29 Ocak 2016 Cuma

RÖPORTAJ // KAOSMOS İLE UZAYIN BELİRSİZLİĞİNDE GİZEMLİ BİR YOLCULUK


29.1.2016

Kaosmos adı ile bir süre önce Bandcamp sayfasına rastladığımda tanıştım. Şarkılarını dinlediğimde daha fazla tanıma isteği duyduğum müzisyenlerden biriydi. Uzay Uzay adını da kullandığını ama gerçek adının Filiz Sert olduğunu Facebook sayfasından öğrendim. 2015'in En iyi Yerli Albümleri seçkimde de yer alan "Galaxsynth"in ardından Aralık 2015'te "Black Hypnosis"i de yayınlayınca onunla röportaj yapıp ayrıntıları öğrenme isteğim artı. Sorularıma verdiği içten yanıtlar için kendisine teşekkür ediyorum. İstanbul yerel müzik sahnesinde yakından izlediğim genç yetenekler arasında artık Kaosmos da var.

Müziğiniz öyle güçlü ki yerel underground sahnede yavaş ama emin adımlarla yürüdüğünüzü düşünüyorum. Öncelikle biraz kendinizden ve müzik geçmişinizden söz eder misiniz? Müzik yapmaya tam olarak ne zaman ve nasıl başladınız?

Çocukluğumdan beri tuşlu çalgılarla hep içiçeydim. Uzun seneler Klasik Batı Müziği ve piyano eğitimi aldım. 2010 yılıydı sanırım klasik eserleri çalışmaktan eskisi kadar heyecan duymadığımı hissettiğim bir zamandı, piyanoda doğaçlama çalışmaya başladım. Kendi melodilerimi çalıp kaydetmeye, çeşitli müzik programlarını keşfedip, elektronik müziğin büyülü dünyasında sesler ve efektlerle epey zaman geçirmeye başlamıştım. Bu keşifler, kaoslar, 2013 yılında ‘Kaosmos’ olarak ortaya çıktı. İlk albümüm "Time and Space" ile profesyonel anlamda müzik üretmeye başladım diyebilirim.



UZAYIN BÜYÜLEYİCİ ETKİSİ

Kaosmos’un dışında Uzay Uzay adını kullanıyorsunuz. Müziğinizin üzerinde uzay, galaksi, evren ve yıldızların etkisi açık. Nereden kaynaklanıyor özel uzay merakı?

Varlığımı algılamaya ve hissetmeye başladığımdan beri, bilinmeyen ya da keşfedilmeyi bekleyen şeylerin yarattığı belirsizlik ya da aitsizlik hissi beni, ait olduğumu sandığım boşluğu incelemeye, keşfetmeye sürükledi. Tıpkı henüz yapılmamış ve yapılabilecek sesler, müzikler gibi bilinmeyen ya da olabilecek her şey orada bir yerlerde bizi bekliyor gibi. Bu ikisi, en gizemli ve büyüleyici şey benim için. Dolayısıyla da her seferinde müziklerimi yaparken etkisinden çıkamadığım bir büyüye dönüşüyor uzay.

Karanlık sihirli piyano temalarını, synthesizer’ın soğuk katmanlı cızırtılı mırıldanmalarıyla birleştirerek ambient electronic/ modern klasik tarzda müzik yaptığınızı belirtiyorsunuz. Piyanonun temaları karanlık da olsa sıcak. Bunlar synth’lerin soğuk cızırtılarıyla buluşunca ortaya epey gizemli bir sound çıkmış. Bu belirsizlik, esas olarak uzay boşluğunun fiziksel özelliğini mi yoksa o boşluğun yarattığı yalnızlığı mı yansıtıyor?

Tam olarak bir ayrım yapmak eksik olur çünkü herşey birbirinin parçası ve tetikleyicisi. Gizemli olan herşeyin bıraktığı belirsizlik ve yalnızlık hissini de, uzay boşluğunun fiziksel özelliklerini de yansıtıyor. Daha çok gizemli ve sonsuz bir boşlukta süzülme hissi ve bunun aslında çok da tekin birşey olmadığı düşüncesinin ortaya çıkardığı bir ses okyanusunu yansıtıyor.



