24. Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nde beni en çok heyecanlandıran konser, 18 Temmuz akşamı Salon’da gerçekleşecek. “David Bowie’nin David Bowie’si” diye anılan Amerikalı caz saksofoncusu Donny McCaslin, geçen yıl yayımlanan albümü “Beyond Now”ın turnesi kapsamında Türkiye’ye geliyor. 1998 yılından bu yana çok sayıda albüm yayınlayan 50 yaşındaki müzisyen, bu albümü Tim Lefebvre, Mark Guiliana, Jason Lindner, Nate Wood ve David Binney gibi müzik dünyasının usta isimleriyle işbirliği yaparak kaydetti. Bu isimlerden ilk üçü ile birlikte Bowie’nin son kaydı “Blackstar”a da katkıda bulunan McCaslin, o albümden esinlendiğini söylediği “Beyond Now’ı efsane müzisyene adadı.
Berklee School of Music mezunu olan Donny McCaslin, geleneksel caz müziği içinde kendini geliştirse de, onu çok daha ileri bir aşamaya taşıyan, türler arasındaki sınırları aşan, deneysel seslere meraklı bir müzisyen. Kendisinin okuduğu ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapan babası, aynı zamanda bir caz müzisyeniymiş. Bu sayede 12 yaşında babasının grubuna katılıp, lise döneminde kendi grubunu kurmuş ve üç yıl arka arkaya Monterey Caz Festivali’nde çalacak kadar başarı göstermiş. Günümüzde kendi adını taşıyan dörtlüsü ve solo çalışmalarını bir arada yürütüp, çeşitli işbirlikleri yapmayı sürdürüyor. Belki birçok kişi adını Bowie ile çalıştığı zaman duydu ama Donny McCaslin, bugün caz müziğinde doğaçlamanın en yaratıcı isimlerinden birisi.
Geçen yıl New York’ta canlı dinleme fırsatı bulduğum Donny McCaslin Quartet performansı, öylesine ufuk açıcıydı ki, İstanbul Caz Festivali’ndeki konseri sabırsızlıkla bekliyorum. Bu arada beklerken kendisi ile bir söyleşi yapma olanağı da buldum. Verdiği yanıtların da ortaya koyduğu gibi, çok parlak bir yetenek olsa da, kişilik olarak son derece mütevazı ve kendini sürekli ilerlemeye adamış bir müzisyen McCaslin. Bilgi olarak şunu da yazayım; İstanbul’da bu dörtlü sahnede olacak: Donny McCaslin (saksofon), Jason Lindner (klavye), Nate Wood (davul), Jonathan Maron (bas).
“Doğaçlama benim için katartik bir yol”
Müzikle iç içe bir ortamda büyüdüğünüzü biliyorum. Daha çocukken bu alanda önemli başarılar elde ettiniz. Bugün 50 yaşında hem dünyanın en yaratıcı caz saksofoncularından birisi olarak tanınıyorsunuz, hem de kendi adınızı taşıyan grubunuzun liderliğini başarıyla sürdürüyorsunuz. Dışarıdan bakınca bizim için çok etkileyici bir yolculuk ama sizin için nasıldı?
Beni annem büyüttü, babamı haftada bir görürdüm. California, Santa Cruz’da bir caz müzisyeni babam. Onunla kaldığım günlerde konserlerinde zaman geçirir, vibrafonunu, Wurlitzer piyanosunu ve kullandığı diğer enstrümanları kurup hazırlardım. Kendi başıma zaman geçirmek için çok küçük olduğum dönemde, grup öğlen 12‘den akşamüstü 5 ya da 6’ya kadar çalıştığı sırada, ben de tüm gün sahnede bir sandalyenin üzerinde otururdum. Yaşım biraz büyüdüğünde, grubun çaldığı alışveriş merkezinde kendi kendime dolaşmaya başlamıştım ama saksofon çalmaya başlayana kadar çoğu zaman sadece onları dinledim. Bir noktada babamın grubuyla çalmaya başladım ve bu sayede çok deneyim kazandım. Daima daha fazlasını öğrenip daha çok şey yapmaya ve ilerlemeye merakım vardı. Doğaçlama yapmak, bana hikayemi müzik aracılığıyla anlatma olanağını tanıdı. Kaotik ve istikrarsız ortamda yaşadığım sırada, genç yaşta yakaladığım bir anlatım şekliydi. Doğaçlama, benim için katartik bir yol ve bunu yapabildiğim için müteşekkir bir şekilde bu yola devam ediyorum.
Saksofon çalmaya karar vermenizi sağlayan temel neden neydi? Bu enstrümanla ilişkinizi nasıl nitelersiniz?
O sırada 12 yaşında ortaokuldaydım. En iyi arkadaşım öğrencilerden oluşan orkestrada çalıyordu. Onunla beraber olmak için sınıf değiştirmiştim. Babam ne çalmak istediğimi sorunca düşünmeden tenor saksofon dedim. Böyle başladı. Enstrümanımla ilişkim, bir tür kendini adama ilişkisi. Enstrümanım konusunda özgür hissetmek için aşmak zorunda kaldığım her tür engel, kendimden kaynaklandı; daha çok kendime karşı mücadele ettim.
Hedef, daima ilerleme kaydetmek
Geleneksel caz ekolünden gelen bir geçmişiniz var ama onun dışında birçok şey yaptınız. Doğaçlama sayesinde cazda yeni sesler yaratmayı sevdiğiniz açık. “Değişim” sizin müziğiniz için anahtar sözcük olabilir mi? Beste yaptığınızda daima odaklandığınız, müziğinizin olmazsa olmazı nedir?
Çalışmalarımda daima ilerleme kaydetmeye odaklanıyorum ama değişim anahtar sözcük mü emin değilim. Kendimi hep rahat olduğum alandan çıkmaya zorladım. Bu şekilde kendimi zorladığımda farklı seslerle buluştum. Albümlerimin çoğunun prodüktörlüğünü üstlenen David Binney ile bu konuda uzun uzun konuştuk ve sanırım çalışmalarımızda her zaman yer alan ana unsurlardan birisi bu.
Müzik konusunda akademik bir geçmişiniz var. O nedenle size şunu sormak istiyorum. Brian Eno, “Müzik konusunda az bilgi sahibi olmanın en ilginç yanlarından birisi, bazen şaşırtıcı sonuçlar elde etmeniz. Bu sayede o konuda bilginiz fazla olduğunda varamayacağınız yerlere varabiliyorsunuz,” demişti. Müzik eğitimi ile müzik yazıp icra etmek arasındaki ilişki konusunda sizin görüşünüz ne?
Bence müzik eğitimi müzik yazımını besleyebileceği gibi köstekleyebilir de. Müziği yapanın kimliği ve süreç açısından neyin o kişi için en iyisi olduğu ile ilgili bir durum bu. Benim durumumda eğitim yardımcıydı ama söz konusu eğitim farklı şekillerde gerçekleşti. Bilgilerimin büyük kısmını, diğer müzisyenlere soru sorarak ya da bana ilham veren müzikleri kendi kendime çalışarak edindim. Üniversitede bestecilik üzerine daha derin çalışmayı isterdim ama enstrüman çalmaya o kadar kendimi kaptırmıştım ki ona vakit ayıramadım.
Birçok sanatçı, belli bir öğrenme sürecinin ardından, kendi özgün dilini öncelikle ilham aldığı diğer sanatçılara öykünerek ve daha iyisini yapmaya çalışarak buluyor. Sizin için bu süreç nasıl gelişti? Bir sanatçı olarak kendi tarzınızı nasıl yarattınız?
Bu söylediğiniz süreçle genel anlamda hemfikirim. Ben de kesinlikle kendi kahramanlarıma benzemeye çalışarak büyüdüm. Charlie Parker, John Coltrane, Sonny Stitt, Joe Henderson, Sonny Rollins, Michael Brecker, Wayne Shorter, Dave Liebman, Freddie Hubbard ve diğer pek çok isim geliyor aklıma. Mevcut dil ve geleneği içselleştirmek ve bunları kendi özgün dilinizi geliştirirken dengelemek önemli. Ben her ikisini de aynı anda yapmaya çalıştım ama bazen birini geliştirmek için diğerini görmezden geldiğim de oldu. Özgün ve ilginç olduğunu hissettiğim ve bana hitap eden şeyler bulduğumda onları geliştirmek için uğraştım. Bu, ilham nereden gelirse gelsin ona açık olmak ve bu sizi nereye götürürse ona eşlik etmekle ilgili. Yaptığınız her çalışmanın ayrı bir dinamiği var. Ben, genel olarak kendimi müziğe bırakıp, onun beni istediği yere çekmesine izin veririm.
“Özgürlük, bilgi ve deneyime dayalı olarak gelişir”
O zaman şunu sorayım. Yann Tiersen, müzikal anarşiye dair bakış açısını şöyle açıklıyor. “Rastgele kullanabileceğimiz devasa bir ses dünyasında hiçbir kural olmadan yaşayalım. Aynı punk’un yaptığı gibi, tüm bilgilerimizi ve enstrüman çalma yeteneklerimizi unutup sadece içgüdülerimizi kullanalım.” Geleneksel cazdan gelen ama onun ötesinde arayışlar içine giren bir müzisyen olarak sizin buna yaklaşımınız ne?
