist Jehnny Beth ve grup arkadaşları, Joy Division’ın o enfes agresif soundunu, doğal bir enerji ile buluşturmakta yine çok başarılıydı. (Festival sırasında grupla yaptığım röportajı okumak için link: http://zulalmuzik.blogspot.com/2013/03/savages-sokakta-olani-sahneye-yansitmak.html
)



***

4-NIK BARTSCH / SHA: İsveçli piyanist, besteci ve prodüktör Nik Bärtsch, SXSW’da yine İsveç’ten bas klarnet ustası Sha adlı müziyenle birlikte bir konser verdi. Aynı akşam çok sayıda iyi konser olmasına karşın beni bir kilisenin içindeki St. David’s Bethell Hall’a çeken şey, iki müzisyenin caz, rock ve funk’ı buluşturan ve ‘zen funk’ diye adlandırılan müziğiydi. Tahmin ettiğimden daha fazla sayıda insan gelmişti konsere, Bärtsch’in zaman zaman piyanoyu perküsyon gibi kullandığı, ikilinin birbirleriyle enstrümanları aracılığıyla mükemmel bir uyum içinde söyleştikleri, caz müziğinin yaratıcılığını çok üst düzeye çıkaran, ufuk açıcı ve heyecan verici bir performanstı.



***

5- MY EDUCATION: Teksaslı enstrümantal rock grubu My Education’ı olabilecek en garip mekanlardan birinde, bir boks ringinin içinde gördüm. Aynı filmlerde görülen türden, büyük bir kovboy barıydı Rebels Honky Tork. Bir akşamüstü içeri girip biramı aldım ve bardaki 25-30 kişiyle My Education’ı dinlemeye başladım.

My Education'ın müziğinde viyolanın yönlendirdiği melodi, vibrafon, klavye, bas, davul ve gitarla buluşunca, son derece zengin, hipnotik bir müzik ortaya çıkıyor.  Çektiğim tek kare fotoğrafta flaş kullanmak durumunda kaldım; çünkü mekan tamamen karanlıktı. O atmesferde zaten çok kısa bir süre sonra her şeyi bir yana bırakıp, enstrümantal rock'ın yarattığı girdabın içinde tarifsiz bir zevk alemine dalmıştım. Arkasından bir de Kadavar grubunu dinleyince, o kovboy barı benim için unutulmaz bir mekan oldu.



***

6-THEE OH SEES: Bu yıl benim gördüklerim içinde SXSW’nun en azgın konserini verdiler. Garage rock, punk rock, noise rock, art punk ya da ne diye adlandırırsanız adlandırın, sahneyi kelimenin tam anlamıyla yıkan bir punk konseriydi bu. Amerikalı grubun kendi ülkesinde epey seveni var; dolayısıyla kalabalık bir dinleyici kitlesine hitap ettiler. Hayatımda şimdiye kadar öyle pogo dansı ve crowd surfing görmedim. Sahnenin üzerini kapatan tente zangır zangır titriyordu ama havanın rüzgarlı oluşundan değil; müziğin şiddetinden! Yarattıkları sarsıntının titreşimlerini en ufak hücrelerimde hissettim. Nerede karşınıza çıkarsa kaçırmayın bu grubu, hatta bence kaçırmak bir yana, peşlerine düşün!



***

7-PARENTHETICAL GIRLS: Gece 01.00 sıralarında bir barın dibindeki ufak sahnede neredeyse burnumun dibinde çaldı grup. Barok pop’u en deneysel haliyle ve ona uygun mükemmel bir dramatik sunumla icra ediyorlar.

Vokalist Zac Pennington, androjen görüntüsüyle bütünleşen kendine özgü karizmasını ve sıradışılığını olduğu gibi yansıtıyor müziğe. Dinleyicilerle karşılıklı diyalog kurup, beden diliyle algıları manipüle ederken konseri bir tür performans sanatına çeviriyor. Görülecek, yaşanacak bir deneyim.




***

8-THE SOFT MOON: San Franciscolu müzisyen Luis Vasquez’in artık üç kişilik bir gruba dönüşen grubu The Soft Moon’un şarkılarını ilk kez canlı dinledim. Post-punk/darkwave soundu, 2010’da yayımlanan “Breath the Fire” adlı single’dan bu yana ilgi odağımda. Ancak konserde nasıl bir sonuç vereceğini merak ediyordum ve gördüm ki Luis Vasquez ve ekibi, müziklerindeki tutkuyu sahnedeye de büyük bir başarıyla taşıyıp dinleyiciyi avucunun içine alıyor.

The Soft Moon, SXSW sırasında gündüz saatlerinde de çaldı ama benim tercihim elbette grubu gece görmekti. Parish Underground adlı mekanda video çekemeyecek kadar dağılmıştım.



***  
9-BLACK VIOLIN: Dave Grohl’un konuşması öncesinde dinledim bu grubu. Daha önce varlıklarından bile haberdar değildim. Florida’da kurulan grubun müziğinin temeli, keman ve viyola. Klasik müziği, hip hop ve elekronik seslerle birleştirerek, melodik altyapısı sağlam, çok enerjik bir müzik yapıyorlar. Müziğin herhangi bir türe hapsedilemeyeceğini kanıtlayan önemli bir deneyimdi benim için.

Ne yazık ki en önde olmama karşın grubun olağanüstü iyi performansının videosunu çekemedim. Çünkü Dave Grohl konuşacağı için garip bir uygulama söz konusuydu. Ayağa kalkılmadan, yere oturularak fotoğraf çekilmesi istendi, öyle olunca da önümdeki kafaların arasından video çekmek olanaklı olmadı. Aşağıdaki video, o gün oradaki performanslarının hakkını vermiyor ama yine de bilmeyenler müziklerini duysun istedim.



***

10-JUNG PEOPLE: Kanadalı enstrümantal rock grubu Jung People, Austin’e gitmeden önce izlemeyi aklıma koyduğum gruplardandı. Bir gitarist ile org, klavye ve perküsyon çalan bir multienstrümantalistten oluşan bu ikiliyi, insanlar tarafından sömürülen hayvanlara adadıkları “Tenterhooks” adlı ikinci albümleriyle tanıdım. Ufak bir tiyatro salonunda gece çok geç saatlerde çaldılar. Oturduk koltuklara, sakince dinledik şarkılarını. Bugüne kadar gördüğüm en tutkulu bateristlerden biriydi Giordano W. Bassi. Hayvanlara adadıkları albüm nedeniyle kendilerine teşekkür etmeyi de ihmal etmedim.

SXSW'da birinci günün sonunda izledim grubu. Sabah 5'te kalkıp New York'tan Atlanta aktarmalı olarak Texas'a gitmiş ve hiç durmadan gece çok geç saatlere kadar koşuşturmuştum. Belki aşırı yorgunluğun da etkisi vardı ama bilmiyorum ruhuma ilaç gibi geldi müzikleri.



SÖZ ETMEK İSTEDİĞİM PERFORMANSLAR

THE AWAY DAYS: Bu yıl Türkiye'den de ilk gruplar katıldı festivale; Mor ve Ötesi, Manga ve Gripin, Türk Rock Fest adı altında düzenlenen showcase'lerde sahneye çıktılar ama ben bir tek The Away Days'i izlemeye gidebildim. Festival mekanlarının yoğun olarak bulundugu merkezde değil, oraya en az 10 dakikalık yürüme mesafesindeki bir otelde çalıyordu grup. Otele girdiğimde tam konserlerin nerede olduğunu soracaktım ki, bir baktım lobide bir yer ayrılmış bu iş için. Akşamüstü bir saatte pek fazla insan yoktu izleyici olarak ama zaten SXSW'da binlerce etkinlik olunca bu doğal bir durum.

