31 Ekim 2013 Perşembe

WIRE'DAN MUHTEŞEM GÜRÜLTÜ


Yazın duyurulduğundan bu yana sabırsızlıkla beklediğim Wire konserini sonunda dün akşam yaşadım. İyi konser izlenmez, sadece de dinlenmez ama yaşanır bence. Görme ve işitmeyi aşan bir ruh vardır çünkü salonda. Onu hissedebilmek için dinleyicinin konserden önce müzisyen kadar hazırlanması gerekir. Müzisyenlerin sahnede belirdiği anda heyecan en yüksek seviyeye çıkar. Dün akşam Wire'ın eski üyeleri, Colin Newman, Graham Lewis, Robert Grey ve yeni üye gitarist Matthew Simms, saat 22.15'te sahneye adım attığında iyi bir konser olacağını seziyordum, biliyordum. Ne yazık ki onların ilk Türkiye konseriydi, salondaki hemen herkes gibi benim de ilk Wire konserim. Epey geç oldu bu buluşma ama grubun her anlamda tam formunda olduğu bir döneme de denk geldi. Dün akşam Babylon'da Wire'a gösterilen ilgi oldukça fazlaydı. Konser başladığında alt katta adeta adım atacak yer kalmamış gibi görünüyordu. Gerçi konserin yarısından sonra ayrılanlar oldu ama yine de doluydu mekan.

Grup, dinleyicilerle hiçbir sözlü temas kurmadan doğrudan 1978 albümü "Chairs Missing"den "Marooned" ile açtı konseri. Wire'ın synthesizer'ları daha çok devreye sokup atmosferik şarkılara yöneldiği bir albümdü "Chairs Missing"; onca enerji yüklü şarkının arasında açılış için onu seçmeleri de grubun müziğe sıradışı yaklaşımının konserlere bir yansıması. Arkasından 1987 tarihli "Drill" ile hafızamıza kazınan çarpıcı bas soundunu canlı dinledik, dinleyici de bu şarkıyla kıpırdanmaya başladı. Yeni albüm "Change Becomes Us"a (CBU) ancak dördüncü şarkı "Doubles & Trebles" ile sıra geldi. Ses üzerine böylesine uzmanlaşmış bir grubun fark etmemesi olanaklı değil ama konserle ilgili dikkatimi çeken bir sorun, vokalin zaman zaman duyulmayacak kadar geride kalması, hatta boğulmasıydı. Colin Newman'ın söylediği sözleri eğer daha önceden bilmiyorsanız, o anda duyarak anlamanız olanaklı değildi.

Konserde yeni Wire şarkıları da dinledik. Daha önce medyadaki haberlerde adının "Blogging for Jesus"  olduğu belirtilen yeni şarkıyı bas gitarist Graham Lewis "Blogging" olarak anons etti. Az önce belirttiğim nedenle vokaldeki sözleri net anlayamadım ama gitar ve davulun dinamizmi o sakin sakin gitar çalan Colin Newman'ı bile zıplatacak kadar güçlüydü. Bu, yeni Wire albümünde yer alacak şarkılar için bir işaretse, şimdiden albüm için beklentilerimi epey yükseltti diyebilirim.

Dinlediğimiz yeni şarkılardan birisi de, yine Graham Lewis'in anons ettiği "Swallow Corn"du. Bana 2010 albümü "Red Barked Tree"den (RBT) "Smash" ile "Clay"in bir karışımı gibi geldi bu şarkı. İlk dinleyişte müzik beni fazla kavramadı; ancak bir diğer yeni şarkı "Nocturnal Koreans" da "Blogging" gibi tersi etki yaratıp derhal içine çekti.

Gece boyunca grubun kariyeri gibi punk, new wave, post punk, art punk, enstrümantal rock, deneysel rock arasında gezinip durduk. Bis için geri geldiklerinde çaldıkları "Comet" ve uzatılıp "Pink Flag"e evrilen "Spent", geceye punk rock ruhu katarken, dinleyici de en çok o anlarda hareketlendi. En sevdiğim albümleri "154" sadece "Map Ref. 41°N 93°W" ile anıldı. "The Ideal Copy", "RBT" ve "Pink Flag" de sadece 1'er şarkıyla konserde yer alırken, "Send" ve "Chairs Missing" albümlerinden 2, "CBU"dan 5 şarkı çalındı, 4 şarkıyı da ilk kez dinledik. Ağırlığı doğal olarak "CBU" almıştı ama eski ve yeni arasında denge tutturan bir şarkı listesiydi.

Konser boyunca Colin Newman, mikrofonun önünde şarkıları söylerken fazla hareket etmeden sakince gitarını çaldı; Graham Lewis, bir iki şarkıda vokali üstlendi ama çoğunlukla o da gitarıyla baş başa gibiydi, şarkı isimlerini anons etmenin dışında dinleyiciyle etkileşime girmedi. Robert Grey ise, gözleri tamamen kapalı, adeta kendinden geçmiş bir halde davulun başındaydı; belli ki o da kendi dünyasındaydı. Grubun en genç ve yeni üyesi Matthew Simms, sahnenin sağ tarafında biraz geride kendi kendine takılıyordu. Hepsi birbirinden bağımsız gibi duran ama bu kadar uyumla çalan çok az grup vardır. Arada bir Colin Newman'ın başıyla diğerlerine işaret verdiğini gördüm ama hepsi o kadar. Uzun yıllardır kurulan bir denge var grupta; Matthew Simms de sorunsuz adapte olmuş bu işleyişe.

Dün akşam bütün bunların dışında benim için en etkileyici olan, "Harpooned" adlı yeni şarkının çalındığı dakikalardı. Sanki denizdeki gel-git olayını andıran drone'larla, ruhani ritüel havası yarattı bu şarkı. Beni de tam anlamıyla içine sürüklediği için kaç dakika sürdüğünü net bilemiyorum ama hiç bitmesin istedim. Bana göre Wire'ın bugüne kadar yaptığı en güçlü şarkılardan birisi olmuş. Şarkı bittikten sonra "Efsane olmak bu işte!" dedirtti bana. 37 yıl sonra bile eskimeyen şarkılar, geçmişe özlem duymak yerine daima kendini dönüştürüp yenileyebilen bir grup, yeni şarkılarıyla kendini aşan, 60 yaşında içinde punk ruhunu taşıyan ve hiçbir zaman tribünlere oynamayan müzisyenler...