Bu yaklaşımı takdir ediyorum ama müziğin ilgi çekmeye devam etmesi için bunun bilgiye dayanması gerekli. Bu bilgi, özgür olmak adına isteyerek unutulabilir ve insan kendisini tamamen o anın akışına bırakabilir. Ama o durumda bile hâlâ ne yöne gideceğinize dair sizi besler. Ben özgürlüğün bilgi ve deneyime dayalı olarak geliştiğini düşünüyorum.
Geçen sene New York’ta, The Jazz Standard’da Donny McCaslin Quartet’i ilk kez canlı dinledim. Bugüne kadar deneyimlediğim en güzel canlı performanslardan biriydi. O konserde Aphex Twin ve David Bowie cover’larınızı da ilk kez duydum. Müthiş bir caz, elektronika ve rock füzyonuydu; müzik türlerini aşan bir kusursuzluk vardı. Bana bu açıdan Radiohead’in “Kid A” albümünü hatırlatmıştı. Elektronik müziğe ilginiz ne zaman başladı?
Teşekkür ederim! “Perpetual Motion” adlı albümümün turnesi sırasında elektronik müziğe daha fazla ilgi duymaya başladım. Altı yedi yıl öncesine kadar bu alana özel bir ilgim yoktu. O sıradan David Binney, dinlemem için bana bazı parçalar göndermişti. Tim Lefevbre ve Mark Guiliana’ya ne dinlediklerini ve nelerden ilham aldıklarını sormuştum. Bazı elektronik müzik parçalarında duyduğum atmosferik sesler beni etkiliyor. Hayal gücünü tetikleyen bir yanı var ve bu yaratıcılığı besliyor, ilgimi çekiyor.
Maria Schnedier’ın Bowie’ye McCaslin Önerisi
David Bowie ile son albümü “Blackstar”da birlikte çalışma şansına sahip oldunuz. Albüm kayıt sürecine dair bazı bilgiler okudum medyada ama sizce bu şansı ne yarattı? Doğru zaman mı, doğru yer mi, doğru insanlar mı, yoksa sadece müziğiniz mi?
David’le olan bağlantımın nasıl ortaya çıktığını soruyorsunuz sanıyorum. Oyuncu Maria Schneider, David’e benimle ve grubumla işbirliği yapmasını önermiş. Ona “Casting Gravity” adlı kaydımı dinletmiş. Ondan sonrasında işler gelişti. Bowie’nin müziği çok farklı etkileri içeriyordu ve biz grup olarak bunu iyi yansıtabildik.
Bu durumda yaptığınız müzik ve doğru insanlar bu şansı yaratmış diyebiliriz. Bazıları size “David Bowie”nin David Bowie’si” diyor. Sizin buna tepkiniz ne?
David ile ilişkilendirilmek bir onurdur.
Onunla çalışırken, grupla çalışmalarınıza kıyasla, daha fazla deneyim yapma fırsatı elde ettiniz mi?
Pek değil aslında. Biz grupla her zaman keşif ve deneyselliğe çok zaman ayırırız. Ama David’in müziğinin derinliğine dalmak ve onun yazım sürecine bir pencere açmak, gerçekten çok ilham vericiydi.
Grammy Ödüllerine Blackstar Tepkisi
Yeni albümünüz “Beyond Now”da Bowie’nin “Warszawa” ve “A Small Plot of Land” adlı şarkılarının da cover’ları var. “A Small Plot of Land”, en sevdiğim müzisyenin en sevdiğim şarkısı. Açıkçası onu da cover’layacağınızı duyduğumda biraz endişe duyduğumu belirtmeliyim ama sonuç çok iyi oldu. Bence oldukça cesaretli bir seçim. Çünkü o şarkıda, özellikle Basquitat versiyonunda, Bowie’nin sesi, kusursuz ve görkemli. Sizin versiyonunuzda vokalist Jeff Taylor oldukça güzel yorumladı. Sizin başta endişeniz var mıydı?
Çok teşekkür ederim. Basquitat versiyonu müthiş değil mi! Mike Garson’ın Twitter’da paylaştığı, New York’ta bir konserden alınan kaydı da dinledim. O şarkıda ne yaptığımızı gördügümden cover konusunda bir endişem olmadı ama çok heyecanlıydım. O şarkının çok farklı yönlere gidebilecek bir yapısı var. David Binney, prodüksiyonda muhteşem bir iş çıkardı ve Jeff harika söyledi.
Gelecekte yeni cover’lar yapmayı düşünüyor musunuz? Cover’lamak istediğiniz şarkıda ne gibi özellikler arıyorsunuz?
Evet, yeni cover’lar olacak. Yaptığımız müziğe uygun olacağını hissettiğim şarkıları cover için düşünürüm.
Bu yıl Grammy ödüllerinde Bowie’ye verilen “En İyi Rock Performansı Ödülü”nü onun adına siz aldınız. Ama bence “Blackstar” birçok önemli kategoriden dışlanmıştı. Bowie’nin yaşarken hiç Grammy’e değer bulunmaması ve ilk Grammy ödülünün ölümünden sonraki yıl verilmesi sizce de utanılacak bir durum değil mi?
Evet, bence de öyle... Önemli kategorilerde “Blackstar”a nasıl yer verilmediğini, sanatsal bakış açısından hiç anlamıyorum.
Geçen hafta sonunda alternatif rock'ın en iyi gruplarından birisi olan The Veils'i İstanbul'da bir kez daha ağırladık. Bu kez Salon'un sıcak atmosferinde gerçekleşen konserin biletleri duyduğuma göre tamamen satılmış; hak ettikleri ilgiyi görmeleri sevindiriciydi. Bu yıl yayınladıkları yeni albümleri "Total Depravity"nin yanı sına önceki albümlerinden de şarkılar çaldılar. Heyecanla beklediğim 'Jesus for the Jugular' biste yine en sona saklanmıştı ama ondan önce vokalist/gitarist Finn Andrews, 2004 tarihli ilk albümleri "The Runaway Found"dan iki şarkıyı solo olarak çaldı. Birisi grubun en sevilen şarkılarından 'Lavinia', diğeri de muhteşem 'The Tide That Left and Never Came Back'. O güzel dakikaları kaydettim. Finn Andrews, bir gün yalnız kalırsa bile gitarını alıp yoluna ozan şarkıcı olarak tek başına devam edebilecek kadar güçlü bir yoruma ve yeteneğe sahip. Tabii bunun olmasını dilemiyorum; The Veils'in grup olarak da ayrı bir etkisi var. En iyisi her konserde böyle solo yorumlar da yapsın.
20 yılı aşkın müzik yazarlığı serüvenimde, ilk kez gitmediğim bir konser sonrasında o konsere dair düşüncelerimi yazıyorum. Ama başlıkta söz ettiğim hüznün nedeni konsere gitmemem değil; dün İstanbul’da punk rock diri diri gömüldüğü için…
“Punk rock’ın büyükannesi” unvanı ile anılan Patti Smith’in müzik tarihini derinden etkileyen “Horses” adlı albümünün 40. yılı 2015’ten bu yana bir dünya turnesi ile kutlanıyor. Geçen yıl albüm hakkında bir yazı kaleme aldığımda, bu turneye İstanbul’un da mutlaka dahil edilmesi gerektiğini söyleyip duruyordum. Sonunda birkaç ay önce Patti Smith’in kentimize de uğrayacağı duyurulduğunda sevinmemle üzülmem aynı anda oldu. Çünkü konserin Zorlu PSM’de gerçekleşeceği açıklandı… Ve dün akşam sistem karşıtlığının simgesi punk rock’ın başyapıtlarından “Horses”, kent yağmasının simgesi Zorlu AVM bünyesindeki mekânda çalındı.
Müzisyenlere inancımı sarsan bu olay hakkında duygularımı sosyal medyada birçok kez paylaştım ama konu hakkında bir yazı yazmam istenince olan biteni belgelemek açısından faydalı olacağını düşündüm. Çünkü sayımız az da olsa benim gibi hissedenler olduğunu, ruhu hâlâ punk kalanların “Horses”a yapılan ihanete, kent yağması karşısında sergilenen çifte standarta duyarsız kalmadığını biliyorum.
İstanbul’daki kent yağmasının simgesi: Zorlu Center
Bu yazıda uzun uzun anlatmaya gerek yok ama önce neden Zorlu Center’ın rahatsızlık yarattığını özetlemek gerekir. “Kaçak yapı” denilen bu mekânın imara aykırı biçimde yapılaşmasına ruhsat verildiği medyaya birçok defa yansıdı. Hatta dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın bu konu hakkında Bakanlık Müşaviri ve 2 No’lu Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanı ile yaptığı telefon görüşmeleri de basında yer almıştı. Son 14 yıldır AKP iktidarı döneminde gerçekleşen kent yağması hakkında bir kitap basılacak olsa, Zorlu Center’a da kalınca bir bölüm ayırmak gerek.