Her şeyin mümkün olduğu uzak gezegenler hayali umut verici. Belki de bunun sonucunda kırılgan melodilerin içinde geleceğe dair pırıltılar da sezdim. Bir gün insanlık o uzak gezegenlere ulaştı diyelim... Sıcak/soğuk, aydınlık/karanlık dengesi birincilerin lehine değişirse, yaptığınız müzik nasıl etkilenirdi? Dinleyicinizi şimdi nereye taşımak istiyorsunuz, o zaman nereye taşımak isterdiniz?

Sıcak/soğuk, aydınlık/karanlık dengesi birincilerin lehine değişirse, yaptığım müziğin nasıl etkileneceğine dair bir sürü olasılık aklıma geliyor. Fakat bunu tam olarak kestirememekle birlikte sanırım daha yumuşak olan, kırılgan olmayan meodiler ve sesler olurdu. Çünkü şu anda kaosun getirdiği dengesizliklerden, bilinmezlikten ve  olasılıklardan heyecan duyuyorum ve dinleyicime de bu gizemli belirsizlikte bir yolculuk sunuyorum.

Her şeyin mümkün olduğu uzak gezegenlerin hayali ya da ‘umut’ kelimesi ulaşılamamış, keşfedilememiş olanla ilgili ve bunun getirdiği merakla ilgili birşey. Bilmek ve ulaşılmak istenene ulaşma durumunda da, bu dürtüden aldığım ilhamdan daha farklı bir sezgi ve varoluşla dinleyicimi biryerlere taşırdım sanırım. Ve bunun ne olacağını bilmemekle birlikte başlı başına bu da ayrı bir heyecan ve ilham konusu.



KARANLIK PİYANO TEMALARI VE BÜYÜLEYİCİ SYNTH SESLERİ...

İlk albümünüz 2013 tarihli “Time and Space”, başrolü piyanoya verdiğiniz bir kayıt. 2015’te çıkan “Galaxsynth” ise synthesizer’ların devreye girdiği, ambient electronic bir kayıt. O iki yıllık zamanda müzik yapma sürecinizde yeni bir evreye mi girdiniz?

"Time and Space", işim nedeniyle şehir değiştirmek zorunda kaldığım, çok uzaklara gittiğim ve piyanomdan ayrı kaldığım o üç yılın dışa vurumu, özlemiyle ortaya çıkan bir albüm. Üretmeye başladığımda o an en çok kulaklarımın duymak ve duyurmak istediği şey piyanonun özlediğim soundu oldu. Fakat konserlerde zaten dinleyiciye, ilk albümümde duyulan sound'dan biraz farklı olarak piyanoma, synthesizer'ın büyüleyici ve geniş olasılıklı sesleri ile katmanlar yaratarak ikinci albümde yapmak istediğim soundu da sunuyordum. O iki yıllık zamanda bu sound daha da belirgin bir hale geldi ve ortaya "Galaxsynth" çıkmış oldu.

Geçen aralık ayında yayınladığınız “Black Hypnosis” ilk dinleyişte çok dokundu bana. Drone’ların içinde sürüklenirken verdiği his hem çok yakın geldi hem de zaman geçerken bir şeylerin kayıp gittiğini duyumsattığı için biraz içimi acıttı. Bu kaydı etkileyen belli bir tema var mı?

"Black Hypnosis"in ortaya çıkışını ve bu albümdeki parçalarımı üretirken yaşadığım hissiyatı hatırladığımda.. o zaman için bana en çok dokunan şey umutsuzluk oldu. Beynin kendini koruma mekanizması olan kendini kapatma ya da soyutlama yeteneğine rağmen olumsuz şeylerin etkisinde kaldığımız aşikar. Olumsuz ve haksız olan her şeyden çok fazla etkilendiğim, oldukça kırılgan ve hassas bir kısırdöngüye girmiştim. Karanlık bir gücün etkisinde umutsuzca uzayda sürüklendiğim bir yolculuk gibiydi onu kaydederkenki hislerim.