Grubun menajeri Elif Tanverdi ile karşılaştığımda biraz canı sıkkın gibiydi, ses sorunları olduğundan yakınıyordu. Ama ona da orada söylediğim gibi festivalin genel ortamı böyle. Geçen yıl bir bilardo salonunda çalan Apparat sesten memnun kalmayınca deliye dönmüş, sonra da mecburen çıkmıştı sahneye. The Away Days de otel lobisinin bütün olumsuz şartlarında çaldı. Aşağıdaki videoyu festival sırasında çekip Youtube'dan paylaşmıştım. Görmeyip merak edenler için tekrar buraya koyuyorum.




OLAFUR ARNALDS: Olafur Arnalds'ı daha önce birçok kez canlı dinlememe karşın, bir kere daha dinleme fırsatını kaçırmadım. Şartları zorladım, koşarak yetiştim konsere ve dinledim bu genç yeteneği. Modern klasik müziğin İzlandalı yorumcusuna bu kez keman ve çelloda iki müzisyen eşlik ediyordu. Yanımdaki Fransız gazeteci konserin başında bana dönüp, "Size önümüzdeki bir saat boyunca müthiş bir duygusal seyahat dilerim," dedi, dilediği oldu. Bunun için hem Olafur Arnalds'ın müziği hem de Austin'de geç saatlerde yaşanan kargaşanın ortasında korunmaya alınmış bir bölge gibi duran St. David's Bethell Hall çok uygundu.




MIKE SCOTT & STEVE WICKHAM: Folk rock'ın efsanevi gruplarından The Waterboys'un kurucusu Mike Scott'ın SXSW'da konser vereceğini, yanında da dünyanın en iyi yaylı çalgı yorumcularından Steve Wickham'ın olacağını duyduğumda kendi kendime o konserde olmaya söz vermiştim. Yine kan ter içinde koşarak yetiştim bu konsere de. Hatta ben kiliseye vardığımda başlamıştı; kapıdaki görevli "Çalan şarkı bitsin öyle alırım içeri," dedi. İyi ki kendimi zorlayıp koşmuşum, bu mükemmel performansı kaçırsam ve sonra da Youtube'da görsem, benim çektiğim videonun altına yorum bırakan kişi gibi isyan ederdim. Bir daha onları sahnede birlikte çalarken görebileceğimi sanmıyorum. Hayatta bir kez yaşanabilecek gecelerden biriydi, çok güzeldi.



***

Festivalin sonunda gece saat 03.00 sıralarında bitap ama mutlu bir halde otele dönerken aşağıdaki videoyu çektim. SXSW sırasında Austin'in en civcivli, en karışık yeri 6. Sokak oluyor. Tam bir deliler evine dönüyor sokaklar ama en çılgını burası. Her türlü insan var, sarhoş dolu, kimisi etrafa zarar vermeden eğlenirken kimisi gerçekten rahatsız edici olabiliyor. Videyu çekerken bir yaratıcılık göstermedim, sadece yürürken etrafı benim gördüğüm şekilde görün istedim. Kakofoni ve kalabalık birleşince ortaya kaotik bir video çıktı ama olan da tam oydu zaten.


-

19 Mart 2013 Salı

SAVAGES: "SOKAKTA OLANI SAHNEYE YANSITMAK İSTİYORUZ"


19.03.2013

Geçen hafta SXSW sırasında binlerce grup arasında en çok röportaj yapmayı istediğim isimdi Savages. Post-punk’ın tam hakkını veren soundları, 2011‘de kurulduklarından bu yana dikkatimi çekmişti. Geçen yıl Londra’da Electrowerkz adlı mekanda ilk kez canlı izledikten sonra ilgim daha çok arttı. Yayınladıkları ilk EP’de yer alan “Flying to Berlin” ve “Husbands” adlı şarkılarını severek dinliyordum ama o konserde müziklerini son derece etkili bir şekilde icra ettiklerine tanık oldum. Vokalist Jehnny Beth’in sesine ve beden diline yansıyan öfkesi, bas gitarist Ayse Hassan ve gitarist Gemma Thompson’ın kulağı derhal yakalayan tınıları ve davulcu Fay Milton’ın cüretkar vuruşları, onları kısa sürede Londra’nın canlı performansı en iyi olan yeni grubu haline getirdi.

Bir yıl boyunca verdikleri konserlerle adları iyice yayıldı. New York’ta CMJ müzik maratonundaki performansları çok beğenilince, Savages Amerika’yı da ele geçirmeye başladı. Geçen yılın sonunda ise, BBC Sound of 2013 adayları arasında gösterildiler. Bu yıl ilk kez katıldıkları SXSW kapsamında üç konser verdiler. Ben Brooklyn Vegan’ın şovundaki konserlerini dinledim ve onun ertesinde grupla bir otelde buluştum. Röportaj sırasında dört üye de vardı ama en çok konuşan Jehnny Beth oldu, Gemma Thompson, sessiz duruyor ama içlerinde en entelektüel olanı o. Sahnede de Jehnny kalabalığı bakışları ve karizmasıyla etkisi altına alırken, o başı önünde sakince gitarını çalıyor. 

Ayse Hassan, röportaja başlamadan önce sadece 14 yaşındayken İstanbul’a geldiğini, bakıcısının Türk olduğunu söyledi, onun dışında röportaj sırasında sözü diğerlerine bıraktı. Her grupta öne çıkanlar oluyor; onlar Savages için Jehnny Beth ve ne kadar sessiz kalsa da Gemma Thompson.

Sahnede uzak ve çok ciddi görünüyorlar ama konuşurken hepsi çok rahat insanlar. Otel lobisinde röportajı yaparken bir görevli gelip benim ve Jehnny Beth’in oturduğu sandalyelerin restorana ait olduğunu, dolayısıyla onları alması gerektiğini söyleyince ikimiz de halının üzerine oturduk, söyleşimiz o şekilde devam etti. 

Aşağıda okuyacağınız röportajdan sonra bu kez New York’un ünlü konser mekanlarından Bowery Ballroom’da gördüm grubu. Tamamen doluydu salon. Belli ki grubun New York’taki dinleyici kitlesi genişlemiş. Yeni albümlerinden şarkıları da çaldıkları konser toplam bir saat sürdü ve ısrarlı alkışlara rağmen bis yapmadılar. 

Şu anda benim en sevdiğim yeni grupsunuz. Geçen yıl Londra’da Electrowerkz’de ilk kez canlı dinledim sizi. Muhteşem bir performanstı. İki gün önce de burada Austin”de ikinci kez izledim. Bu defa açık havada ve öğleden sonra aydınlıkta çaldınız. Müziğinizin karakteri kapalı ve karanlık ortamlara uygun ama yine çok iyi bir konserdi. Canlı performanslarınızın etkisi çok yüksek. Bunun sırrı ne? Sizi sahnede ateşleyen temel etken ne?

Jehnny Beth (JB): Konsere hazırlanma tutkusu. Mesela Austin bizim için çok yıpratıcı oldu. Çünkü biz her zaman konserlerin iyi olması için çalışıyoruz. Electrowerkz’deki konseri izlemişsiniz. Orada yaşadığınız deneyimin iyi olması için başından sonuna kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündük, üzerinde çalıştık. Çıkacağımız sahneyi tanımak, ona göre hazırlığımızı yapmamız gerekli. Bütün bunları düşünüp sindirmek için zamana ihtiyacımız oluyor, uygulamada birçok ayrıntının üzerinde kafa yoruyoruz. Konsere kaç kişi geliyor, kim geliyor her konserde sorarız. Bu yolla canlı performanslardan sıkılmaktan da kurtuluyoruz. Son anda bize gösterilen bir sahneye çıkıp sarhoş bir halde müziğimizi çalıp gitmek yerine bu yöntemi tercih ediyoruz. Ayrıca çok açık ki punk etkisi var müziğimizde. Yaptığımız her şey kendi kontrolümüz altında olsun istiyoruz.