Kentin silüetini bozan bu lüks alışveriş merkezine adımımı atmadım ama anlatılanlara ve sosyal medyada paylaşılanlara bakılırsa, içindeki gösterişli restoranları, pahalı markaları ve konser salonuyla hızla pek çok insanın favori mekânlarından birisi olmuş. Ne ilginçtir ki, “Orada satılan dondurma çok güzel!”, “Konser mekânının koltukları çok rahat”, “Sigur Ros da orada çalıyor!” gibi gerekçelerle Zorlu AVM’ye koşanların önemli bir bölümü, kent yağmasına muhalif, geçmişte Emek Sineması’nın kapatılması sırasında protesto eylemlerinde yer almış insanlar… Zaten tuhaflık da burada başlıyor. Bu konuları hiçbir zaman kendine dert etmemiş, daima “Bana ne yağmadan, ben keyfime bakarım” diyenler, kendi içinde tutarlı; bu yazıya konu olanlar ise sol gösterip sağ vuranlar…
Homofobik gericilere verilen ödün
Zorlu Center’daki kaçak yapılaşmayı “Holdinglere ait hangi mekân sorunsuz ki? Ne yapalım, konsere mi gitmeyelim?” diyerek içine sindirenler, geçen yıl Boston Gay Korosu konserinin iptal edilmesini de sineye çekti. Biletleri satışa çıkan konser, hükümete yakınlığı ile bilinen gazetelerde “Yalnızca sapkın eşcinsel erkeklerden oluşan koro, ilk kez Müslüman bir ülkede konser verecek. Hem de Ramazan’da, Türkiye’de…” ifadelerinin yer aldığı haberlerin ardından Zorlu PSM tarafından iptal edildi. Geçen hafta Firuzağa’da plakçının basılmasına kadar varan gerici olaylar zincirinin bir halkasıydı o da. Buna da tepki göstermedi ülkenin ilerici konser dinleyicisi…
Tam da bu noktada aklıma Bruce Springsteen geliyor. Amerika’nın North Carolina eyaletinde eşcinsel karşıtı yasa çıkınca oradaki konserini iptal etti Patron (“Boss”) ve dedi ki; “Bazı şeyler bir rock konserinden daha önemlidir; önyargı ve bağnazlığa karşı süren bu mücadele de onlardan birisi. Bizi ileriye değil geriye çekenlere karşı sesimi yükseltmek sahip olduğum en güçlü araçtır.”
Arkasından Bryan Adams, Pearl Jam gibi isimler de aynı tepkiyi verip konserlerini iptal ettiler. Siz Türkiye’de herhangi bir müzisyenin Zorlu PSM’yi protesto ettiğini duydunuz mu? Kaç kişinin bu nedenle orada konsere gitmeme kararlılığını gösterdiğine tanık oldunuz? Ülkemizdeki eşcinsel müzisyenlerin Zorlu PSM’ye tepki verdiğini okudunuz mu? Mücadele sadece sosyal medya hesabından gökkuşaklı bayrak fotoğrafı paylaşmakla olmuyor. Konserden, paradan daha önemli şeyler var ve gericiliğe karşı sesini yükseltmek de onlardan birisi.
Silahlı insansız hava aracı üreten Vestel’in de sahibi olan Zorlu’nun, “müze yapacağım” diyerek izin aldığı ama kendisine villa yaptığı arazideki usulsüzlüğü ayrıca anlatmayacağım; merak eden Google’dan bulur.
Ama öyle anlaşılıyor ki Türkiye’de müzik bir tür “kara para aklama aracına” dönüştü. Bütün bu anlattıklarımdan sonra beni en çok yaralayan husus bu. Bir mekân, adı ne kadar pis işlere karışırsa karışsın, ünlü bir grubun konserini yapıyorsa, sosyal medyada alkış emojisi ve #zorlu hasthag’i ile aklanır. Bir anda bütün akış Zorlu’nun gönüllü reklamını yapanlarla dolar. Yağma ya da homofobik gericilere verilen ödün nedeniyle bir kere bile eleştirmediği holdingi konser nedeniyle övgüye boğar yığınlar…
Punk rock, sistem karşıtlığı ve Zorlu
Gelelim Patti Smith konserine…
Bu yıl tüm dünyada punk rock’ın 40. yılı kutlanıyor. 1970’lerin ikinci yarısında bir grup genç, ellerine gitarları alıp içinde yaşadıkları toplumun dayatmalarına karşı isyanı ve bireyin kendi yolunu çizme iradesini haykırmıştı. Yaptıkları müziğin ve görüntülerine yansıyan bu tavrın zamanla bir akıma dönüşeceğini hayal bile etmemiş olsalar da toplum üzerinde etkisi büyük oldu. Patti Smith de ince ince dokuduğu “Horses” ile otoriteye karşı gelen ilk punk önderlerinden biriydi. Yıllar sonra sevenlerine önerilerde bulunurken “Adınızı temiz tutmak için doğru kararlar verin” diyordu. Onu Bush döneminde New York sokaklarında “People Have the Power”ı haykırırcasına söylerken gördüğümde içimde umut ışığı belirmişti. İnsanların dünyayı değiştirmek için gücü olduğunu söylüyordu. İnandım. Aynı şarkıyı dün Zorlu AVM’nin içindeki konser salonunda söylemiş Patti Smith. O şarkıyı orada duysaydım, müziğe olan inancımı yitirebilirdim.
Şarkıları müzisyenlerin kendisinden çok önemsediğimi, müziğe sahip olduğundan daha fazla değer biçtiğimi söylemişti bir arkadaşım. Şarkıları en yakın dostu olarak gören ve punk ruhunu korumaya özen gösteren bir müzik delisiyle konuştuğunu unutmuştu belli ki. “Müzik, günümüzde artık sadece bir eğlence faktörü. Organizatör için de, müzisyen için de öyle” diyordu. Belki acımasızca gerçeği söylüyordu ama ben hâlâ müzikle direnilebileceğine inananlardanım. Bir yazımda “Şiddetsiz bir fırtınadır müzik; halkın sesi, vicdanı olur, tarihe not düşer, kültürel hafızaya kazınır. Müzisyen, şarkı sözleri aracılığıyla ait olduğu kuşağın kolektif bilincinin simgesi haline gelir. Müziğin toplumsal rolünde en kritik noktadır bu. Kolektif bilinç canlı tutulup kuşaktan kuşağa aktarılırsa, dünyada bir şeyler değişebilir” diye yazmıştım.
Patti Smith’in Zorlu’da çalması, 40. yılında punk ruhuna ihanettir. Bir punk sanatçı, neoliberal kapitalizmin merkezinde başlattığı isyanı, neoliberal kapitalizmin sömürgeleştirdiği bir toplumda da sürdürmelidir. Bunu elbette ticari pop yapan bir müzisyenden beklemem ama bunu punk rock’ın büyükannesi diye anılan, şair ve yazar bir sanatçıdan talep etme hakkımız vardır. Konser verdiği ülkede olanlara duyarsız bir sanatçı değil kendisi; Gezi Direnişi sırasında verdiği desteği unutmadım. O nedenle beklentim daha yüksekti ve hayal kırıklığım da fazla oldu. Ne ruhu ne de düşünceleri sıradandı Patti’nin; maskülen görüntüsünün ardındaki naif kadın yüreğini, isyankâr bir akılla buluşturabilen ender bir ozan, kalıpları kıran bir sanatçı o. Punk rock’ın 40. yılında “Horses”ın Zorlu’da çalınması bu nedenle ağırıma gitti. Geçenlerde hem bu konser hem de Buzzcocks’ın bir şarkısını McDonald’s reklamına lisanlaması üzerine üniversiteli genç bir arkadaşım, “Sizin yerinizde olmak istemezdim açıkçası. Punk müzikle büyüyüp böyle defalarca arkadan hançerlenmek…” dedi.
Bir bankanın The Sex Pistols’ın ünlü albüm kapaklarını kredi kartlarına basıp “Tüketicilerin ceplerine bir parça asi ruhu yerleştirmesinin vakti geldi!” diye pazarlaması da kalbimi kırmıştı. Ne yazık ki gömleğini yırtıp çengelli iğneler takan ya da saçlarını punk tarzı kestiren birisi, punk rock ruhunun anlamını bilmeden punk olduğunu iddia edebiliyor bugünlerde. Oysa punk bir tavırdır. Punk tarihçisi/müzisyen John Robb’un belirttiği gibi punk rock, “Halk tarafından halk için yapılan müziktir. Punk keskindir, lafını esirgemez, heyecan vericidir. Pop’ta olmayan ne varsa punk’ta mevcuttur. Pop ticaridir, sterildir. Punk bunların hiçbiri değildir, onların zıddıdır.”
Toplumun dayatmalarına karşı çıkan, halk için yapılan bu isyankâr müziğin sindirilmesi, asıl kimliğinden soyutlanıp steril, lüks, kaçak AVM’lerde çalınması bir utançtır. “Horses”ı 40 yıl önceki saf haliyle yüreğimde taşıyabilmek için direniyorum. Her şeye karşın içinizdeki punk’ı koruyun!
Yazıyı yanıtlarını merak ettiğim ve tartışmamız gereken birkaç soruyla bitirmek istiyorum.
Müzik sadece bir anda tüketilecek bir eğlence aracı mıdır?
Kent yağması konusundaki çifte standart ve teslimiyetçi tavır nasıl aşılabilir?
Taksim’e Topçu Kışlası yapılırsa ve kompleksin içinde güzel bir konser salonu olursa, orada konser verir misiniz? Aynı mekânda sevdiğiniz bir grup konser verdiğinde gider misiniz?