KAOSTAN KAÇIŞ İÇİN SOLUCAN DELİĞİ OLARAK UZAY 

 Facebook sayfanızda ilgi alanlarınızı uzay, kaos, evren, kırılma, gelecek, etrafımızdaki sesler, sevgi ve ağaçlar diye belirlemişsiniz. Müziğinizde kaos dışında hepsini hissedebiliyorum. Oysa Kaosmos adı "kaos" ile "cosmos"un birleşimi olmalı. Bu noktada iki şey dikkatimi çekti. "Galaxsynth" için Cem Özüduru’nun çizdiği illüstrasyonda Uzakdoğulu savaşçılar ve uzay istilacıları, balıklar ve diğer yaratıklar arasında, klavye, synth ve kablolarla boğuşan sizsiniz sanırım. Orada bir kaos var mesela. Dış dünyanın kaosundan kaçış belki de müzik?

Sizin ifade ettiğiniz ve illüstrasyonda görülen kaos ve benim müziğimi etkileyen kaos farklı şeyler aslında. Kaos kelimesi genelde, kargaşanın getirdiği bir karmaşa, negatiflik gibi algılanıyor. Öyle de bir anlamı var çünkü. Fakat benim ilham aldığım ve proje ismi için seçtiğim kaos o anlamdaki değil. Kaos kuramı üzerine çok fazla kafa yormuştum ve yaşamımda bunu derinden hissettiğim zamanlar oldu. Var olan olasılıkların, rastlantıların ya da tercihlerimizin getirdiği durumların, olayların ve bunların hepsinin kozmos içinde birbirini tetiklemesinin doğurduğu sonuçları ifade eden bir kaos, Kaosmos'daki anlamı. İllüstrasyondaki kaos ise tamamen sanatçının yorumu. Orada kendime yakın bulduğum şeyler var elbette. Ne kadar kaçmaya çalışsam da dış dünyanın kaosunun etkisinde kalıyorum. Sesler, gizemli şeyler, uzay, bu kaçış için bir solucan deliği gibi adeta. Müzikler üreterek, kendi büyülerini yaratmak, bununla da yetinmeyip seslerle başka insanlara da büyüler yapabilmek, başka bir evren yaratmak gibi hissettiriyor çoğu zaman.

Bir yandan da şarkılarınızı paylaşırken kendi içinde çarpıcı tezatlar içeren cümleler kullanmışsınız. “Three Spirits” için “Her melek korkunçtur,”; “Flow My Tears” için “Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı,” demişsiniz. Acaba kaosun çıkış noktası bu mu?

Daha çok kaosun hem çıkış noktası hem de sonucu. Bazen öyle şeyler yaşanıyor ki hiç beklemediğiniz ya da bilmediğiniz şey, aslında sizin başlangıçta farkında olmadan yarattığınız bir şey olabiliyor.

Müzik üretim ve kayıt aşamalarınızı merak ediyorum. Nerede yapıyorsunuz kayıtları?
 

Üretimlerimi de kayıtlarımı da evimde yapıyorum. Teknolojinin bu açıdan gelişmiş olmasına ne kadar çok sevindiğimi anlatamam. Başka bir yerde rahat edemiyorum. Çünkü kayıt ya da üretim aşamasında herşeyin veya her yerin enerjisinden fazlaca olumsuz etkilenebiliyorum. Bu açıdan kendi alanımda ve yalnız olmam çok önemli.

Üç yıl önce Souncloud üzerinden paylaştığınız “Kayboluş” adlı tek Türkçe şarkıda vokal de var. Vokal kullanımına fazla eğiliminiz olmadığı belli ama ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Kayboluş, müzik programlarını keşfetmeye başladığımda yaptığım ilk müzikti. Çok fazla triphop dinlediğim zamanlarda, kötü bir PC mikrofonu ile kaydetmiştim. İlerleyen zamanlarda Kaosmos dışında yapmak istediğim projeler de var; belki onlardan birinde vokal kullanabilirim, bu çok belirsiz ama herzaman her şey için bir açık kapı olmalı diye düşünüyorum. Deneysel vokalleri oldukça ilham verici buluyorum.