Fay Milton (FM): Bence her dinleyici iyi bir konseri hak eder. Yüzde yüz enerjimizi yansıtmalıyız her şov için. Herkes o kadar çok saçmalığa maruz kalıyor ki, biz onlardan uzak olmayı istiyoruz. İnsanların hiç ilginç olmayan, müzisyenin hiçbir çaba göstermediği sıradan şeylere ihtiyacı yok. 

Müzikle ilgili sizi etkileyen ilk isimleri, olayları merak ediyorum. Geçmişe baktığınızda bugün bu açıdan ilk aklınıza ne geliyor?

JB: Nina Simone’un benim üzerimde etkisi büyüktür. Onun tarzıyla, söylediği şarkılarla bugün de yakın bir bağ kurabiliyorum.

Gemma Thompson (GT): Benimki Sergei Prokofiev’in “Peter and the Wolf” adlı bestesi ve muftakta dinlediğimiz John Peel şovları.

JB: Mutfaktaki John Peel! Bu iyiydi.

Birlikte müzik yapmaya nasıl başladınız? Grubu kurmadan Gemma ve Jehnny sizlerin tanıştığınızı, Jehnny’nin çaldığı bir gruba zaman zaman Gemma’nın eşlik ettiğini okumuştum bir yerde. Her şey nasıl gelişti?

JB: Gemma bir gün benim evime geldi ve Ayse Hassan’la başlatmayı düşündüğü bir projeden söz etti. Bu, grup kurulmadan 1 yıl kadar önceydi. Sonra Gemma bir gün bu proje için isim önerdi, muhafazakarlara uyabilecek türden bir isimdi bu ama ilginç olan şu ki, müzikten daha çok edebiyattan esinleniyor.

GT: Çocukken okuduğum Lord of the Flies, Catcher in the Rye gibi kitaplardan esinlenmiştim. İsimle ilgili aklıma gelen ilk imaj bir yapıydı. O yapının aniden bozulması ve yeniden inşa edilmesi ilgimi çekiyordu. Birden her şeyin başlangıç noktasına dönüp dümdüz olduğuru ve ondan tekrar yeni bir yapı yarattığınızı düşünün.

Ben de tam grubun müziğini şekillendiren toplumsal, kültürel, düşünsel etkileri soracaktım...

JB: Mesela bu grubun dışında gerçekleştirmek istediğimiz bir projemiz var ve o doğrudan Dadaistlerden etkileniyor. Gerçek bir savaşta olduğunuzda ortaya çıkan bir akım söz konusu. Gemma’nın söyledikleriyle ilgili bir düşünce var arkasında.

GT: 1. Dünya Savaşı sırasında 1916‘da İsviçre’de kurulan Cabaret Voltaire adlı bir kulüp vardı. Dada akımının ortaya çıkmasında o kulübü kuranların çok önemli katkıları oldu. Onların düşünceleri bizim bakış açımızı da ortaya koyuyor. Sorulan büyük soru şuydu: Bu noktaya gelmek için, olanı durdurmak için sanat ne yaptı? Sokakta olanı yansıtmak için ne yapılabilir? Sokaktaki insanın olan biteni daha iyi anlaması için ne yapılabilir? Bu sorular yalnızca 1916 için değil, bugün için de geçerli. Bana göre sanat bunlarla ilgili olmalı. Kendi korunaklı mekanıma çekilmeyi değil, sokaktaki şiddeti sahnede göstermek istiyorum. Çünkü zaten sokakta olan bu. Sanat, sadece eğlenmekle ilgili değildir, yaşanan sorunlarla nasıl baş edileceğini de düşünmeli.

JB: Gelecekle ilgili beklentileri aktarma konusunda sanatçının söyleyeceği şeyler olmalı. Sanatçı toplumda bu yönde bir vizyona sahiptir.


Müziğinizin sahne performanslarınıza da yansıyan çok yoğun bir etkileyiciliği var. Bu anlattığınız bakış açısından kaynaklanıyor demek yanlış olmaz kanımca. 

JB: Evet, performanslarımızın güçlü ve agresif bir yönü var ama aynı zamanda bir şekilde rahatlatıcı olmasını da umuyorum. Kapayın çenenizi, müziğin keyfine varın demek istiyorum.

Konserlerde doğrudan insanların gözünün içine bakıyorsunuz. Bunu belli bir amaçla kasıtlı olarak yapıyorsunuz sanırım.

JB: Kesinlikle öyle. İşin en başından beri, grubun isminden itibaren geri kalan her şeye kadar hepsi belli bir amaç için. Londra’da grup üyeleri olarak henüz birbirimizi tanımadığımız dönemde hepimiz bir şekilde kentteki gitar müziğinin shoegaze”e yönelip aynı olmaya başlamasından bıkmıştık. Bütün My Bloody Valentine hayranları birbirini taklit ediyor, aynı tür müziği yapıyordu. Elbette bir müzik türü olarak ona saygı duyuyorum ama yeni gruplara bakıyorsunuz gitarlar ve vokallerdeki sound çok gösterişli bir hale gelse de aslında bir şey söylemiyorlar. Benim tavrım bir reaksiyondu. Bugünlerde yapılmayan bir şeyi yapalım deme yöntemiydi.

İstediğiniz müziği yaptığınızda onu dinleyicilere nasıl ulaştıracağınıza dair belli ilkeleriniz var mı? 

JB: Var. Hayranlarımızı çok ciddiye alıyoruz. Müzik üretimi olsun, onu sunma süreci olsun, yolumuza çıkan her şeyi kontrolümüz altında tutuyoruz. Sadece konserlerdeki kitle ya da sahne değil kasttettiğim, müziğin, albümün yaratım süreci ve onun tanıtılması da dahil buna. Birlikte çalıştığımız her insana amacımızı tam olarak anlatabilmeliyiz ki, ortaya yanlış anlaşılmalar çıkmasın.


İlk albümünüz yakında çıkıyor. Bu albümle ilgili neler hissediyorsunuz ve bunların ne kadarını gerçekleştirebildiniz? 

FM: Bence albümün ana amacı, sahnede olanı her yönüyle belgelemekti. Bunu yaptık diye düşünüyorum. 

Kayıt süreci nasıl gelişiyor? Birbirinizi şarkı sözleri ve sound açısından besliyor musunuz?

JB: Sözleri ben yazıyorum. Belli bir çerçevemiz yok aslında.

FM: Bir şarkı herhangi birimizin ortaya attığı bir düşünceden ya da birlikte çalarken oluşan etkileşimden doğabilir. 

JB: Birlikte çalmak, ortak üretim süreci bizler için de çok ilginç. Çalışmalarımızı sürekli kaydediyoruz. Hepsi birer esin kaynağı bizim için. Geriye dönüp onlara baktığımız ve ders çıkardığımız da çok oluyor. Olanları belgelemek çok önemli. Ben odada olmadığım bir zaman diğer üç arkadaşım bir fikir de yaratabilir. 

Medyada hep tamamen kadınlardan kurulu bir grup olduğunuz vurgulanıyor. Siz sadece kadın müzisyenlerden kurulu bir grup kurmayı baştan beri amaçlamış mıydınız?

JB: Hayır, bu başlangıçta belirlenen bir hedef değildi. 