Wire, bugüne kadar müziğe yaptığı onca eşsiz katkının yanına, 37 yıl sonra "Harpooned" gibi bir şarkı ekleyebiliyorsa, Colin Newman'ın röportajda bana söylediği öngörüsü kuşkusuz gerçekleşecek demektir. (Röportaj için link: http://zulalmuzik.blogspot.com/2013/10/colin-newman-wire-sonunda-yillar-once.html) Konserden çıkardığım sonuç bu: Bir sonraki albüm, "Red Barked Tree" ve "Change Becomes Us"ın başarısını yakalayacak, belki de aşacak ve Wire hiçbir eski grubun olmadığı bir pozisyona gelecek. Aslında bence, Newman böyle bir kriter koyarak alçakgönüllü davranıyor. Onlar zaten müzik tarihinde en müstesna gruplara ayrılan yere çoktan vardı. Babylon'da yarattıkları muhteşem gürültü için teşekkürlerimle...

(Fotoğraflar bana aittir.)

Setlist:







29 Ekim 2013 Salı

VEGAN LOGIC XLIII - LOU REED - 28.10.2013


Lou Reed gibi rock müziği şekillendiren bir müzisyenin 50 yıla yaklaşan devasa kariyerini sadece 1 saatte tam olarak anlatmak olanaklı değil elbette ama pazar gecesi üzücü haberi alınca onu anmak istedim. Normal akışına göre planladığım Vegan Logic'i değiştirip sabah 03.00'e kadar oturdum ve bir Lou Reed programı hazırladım. Onun şarkılarını hep dinleyeceğiz, yaptıkları için her zaman müteşekkir kalacağız, onu hiç unutmayacağız. Güle güle Lou Reed...

Dün akşam Dinamo FM'de canlı yayınlanan programın kaydını aşağıdaki bağlantılardan dinleyebilirsiniz.

1- The Velvet Underground - Sunday Morning
2- Laurie Anderson & Lou Reed - In Our Sleep
3- Lou Reed - Wild Child
4- Lou Reed - Perfect Day 
5- Lou Reed - Walk on the Walk Side
6- Lou Reed - Satellite of Love 
7- Lou Reed - Magic and Loss
8- Lou Reed - Waves of Fear
9- Lou Reed - Caroline Says II
10- Lou Reed - Romeo Had Juliette
11- Lou Reed - Street Hassle
12- Lou Reed - Rock and Roll Heart



_


27 Ekim 2013 Pazar

COLIN NEWMAN: "WIRE SONUNDA YILLAR ÖNCE OLMASI GEREKEN GRUP HALİNE GELDİ"



1970'lerin sonuna doğru İngiltere'de punk akımının öncülerinden olan Wire, 30 Ekim Çarşamba akşamı bir konser vermek üzere ilk kez Türkiye'ye geliyor. Müzik tarihinin en esin verici gruplarından birini Babylon'da dinleyeceğiz. 1976 yılında İngiltere'de Watford Sanat Okulu'nda kurulan grubun ilk kadrosunda vokalist/gitarist Colin Newman, bas gitarist Graham Lewis, gitarist Bruce Gilbert ve baterist Robert Gotobed vardı. 80'li ve 90'lı yıllarda zaman zaman çalışmalarında kesintiler olsa da, Bruce Gilbert 2004'te solo kariyerine odaklanmak üzere ayrılsa da, grup bugüne kadar yaşadı. Bu yıl aralarına daha önce tur gitaristi olarak katılan Matthew Simms'i de daimi bir üye olarak alıp, "Change Becomes Us" (CBU) adlı bir albüm yayınladılar. 13 şarkının yer aldığı albümde, Wire, bir kısmı 1979-80 döneminden kalan eski kayıtları günümüzde yapılan düzenlemeler ve ve yeniliklerle tekrar değerlendirip dönüştürüyor.

Wire hakkındaki sorularımı gruptan Colin Newman'a yöneltme fırsatı buldum. Müzik bilgisi derin, sanat eğitimi almış bir müzisyen bulunca sanat felsefesi ve politika ilişkisi hakkında da görüşlerini aldım. İlk albümleri "Pink Flag"den bu yana punk rock ile başlayıp, new wave, art punk, saykedelik pop, post-punk gibi dönüşümler geçiren bir grup Wire. Yaratıcılıklarıyla ve grubu farklı türlere taşıyan deneysel ses paletleriyle haklı bir saygınlık kazanan efsane grubu canlı dinleyeceğim için oldukça heyecanlıyım.

"Change Becomes Us"da grubun geçmişini günümüzle buluşturuyorsunuz. Bana pek kolay bir albüm yapma yolu gibi görünmüyor ama siz oldukça iyi bir sonuç aldınız. Öncelikle tebrik ederim.

Teşekkür ederim! Aslında çok zor bir yol değildi; çünkü "yeni" bir albüm olarak görmedik bunu, daha çok bir "proje" olarak baktık.

Eski şarkıları bugüne taşırken nasıl bir yöntem izlediniz? Bu süreci bir yeniden doğuş olarak görmek olanaklı mı? Bu projeye başlarken amaçladıklarınızı gerçekleştirebildiniz mi?