Dün akşam Salon'da günümüzün en yetenekli davulcularından Mark Guiliana'yı kendi adını taşıyan caz dörtlüsü ile birlikte dinledik. Saksofonda Jason Rigby, piyanoda Fabian Almazan, kontrbasta Chris Morrissey'in Guiliana'ya eşlik ettiği yaklaşık 1.5 saatlik konser, aksak ritimlerin öncülüğünde baştan sona müthiş sürükleyiciydi. David Bowie ile birlikte çalışma şansı bulan ve son albümü "Blackstar"da ona eşlik eden ekipte de yer alan Mark Guiliana, dün akşamki konserde elbette Bowie'yi anmadan geçmedi. David Bowie'nin 2013 tarihli "The Next Day" albümündeki "Where Are We Now?" adlı şarkısına Mark Guiliana Jazz Quartet'in yaptığı hüzünlü cover'ı dinlerken efsane müzisyene derin sevgi ve saygılarımızı sunduk içimizden... O anları kaydettim. Bir de konsere gelemeyenler için en azından Guiliana'nın davul solosunu belgelemek istedim.
Sürekli Müzik'in (Continuous Music) öncüsü Ukraynalı piyanist/besteci Lubomyr Melnyk'i dün gece Salon'da bir kez daha dinleme olanağı bulduk. İki saat süren olağanüstü etkileyici performansı sırasında eski eserlerinin yanı sıra, henüz bir haftalık olduğunu söylediği yeni bir bestesini de çaldı Melnyk. Turne sırasında konserler için çalışırken yaptığı bu bestenin henüz adı bile olmadığını ama Salon'daki piyano çok iyi olduğu için çalmak istediğini; çünkü ancak o kadar iyi bir piyanoda hakkının verilebileceğini söyledi. Kaydettiğim bu parçayı ilgilenenler için paylaşıyorum.
Alternatif rock'ın önde gelen gruplarından Editors'ı dün akşam dördüncü kez canlı dinleme olanağı buldum. İlk olarak 2006'da Rock 'n' Coke'da, daha sonra 2011'de Efes One Love Festival'da ve 2013 yılında da yine Rock 'n' Coke'da izlemiştim grubu. Dün akşam Volkswagen Arena'da gerçekleşen konser, dördüncü deneyimim olsa da, bir festival ortamı dışında kapalı salonda gördüğüm ilk Editors konseriydi. Bu nedenle mekana giderken adeta onları ilk kez canlı dinleyecekmiş gibi merak vardı içimde. Açıkçası uzun bir aradan sonra büyük bir salonda konser izlemeyi de özlemişim. Binlerce insanın aynı müziği dinleyip heyecanlanması, dans etmesi kadar insanı ruhen yükselten bir olay yok bana göre.
Editors konseri, Pozitif'in başlattığı yeni alternatif müzik ve kültür platformu Off the Hook serisinin ilk etkinliği olarak gerçekleştirildi. Sadece müzik değil, güncel sanat, çevre, mimari içerikli haberlerin de paylaşılacağı bir internet sitesi ile birlikte (offthehookseries.com) hayata geçirilen Off the Hook, adeta sürekli aynı pompadan gaz verilen bir makine haline gelen günümüz toplumunda farklı bir içerik sağlayabilirse olumlu bir işlev üstlenmiş olur. Proje ekibine başarılar diliyorum.
Dün akşam yaklaşık 2500 kişinin izlediği konser, Editors'ın İstanbul'da azımsanmayacak bir dinleyici kitlesine sahip olduğunu da kanıtladı. 2013 yılındaki Rock 'n' Coke'da 17.30 gibi tuhaf bir saatte sahneye çıktıklarında yakıcı güneş altında çalmışlardı. Belli ki saatin garipliğinin de etkisiyle, az sayıda dinleyici vardı ama grup şahane bir konser vermişti. 2011 Efes One Love Festival hakkında yazdığım değerlendirme yazısında belirttiğim gibi, festivalin en güçlü performansını yine onlar göstermişti. Albümdeki ses kalitesini, şarkıların verdiği hissi sahneye olağanüstü bir başarıyla taşıyabilen nadir gruplardan birisi Editors. Bunun sağlanmasında, yaptıkları iyi müzikle birlikte, grup üyeleri arasındaki uyum ve elbette mükemmel vokalist Tom Smith'in etkisi tartışılmaz. Yaşayarak yazdığını, sahnede her defasında iliklerine kadar yeniden hissederek söyleyen bir şarkıcı Smith. Bu duyguyu dinleyiciye geçirme kapasitesi çok büyük.
Dün sahne önünde fotoğraf çekerken şarkı söylediği sırada beden diline de iyice dikkat ettim. Dirseklerini çekebileceği kadar geriye çekip parmaklarını göğsünde birleştirmeye çalışıyor kimi zaman. Sahnedeyken yaşadığı duygusal yoğunluk, şarkı söylediğini bilmeseniz "Bu adam ne yapıyor?" diye düşünebileceğiz bazı kendine özgü beden hareketleri olarak dışa yansıyor ve bu arada da sürekli piyano, klavye ve gitar arasında mekik dokuyor.
Editors'ın 2005'ten bu yana yayınladığı albümlerinde sound yıllar içinde giderek gelişti ve büyük salonları ayağa kaldırabilecek daha zengin bir yapıya kavuştu. Müziklerindeki genel hava karanlık olsa da, kitleleri dans ettirme özelliğini de barındırıyor. Bu konuyu 2006'da röportaj yaptığım baterist Ed Lay'e sormuştum. "Bir kalabalığı hareketlendirip canlandırmaktan daha keyif verici bir şey yok. Bunu epik, yavaş bir şarkıyla onları duygusal olarak etkileyerek de yapabilirsiniz ya da hızlı bir dans şarkısıyla çılgınca dans da ettirebilirsiniz. Biz ikisini karıştırıp uygulamayı deniyoruz," demişti. Bu yıl yayınlanan albümlerini müziğin hem pop hem de deneysel olabileceği inancıyla kaydettiklerini söylüyorlar. "In Dream", bana göre, Editors'ın hem iyi bir gitar grubu olduğunu bir kez daha kanıtladı, hem de inandıkları bu yaklaşımı başardıklarını gösterdi. Dün akşamki İstanbul konseri de buna iyi bir örnekti.
Yıllar geçse de sürekli aynı albümü yapan bir grup olmadı Editors; sound'ları hep gelişti. Kariyerleri boyunca ilk kez grup olarak sadece kendilerinin prodüktörlüğü üstlendiği "In Dream"de, 3. albümü de hatırlatacak şekilde elektronik unsurları da içeren bir sound var ve bence grubun bugün üzerinde durduğu zemin oldukça sağlam. Sadece içimden geçen bir endişeyi paylaşmak istiyorum. Coldplay, "Parachutes"ü yayınladıktan sonra aynı yıl grubu canlı dinlediğim konserde aklımdan benzer düşünceler geçmiş; umarım büyüdükçe müzikleri olumsuz etkilenmez demiştim. Sevdiğim her grup için taşıdığım bu endişe geldi dün aklıma.
Coldplay'in 15 yıl sonra "A Head Full of Dreams" albümü ile bugün vardığı noktaya, umarım Editors hiç varmaz. Coldplay, çok büyümek istedi ve sonunda "stadyum rock'ı" denilen türü benimseyerek amacına ulaştı ama bugün müziklerinde "Parachutes"ün içten yalınlığından eser yok. Deneysellik - pop dengesi ikincinin lehine fazla bozulduğunda bize geriye özlemle bakmak düşüyor... Editors'ın şu ana kadar izlediği yoldan memnunum; insani korkuları, hüznü, aşk acılarını ve bu gezegendeki haksızlıkları konu alan karanlık şarkılarıyla 2500 kişiyi dans ettirmeye devam ettirdikleri sürece mutlu olacağım. Çünkü müziğin sahip olduğu en büyük güç bu: Ne olursa olsun sinmemek, duyguları dans ederek, el çırparak haykırmak.
Dün akşam yaklaşık 1.5 saat süren konserde, ağırlığı doğal olarak bu yıl çıkan "In Dream"e vermekle birlikte, beklentileri karşılayan bir set sundu Editors ve en sevilen şarkılarını çalmayı ihmal etmedi. İlk albüm "The Back Room"dan dört, 2. albüm "An End Has a Start"tan üç, 3. albüm "In This Light and on This Evening"den üç, 4. albüm "The Weight of Your Love"dan dört ve yeni albüm "In Dream"den toplam yedi şarkı dinledik. Tahmin edilebileceği gibi "Bricks and Mortar" ve "Papillon" salonu tam anlamıyla coşturan şarkılardı. Konseri, heyecan "Papillon" ile tavan yapmışken bitirmemeleri de ilginçti.
"Bugüne kadar izlediğin dört Editors konserinin içinde hangisi en iyisiydi?" derseniz, 2011 Efes One Love konseri ile dün akşamki arasında ayrım yapamam; her ikisi de aynı derecede etkiliydi. Ama dün akşamki kapalı salondaki ışık tasarımlarımı da işin içine kattığından, sahne tasarımı açısından görsel olarak da görkemliydi. Yılın en güzel konserlerinden biriydi kuşkusuz. Konserde çalınan şarkılar sırasıyla:
·No Harm
·Sugar
·Life Is a Fear
·Blood
·An End Has a Start
·Forgiveness
·All Sparks
·Eat Raw Meat = Blood Drool
·The Racing Rats
·Formaldehyde
·Salvation
·Fingers in the Factories
·Smokers Outside the Hospital Doors
·(Tom Smith acoustic solo)
·Bricks and Mortar
·All the Kings
·A Ton of Love
·Nothing
·Munich
Bis
·Ocean of Night
·Papillon
·Marching Orders
(Fotoğraflar ve 2013 Rock 'n' Coke'daki performans videoları bana aittir.)