GT: İşler öyle gelişti, biz bunu planlamamıştık.

Savages ile ilgili bir diğer dikkat çekici özellik de sürekli 80‘lerin ünlü post-punk gruplarına benzetilmeniz. Joy Division ya da Siouxsie and the Banshees mesela. Bu konuda ne hissediyorsunuz?

Genel olarak benzetme yapmak kolaydır. Sorunuza yanıt vermek gerekirse, biz o benzetmeleri yapanlar gibi hissetmiyoruz. 

GT: Bence bu tür karşılaştırmalarda olabilecek tek benzerlik, müzik yapma amacıyla ilgili olabilir. O dönemde var olan atmosfer ve insanları müzik yapmaya iten nedenle bugün bizimki arasında bir paralellik kurulabilir. Sosyal ve politik atmosferin sonucu olarak her kuşak için bu tür benzerlikler çıkabilir. Konuya bir performans sanatı açısından yaklaşırsak. esinlenme daima sanatın ardındakı niyetle ilgilidir. Bizi etkileyen onların mekanı, bedenlerini kullanma yöntemleri olabilir.

JB: Doğru. Bizi esinlendiren, insanların sanat ve hayatla kurduğu bağdır. Daha önce yaptığımız bir röportajda yarı şakayla da olsa bir gerçeği söylüyordum. Bazen pornografi beni müzik kadar esinlendirebilir. Çünkü insanların belli şeylere karşı bakış açısını değiştirme gücünü daha iyi aktarabilir. 

Brett Anderson, NME dergisinin mart sayısında sizi övüp şu anda onu en çok heyecanlandıran grup olduğunuzu söyledi. Okudunuz mu onu?

FM: Ah evet, karanlık ve seksi demiş, yeğenim söyledi bana.

JB: Bence biraz sapıkça geliyor kulağa,

FM: Ürpertici.

JB: Pedofilideki gibi bir durum söz konusu burada. Genç, yeni, heyecan verici vs. bir şeyi alıp onu kendinize mal etme söz konusu. Brett Anderson dahil 80‘lerin diğer yıldızlarını bunu yapmamaları için sorgulamak güzel olurdu. Grupta bazılarımız Suede’in müziğini sevse de...

FM: Ben severim Suede’i.

Yeni albümünüz çok yakında çıkıyor. Adı belli mi?

Evet, Silence Yourself.

Savages gibi bir grup için ilginç bir isim. Şarkıları dinleyip anlamını bulacağız.

(Röportaj için 15 dakikalık süremiz olduğundan bu kadar konuşabildik. Umarım yakın bir gelecekte Savages’ı İstanbul’da görmek olanaklı olur.)


(Fotoğraflar bana aittir.)










18 Mart 2013 Pazartesi

Video: Olafur Arnalds @ SXSW


13.3.2013 - St. David's Bethell Hall, Austin, Teksas

16 Mart 2013 Cumartesi

Video: My Education (live @ SXSW)


15.03.2013  @ Rebels Honky Tonk, Austin, Texas
My Education'ı çok karanlık bir ortamda, boks ringinde dinledim. Muhteşem bir konser verdiler.

Video: Nik Bartsch / Sha (live @ SXSW)


13.03.2013 - St. David's Bethel Hall, Austin, Texas




Video: Thee Oh Sees - (live @ SXSW 2013)


14.03.2013 - Hotel Vegas Patio, Austin, Texas


15 Mart 2013 Cuma

Mike Scott of The Waterboys & Steve Wickham - The Pan Within (live @ SXSW)


13.03.2013 - St. David's Historic Sanctuary, Austin, TX

14 Mart 2013 Perşembe

Video: Billy Bragg - No One Knows Nothing (live @SXSW)


13.03.2013- St. David's Sanctuary, Austin, Texas

Video: Devendra Banhart @ SXSW



13 Mart 2013 Çarşamba

Video : Indians - I am Haunted @ SXSW


12.03.2013 - The Mohawk




Video: The Away Days @ SXSW


12.03.2013 - Embassy Suites  Austin, TX

Mekandan kaynaklanan bazı ses sıkıntıları vardı ama bu SXSW'da genel bir sorun.
O bakış açısıyla dinlenmesi uygun olur.

25 Mart 2012 Pazar

60'lardan esinlenen çağdaş pop


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 25 Mart 2012

Alternatif pop grubu Cults, müzik dünyasında son yıllarda çıkış yapan gruplardan birisi. New York’ta New School Üniversitesi’nde sinema eğitimi alırken tanışan ve müzik yapmak için okulu bırakan Madeline Follin (MF) ve Brian Oblivion (BO), üç şarkıdan oluşan kısaçalarlarını internette yayımladıkları andan itibaren hiç beklemedikleri bir ilgiyle karşılaştılar.

2011‘de ünlü şarkıcı Lily Allen’ın plak şirketi In the Name Of tarafından ilk albümleri yayımlanan ikiliyle Austin, Teksas’taki South By Southwest (SXSW) festivalinde röportaj yapma fırsatı buldum. Bir seri röportajı arka arkaya yaptıklarından fazla vaktim yoktu ama yine de Cults'ı biraz daha yakından tanıyabildim.

Bu ilk SXSW deneyiminiz mi? Nasıl gidiyor?

BO: Bu ikinci. Oldukça güzel ve yavaş geçiyor. Şu ana kadar tek bir performans gerçekleştirdik.

MF: Geçen yıla göre çok daha rahatız bu defa.

Geçen yıl neden rahat değildi?

BO: 3 günde 10 konser verdik. Gerçekten çılgıncaydı. Bir daha kendimize bunu yapmayacağız.

İnternette popülerlik kazanma hikayeniz etkileyici. Bandcamp üzerinden paylaştığınız ilk şarkıların etkisi büyük oldu ve aslında her şey siz o şarkıları internete koyduktan bir hafta sonra gerçekleşti. Bu kadar kısa sürede internette ün kazanmanın avantajları ve dezavantajları neler?

BO: Bu olay başımıza gelmeden önce internette popülerlik kazanmak hakkında az çok bir fikrim vardı ama içine girip öğrendikçe hem aklım daha çok karıştı hem de bu durumu umursamamaya başladım ve işin felsefesine dalmaktan vazgeçtim. Geçen sene birçok şeyin bizim için harika bir ekip tarafından yürütülmesinden dolayı şanslıyız. Böylece bu işlerle ilgilenmemiz gerekmedi. Ama esas olan şu: Müzisyenlerin müziği dinleyicilere rahatlıkla ulaştırabilmeleri ve insanların aradıklarını kolayca bulması müthiş. İyi grupları keşfetme yolunu kısaltması bakımından hepimiz için iyi bu.

Tanınma sürecinde yaşadıklarınız sizin için bir sürpriz olmuş öyleyse.

MF: Kesinlikle öyleydi. Kimsenin müziğimizi dinleyip seveceğini düsünmemiştik. Bir grup oluşturup tura çıkacağımızı hayal etmemiştik.



İkiniz de sinema üzerine eğitim aldığınız için şarkıları yazarken müzik için belli sahneler hayal ediyor musunuz diye merak ediyorum.

BO: Şarkıları yazarken hayalimizden imajlar geçtiği kesin. Bu içimizden geçenleri doğrudan yansıtmak gibi değil; daha çok bir duygu ya da film karakteri yaratmak gibi. Ama biyografik değil şarkıya yansıyanlar. O anlamda bir romantizm yok.

İlk albümünüzü kaydetmeye başlamadan önce sound konusunda aklınızda nasıl bir düşünce vardı ve istediklerinizi o albümde gerçekleştirebildiniz mi?