Albümün geçmişinde birçok aşama var. Zaman ilerledikçe ortaya çıkan bir albüm oldu. Wire, hiçbir zaman nostaljiye gömülmeye (bizimkine ya da başkasınınkine) merak duymadı; fakat geçmişte başarısız olduğumuz ya da ortaya çıkaramadığımız şeyleri tekrar elden geçirmeye karşı her zaman ilgimiz vardı. Wire'ın ilk ortaya çıkış döneminin sonunda belirli bir yere oturtulamamış materyaller grubun DNA'sında var ama bunları elden geçirmek, 80'lerde ve 2000'lerin başında manasız görünüyordu. Buna karşın biliyoruz ki, her şey döngüsel; sonuçta Red Barked Tree'nin (RBT) büyük bir kısmını akustik gitarda yazma kararını aldım ve böylece bütün materyali yeniden değerlendirmek olanaklı oldu. 70'lerde en çok akustik gitar üzerinde yazmayı seviyordum ama zaman geçtikçe "prodüksiyon" daha büyüleyici görünmeye başladı. Her şeyin değiştiği dönemdi elbette. Bir folk enstrümanıyla acid house yazmak pek mümkün değildir; yine de ilginç bir konsept tabii. Fakat Wire gibi bir grup için önceden yazılmış bir materyale sahip olmanın avantajı, düzenlemeyi makinelerle yapmak yerine gerçek zamanlı olarak ortaya çıkarmaktır. Bu durum, Red Barked Tree'nin başarısında anahtar rolü oynadı ve o nedenle de bu süreci devam ettirmek faydalı. Bu arada, RBT'nin yayınlanmasından sonra devam eden yoğun turne sırasında, o dönemdeki tur gitaristimiz Matthew Simms, giderek grubun temel unsurlarından biri olmaya başladı ve böylece yakın bir zamanda yeni bir kayıt yapma düşüncesi de daha anlamlı hale geldi.

Bu materyali çalacağımız "Don't Look Back" tarzı bir konser verme konusunda çılgın bir plan da vardı ama beklenildiği gibi, buna yanaşan olmadı. ('Don't Look Back' konser dizisi: All Tomorrow Parties organizatörlerinin düzenlediği ve bir grubun kariyerindeki önemli albümlerden birinin tümünü canlı çaldığı konser.)  Fakat 2011'de İngiltere'deki ikinci turne, bize bunları dinleyiciler karşısında deneme olanağı verdi. Dinleyicilerin çoğunun çaldığımız materyalin % 50'sinin ne olduğuna dair hiçbir fikri olmamasına karşın, konserler çok başarılı oldu. Ondan sonra da yeni bir albüm yapma sürecine yöneldik. Materyallerin Wire'ın elinde büyük bir hızla dönüştüğünü de belirtmek önemli. Daha önce ne oldukları bizim için pek önemli değil. Wire'ın yaptığı çalışmalarda her zaman asıl olan, kaynak materyaldeki eksiklikleri ortaya koymak. Monmouth'taki Rockfield Stüdyoları'nda geçirdiğimiz bir haftada 13 parça ortaya çıktı ve sizin şimdi duyduklarınızı sonuçlandırmak için 6 ay kadar prodüksiyon üzerinde çalıştım.

Eğer grupla ilgili olarak bir yeniden doğuştan söz edilecekse, bu, 2004'te çeşitli felaketlerden sonra bizi bitiren sürecin ardından, 2006'da üçümüzün grubu tekrar başlatma kararıdır. Grup, o günden beri giderek daha da güçlendi. "CBU", bu sürecin bir parçası.

Bu albümde birçok ilkler var. En açık olanı, Matthew Simms'in Wire üyesi olarak ilk kaydını yapması. Ayrıca 80'lerin ortalarından bu yana büyük bir stüdyoda kaydedilen ilk albüm. Tamamen kendi kendimizi finanse ettiğimiz düşünülürse, bir "proje" olarak başlayan albüme karşı epey bir güven yansıtıyor.



Siz hiçbir zaman albüm yaparken çoğu grubun tercih ettiği garantili yolu seçmediniz, daima kendi kendinizi ileriye iterek yeni soundlar peşinde oldunuz, nostaljiyi hep reddettiniz. 

"Nostalji" rotasının, içerdiği belirgin ticari yaklaşımın yanı sıra, yapısından kaynaklanan başka sorunlar da var. Bize göre en açık olanı, bir insan ne kadar uğraşırsa uğraşsın geçmişteki gibi olamaz. Çünkü zaman değişiyor, biz değişiyoruz ve ne kadar çabalasanız da geçmişte yaşayamazsınız. En iyisi, bunu anlayıp içinde bulunulan zamanla ilgili olmak. "Eskiden neyseniz" şu anda o olamazsınız, "şu anda neyseniz" ancak o olabilirsiniz. Biz her zaman Wire'ın yaşanılan dönemle, günümüzle ilgili bir grup olduğunu söyledik. Bence bu özellikle herhangi bir şey olmayı kararlaştırmakla ilgili değil, etrafınızdaki kültürle ve olayları kendiliğinden gelişmeye bırakmakla ilgili. Her şey sürekli devinim ve gelişim içinde; şu ana kadar "CBU" sette olduğundan konserlerde şarkı yazmak için deneyimler yaptık. Dinleyiciler bazılarını çok beğeniyor!

Wire'ın albümlerini dinlediğimde, sanki rastgele kullanılabilecek devasa bir ses dünyasında olduğumu hissediyorum. Bunu hissediyorum ama bir yandan da 37 yıllık kariyerinizde albüm yaparken herhangi bir kuralınızın olup olmadığını da merak ediyorum. Eğer iyi bir soru değilse özür dilerim. Sadece Wire'ın bir grup olarak nasıl evrildiğini anlamaya çalışıyorum.

Bence sorunuz gayet iyi. Her şey oldukça tesadüfi ve herhangi bir kural yok. Esas belirleyici nokta, gerçekten kişisel zevk ve yaptığınız seçimler. Bazı insanların zevki gelişmemiş ve bu konuda yapılabilecek hiçbir şey yok.

"WIRE HİÇ GERİ DÖNÜŞ YAPMAZ"

Bir makalede Wire'ın "Eno'dan sonra rock'ın süper dahileri" diye tanımlandığını okumuştum. Mükemmel sesler yaratma felsefesi konusunda sizden daha çok şey yapan tek düşünürün Büyük Teorist Brian Eno olduğu yazıyordu. Ne diyorsunuz buna?

Neden ikinci? Hahahaha! Eno'nun da benzer bir sanat okulu geçmişi var. Görsel sanat felsefesini kullanmak ile yapılanı "sanat" diye adlandırmak arasında, "eğlence" denilen işin tersine, büyük ortak noktalar var. Yine de bütün teoriyi uygulasanız da, eğer ortaya çıkan iyi değilse yapacak bir şey yoktur. İlk önce işinizde iyi olmanız lazım; ikincisi, "iyi" olanın içeriğine dair algıyı anlamanız gerekir.