Geçen hafta Salon'da konser veren Neneh Cherry, tahminimin ötesinde coşkulu ve dinamik bir performans sergiledi. Mekanı dolduran dinleyici kitlesi, başından sonuna kadar müziğe ilgisini hiç kaybetmedi, şarkılara eşlik etti. Cherry, sahnede kendisine eşlik eden Tom Page (davul) ve Ben Page'in (synth) de ustalıklarını sergilediği konserde, şarkı aralarında anlattığı anekdotlar, çeşitli toplumsal sorunlar ve kadın hakları gibi konularda yaptığı yorumlarla mesajlarının altını çizdi, yeri geldiğinde saçlarını savura savura sanki evinin bir odasındaymışcasına doğal bir tavırla dans etti.
Massive Attack'i andıran trip hop soundu ile başladığı konser boyunca hip hop, pop ve elektronikayı buluşturan şarkılarını söyledi. 1996'da yayınladığı "Man" albümünden sonra uzun yıllar süren sessizliğini 2014’te Four Tet yapımcılığında çıkardığı "Blank Project" albümüyle bozdu Neneh Cherry ve İstanbul konseri de bu albümün tanıtımı için yapılan turneye dahildi. Sahneye ilk geldiğinde eskiye karşı pek nostaljik bir his beslemediğini belirti ama beklentilerin ilk üç albümde yer alan ve daha fazla bilinen şarkılara yönelik olduğunu tahmin ederek, onları da ihmal etmedi.
80'lerden bu yana aktif bir müzisyen olsa da sadece dört albüm yayınladı Neneh Cherry; kimi şarkıları dinleyicilerin aklından hiç çıkmadı. "Man" albümünde yer alan ünlü "Woman" adlı şarkısını seslendirirken videoya kaydettim. "Erkeklerin dünyasına sevgi aşılayamayacak kadın yoktur derken" sesi 30 yıl önceki kadar güçlü, sahne performansı vurucuydu. Yılın en iyi konserlerinden biriydi.
Dün akşam Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu'nda Jools Holland konserinin açılışını İrlandalı şarkıcı, prodüktör ve şarkı yazarı Imelda May yaptı. Jools Holland ve orkestrasının enerjik müziğine geçiş için çok isabetli bir seçimdi Imelda May. Rockabilly türünü blues ve görünümüyle de son derece uyum sağlayan 1950'lerin rock 'n' roll'uyla buluşturan müzisyen, hareketli performansıyla dinleyicileri epey coşturup dans ettirdi. Hatta bir ara dans edenler arasında gözüne çarpan küçük bir kızı sahneye çağırdı. Adının Yaz olduğunu öğrendiğimiz yetenekli küçük kız, yanılmıyorsam İstanbul Caz Festivali'nin Direktörü Pelin Opcin'in kızı. Hem Yaz ile Imelda May'in dans ettiği bu neşeli anları, hem de May'in 2014 albümü "Tribal"da yer alan şarkısı "Wild Woman"ı kaydettim.
Dün akşam bu yılki İstanbul Caz Festivali'nin sabırsızlıkla beklenen konserlerinden birisi gerçekleşti. "Müziğin gurusu" diye anılan ve "Big Band" geleneğini yaşatan Jools Holland, 80'lerdeki Soft Cell günlerinden bu yana müzik dünyasının en güçlü seslerinden birisi olan Marc Almond'ın da katıldığı bir konser verdi. Boogie-woogie, caz, R&B, pop, blues tınılarının birbirine karıştığı bol vokalistli ve çok renkli bir konserdi.
Marc Almond sadece üç şarkı söyledi; sahnede kısa kaldı ama tartışmasız yarattığı heyecan ve enerji ile gecenin baş yıldızıydı. Nitekim Jools Holland da onu "Bir efsane!" diyerek sahneye çağırdı. Marc Almond, konserde Edith Piaf'ın ünlü şarkısı "If You Love Me (Really Love Me)"yi mükemmel yorumladı. Jools Holland ve orkestrası eşliğinde söylediği diğer iki şarkı ise Soft Cell'i cover'ı "Say Hello, Wave Goodbye" ve "Tainted Love" oldu.
Dün akşam İstanbul Caz Festivali kapsamında Sepetçiler Kasrı'nda cazın güçlü vokalisti Melody Gardot'yu bir kez daha canlı dinleme fırsatı bulduk. Her zaman olduğu gibi yine kusursuz bir performansa imza attı. Charles Mingus'un "Ne kadar iyi çalarsan çal, içinde senden bir şeyler yoksa önemi de yok," sözünü kanıtlarcasına her şarkının içine kendi yüreğini akıtan bir müzisyen Melody Gardot. Bu hissi dinleyiciye yoğun olarak geçiriyor konserlerinde.
Sepetçiler Kasrı'nın nefes kesici güzellikteki manzarasına karşı gerçekleşen konserde iki video kaydettim. Birisi, Gardot'nun bu ay yayınlanan albümü "Currency of Man"de yer alan "Bad News" adlı şarkıya; diğeri de ekibinde yer alan olağanüstü yetenekli saksofoncu Irwin Hall'un aynı anda iki saksofonu çaldığı dakikalara ait... "Bad News" videosunda Irwin Hall'un şahane bir solosu da var.
Dün Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde gerçekleşen Joan Baez konserinde sürpriz isim olarak sahneye Kardeş Türküler de çıktı. Folk efsanesi Baez ile birlikte Gezi şarkısı "Tencere Tava Havası"nı söyleyip göbek dansı yaptılar. Bu tarihi anları kaydettim. Konserle ilgili yorum yazım yarın Cumhuriyet'te olacak. Başka videolarla birlikte onu da yarın akşam paylaşacağım.
Dün akşam Salon'da Mudhoney ve Shellac konseri tek kelimeyle muhteşemdi. Grupların sahneye çıkışları arasındaki bekleme süresinde heyecanımı Twitter'da paylaşınca birisi "Konsere gidemeyenler için Periscope'tan yayın yapsanıza..." dedi. O uygulamaya giriş yapmadığımı ve nasıl kullanıldığını bilmediğimi söyledim. Konser hakkında çok şey yazılabilir ama ortaya çıkardığı enerji ile bu yıl İstanbul'da şu ana kadar gerçekleşen en iyi konser olduğunu düşünüyorum. Gerek Mudhoney gerekse Shellac, salonu tam anlamıyla yıktı geçti. Onları dinlerken şunu düşündüm: Hiçbir sanat dalı müziğin insan ruhu üzerinde yarattığı karmaşık etkiyi yaratamaz. Çünkü etkisi hem ruh üzerinde hem de beden üzerinde fiziksel olarak ortaya çıkar. Başka hiçbir sanat dalı insanın kendisini duvardan duvara savurmasına yol açamaz. O nedenle de en güçlü sanat dalıdır müzik. Bu hissi bir kez daha yaşatarak kanıtlayan Shellac ve Mudhoney'e, konseri düzenleyenlere çok teşekkürler!
Dün akşam uzun bir video kaydı yapmadım ama Shellac konserinin son 77 saniyesini bir anı olması amacıyla kaydettim. İlgilenenler için onu paylaşıyorum.
Sonunda oldu; Slowdive'ı da dünya gözüyle izledik, canlı dinledik! Bu yıl 10. yılını kutlayan Chill-Out Festival, güzel bir sürpriz yapıp grubu İstanbul'a getirdi. Shoegaze'in efsane grubunu kurulduğu 1989 yılından bu yana dinleyip takip eden bir hayranları olarak oldukça heyecanlıydım konser için. Üstelik 1990'lı yıllarda yaptıkları derin müzikle hiç çıkmamak üzere kalbimize giren ama 1995'te dağılan ve bundan 19 yıl sonra 2014'te beklenmedik bir şekilde bir araya gelen bir gruptan söz ediyoruz. Anlaşılan aradan geçen onca zamanda ne sevenleri büyülü müziklerini unutmuş ne de onlar sahneyi... Anlaşılan içlerindeki müzik tutkusu o kadar güçlüymüş ki, yaşanan onca zorluğa rağmen yine turnedeler. Geçen yıl ocak ayında Twitter’dan duyurdukları bir internet sitesi aracılığıyla hayranlarını heyecanlandırıp sonunda Primavera festivaline katılacağını açıkladı Slowdive. Bundan yaklaşık 1.5 yıl sonra İstanbul’da Chill Out Festival’a katılmaları gerçekten önemli bir müzik olayı.
İlk Slowdive konserim olduğundan ne ile karşılacağımı tam olarak bilemesem de, yıllardır hiç usanmadan dinlediğim şarkıların konser atmosferinde canlı çalınacağını düşündükçe giderek artan bir heyecanla vardım LifePark'a. Slowdive öncesinde çalan Balthazar'ı dinlerken şaşırtıcı gözlemlerde bulundum. Grubu izleyen çok coşkulu bir kalabalık vardı. Birkaç yıl önce SXSW'da bir barda dinlediğim Belçikalı indie rock grubunun o kadar büyük bir ilgiyle karşılanmasına şaşırdım açıkçası.
Sabırsızlıkla beklediğim an saat 22:10 civarında geldi ve sahnede Rachel Goswell (vokal/gitar), Neil Halstead (vokal/gitar), Simon Scott (davul), Nick Chaplin (bas gitar) ve Christian Savill'i (gitar) görünce adeta çok eski yıllardan dostlarımı görmüş gibi sevindim. Hepsi benim gibi biraz daha yaşlanmış ama çok tanıdık. Öyle ki ilk gitar tınısı ve davul vuruşuyla birlikte, shoegaze, ambient ve dream pop'la yoğrulan melodilerin yarattığı masalsı evrene hiç düşünmeden dalıverdim. 1990 tarihli ilk kısaçalar Slowdive ile aynı adı taşıyan şarkı ve yine aynı kısaçalardan "Avalyn" ile açılışı yaptıklarında, sahne önünde biriken az sayıdaki hayranın mutluluk çığlıkları kapladı ormanı.