BO: 50‘lerin sonu ve 60‘ların başındaki müzikler, melodi uzerine kurgulanan klasik tarzlar bizi etkiliyor. Ayrıca ilk gençlik dönemimizden bu yana Sonic Youth gibi grupları, elektronik müzik ve noise, Batı Yakası’nda gelişen hip-hop’ı dinleyerek büyüdük. Bütün bunları sindirip kendi sesimizi yaratmaya çalışıyoruz.

MF: Sanıyorum gerçekleştirdik ama kayda başlamadan önce aklımızda belli bir düşünce yoktu. Ne istediğimizi tam olarak önceden ortaya koyduğumuzu düşünmüyorum.

New York’ta Manhattan’da yaşıyorsunuz. Bu kentteki ortam size esin veriyor mu?

BO: Bence New York’ta çok güzel müzik yapan insanlar var. MGMT, Madeline’nin erkek kardeşinin grubu Guards, Delta Spirit gibi gruplarda arkadaşlarımız çalıyor. Gerçekten büyüleyici müzisyenler var ama daha önce modern müziği referans göstermeye yeni başlıyoruz. Bu daha önce bizim kullandığımız dilin bir parçası değildi bu sözcük. Daha önceleri müzikte gerçek anlamda neler olup bittiğiyle ilgilenmeyen tiplerdik. Yeni isimlerden etkilenmek ve daha önce bilmediğimiz şeyleri öğrenmek çok keyifli.



Müziğinizde 60’lar etkisi belirgin ama yine de modern ve çağdaş bir soundunuz var. 60‘ların sizi en çok çeken yönü ne?

BO: İnsanları 60‘ların müziğine çeken en önemli şey, o dönemin sadece rock’n roll’un değil, gençlerin müziğinin doğduğu dönem olması. Sisteme karşı çıkan gençliğin ruhunu yansıtan müzik ortaya çıktı o yıllarda. Ses ve söz açısından müzikte olan her şey heyecan vericiydi; duygusal olarak da insanı içine çekiyordu.

Bir röportajınızda, “Şarkılarımızdan oldukça uzakta duruyoruz. Onları ufak birer sanat projesi olarak düşünüyoruz” dediğinizi okudum. Arkalarında hangi sanat teorisi var bu şarkıların?

BO: Biz daima işe sözlerle değil, müzikle başlıyoruz. Madeline başka bir odada çalışıyor oluyor, ben fikirlerimle ilgili olarak ortaya çıkanı ona veriyorum. Sonra şarkının soundu üzerinde görüş alışverişinde bulunuyoruz ve mesela “Bu düşük tempolu bir dans şarkısı olacak” diye karara varıyoruz. Madeline’in vokallerini kaydediyoruz ve şarkının gelişimine göre değişiklikler yapıyoruz. Bu şekilde çok sayıda kayıt yapıyoruz, bazıları albüme girer ama bazıları da girmez. En iyilerini seçmek eğlenceli oluyor. Bir tür kavramsal sanat projesi gibi düşünüyoruz şarkıları. Ama biz oturup şiir yazacak tipler değiliz.

Şarkılarınıza yön veren kaygılar ya da sevinçler nereden esinleniyor?

MF: İçinde bulunduğumuz atmosferden esinleniyoruz. Albümü kaydederken kolejdeydik, büyüyüp olgunlaşmakla ilgili meseleler vardı. Müzik yapmak amacıyla okulu bıraktığımız için bizi aptalca davranmakla suçlayıp ne yapmamız gerektiğini söyleyenlere karşı hissettiklerimiz etkili oldu. O donemde etrafımızdaki herkes, “Üniversite ne olacak?” diye soruyordu...



Okulu bıraktınız mı?

MF: Evet, müzikle ilgili çalışmaları yürütmek için bıraktık. Albümdeki şarkıları yazarken insanların bizim müzik yapmak için okulu bıraktığımız için bizi aptalca davranmakla suçlayıp ne yapmamız gerektiğini söyleyenlere karşı hissettiklerimiz de etkili oldu.

Müziğinizi film gibi düşünseniz hangi tür filmlerle özdeşleştirirsiniz?

BO: Ürkütücü bir his veren ama aynı zamanda işin eğlence yönünü de göz ardı etmeyen David Lynch, Tod Solondz, Jim Jarmusch filmleri olurdu. Seyrederken eğlendiğiniz ama bir yandan da garipliklerle dolu filmler.

Lily Allen sizi Columbia Records’a bağlı kendi şirketi In the Name of bünyesine katıp albümünüzü yayınladı. Nasıl oldu bu?

MF: Daha önce hiç duymadığımız bir plak şirketinden birinden e-posta aldık. Bizi Lily Allen ile tanıştırmak için Londra’ya davet ettiklerini ve bir albüm projesi üzerinde anlaşılabileceğini bildiriyordu. Londra’ya gidip Lily Allen’la buluştuk. Çok dostça davrandı. Yapmak istediklerimiz için yardım etmek istediğini söyledi.

Bu yaz ne yapacaksınız?

BO: Turneyi tamamlamak için 4 haftamız kaldı. Sonra ikinci albüme kadar yollardan biraz uzak kalacağız.

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=325014

(Fotoğraflar bana aittir.)

-

22 Mart 2012 Perşembe

SXSW'da En Beğendiğim 10 Canlı Performans -2


13-18 Mart tarihlerinde Teksas’ın başkenti Austin’da yapılan South By Southwest (SXSW), benim için çok verimli bir festival oldu. Her gün öğlen vaktinden gece yarısına kadar bir mekandan diğerine koşturmak oldukça yorucuydu ama bütün zorluklara değerdi. Çünkü tanıdığım grupların yanı sıra, ilk kez dinlediğim ve adlarını bile yeni duyduğum gruplar oldu.

Aslında festival yapısı itibariyle organizatör, menajer, plak şirketi temsilcileri gibi müzik endüstrisinde yer alan kişiler için kurgulanmış. Her saatte bir yeni bir isim sahneye çıkıyor ve 40 dakikalık bir performans sergiliyor. Kalan 20 dakika sahnedeki ekipmanlarını toplaması ve arkasından gelecek müzisyenlerin yerleşmesi için ayrılmış. Sonuçta 20 dakika içerisinde ses ne kadar oturtulabilirse ancak o kadar oluyor. Bar, bilardo salonu, sinema salonu, otel lobisi, otopark, garaj, kilise vb. ne varsa konser alanına dönüştürülüp yüzlerce mekan yaratılmış.

Bu, az önce de söz ettiğim nedenle de birleşince, konserlerin çoğunda ses sorunu vardı. Ama festivalde asıl amaç, grupların sahne performansı hakkında müzik endüstrisine bir fikir vermek olduğundan bu konuya kimse fazla takılmıyor.

Ben festivale gitmeden önce açıklanan yüzlerce etkinlik içinden seçim yapıp kendime bir program oluşturmaya çalıştıysam da bunda pek başarılı olamadım. Çünkü son anda açıklanan çok sayıda performans oldu ve birbiriyle çakışanlar arasında tercih yapmak gerekti. Yine de ne olursa olsun göreceğim dediğim bazı isimler vardı. Onları atlamadım. Henüz tam olarak sayamadım ama sanıyorum 5 günde 35-40 arasında ismi canlı dinlemeyi başardım.