Yeni albüm oldukça iyi tepkiler aldı. "Mükemmel bir geri dönüş" ya da "yeniden dirilmek" gibi ifadeler kullananlar var. Sanırım bu tip ifadeler, başlıklarda iyi duruyor diye tercih ediliyor ama ben sizin nasıl hissettiğinizle ilgileniyorum.

Wire, hiç geri dönüş yapmaz. Önceki albüm Red Barked Trees de harika eleştiriler almıştı. Benim düşünceme göre, Wire hızını almış yolunda ilerliyor. Şu anda yaptıklarımız birçok insanı heyecanlandırıyor ve bu durumda olmak çok güzel! "CBU"dan çok memnunum. Elimizdeki materyalle ne yapabileceğimize dair beklentilerimi aştı.

Bir röportajınızda "Punk aşırı kullanılan sözcüklerden birisi; artık ne anlama geldiği belli değil," demiştiniz. Size göre punk neydi? Bu akımı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Farklı durumlarda farklı anlamlara geliyor. Ben bir akım olduğunu düşünmüyorum. Eğer punk'ın bugünlerde diyecek bir şeyi kaldıysa, sadece "farklı" bir şey söylemek için kişisel risk alanlar ya da Pussy Riot gibi onaylanmayanlar veya Afgan punk festivalinde çalan gruplar için bir anlamı olabilir. Bunların dışındaki durumlarda punk'ta epeyce ortodoks bir anlayış görüyorum ve pek bir isyana rastlamıyorum.



"CELEBRITY" KÜLTÜRÜ VE MÜZİK

70 ve 80'lerde durum nasıldı? O günleri yaşamamış olanlara dönemin hem müzik hem de genel olarak topluma etkilerini özetlemek gerekse ne dersiniz? 

Bu çok zor bir soru; çünkü sadece İngiliz toplumu hakkında konuşabilirim. 70 ve 80'lerde Türkiye'de durum nasıldı bilmiyorum. İngiltere'de o dönemde müzik, "celebrity" kültürü ve ana akım medya ile bu derece iç içe geçmemişti. Bu, berbat müzikler yoktu anlamına gelmiyor tabii; epeyce vardı ama en azından iyi olanı tercih etmeye çalışanların içinde yer aldığı belirgin bir kültür de vardı. Hala var aslında ama artık çok daha ufak bir grup bu. Günümüzde özellikle müzikle olan ilişkinizde "celebrity" kültürünü görmezden gelmek zorundasınız!

Yeni punk gruplarını dinliyor musunuz? Bir bölümü oldukça sulandırılmış halde ama kulağınıza çarpan iyiler var mı?

Açıkçası punk olarak bildiğim ve hoşlandıklarıma dair çok kısa bir listem var. Amerika'dan ilk Ramones albümü, Patti Smith'in "Horses" albümü ve bir ölçüde The Modern Lovers (gerçi son ikisi tam olarak punk değildi). İngiltere'den ise, The Damned'den "New Rose", The Sex Pistols'dan "Anarchy in the UK, Buzzcocks'tan "Spiral Scratch" harika ama punk rock değil, daha çok proto drum & bass. Geri kalanlar beni hiç ilgilendirmiyor ve hepsinden veba gibi kaçıyorum!

Sanat eğitimi aldığınız için size sormak istediğim bir soru var. Piyanist ve besteci Frederic Rzewski, 1983 yılında Wisconsin Üniversitesi'nde sanat (müzik) ve politika ilişkisi üzerine bir konuşma yapmıştı. O konuşmada şöyle diyordu: "Sanat ve politika aynı şey değildir. Birleştikleri ve ayrıldıkları noktalar vardır. Biri diğerini zayıflatmadan, bir iletişim aracı olarak sahip olduğu güçlerin bir kısmından mahrum bırakmadan onun yerine koyulamaz. Sanat dünyasındaki politikanın genel anlamdaki politika ile ilgisi yoktur. Politikayı tatmin eden sanat türü, çoğunlukla sanatsal açısından güçsüzdür. Yine de, ikisinin etkili bileşimi teorik olarak olanaklıdır; belki de pratik açıdan gerekli olduğundandır. Tarihin sadece belli anlarında ortaya çıkabilecek bir durumdur bu." Bu paragrafta anlatılanı nasıl yorumluyorsunuz? 

Bana tam anlamıyla doğru geliyor! Sanat, odak noktasını kaybederse, hiçbir şeyle tam anlamıyla "ilgili" olamaz. Birinin diğerini yok etmeyeceği teorik bir nokta olabileceğini görüyorum ama ben pratik anlamda bunu hiç deneyimlemedim. Rusya'daki Pussy Riot'ı düşünecek olursanız, kendilerine pahalıya patlasa da iyi bir politik mesaj verdiler ve Rus hükümetinin sadece demokrasi karşıtı olduğunu değil, aynı zamanda mizaha na kadar uzak durduğunu da gösterdiler. Fakat grubu tanıyanlar, onların yer aldığı toplum kesiminde olanlar dahil, herkes, bunun müzikle ilgili olmadığını söylüyor; gerçekten de müzikleri pek işe yaramaz.



Bruce Gilbert 2004'te ayrıldığında grubun ölümcül bir şekilde yara aldığını söylemiştiniz. Buna karşın o dönemden sonra, Wire yeni bir çıkış yaptı. Grubun Gilbert ile geçirdiği ve onsuz dönemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bruce ayrıldığında birçok açıdan zor bir dönem geçirdik. Yine de Robert, Graham ve ben aramızda konuşup Wire'ın, onu yaşatmak için gösterilecek çabaya değeceğine karar verdik ve bu karar çok hayatiydi. Grup için bazı çalışma yöntemleri geliştirdik ve giderek her yıl daha da güçlendik. Bana göre şu anda birçok açıdan önceki dönemlerden çok daha güçlüyüz.

2010'da Matt Simms gruba tur gitaristi olarak eşlik etti ve daha sonra onunla "Change Becomes Us"ı kaydettiniz. Simms, gruba ne kattı?  