O çığlıkları atanlardan birisi, tam da yanımda duruyordu ve konsere gelemeyen bir arkadaşına şarkıları telefondan dinletirken gözlerinden yaşlar akıyordu. Böylesine yoğun bir duygu selini yaşayanlar olarak sayımız fazla değildi. Ne yazık ki müzik tarihinin en nadide gruplarından birinin ilk Türkiye konserine gelenler azdı; hem de bir saat öncesinde aynı sahnede Balthazarı'ı dinleyenlerden çok daha azdı.
Ama grup üyeleri dün akşam o sahnede olmaktan dolayı mutlu görünüyordu. 1991 tarihli ilk albüm "Just for a Day"den "Catch the Breeze" adlı şarkıya geçmeden önce Rachel Goswell, şahane İngiliz aksanıyla "Lovely to be here" diye seslendi kitleye. Üzerinde siyah mini elbisesi, kırmızı ayakkabıları ve yüzünde insanın içini ısıtan bir gülümsemeyle bakıyordu dinleyicilerine. Bir ara kalabalıktan birisi "You're hot!" diye bağırdı ama duruşu bana saf bir küçük kız edasını hatırlatıyordu. Gündüz güneşi önleyen ağaçların gece ormana ürpertici bir serinlik yaydığı sırada Neil Halstead ile Goswell'in rüzgarın esişini izleyip yeniliğe açılmaktan söz eden uçucu vokaline kapılmamak olanaksızdı.
Grubun Cocteau Twins ve My Bloody Valentine gibi efekt pedallarıyla gitar tınılarını eğip bükerek elde ettiği müthiş yoğun sound, sanki ses dalgalarıyla hepimizi içine alan transparan bir balon yaratmıştı. Sahnedeki video ekranda renkler ebru sanatını hatırlatırcasına birbirine karışırken, 1993 tarihli ikinci albüm Souvlaki'den "Machine Gun" geldi. Yarattıkları atmosferik sound gerçekten de ilk albümlerinin üzerine yapıştırılan etikette yazdığı üzere, “insanın aklını risksiz bir şekilde uçuran bir madde gibi.” Dinleyeni farklı bir boyuta geçirip, adeta ayakta hayal gördüren bir etkisi var bu çok katmanlı müziğin.
Aynı albümden "Souvlaki Space Station"ın sarsıcı gitar riff'ini duyduğumda hissettiğim mutluluğu kelimelerle anlatabileceğimi sanmıyorum ama ruhumun üzerinde hiçbir ağırlık olmadan boşlukta süzüldüğünü düşündüm. Bu hissi yaşayanlar vardır ve eminim beni anlayacaklardır. Ne güzel tesadüftür ki, bu şarkıyı hemen ardından üçüncü albüm "Pygmalion"dan "Blue Skied an' Clear"a bağladılar. Neil Halstead'in yatıştırıcı etkisi yapan uysal sesi ile devam etti rüya...
Bir ara Rachel Goswell'in yere çöküp Neil Halstead'in gitar çalışını izleyişini gördüm. Bir dönem hayat arkadaşı olduğu müzisyen hakkında ne düşünüyordu elbette bilemem ama onların müzik birlikteliği eşsiz bir güzellik. Gurur duyarcasına izliyordu Halstead'i. Konser boyunca sahnenin tam ortasında duran Nick Chaplin, bas gitarıyla Slowdive soundunda önemli rol oynadığını kanıtlıyordu performansıyla.
Bugüne kadar toplam üç albüm yayınlayan grup, beş şarkıyla en çok "Souvlaki"yi andı. Bu albümün kaydından önce Rachel Goswell ve Neil Halstead’in özel hayatlarındaki birlikteliklerini de sonlandırmalarının etkisiyle, Neil Halstead tarafından yazılan şarkıların tümünde tema aşk ve ayrılığa dair. Konserde çaldıkları "When The Sun Hits" de onlardan biriydi.
19 yıl ara vermiş olsa da, grubun sahnedeki bütünlüğü açısından dünkü konser olağanüstü başarılıydı. Kalabalık içinden sürekli adı bağrılarak istenen şarkılara gülümsemeyle karşılık verdi Rachel Goswell. "Aranızda Alison var mı?" diye sorduğunda "Souvlaki"nin açılış şarkısını çalacaklarını anladık ve sevdiği kişiyle uçuşa geçen erkeğin deneyimlerine başta da söz ettiğim gibi herhangi bir madde kullanmadan ortak olduk.
Aşağıda videosunu paylaştığım "Dagger"ı çaldıklarında, Neil Halstead tüm naifliğiyle içimde ılık bir meltem esintisi yarattı. Rachel Goswell'in de gitarı omzuna takıp eşlik ettiği şarkı, bence konserin en güzel anlarındandı. "Seni gerçekten kaybetmedim / Sadece bir süre kaybettim" diyor şarkıda; "Ben senin hançerinim, senin yaranım" diye devam ediyor. Muhtemelen birlikte olunca birbirine zarar veren ama hala birbirini seven iki insanın zorunlu ayrılığıydı anlatılan...
Rachel Goswell, konserin son şarkısını bu dedikten sonra 1991 tarihli "Holding Our Breath" kısaçalarından "Golden Hair"in gizemli ambient tınılarını duyduk. Sözleri James Joyce'un yazdığı şiirden alınan Syd Barrett bestesi bu muazzam şarkıyı unutulmaz bir yorumla çaldı Slowdive. Az ama öz bir kitle olarak öyle güçlü bir tezahürat yaptık ki, tekrar geldiler sahneye ve biste bize "Souvlaki"den "40 Days"i bahşettiler. Neil, "Gülümsemeni seviyorum dedim, yapma" derken Rachel yine muhteşem güzel gülümsüyordu. Konserin sonunda günün bütün yorgunluğuna rağmen ben de gülümsüyordum.
Fakat çok tuhaf bir şekilde konserin bittiğini anlar anlamaz, unuttuğum üşüme titreme şeklinde yeniden başladı, üzerimdeki giysiler yetersiz oldu. Müzik belki insanı hayattaki her şeyden koruyamaz ama bir süreliğine farklı dünyalara uçurma konusunda ondan daha güçlü bir şey yok. Bu duyguyu bir kez daha yaşattığı için Slowdive'a sonsuz teşekkürler! Turnede biriktirdikleri parayla yeni albüm kaydedip yayınlayacaklarını biliyorum ve o günü iple çekiyorum.
Setlist: Slowdive - Avalyn - Catch the Breeze - Crazy for You - Machine Gun - Souvlaki Space Station - Blue Skied an' Clear - When the Sun Hits - Morning Rise - She Calls - Dagger - Alison - Golden Hair // 40 Days
Garip bir kent İstanbul... Bir yanda içinde IŞİD gibi vahşi bir örgütün yuvalandığı haberleri geliyor, bir yanda Üsküdar Belediyesi'nin meydana koyduğu Kâbe maketini tavaf edenler çıkıyor; diğer yanda da sadece zulümsüz vegan ürünler satan Vegan Dükkan'da etsiz döner satılmaya başlanırken Ben Frost gibi deneysel müzik yapan sanatçılar kentte konser veriyor. Gericiliğin ve ilerici fikirlerin böylesine iç içe geçtiği enteresan bir kent İstanbul. Avrupa ve Amerika'nın daha uygar kentlerinin deneysel müziğe, ilerici akımlara kucağını açması beklenebilecek bir durum ama günümüzde kültürel ve düşünsel açıdan çağın gerisine doğru hızla yol alan bir ülkede bu çok daha şaşırtıcı. Düşünsenize en büyük meydanındaki kültür merkezi yedi yıldır keyfi bir kapatmaya maruz kalan ve bunun sorgulanamadığı bir kent İstanbul. Tarihten gelen belli bir birikimi var elbette ama o kültürün son 13 yıldır nasıl sıkıştırılıp bastırıldığını hepimiz biliyoruz; burada ayrıca anlatmaya gerek yok...
Bu giriş biraz karamsar gelebilir ama sadece dün akşam Borusan Müzik Evi'ndeki konserden eve dönerken aklımda beliren düşünceleri paylaşmak istedim.
Konsere dönersek... İstanbul'da müzik adına güzel şeyler de oluyor ve bunlardan biri de kesinlikle Borusan Müzik Evi ve Kod Müzik işbirliği ile gerçekleştirilen Nova Muzak serisi. Bohren & der Club of Gore, Earth, Robin Guthrie, Alva Noto ve Blixa Bargeld, Nils Petter Molvaer, Moritz von Oswald Trio, Eivind Aarset ve Jan Bang, Murcof, Keiji Haino, Fennesz, Lillevan, Hauschka gibi son derece ufuk açıcı müzisyen ve grupların hepsini bu sayede canlı dinledik. Zaten listedeki bu isimleri arka arkaya okuyunca bile nasıl sıradışı bir iş başarılmış olduğu anlaşılıyor. Dün akşam bu serinin 16. etkinliğinde Fransız deneysel rock üçlüsü Aluk Tolodo ve deneysel elektronik müzik sahnesinin dahi yeteneklerinden Ben Frost'u dinledik.