Bunlar arasında en beğendiğim ilk 10 şöyle belirlendi:


1-Deafheaven : Festivale gitmeden önce aklıma koymuştum Deafheaven’ı görmeyi. San Franciscolu grup, black metal, shoegaze ve post-rock’ın karışımını yansıtan müziğiyle dikkatimi çekmişti. Hiçbir videolarını izlemeden müziğin etkisinde kalmış ve konserde gördüğümde hissedeceklerimi merak etmiştim. Gece 01.30 civarında The Bat Bar denilen ufak ve biraz da perişan bir barda sahneye çıktılar. İçeri girdiğimde günün tüm yorgunluğu üzerime çökmüştü, ayakta zor duruyordum. Gece çok geç bir saat olmasına karşın tahmin ettiğimden daha fazla ilgi vardı gruba. Beş kişilik ekipte vokalist George Clark’ın adeta çığlık atarcasına söylediği sözler, gitar ve davulun yarattığı karanlık ortamı daha da derinleştirip dinleyeni bir anda yerle bir ediyor. Black metal’in vurucu olduğu aşikar ama daha önce bir konserde sanki iç organlarımın sökülür gibi olduğunu hiç hissetmemiştim. Şüphesiz bugüne kadar izlediğim en etkileyici performanslardan biriydi; müziği icra edenle dinleyenin aynı potada eriyip tükendiği ve sonunda yeniden doğduğu, vahşi, katıksız, sınırsız, kaotik bir konserdi. Bir ara dinleyicilerin vokalisti bacaklarından tutup parçalayacağını düşünmedim değil. NPR, grup için “Black metal’in Sigur Ros’u” demiş. Çok tuttum bu tanımı. Deafheaven’ın herkese göre olmadığı kesin ama sarsılmak isteyenler grubu yakaladığı yerde konserine gitsin derim.

Duyduğuma göre yeni albümleri öncekinden çok daha karanlık, daha hızlı ve deneysel olacakmış. The Bat Bar’daki deneyimin daha ötesini şu anda hayal edemiyorum ama bu bile heyecan verici.

2- Patrick Watson : Patrick Watson hakkında daha önce de düşüncelerimi yazmıştım. Kanadalı müzisyen, bana göre 2000’li yılların en yetenekli isimlerinden birisi. Daha önce Salon’da canlı dinleme olanağı bulduğumdan neyle karşılaşacağımı biliyordum ve SXSW’da sadece daha önce görmediğim grupları izleme kuralımı onun için bozdum. Bir kilisede vereceği konserin özel olacağından hiç kuşkum yoktu. Üstelik yeni albümü beklediğimizden yeni şarkıları duyma olasılığı da vardı; diğer bütün konserleri bir yana bırakıp St David’s Historic Sanctuary adlı kiliseye koştum. Loş bir ışıkta kilise sıralarındaki yerimi aldım. Patrick Watson ve ekibi, Salon’daki konserde olduğu gibi, yine insanda hayranlık uyandıran bir ustalık ve uyumla çaldı. Onları dinlerken dünyanın iyi yanlarına odaklanıp nahif düşünceler içine giriyor insan; ılık bir rüzgarda içine ürperti düşmeden deniz kenarında yürüyor, hafifliyor. Karanlıkta parmaklarına geçirdiği minik ışıklarla piyanoyu çalan adam, duygusal, romantik ve esprili. Farklı sesler bulmaya da meraklı. Daha ne olsun? Patrick Watson’ı canlı dinleyirce çok mutlu çıktım o gece kiliseden.

3- Cloud Nothings : Cleveland, Ohiolu indie rock/alt-punk grubu, ne yazık ki Austin’de bir gece yarısı 512 Bar adlı mekanın ikinci katında dar bir alana hapsedilmişti. Bara vardığımda zorlukla içeri girebildim. İlgi oldukça yoğundu. Cayır cayır çalar gitarlar, bangır bangır bir davul ve vokalist Dylan Baldi’nin derin vokali, dinleyici kitlesini tamamen avucunun içine almış, herkes kan ter içinde müziğe odaklanmaya çalışıyordu. Kendime uygun bir yer bulamadığımdan sonunda bir koltuğun üzerine çıkıp sahneyi görmeye çalıştım. Videoyu da tanımadığım bir adamın kolumdan tutup destek olması sayesinde çekebildim. Aslında ortamdaki kargaşa, punk ruhunu yansıtan müziğe de uygundu. Çünkü punk özü itibariyle steril mekanlara uygun değil; ama o gece ses sistemi de iyi değildi. Her şeye rağmen grubun kendini kanıtlamak için fazla çaba harcamasına gerek yoktu. Yaptıkları müzik ve performansları yeterince güçlü ve etkileyici. Daha iyi koşullarda daha büyük zevk alarak dinlemeyi umuyorum ama SXSW’daki de bana gurubun potansiyeli hakkında iyi bir fikir verdi.

4- Silverbus : Bu yıl ilk kez canlı dinlediğim gruplardan birisi. SXSW’nun sitesinde grupları tanımaya çalışırken keşfettim onları . Post-rock sevenlerin dikkatinden kaçmaması gereken, çok başarılı bir ekip Silverbus. 20’li yaşlarında gözüken üç gençten kurulu. Son derece akıcı ve melodik bir müzik yapıyorlar. O gece orada tanıştığım Austinli bir fotoğrafçı, “Neden bu gece bu barı tercih ettiniz?” deyince, “Silverbus’ı merak ediyorum. O kadar müzik dergisi festival için öneri listeleri yayınladı ama kimse de Silverbus’tan söz etmedi” dedim. Oysa o, NPR’ın önerisini duyup Silverbus’ı listesine almış. Ben duymamıştım ama NPR, isabetli öneride bulunmuş. Silverbus’ın dinamik müziği gelecek vaat ediyor.

5-The Twilight Sad : İskoçya’nın müzik dünyasına kazandırdığı en iyi şeylerden birisi bu grup. 2003’ten beri müzik yapıyorlar ve bu yıl üçüncü albümlerini çıkardılar. Albümlerini severek dinliyorum ama canlı görünce gruba karşı sevgim, 5 katı arttı diyebilirim. Nedeni vokalist James Graham elbette; konser sırasında meyve suyu içerek kendi aleminde takılan diğer grup elemanları değil. Konseri birlikte izlediğimiz Harun İzer, bunun da kendi içinde ilginç bir tezat yarattığını söylemişti. Bu durum, o açıdan da değerlendirilebilir tabii. Brooklyn Vegan’ın açık hava bir mekandaki partisinde sahneye çıktı The Twilight Sad. Krautrock etkili bir alt-rock denilebilir müzikleri için. Şarkı söylerken gerçek anlamda gözleri dönen James Graham, ikinci bir Ian Curtis sanki. Yumruklarını sıkıyor, yere çömeliyor, gözlerini kapatıyor ve kendini tamamen müziğe vererek söylüyor. Adeta bir dönüşüm geçiriyor sahnede. Bazıları için belki agresif bir sound olarak nitelenebilir ama benim ruhuma çok iyi geldi bu doğrudanlık. Büyük keyif aldım konserden.

6- The Suicide of Western Culture (TSOWC): Festivale gitmeden önce SXSocial aracılığıyla grubun plak şirketinden ve menajerinden iletiler aldım. Beni ısrarla grubun Mohawk adlı kulüpte gerçekleşecek performansına davet ediyorlardı. Terrence Malick’in gelecekteki bir projesi için konseri filme alacağı bilgisini de bana iletmişlerdi. Sonunda Erykah Badu konseriyle çakışsa da, ne yapıp edip gittim TSOWC’ı görmeye. İyi ki de gitmişim. Mohawk’ın alt katındaki ufak barda çalıyordu İspanyol ikili. İnsanın içine ürperti vererek sürükleyen bir soundu var müziklerinin. Işıkların tamamen kapatıldığı bir ortamda, sadece hızla akan garip görüntülerin yer aldığı bir video ekranının önünde çaldılar. Hiç ara vermeden seri bir şekilde bitirdiler seti. Az sayıda dinleyici vardı ama ben onların arasında olduğum için çok mutluydum. Yoğun ve tutkulu bir müzikti. Batı Kültürünün İntiharı, bundan böyle ilgi alanımda olacak.