Çok şey kattı. Onu tur gitaristi olarak aramıza aldık ama yaş farkına rağmen müziğe bakış açısı bizlere çok benziyor. Birçok şeyi ona açıklamamıza gerek kalmıyor. İlk planımız, gitaristi her yeni projede değiştirmekti ama Matt'i kaybedemeyeceğimizin farkına vardık. Fazla iyi!

Bazı şarkılarınız 30 yıllık ve onları hala çalıyorsunuz. Eski şarkılarınız sizde bugün nasıl bir his uyandırıyor?

Eski materyalleri, bugün bize hitap edecek şekilde çalma yolunu bulursak çalıyoruz. Sonuçta hepsi "Wire materyali" ve onları tatmin edici bir şekilde çalıp keyif alabilirsek, eski, daha yeni ya da çok yeni olmalarının bir önemi yok. Geçmişte başardıklarımızdan gurur duyuyorum ama daima karşımıza çıkacak yeni zorluklarla daha çok ilgiliyim.

Albüm yapmaya başladığınız günden bu yana teknoloji çok değişti; özellikle bilgisayarlar ve yazılım açısından... Değişen teknolojinin müziğiniz üzerinde doğrudan bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?

"T" kelimesine yapılan referanstan olabildiğince uzak durmaya meyilliyim. Bilgisayarlardan söz etmek için kestirme bir yol olduğunu biliyorum ama albümlerin nasıl yapıldığını bilmeyenler için, kasetle yapılan kayıtlar ve düzenlemesi bilgisayarda yapılanlar arasında yanlış bir karşıtlık yaratabilir. Gerçekte müzik kaydetmek, daima ağırlıklı olarak teknolojik ve sanatsal yeniliğe dayanır. Bu nedenle benim açımdan hepsi "teknoloji"; sadece üzerinde çalıştığınız projeye uygun olanını seçiyorsunuz. Müzik kayıtlarına dair oldukça kısa denebilecek tarihe bakılırsa, var olan müzikler içinde teknolojik yeniliğe dayanmayanı yoktur.

Bunu söylerken, herhangi bir stüdyoda kayıt yapıp onu kendi stüdyoma getirmekten ve sonra da üzerinde çalışarak memnunluk duyacağım bir hale getirebilmekten dolayı çok şanslı hissettiğimi de belirtmeliyim. 15 yıl öncesine kadar bile bunu bir servet harcamadan yapabilmek çok zordu.

Öldükten sonra bir stüdyo cennetine gidecek olsanız, nasıl bir ortam hayal edersiniz?

Bu konuda hiç düşünmedim. Daha çok pratik olmaya eğilimim var. Stüdyomu yıllar içinde oluşturdum ama çok fazla para harcamadım. Eğer o stüdyoda istediğim sonuçları elde edebiliyorsam o bana yeter.

"TEK AMACIM OLABİLECEĞİM KADAR İYİ OLMAK"

Wire'ın albüm tasarımlarını hep ilginç bulurum. Müziğinizi dinleyiciye sunma konusunda bir sorum var. Albüm adını, şarkı adlarını ve albüm kartonetini dinleyicileri belli bir yöne sevkedecek şekilde mi tasarlıyorsunuz?

Plak şirketini ben yönetiyorum ve tasarımcıyla bu işleri koordine etmekten ben sorumluyum. Normal olarak albüm isimlerini önermem ama "Change Becomes Us" benim bulduğum bir isimdi. Müziğin sunulduğu format ne olursa olsun, bu bir pakettir ve onun müziğin yarattığı duyguyla uyumlu olması gerekir. "CBU"yu 4 formatta yayınladık: Dijital, CD (dijital pakette), plak ve özel edisyon (albümün hikayesini anlatan 80 sayfalık kitap ve CD). Günümüzde birçok farklı türde dinleyiciye hitap edebilecek ürünler yaratmanız önemli.

En sevdiğim Wire şarkılarından birisi "The Other Window". Beni etkileyen bir öyküsü olduğu için yıllardır şarkının ilham kaynağını merak ediyorum. Her dinlediğimde, o trendeki yolcunun yerinde olsam, ilk durakta inip geri döner ve can çekişen atın yanına giderdim diyorum.

Ne yazık ki o Bruce'un şarkısı ve ben onun hakkında yorum yapamam. Bence gerçekte olan bir olay ama alegorik bir kullanım da olabilir.

Müzik kariyerinizi değerlendirdiğinizde, ortaya çıkan tablodan memnun musunuz? 

Tek bir amacım var; o da sadece olabileceğim kadar iyi olmak. Yapılan her parçanın kendi içinde çözülecek pratik sorunları vardır. Prodüksiyon sürecinde her parçayı giderek iyice berraklaştırıp sonra da birbirlerinin arkasında nasıl durduklarına bakıyorum. Bütünü kapsayıcı bir planım hiç olmadı, gerçekten de her şey yaşanan anla ilgili. Ancak her zaman başarılması gereken çok fazla şey var. Bence Wire, şu anda en heyecan verici dönemlerinden birinde. Belki de sonunda yıllar önce olmamız gereken grup haline geldiğimiz için!

Geçmişe baktığımda, Wire olarak öyle çok şey yaptınız ki... Onca yıl boyunca sizin altını çizdiğiniz bir olay var mı?

Geçmişin üzerinde yan gelip yatacak birisi değilim... Aslında düşündüğüm şey şu: Wire gelecek albümde de son iki albümdeki başarı seviyesini yakalarsa, hiçbir eski grubun olmadığı pozisyonda olacağız.



-------------
İki hafta önce Dinamo FM'deki Vegan Logic adlı programı Wire grubuna ayırmıştım. O programı kaçıranlar Mixcloud ya da Archive üzerinden dinleyebilir.