Üç müzisyenden oluşan Aluk Tolodo hakkında fazla bir bilgim yoktu ama konserden önce yaptığım araştırmalar sayesinde nasıl bir performans ile karşılaşacağıma dair bir fikrim oluşmuştu. Yeraltı black metal dünyasının önde gelen gruplarından Diamatregon ve Vediog Svaor'un eski üyelerinden oluşan grup, space rock, black metal ve krautrock'ın kaynaşmasından oluşan gürültülü, karanlık ve ritmik tekrarlara dayalı bir müzik yapıyor. Dün akşam da enstrümanlarına ellerini sürdükleri andan itibaren hiç ara vermeden, bir saat boyunca zaman zaman hızlı gitar rifleriyle noise rock'a dönen, sonra doom ambient'a yönelip ardından ritmik yapıyı canlandırarak progresif rock sularına giren, saykedelik etkileşimi yüksek bir set sundular.
Grup çalarken, yılmadan tekrarladıkları, matematiksel bir kurguyla oluşturulan ses örgülerinin ve ritimlerin yarattığı hipnotik etkiye kapılmamak olanaksız. Ancak aynı zamanda uyum kadar uyumsuzluk, aksaklık ve tuhaf ritmik yapılar da barındırıyor müzik. Bir bütün olarak değerlendirildiğinde çok sert, başına buyruk bir karakteri var; bir reddediş, bildiğini okuma söz konusu. 2012'de yayınladıkları ve kapağında bir yanardağın yer aldığı albüme "Occult Rock" adını vermişler. Bu isimle anılan türle herhangi bir ilgilerinin olmadığını, bu ifadeyle müziklerinin sound açısından, tematik ve estetik olarak yaşadığımız evrendeki gizli güçler ve akıl ile ilişkili olduğunu anlatmak istediklerini söylüyorlar. Yanardağ da simyasal dönüşümün ve primordial titreşimin sembolü olarak görülüyor.
Bütün bunları bilerek grubu dinlediğinizde, gitarların [Matthieu Canaguier (bas gitar), Stantidas Riedacker (gitar)] adeta ayaklarınızın altındaki tabanı sarsıp kulaklarınızda uğultu yaratan titreşimi ve davulcu Antoine Hadjioannou'nun tam anlamıyla gözlerinin dönercesine, gerçekten gözlerinin sadece beyazı görünür hale gelinceye kadar kendinden geçerek çıkardığı mükemmel vuruşları çok daha derinden hissediyorsunuz. Grubun performansından sonra Hilmi Tezgör ile konuşurken, davulu daha fazla duymak istediğini, o nedenle müziğin içine fazla giremediğini söyledi. Ben sanırım tavandan sarkıtılan tek bir büyük ampülün ve yandaki spot ışıkların aydınlattığı sahnede o müziğin içine doğrudan daldım, kapıyı da çalmadım.
Aluk Tolodo'nun performansından sonra, salondaki dinleyici sayısı biraz daha artsa da, Ben Frost gibi bir müzisyeni dinlemeye daha fazla dinleyici geleceğini ummuştum açıkçası. "A U R O R A", 2014'ün en güzel albümlerinden biriydi; en azından sadece bu nedenle bile daha fazla ilgiyi hak ediyor. Borusan Müzik Evi'nde dün tam olarak kaç kişiydik bilemiyorum ama o akşam orada olmak, İstanbul'da yapabileceğimiz en iyi işti bence.
Minimalist, enstrümantal deneysel müziğin bana göre günümüzdeki en yetenekli prodüktörlerinden biri Ben Frost. Film ve sahne performansları için yaptığı müziklerle de besteci yönünün gücünü tartışmasız kanıtladı.
Borusan Müzik Evi'ndeki Ben Frost performansını kelimelere dökebileceğimden, üzerimde yarattığı etkiyi net bir şekilde anlatabileceğimden emin değilim. Aluk Tolodo ile örtüşen yanları vardı; Frost'un endüstriyel gürültüler, elektronik dokular ve gerçek dünyadan seslerle oluşturduğu müziğinde de ciddi bir meydan okuma var, uysal ya da yatıştırıcı değil. Aksine insana duvarları indirtip, önüne geleni yıkabilecek bir direniş gücü veriyor. Karanlığın içinden sıyrılıp her adımda daha derinleşen oluklara dalıyorsunuz ama gücünüz azalmıyor. "The Carpathians" adlı parçada can çekişen bir hayvanın hırlamasını dakikalarca dinlerken vahşi bir dünyada yaşadığınızı duyumsuyor, ürküyor ama yılmıyorsunuz. Bu sözler bir kabusu aklınıza getirmesin; gerçekleri tüm çıplaklığıyla önünüze seren müziğin kurduğu alternatif evrende farklı bir boyuta geçiyorsunuz. Ben Frost'u dinlerken uzaylılar müzik yapsa böyle olabilirdi diye geçirdim içimden. Bu dünyayı ve alternatif evreni olağanüstü bir kurguyla bir araya getirebilen bir müzik...
Aluk Tolodo'nun müziğinde çoğunlukla tekdüze seyreden ruh haliniz Ben Frost'un müziğiyle dalgalanma içine giriyor. Etkisi çok yoğun ve sarsıcı bir dalgalanma bu. Ancak ilginçtir, Ben Frost'un aralıksız yaklaşık 1.5 saat süren seti sonunda yıpranmışlık hissetmiyorsunuz; tersine ruhunuz coşkuyla yüceliyor. Sosyal medyada birinin "uzun süreli depresyonda tehlikeli" diye yazdığını gördüm; bence tam tersine, anlatmaya çalıştığım bu katartik etki nedeniyle o tür bir durumda çok yardımcı olabilir.
Ben Frost dünkü performansında daha çok "A U R O R A"dan kesitler sundu bize. Başlangıçta omzunda asılı duran gitarı sanırım bir ses probleminden dolayı kullanamadı. Sahnede tek başına durup mucizeler yaratan müzisyenlerden biri o da. Çok katmanlı müziği sadece ruhumu bir kıyıdan diğerine savurmakla kalmadı, minimalist teknoya yöneldiği anlarda dans da ettirdi. Sabaha kadar çalsa orada öylece durup ayakta dinlerdim. Bana göre, insanoğlunun deneyimlediği en iyi şeylerden birisi Ben Frost'un müziği... Yılın en güzel konserleri listeme girdi elbette.
A Winged Victory For The Sullen'ı (AWVFTS) 2012'de Erased Tapes Records'ın 5. yıldönümü turnesi kapsamında yine Salon'da dinlediğimde tek kelimeyle büyülenmiştim. Olafur Arnalds ve Nils Frahm ile sahneyi paylaştıkları o konser, Dustin O'Halloran'ın piyanoda, Adam Wiltzie'nin gitar ve elektronik seslerdeki ustalığının mükemmel bir kanıtı olmuştu. İkilinin grupla aynı adı taşıyan 2011 tarihli albümüne yansıyan sıcaklığı, Anne Müller'in çellosunun da katkısıyla canlı hissetmiştik.
Bu kez geçen yıl yayınlanan ikinci albümleri 'Atomos' için çıktıkları turne kapsamında İstanbul'a geldi ikili. Dün akşam sahneyi Adam Wiltzie'nin kendine ev olarak seçtiği kent Brüksel'den üç müzisyenle; keman, viyola ve çello enstrümanlarıyla müziğe katkıda bulunan bir üçlü ile paylaştılar.
AWVFTS için açılışı yapan ise, özellikle üzerinde durmayı hak eden 31 yaşındaki müzisyen Martyn Heyne'ydi. Berlin'de hayatını sürdüren Heyne'nin müziğe olan ilgisi, çocukken annesinin piyanosunda doğaçlamalar yapmasıyla başlamış, 10 yaşına geldiğinde artık düzenli olarak performanslar gerçekleştiriyormuş. Amsterdam Konservatuarı'nda aldığı müzik eğitiminden sonra, Berlin'e taşınmış ve son dönemde kendini Efterklang, Peter Broderick, Nils Frahm ve Benoit Pioulard gibi olağanüstü yetenekli müzisyenlerle çalışırken bulmuş. Henüz yayınlanmış bir materyali yok ama genç dostum Ahmet dün konser sonrasında kendisi ile konuştuğunda, bu yıl bir EP ya da LP çıkaracağını öğrenmiş.
Martyn Heyne, dün akşamki yarım saatlik konseriyle, sahnede tek başına durup mucizeler yaratan sıradışı müzisyenler listeme girdi. Omzunda bir elektro gitar, yanında bir elektronik davul ve synthesizer ile oluşturduğu seslerle, giderek derinleşen, melodik ve müthiş hipnotik bir müzik yarattı. Dinlediğimiz o kısa set, ses sanatının çok yoğun etkileşim yaratan örneklerinden biriydi. İki uzun, bir kısa parçadan oluşan konserden bazı bölümleri kaydettim. Özellikle en son çaldığı ama henüz adını bilmediğim parçanın bir an önce yayınlanmasını sabırsızlıkla bekleyeceğim. Burada paylaştığım videolar bir fikir verebilir umarım. (Bu arada Set Aglow adlı işbirliği projesi ile 7 Haziran'da Alman Büyükelçiliğinin İstanbul'daki yazlık konutu Tarabya Kültür Akademisi'nde, 10 Haziran'da ise Ankara'da Goethe Enstitüsü'nde çalacağını öğrendim. Deneysel sound'lardan hoşlananların ilgisini çekebilecek Set Aglow, gitar ve synthesizer'da Heyne'nin, klarnette Claudio Puntin'in yer aldığı bir proje. Tavsiye ederim.)