7- Edward Sharpe and the Magnetic Zeros : Çok sevdiğim ve canlı dinlemeyi çok istediğim bir gruptu. Mumford and Sons ve Old Crow Medicine Show’la çıktıkları bir Amerika turnesini anlatan belgesel filmden sonra yine onlarla birlikte sahneye çıktılar. Tek başlarına verdikleri bir konser değildi ama sonuçta Alex Eberti sahnede gördüm. Ayrıca şarkı söylerlerken ağırlık onun üzerindeydi. Aslında çok mutlu müziklere eğilimim yoktur ama sanırım bunun istisnası Edward Sharpe and the Magnetic Zeros. Sahneyi tamamen kaplayan bir düzineden fazla müzisyenin kolektif çabasını, yeteneklerini ve enerjilerini seviyorum; onlar çalarken tempo tutup gülümsüyorum. İstisnalar özeldir, onlar da öyle.

8- Exitmusic : Portishead, Sigur Ros ve Radiohead’in bir projede buluştuğunu düşünün. Brooklyn’den çıkan evli bir ikilinin kurduğu Exitmusic, ancak böyle anlatılırsa bir fikir verebilir insana. SXSW kapsamında sekiz performans gerçekleştiren grubun karanlık müziği, Aleksa Palladino’nun sanki havada süzülüyormuş hissi veren yumuşak vokaliyle tam bir uyum içinde. Elektronik seslerle akustik enstrümanları kaynaştırıp çözemediğiniz gizemler yaratan ilginç bir müzik.

9- Gossip : Yıllardır albümlerini severek dinlediğim ama hiç konserlerine gitme fırsatı bulamadığım bir gruptu Gossip. Festivalde Google ile Youtube’un ortak etkinliğinde yer aldıklarını öğrenince soluğu bir otaparkın terasında aldım. Beth Ditto, olağanüstü güzel sesinin verdiği güvenle sahneye çok hakim, eğlenceli, esprili ve enerjik bir şarkıcı. Albüm soundunu sahnede tutturmak zordur; Gossip bunu başarabilen gruplardan birisi. Ne yazık ki sanıyorum iyi duyurulamadığı için konsere ilgi düşündüğümden azdı. Ama benim keyfim çok yerindeydi. Ne ses sorunu oldu, ne kalabalık rahatsız etti. Beth Ditto gibi bir lideri olan grubun kötü bir konser verebileceğini düşünemiyorum.

10- Plants and Animals : Patrick Watson konserinden önce yine aynı kilisede Plants and Animals’ı dinledim. Kanadalı indie rock grubu, o gece kiliseyi tam anlamıyla inletti. Bu yıl üçüncü albümlerini yayımlamalarına karşın yeterli ilgi görmediklerini düşünüyorum. Oldukça sağlam altyapılı bir alternatif rock yapıyorlar. Müzikleri sıradan değil, güçlü sounduyla insanı derhal içine alıyor. Kilise ortamının dışında, açık hava festivallere de çok uyabilecek bir grup O gece dinleyici tarafından ayakta alkışlandılar.

21 Mart 2012 Çarşamba

SXSW'da En Beğendiğim 10 Canlı Performans


Uzun uzun yazmadan sadece bir liste yapmak istedim. Geçen hafta boyunca videolarla, tweetlerle görüşlerimi aktarmaya çalışsam da böyle bir liste gerekiyor bence. SXSW'da canlı dinleme olanağı bulduğum düzinelerce grup içinden beni performansıyla en çok etkileyen 10 isim belirledim. Bunlar hakkında önümüzdeki günlerde daha ayrıntılı yazılar yazacağım.

1-Deafheaven
2-Patrick Watson
3- Cloud Nothings
4- Silverbus
5- The Twilight Sad
6- The Suicide of Western Culture
7- Edward Sharpe and the Magnetic Zeros
8- Exitmusic
9- Gossip
10-Plants and Animals

20 Mart 2012 Salı

Jimmy Cliff @ SXSW


SXSW'da Jamaikalı efsanevi müzisyen Jimmy Cliff'i de canlı dinlemek nasip oldu. En ünlü şarkılarından "Vietnam"ı videoya kaydettim. Müzisyenin 1969 tarihli kendi adını taşıyan "Jimmy Cliff" albümünde ve 1970'te "Wonderful World, Beautiful People" adıyla tekrar yayınlanan albümde yer alan şarkı, birçok grup tarafından yeniden yorumlandı. Cliff, şarkıyı anons ederken günümüz politikacılarını savaşları durdurmaları konusunda uyararak, Afganistan'dakine benzer yeni bir faciaya ihtiyacımız olmadığını söyledi ve şarkıyı söylerken "Vietnam"ı "Afganistan" olarak değiştirdi. Aşağıda orijinal şarkı sözlerini de alıntıladım. Jimmy Cliff'i "Vietnam" söylerken dinlemek, SXSW'daki en politik anlar arasındaydı ama ne yazık ki videoyu izlerken duyacağınız gibi çok sayıda kişi böyle bir efsaneyi dinlemek yerine bağırarak konuşuyordu yine...



Hey Vietnam, Vietnam, Vietnam, Vietnam
Vietnam, Vietnam, Vietnam

Yesterday I got a letter from my friend fighting in Vietnam
And this is what he had to say:
'Tell all my friends that I'll be coming home soon
My time'll be up some time in June
Don't forget', he said, 'to tell my sweet Mary
Her golden lips are sweet as cherry'

And it came from Vietnam, Vietnam, Vietnam, Vietnam
Vietnam, Vietnam, Vietnam

It was just the next day his mother got a telegram
It was addressed from Vietnam
Now mistress Brown, she lives in the USA
And this is what she wrote and said:
'Don't be alarmed', she told me the telegram said
'But mistress Brown your son is dead'

And it came from Vietnam, Vietnam, Vietnam, Vietnam
Vietnam, Vietnam - hey - Vietnam
Somebody please stop that war now!

Vietnam, Vietnam, Vietnam, Vietnam - oh
Vietnam, Vietnam - oh - Vietnam, oh oh oh oh - somebody please stop it
Vietnam, Vietnam - oh - Vietnam, Vietnam, oh oh oh oh
Vietnam - hey - Vietnam - aha - Vietnam - oh oh yeah
I wanna say now somebody stop that war - Vietnam ....

-

18 Mart 2012 Pazar

Erykah Badu @ SXSW




(Başlangıçta kamera epeyce titredi ama mekan kalabalıktı ve ben sahneye yakın değildim; ancak bu kadar çekebildim. )

Video : The Suicide of Western Culture


South by Southwest'in son gecesinde Erykah Badu konserinden çıkıp koşarak Mohawk'taki The Suicide of Western Culture'ı görmeye gittim. Festivale gitmeden önce grubun plak şirketi ve menajeri beni ısrarla bu performansa davet ettiler. Bir anlamda kendimi zorunlu hissettim gitmek için ama elbette internetten müziklerini dinleyip beğenmiştim. Canlı dinleyince de performansı kaçırmadığıma sevindim. Mohawk'a girdiğimde içerde fazla insan yoktu. Ben daha önceden biliyordum ama kapıya da yönetmen Terrence Malick'in gelecekteki bir projesinde kullanmak üzere konseri çekeceği yazılmıştı.