-

23 Ekim 2013 Çarşamba

GARY NUMAN BİR KEZ DAHA DAĞI AŞTI


Gary Numan adı geçince aklıma hemen tek bir imaj gelir. Kabuki oyuncularının makyajını andıran bembeyaz bir yüz, lacivert saçlar, koyu lacivert ruj ve dikkat çekici bir siyah göz makyajıyla dik dik bakan bir adam. 1984 yılında yayımladığı "Berserker" albümünün kapak fotoğrafıydı bu. Bir arkadaşımın ağabeyinin Londra seyahatinde aldığı kasetin kapağını ilk gördüğümde çarpılmış, öylece uzun süre bakakalmıştım. Benim Gary Numan ile tanışmamın nedeni o fotoğraftı. Sıradışı, ilginç ve ayrıksıydı; dünyanın geri kalanına rest çeken androjen bir hali vardı. Müziğini merak edip dinlediğimde, "A Child with the Ghost" ikinci sarsıntıyı yaratmıştı üzerimde. Ondan sonra geriye dönüp Gary Numan diskografisini araştırmaya koyuldum; "Cars" ve "Are 'Friends' Electric?"i daha sonra keşfettim. İngiltere'de değil, Türkiye'de yaşamanın cilveleriydi bunlar. O zamanlar internet de yoktu; plak peşinde koştuğumuz, yurtdışına gidenlere kaset getirmesi için yalvardığımız günlerdi.

Görünüşü gibi müziği de etkileyiciydi Gary Numan'ın; ilk kurduğu punk rock/new wave grubu Tubeway Army'de gitar/bas/davul sounduna kazara da olsa synthesizer'ı ekleyip, yeni seslere yöneliyordu. Elektronik müziği, melodi ile olduğu kadar sound ile de ilgili olduğu için seçtiğini söylüyordu ve yeni sesler peşinde olan, bilimkurguya meraklı her müzisyen gibi benim için büyük bir keşif alanıydı yarattıkları. Sahne performanslarında ise, robotik hareketlerle uzaylı görünümünü destekliyor, açık bir şekilde kendi gerçek kimliğinin dışında bir kimliği benimsiyordu. Yıllar sonra bunun nedenini açıkladı: Aşırı derecede utangaçtı ve sahnede farklı bir kimlik benimsemezse, tek kelime edemez hale geliyordu. Sonuçta benim görüp etkilendiğim, sahne adıyla Gary Numan'dı, gerçek adıyla Gary Anthony James Webb değil. Ancak ilk yıllarda yaşadığı sahne korkusunu yendikten sonra, ikinci kişiliğinin de kendisinin bir parçası olduğunu ve artık bunu eğlenceli bulduğunu söyledi. Sonradan öğrendiğime göre, Asperger Sendromu diye bilinen hastalık Numan'da da vardı; sosyal etkileşimde zorluk, dil kullanımında farklılık, depresyon, paranoya ve izolasyon gibi etkileri olan hastalığı aşmak için çok çabaladı.



Hastalığı belki sahnede onu zorluyordu ama bana kalırsa tek bir şeye odaklandığında, yani tek başına müzik yazarken ona katkısı oluyordu. Yaptığı müzikler de bunun kanıtı. Son 35 yıldır electro-synth odaklı müziğin ikonlarından birisi haline geldi Numan. Ona elektronik müziğin büyükbabası denmiyor boşu boşuna. Bugüne kadar toplam 20 albüm yayınladığı inişli çıkışlı bir kariyeri oldu. Çok zorlandığı, borca battığı, şarkı yazamadığı ve depresyonun pençesinde kıvrandığı dönemler geçirdi. Albüm yapmayı "tırmanılacak bir dağa" benzetiyor kendisi. 55 yıllık hayatı, o dağları aşma mücadelesiyle dolu. Bu kez 2011'de çıkardığı "Dead Son Rising"den sonra yeni bir albümle karşımızda. "Dead Son Rising", Numan'ın "Pure" (2000) ve "Jagged" (2006) albümleri sırasında yaptığı demo kayıtlardan doğmuştu ve tüm diskografisi düşünülecek olursa, ortalama bir albümdü.

"Jagged"den sonra geçen yedi yılda, 51 yaş civarında orta yaş bunalımına girdiğini itiraf ediyor Gary Numan. Evliliğinde yaşadığı ciddi sorunlarla ve üçüncü kez baba olmanın getirdiği sorumluluklarla baş etmek için antidepresanla geçirdiği yıllarda üretiminin düştüğü belli. Ancak yine de "Splinter: Songs from a Broken Mind"ın yarısını o zorlu yıllarda yazmış; kalan yarısını ise ailece yeni bir hayata başlamak üzere Londra'dan taşındıkları Los Angeles'ta birkaç ay içinde yazmış. Elbette Los Angeles'a yerleşip evindeki sorunları çözdü diye kimse ondan neşe dolu bir albüm bekleyemezdi; zaten kendisi de hiçbir zaman "Shiny Happy People"ı yazmayacağını söylüyor. Bu açıdan şaşırtıcı bir durum yok; yine karanlık bir sound ve depresyon günlerinden gelen duygularını yansıtan bir albüm Splinter. Adından da anlaşılacağı gibi, Numan'ın duygusal olarak çöktüğü dönemleri anlatan şarkılar var bu albümde. Prodüktör yine Dead Son Rising'te de birlikte çalıştığı Ade Fenton; ancak bu kez, neredeyse her biri single olabilecek kadar güçlü, daha ilk dinleyişte insanı yakalayan, melodik ve farklı soundlara sahip şarkılar dikkat çekici. Bildiğimiz Gary Numan'ın synth liderliğindeki elektronik soundu, bu albümle Nine Inch Nails'in gürültülü gitarların öncülük ettiği endüstriyel sounduna çok daha yakın duruyor.