Martyn Heyne'nin kusursuz açılışından sonra verilen arada, Salon'daki sandalyelerde oturan dinleyiciler arasında fazla bir kıpırtı olmadı. Sanki müziğin tılsımı ile yerimize çakılmış gibi bekledik AWVFTS'ı. Kısa bir sahne hazırlığının ardından müzisyenler yerlerini aldıklarında, Adam Wiltzie, dün akşamki konserin uzun bir turnenin son performansı olduğunu ve Salon'da cuma gecesi verdikleri konserde izledikleri şarkı sıralamasını değiştirerek çalacaklarını söyledi. Öğrendiğime göre, cuma gecesi önceliği 'Atomos'a vermişler; dün akşam ise ilk albümden şarkılar daha fazlaydı ve iki konsere de giden Ahmet'in belirttiğine göre sıralama tamamen değişmişti.
Sahnenin sadece müzisyenlerin önlerindeki notaları ve enstrümanlarını görmelerini sağlayan ufak ampüllerle aydınlatıldığı bir salonda dinledik grubu. Oldukça loştu ve tek konuşan enstrümanlardı.
İlk albüm ile 'Atomos' arasında, ikilinin ses paletinin genişlemesinin yanı sıra, her iki müzisyenin de modern klasik alanındaki besteci yönünün daha net olarak ortaya çıkması yönünde belirgin bir fark var. İlk albüm, hem O'Halloran'ın hem de Wiltzie'nin etrafında piyano ve gitar tınılarıyla şekillenirken; 'Atomos'ta yer yer her ikisinin de geri plana çekildiğine ve itici gücü yaylılara devrettiğine tanık oluyoruz. Bunu albümü plaktan dinlerken de hissetmek olanaklı elbette; fakat canlı dinlerken özellikle o seslere yapılan vurgu çarpıcıydı. Bu açıdan, grubun 2012 konseriyle dün akşamki farklılık gösteriyordu. Adeta bir oda orkestrasını dinler gibi bir hisse kapıldım.
'Atomos'un çağdaş koreograf Wayne McGregor'un dans projesi için özel olarak bestelenen müziklerden oluştuğu düşünülünce, bu fark daha iyi algılanıyor. McGregor, projeye başladıklarında O'Halloran ve Wiltzie'ye sadece bazı fotoğraflar ve görüntüler göndermiş, müziği tamamen onlara bırakmış. İkilinin söylediğine göre, 'Atomos' atomların formasyonu ve uzay boşluğu ile ilgili. Atomların uzayda dizilişlerini düşününce, albümde var olan kesintisiz bağlantının nedeni de ortaya çıkıyor. Asıl neden müziğin tamamen enstrümantal olması değil, müziğin kurgusundaki bu bağlantı. Dün akşamki konserde de bu his hakimdi; ilk albümden şarkılar çalındığında dahi, onları ikinci albümden ayırmak çok kolay değildi.
AWVFTS'ın müziği modern klasik ya da ambient klasik olarak anılsa da, efekt pedalları, synth ve klavye kullanımı bakımından bu türler içinde ayrı bir yerde duruyor. Ambient drone'ların içimizi titrettiği, görkemli bir melankolizm, dipsiz bir derinlik, ancak yaşanarak anlaşılabilecek bir ses deneyimiydi dünkü konser...
Greg Haines ile Douglas Dare'in aynı gece çaldığı Salon konseri, bu yıl en heyecanla beklediklerimden biriydi. Her ikisini de son birkaç yıldır yakından izliyorum. Radyo programım Vegan Logic'te şarkılarını çaldım, albümleri çok dinlediklerimden oldu, Dare'in "Whelm" albümü 2014'ün en iyi albümleri listemde yer aldı.
24 yaşındaki İngiliz piyanist Douglas Dare'i geçen yıl Brooklyn'de eski bir ambardan dönüştürülerek performans mekanı haline getirilen Glasslands'de canlı dinleme olanağı bulmuştum. Nils Frahm öncesinde çaldığı o yarım saatlik performans, büyük çıkış yapacağının göstergesiydi. Nitekim geçen yılın en dikkat çekici yeni isimlerinden birisi oldu.
Greg Haines'in klasik müzik ile elektronik müziği bir araya getirdiği, modern klasik/ambient kompozisyonlarındaki yaratıcılığı ilgiyle ve hayranlıkla izliyorum ama dün akşama kadar hiç canlı dinlememiştim. Douglas Dare'den önce, hiç kesmeden 50 dakika boyunca tek başına yaptığı müzik, tek kelimeyle kusursuzdu. Klavye, synth, efektler, loop'a aldığı melodiler, melodika ve piyano ile sanki laboratuvardaki çılgın profesörü andıran bir edayla enstrümanlar arasında hızla mekik dokudu; yarattığı elektro-akustik sesleri bütünleştirip birbirinin içinden geçirirken, seslerle roman yazdı adeta.
Müziğin yansıttığı ruh halleri değişse de, hiç kesmeden devam etmesinin nedeninin de o bütünlüğü bozmamak olduğunu düşünüyorum. Haines, bir süre neşeli bir tonda devam eden müziğe kendisi de salınarak eşlik ederken, bir anda dark ambient tınıları çarpıyor kulağımıza; ritim yavaşlıyor, piyanonun yüzü kararıyor, 19. yüzyıldan kalma Victoria tarzı bir kilisenin karanlık salonundan yükselebilecek synth seslerini duyuyoruz. Sonrasında tutamadığım gözyaşlarım ise, piyanodan yansıyan dürüst duygusallığa ruhumun bir verdiği bir karşılık... Hüznün ya da acının değil, müziğin güzelliğinin yol açtığı bir dışavurum.
Greg Haines çalarken, sanki denizin ortasındaki bir kayığın içinde yakamozun parıltısından gözleriniz kamaşmış gibi oluyorsunuz. Dinleyeni bulunduğu yerden alıp zaman içinde bir tür seyahate çıkaran güçlü bir müzik bu. İnsanı hem fiziksel hem de ruhsal anlamda böylesine bir yoğun etki altına almasında, Greg Haines'in aynı zamanda bale ve dans koreografileri için de müzik yapmasının rolü olsa gerek. Hareketi yaratan ritmi ve duyguları harekete geçiren etkileşimi yakalamış müziğinde. Dün akşamki 50 dakikalık konseri bana yetmedi. Umarım daha uzun bir konser vermek için yine gelir İstanbul'a.
Greg Haines'in ardından kısa bir aradan sonra genç müzisyen Douglas Dare ve davulda Fabian Prynn geldi sahneye. Brooklyn'deki konserinde tek başınaydı ve sadece piyano çalmıştı Dare. Bu kez bir Nord klavyenin önünde, davul eşliğinde başladı konserine. Yaşadığı olayları şarkılarına kendine özgü çekici bir tuhaflık içinde aktarıyor Dare. Mesela hiç dövmesi olmasa da, dövme yaptırmanın nasıl bir his olduğunu deneyimlemese de, bedeninde dövme değil, yara izi istediğini söyleyebiliyor 'Scars'da. Büyükbabasını savaş sırasında sevdiği bir kadınla mektuplaşırken hayal ettiği şarkısı "Caroline", vokal melodisindeki ustalığının zirveye çıktığı şarkılardan birisi. Öyle dokunaklı bir tonda söylüyor ki, öyküsüne rağmen bu şarkı büyükannesinin bile favorisi olmuş.
Dare'in sadece piyano ile verdiği tamamen akustik Brooklyn konseri, saf bir şiirsellik örneğiydi. Dün akşamki performansında, davulun da katkısıyla soundu daha vurucu ve hareketliydi. Bir ara Fabian Prynn sahne arkasına geçip onu yalnız bıraktığında, salonda piyano olduğunu görünce onu da çalmak istediğini söyledi ve o sözünü ettiğim saf şiirsel tınılardan örnekler de sundu.
Şarkı aralarında anlattığı kısa öyküler ve yaptığı esprilerle renklendirdiği konser, Douglas Dare'in dış görüntüsüyle uyumlu çocuksu yanını da ortaya çıkarıyor. Kırılgan, naif, romantik, duyarlı ve aynı zamanda tutkulu bir kişilik var o müziğin arkasında. Ruhunun bütün güzelliklerini dinleyiciyle paylaşan bir yetenek... Kendisini giriş katında sandalyelerde oturarak ve asma katta bacaklarını demir parmaklıkların arasından aşağı sarkıtarak tam bir sessizlik içinde dinleyenlere, "Hepiniz çok saygılısınız. Teşekkür ederim. Belki de sandalyede oturduğunuz için... Yukarıdan sallanan ayaklar görüyorum. Siz de dikkat edin orada," diyecek kadar da kibar.
Terapi gibi konserler vardır ya; onlardan biriydi dünkü de... Günlük hayatı kaplayan kabalık, şiddet, küfür kıyamet iki saatliğine yok oldu; insan ruhunun inceliklerini seslerle dokuyan müziğin güzelliği doldurdu Salon'u...
Douglas Dare setlist: Clockwork - Nile - Seven Hours - Lungful - Whitewash - Unrest - Swim - Scars - London's Rose - Caroline - Flames - Repeat