İspanya'nın en başarılı elektonik ikilisi olarak adını duyuran grubun, tamamen karanlık bir salonda arkadaki video ekranında yer alan görseller eşliğinde çaldığı karanlık müzik ruhuma çok iyi geldi. Bundan sonra takipçileriyim. İlk videoda beliren "Love Your Friends, Hate the Politicians" yazısı belki de SXSW'da bu sene tanık olduğum en politik anlardan birisiydi.





'PATRON' MÜZİK DERSİ VERDİ


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 18 Mart 2012

AUSTIN - 6 gün boyunca 90’dan fazla mekanda 2000’i aşkın performansın sergilendiği dünyanın en büyük müzik festivallerinden South By Southwest (SXSW), Teksas’ın başkenti Austin’de gerçekleştirildi. Bu yıl 22. kez yapılan etkinliğin 1987’de 700 katılımcısı varken, bugün bu sayı 16 bin dolayında. Ayrıca sinema ve interaktif bölümleriyle birlikte düşünülürse, 9 güne yayılan çok kapsamlı bir etkinlik SXSW.

Festivalin en önemli özelliği, keşfedilip adını duyurmaya çalışan yeni isimlere fırsat sunması. Bir sonraki yıl çıkış yapacak gruplar, müzisyenler bu festivalde dikkatleri çekiyor. O nedenle müzik dünyasının gözü, bu festivalden yansıyan haberlere odaklanıyor.



Bu yıl festival programı açıklandığında en çok ilgi çeken müzisyenlerden birisi, BBC Sound of 2012’yi kazanan Uganda asıllı Michael Kiwanuka’ydı. Kusursuz sesiyle İngiliz soul müziğinin yükselen yıldızının Austin Kongre Merkezi’nde sadece akustik gitarını çalarak verdiği 40 dakikalık konser, büyük ilgi gördü. Michael Kiwanuka’nın Otis Redding’i anımsatan tarzıyla gelecek yıllarda müzik gündeminde çok yer alacağı kuşkusuz.



En yoğun ilgi gören konserlerinden bir diğeri ise, yedi yıldır yeni albüm çıkarmayan Amerikalı müzisyen Fiona Apple’ınki oldu. Ozan şarkıcı geleneğinin güçlü temsilcilerinden Apple, haziran ayında yayınlayacağı dördüncü stüdyo albümünün öncesinde ilk canlı performansını Austin’de verdi.

Aşırı talepten dolayı uzun süre sırada bekledikten sonra şanslı olanların içeri girebildiği açıkhava bir mekanda gerçekleşti konser. Eski ve yeni şarkılarını seslendiren Apple, “Kalabalık önünde çaldığımı kendime hatırlatmam gerek” diyerek aslında sahnede pek de rahat olmadığını duyumsatsa da, özgürce dans etti, piyano çaldı. Müziği açıkhava bir kulüp için belki fazla sofistike ama o akşam onu dinlemeye gelenlerin şarkılarla olan güçlü bağı, kanımca bu sorunu yok etti.

FESTİVAL AÇILIŞ KONUŞMASI SPRINGSTEEN’DEN

SXSW’nun bu yılki odak noktası, açılış konuşmasını üstlenen Patron’un (The Boss) yani Bruce Springsteen’in üzerindeydi. “Wrecking Ball” adlı yeni albümü bu ay yayımlanan müsizyenin çarşamba günü yaptığı 50 dakikalık konuşma, adeta müzik tarihi üzerine bir ders niteliği taşıyordu.

İlk gençlik döneminden bu yana kendisini etkileyen müzisyenleri tek tek sayıp, onların ne anlama geldiğini anlattı Springsteen. Onun için her şeyin 20. yüzyılın ilk modern erkeği diye nitelediği Elvis Presley’i televizyonda şarkı söylerken gördüğü an başladığını söyledi. O tarihten beri Elvis’e özenip ayna karşısında dans ettiğini söyleyince salondan kopan kahkayaya karşılık, “Siz yapmıyor musunuz?” diye sordu.

50’lerin sonu, 60’ların başındaki doo-wop tarzını gelmiş geçmiş en duyarlı müzik diye niteledi. Roy Orbison’ın romantik karanlığını, Phil Spector’ın The Wall of Sound tekniğinin üzerinde bıraktığı etkiye değindikten sonra, The Beatles’ın müziğini yapan 4 genci kendine yakın hissettiğini, arkasından The Animals ile tanıştığını anlattı.

O sırada gitarını alıp “We Gotta Get Out of This Place”i seslendirdi. Konuşmadaki en komik anlardan birisi, Springsteen’in The Animals’ın şarkılarının yanı sıra, grup üyelerinin hiçbirisinin yakışıklı olmamasının da ona ayrı bir umut verdiğini itiraf etmesi oldu. Gençliğinde kendisini beğenmediği için, onları görünce “Yakışıklı olmasam bile ben de müziğimle başarılı olabilirim!” diye düşünmüş.

The Sex Pistols’ın şoke edici değil, dehşet verici olduğunu; müzikleriyle insana cesaret aşıladıklarını söyledi ama ilk gençlik döneminden çıkıp yetişkin olduğunda soul, country ve blues’a yöneldiğini anlattı. Curtis Mayfield’in adını yurttaşlık hakları hareketinin müziğini yapanlar arasında andı. The Rolling Stones’u da çok sevdiğini ama gelmiş geçmiş en iyi sahne performansının bugün bile hak ettiği değerin tam verilmediğini söylediği James Brown’a ait olduğunu söyledi.

Springsteen konuşmasında Bob Dylan ve Hank Williams’a ayrı bir yer ayırmıştı. Bob Dylan için, “60’ların gençliğinin sesiydi, kalbimizi anlamamızı sağladı. Ona teşekkür ediyorum” dedi.

Kimlik arayışı sürecinde Woody Guthrie’nin özgürlük felsefesinden çok etkilenmiş Patron. Gitarını alıp Amerika’nın en ünlü folk şarkılarından “This Land Is Your Land”i çaldığında binlerce dinleyicinin olduğu salonda çok sayıda kişinin gözlerini doldurdu.

Konuşmasını gençlere verdiği şu öğütlerle tamamladı Patron: Kendinizi çok önemsemeyin ama ölüm kadar da ciddiye alın. Kendinize güven duyun. Fakat şüpheci olun ki bu sizi alarmda tutsun.

Rock müziğin efsane isimlerinden birisini ayakta alkışlarken, esprilerle, bilgiyle, anılarla donatılmış mükemmel bir konuşma dinlemenin mutluğunu yaşadık.
http://cumhuriyet.com.tr/?hn=323332

(Bruce Springsteen fotoğrafları dışındaki diğer görseller bana aittir.)

-

17 Mart 2012 Cumartesi

Deafheaven @ SXSW


The Bar Bar adlı mekandaki ses sistemi iyi olmamasına karşın, grup mükemmel çaldı. SXSW'da bu yıl şu ana kadar gördüğüm en iyi performanstı. Festivale gelmeden önce de en çok görmeyi istediğim gruptu Deafheaven. Black metal, post-rock ve shogaze karışımı böyle tutkulu bir müzik insanı elbette etkiliyor ama canlı performansın bu kadar güçlü olabileceğine tanık olmak ayrı bir heyecandı. Ne yazık ki güün sonunda kameramın pili tükendiği için videoyu cep telefonumla çekmek zorunda kaldım. Bu video dün gece orada yaşanan sarsıcı atmosferi hakkıyla yansıtmıyor ama bir fikir verebilir.



(Although the sound system at the venue was not good, they were fantastic. To me, it was the best performance so far at this year's SXSW.)

16 Mart 2012 Cuma

Cloud Nothings @ SXSW




Translate