Açılış şarkısı "I Am Dust"ın gitarın öne çıktığı endüstriyel sounduna, acımasız tutkuların dünyasında bir hiç olduğumuzu haykırarak eşlik ediyor. 55 yaşında vokal kabiliyetinden hiçbir şey yitirmemiş olduğunun en iyi örneği bu şarkı. "Splinter"da Numan'ın vokali efektlerin, reverblerin arkasına gizlenmemiş ve bence çok doğru bir tercih olmuş bu. Arkasından "Here In The Black"te fısıldayarak söylediği sözler, yaklaşmakta olan karanlığın, tehlikenin sesle olağanüstü bir anlatımı. "Everything Comes Down to This", suçlayacak birisini arayıp yalnızlıktan kıvranan bir insanın yazabileceği en güzel şarkılardan birisi olmalı; gitarların vahşi tonu alçak tavanlı karanlık bir odaya sıkışıp kaldığınız hissini yaratıyor ve bence Numan'ın sesleri nasıl en usta öykü yazarı gibi kullanabildiğini gösteren müthiş bir şarkı. "The Calling", ilginç yaylı düzenlemeleri ve piyano katkısıyla albümde sound açısından diğerlerinden ayrılıyor. Endüstriyel sesler albümde ağırlıklı olsa da, klavye ve piyano ağırlıklı "Lost" ile "My Last Day" gibi ambient etkilerini de barındıran çok daha yavaş ritimli şarkılar da var albümde. "Love Hurt Bleed" ile rave sahnelerine selam çakarken, "A Shadow Falls on Me"de tekno vuruşlarını şarkıya enjekte etmiş Numan. Eşiyle bir kavgalarından sonra yazdığı "Where I Can Never Be", gotik seslerin ördüğü karanlık melodisiyle benim favorilerimden.

Electro-synth'in farklı kulvarlarına girip çıkan "Splinter"'ın prodüksiyonu tahminimin ötesinde başarılı, şarkı yazımı açısından ise Numan'ın en iyilerinden birisi. Bu kez dağı aşma süreci belki daha zor oldu ama şimdi çıktığı tepede çok sağlam duruyor Gary Numan. "Splinter", müzik söz konusu olduğunda daima yeniliklerin peşinde olan; dün yaptıklarıyla değil, yarın ne yapacağı ile ilgilenen bir müzisyenden beklenebilecek kadar yaratıcı ve çarpıcı bir albüm.


-





22 Ekim 2013 Salı

VEGAN LOGIC XLII - TECHNO - 21.10.2013


21.10.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan programın kaydını Archive ya da Mixcloud üzerinden dinleyebilirsiniz.

1- Vatican Shadow - Contractor Corpses Hung Over The Euphrates River 
2- Etapp Kyle - Drama
3- Marcel Dettmann - AIM
4- Max Cooper - Meadows
5- Planetary Assault Systems - No Exit
6- SHXCXCHCXSH - LLDTMPS (Sgh Rcnstrctn)
7- Kobosil - Aggregate
8- Wire - Rail
9- A Vision of Love - Black & Blue (For You)
10- Plaster - Libra

Archive


Mixcloud





8 Ekim 2013 Salı

VEGAN LOGIC XLI - WIRE - 7.10.2013


7.10.2013 tarihinde Dinamo FM'de yayınlanan ve Wire grubuna ayırdığım Vegan Logic'in kaydı.

1- Pink Flag - (Pink Flag)
2- Heartbeat - (Chairs Missing)
3- On Returning - (154)
4- The Other Window - (154)
5- Over Theirs - (The Ideal Copy)
6- Free Falling Divisions - (A Bell Is a Cup... Until It Is Struck)
7- Boiling Boy - (Peel Sessions version)
8- Morning Bell - (Manscape)
9- In Every City? - (The Drill)
10- Tailor Made - (The First Letter)
11- Read and Burn - (Send)
12- Four Long Years - (Object 47)
13- Adapt - (Red Barked Tree)
14- Re-Invent Your Second Wheel - (Change Becomes Us)






-

6 Ekim 2013 Pazar

Video: MULATU ASTATKE @ AKBANK CAZ FESTİVALİ


Ethio-Jazz türünün yaratıcısı, müzisyen ve besteci Mulatu Astatke'yi, iki yıl önce Babylon'da verdiği konserden sonra, dün akşam Akbank Caz Festivali'nde dinledik. Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda gerçekleşen konserde iki video kaydedebildim. İlkini, Jim Jarmusch'un "Broken Flowers" adlı filminde kullanılan ve Astatke'ye uluslararası ün kazandıran şarkılardan "Yekermo Sew" çalarken, diğerini de Hüsnü Şenlendirici (klarnet) ve Mısırlı Ahmet'in (darbuka) Astatke ve ekibine sahnede eşlik ettiği sırada çektim. Astatke'nin Babylon'daki konseri, mekanın daha ufak olması ve dinleyicilerin müziği ayakta dinleyerek aynı zamanda dans edebilmesine olanak sağlandığı için daha sıcak bir atmosferde gerçekleşmişti. Lütfi Kırdar'da oturup dinlemek, o müziğin ruhuna uymadı. Ancak Astatke ile ekibi, bu kez de mükemmel ritimleri ve sürükleyicici melodileri olağanüstü bir uyum ve ustalıkla çaldı. Babylon'daki konser hakkındaki yazımda anlattığım gibi, yine su gibi bir caz dinledik. http://zulalmuzik.blogspot.com/2011/09/etiyopyaldan-su-gibi-caz.html



(Videolar bana aittir.)

1 Ekim 2013 Salı

ŞİDDETSİZ FIRTINA / Müzik ve Direniş



1.10.2013
 
Bu dünyada bir şey değişecekse, bu ancak müzik aracılığıyla olur,” demişti Jimi Hendrix. Bu görüşe katılanlar olduğu gibi, Neil Young’ın beş yıl önce söylediği şu sözleri haklı bulanlar da var: “Müziğin dünyayı değiştirdiği dönem artık geçmişte kaldı. Bu çağda bunu düşünmek çok safça. Dünya bugün farklı bir yer. Artık bilim ve fiziğin, manevi gelişimin fark yaratıp, gezegeni koruma zamanı geldi.

Bu sözleri, Neil Young gibi onca protest şarkı yazmış bir müzisyenden duymak oldukça şaşırtıcıydı. Reagan ve George H. W. Bush Amerikası’na eleştiriyle dolu “Freedom”dan sonra, “Living with War” adlı bir albüm yayınlayıp, “Let’s Impeach the President for lying” diyen oydu. 

Bilmiyorum saf mıyım ama bir yanım Hendrix gibi düşünmeye meyilli. Çünkü müziğin içtenliğine inanıyorum. Hendrix’in düşüncesine yakınlık duymamın, başka bir istekle de ilgisi var. Daha iyi bir dünya yaratılabileceğine ve bunu yapma gücünün sanatta olduğuna inanmak istiyorum. Tarih boyunca yaşanan barbarlıkları, savaşları, politik travmaları, askeri darbeleri vs. düşünecek olursak, toplumsal değişimlerin merkezinde kültürel yapıların durduğunu görmek zor değil. Kültürel yapıların temel taşlarından birisi de müzik; insanları heyecanlandırıp bir araya getirmekte en etkili sanat dalı.

Ancak bir yanım da, Neil Young’ın tamamen haksız olmadığını söylüyor. Müziğin bireysel hayatlar üzerindeki etkisi çok daha yoğun; onun sözünü ettiği ise, yokuş aşağı son hızla yuvarlanan dünyanın durumu. Neil Young ile sohbet etme olanağı olsa ve bana “Ben, tek başına müziğin dünyayı değiştiremeyeceğini anlatmak istedim,” dese, o noktada hemfikir olabiliriz. Son tahlilde, barışa giden yol müziksiz olmaz ama barışa giden tek yol da müzik değildir. Bir politikacının yüzlerce miting yapıp vermeye çalıştığı mesajı, bir müzisyen tek bir şarkıyla çok daha çarpıcı bir şekilde anlatabilir. Woody Guthrie, Pete Seeger, Phil Ochs, John Lennon, Joan Baez, Ahmet Kaya, Grup YorumSelda Bağcan gibi isimler, protest müziğin sahip olduğu bu sarsıcı gücü kanıtladılar. 

2 Mart 2013’te bütün Portekiz IMF talepleri ve hükümetin tasarruf politikalarını protesto ederken, insanlar tek bir ses halinde “Grândola, Vila Morena” adlı şarkıyı söylüyordu. 1970’lerde Portekiz’de gelişen protest müziğin sembolü olan şarkıda, “Ah şehrim, senin sınırlarının içinde öncü halktır,” diyordu müzisyen José “Zeca” Afonso. “A Trova do Vento Que Passa” adlı şarkısında ise, “Daima direnen, daima hayır diyen birisi vardır,” diyerek geleceğe umutla bakıyordu. Afonso’nun şarkıları, 50 yılı aşkın bir süredir Portekiz halkını toplumsal olaylarda bir arada tutan katalizör gibi. 

Bunun en son örneğini Gezi Parkı olayları sırasında Türkiye’de yaşadık. Toplumun çok farklı kesimlerinden insanlar, Taksim Meydanı’nda bir piyanonun etrafında toplandı. Müzikle direnenlerin çizdiği barışçıl tablo karşısında herkes durup düşündü; gaz bombalarının, tazyikli suların yarattığı dehşetin yerini melodilerin dinginliği aldı. Haziran ayının en güzel anlarıydı onlar...

O dönemde yaşanan şiddet, vicdanlı müzisyenlerin ruhunda da sert fırtınalar estirdi ama sonuçta yarattıkları müziğin yıkıcı değil yapıcı bir etkisi oldu. Çünkü şiddetsiz bir fırtınadır müzik; halkın sesi, vicdanı olur, tarihe not düşer, kültürel hafızaya kazınır. Müzisyen, şarkı sözleri aracılığıyla ait olduğu kuşağın kolektif bilincinin simgesi haline gelir. Müziğin toplumsal rolünde en kritik noktadır bu. Kolektif bilinç canlı tutulup kuşaktan kuşağa aktarılırsa, dünyada bir şeyler değişebilir. 

2002’de Patti Smith’i New York Borsası’nın önünde “People Have the Power”ı söylerken gördüğümde, müziğin kitleleri barış için bir araya getirmede üstlendiği role bir kez daha çok net bir şekilde tanık oldum. Irak’ın işgalinin sona erdirilmesi ve Bush hakkında soruşturma açılması için yürütülen kampanyaya destek veriyordu punk rock kraliçemiz. Polis yolları kesiyor, yağmur altında bekleyen insanları terörize ediyordu ama kalabalığı dağıtmayı başaramadılar. Çünkü Patti Smith’in mikrofondan Wall Street sokaklarına yayılan sesi, gücün halkta olduğunu inançla haykırıyordu. Bush yargılanmadı ama işgalin sona ermesinde müzisyenlerin önemli katkıları oldu. Mitinglerde sahneye çıktılar, halka gerçekleri sürekli müzikle anlattılar. 

Bugün artık protest folk/rock şarkıcılarının sosyo-politik olaylara etkisi, 1968 devrimindeki gibi doğrudan ve belirleyici olmayabilir. Ama şu da yadsınamaz bir gerçek ki, protest müziğin mesajı vicdanlarda yankılanır ve toplumsal değişimi mutlaka etkiler. Bir yerde okumuştum, bir folk şarkıcısı, “İnsanlar bir araya gelip hep birlikte şarkı söylediğinde dağlar yerinden oynar,” demişti. O bir metafordu elbette ama ben asıl ne olduğunu söyleyeyim: Aynı anda hem şiddet hem de edilgenlik bertaraf olur. Her ikisinin de panzehiridir müzik. Gücü bundandır. Roger Waters, The Wall konserinde duvara Gezi olaylarında ölenlerin fotoğraflarını yansıtıp, onlar için dinleyicilerle birlikte “Mother”ı söylediğinde, yüreğinde fırtınalar esmeyen tek bir kişi yoktu. 


(Bu yazı, Babylon Dergi'nin Eylül-Ekim 2013 sayısında yayınlandı.
-

VEGAN LOGIC XL - EYLÜL 2013 EN İYİLER - 30.09.2013


30.09.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Tropic of Cancer - More Alone
2- Wire - Iced 
3- Moby - Everything That Rises 
4- Goldfrapp - Thea
5- Trentemøller - Deceive (Feat. Sune Rose of The Raveonettes)
6- Nine Inch Nails - Satellite
7- God Is An Astronaut - Autumn Song
8- Four Tet - Parallel Jalebi
9- Tim Hecker - Virginal II 
10- Forest Swords - An Hour
11- Nils Frahm - Says







Translate