2015’te Asphodel ile birlikte Edgar Froese anısına Wylfeneditions etiketiyle bir split single yayınladınız. Edgar Froese, kuşkusuz elektronik müziği derinden etkileyen bir müzisyendi. Sizin onun müziği ile ilişkiniz nasıl gelişti?

Elektronik müzikle ilgli kaynakları ve müzisyenleri detaylı bi şekilde araştırmaya, dinlemeye ve  keşfetmeye başladığım zamanlarda beni en çok etkileyen müzisyenlerden biri olmuştu Edgar Froese. Müziklerinin etkisi, derinliği ve sesleri kullanış biçiminin bende bıraktığı his, adeta yolculuk yapabildiğim bir uzay gemisi gibi olmuştu.

Üzerinizde etkisi olan ya da yakından izlediğiniz başka müzisyenler, gruplar var mı?

Ürettiğim müzik üzerinde bana etkisi olan, ilham veren müzisyenler ile yakından takip edip dinlediğim müzisyenler arasında keskin çizgiler var. Geniş bir spektrumda müzisyen ve grupları takip ederek iyi bir dinleyici olmaya çalışıyorum. Görsel, işitsel ve kavramsal olarak yakınlık kurabildiğim müzisyen ve gruplar üretme aşamasında bana ilham veriyor. İlk aklıma gelenler; Ben Frost, Loscil, Steve Roach, Pete Namlook, Ryuichi Sakamoto, Spacetime Continuum, Markus Guentner, Lucette Bourdin, Maeror Tri, Daniel Dorobantu, Clint Mansell, Trent Reznor, Hans Zimmer, Delia Derbyshire. Dinlediğim müzisyenlerin ürettiği tınılarıdan aldığım ilhamların üzerine kendi uzayımdan bir şeyler, katmanlar ekleyebilmek amacındayım çoğu zaman. Yakından takip ettiğim müzisyenlerden yine ilk aklıma gelenler; Alva Noto, Eprom, The Body, SunnO))), JK Flesh, Lorn, Clark, SHXCXCHCXSH ve Ic3peak.

"TÜRKİYE'DE VOKALSİZ MÜZİĞE VE FARKLI TÜRLERE İLGİ ÇOK AZ"

Bağımsız bir müzisyen olarak Türkiye’deki müzik sahnesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yurtdışında rahatlıkla kendisine kitle bulabilecek bir müzik yapıyorsunuz. Yabancı festivallere katılma, farklı kentlerde konser verme planlarınız var mı?

Çok zayıf buluyorum. Hem ambient müzik açısından hem de müzisyenlerin sahne alabileceği mekanların, farklı türlere gösterdikleri ilgi açısından. Ülkemizde özellikle içinde vokal unsuru barındırmayan müziğe kitlelerin ve mekanların çok sahip çıktığı söylenemez. Bunun pek çok sebebi var. Genel yaşam şartları ve hayat stresi insanları derinliği olan hislerden uzaklaştırıyor gibi ve daha çok derinliksiz projeleri hedef almalarını sağlıyor. Bu olmasın demiyorum fakat keşke ambient, modern klasik, deneysel ya da noise gibi türler için de bu ilgi yüksek olsa. Yani kitlelerin kafa dağıtmak için seçtiği müzikler dışında kalan projeler, pek az mekan tarafından adeta karşılıksız biçimde sahneye çıkartılıyor. Bunun gibi ya da başka sebepler nedeniyle Türkiye’de çok küçük bir kitle müziğime ilgi gösterirken, alınan albümleri ve bana gelen mesajları gördüğümde dinleyicimin çok büyük kısmının başka ülkelerden olduğunu anlıyorum. Şimdiye kadar yabancı festivallerden gelen katılım teklifleri, hem zaman olarak hem de maddi olarak bana uymadı maalesef. Şimdilik böyle bir plan yok ama ne zaman ne olacağı da belli olmuyor ve bu çok heyecan verici. Gelen çağrılarla zaman olarak yaşamıma uyan bir çizgide kesişebilirsem, müziğimin belki de daha fazla ilgi göreceği bir festivalde çalmak istiyorum.

Canlı performanslarınızda sahnede piyano, synthesizer, loop ve synth pedal ile tek başınasınız. Ne hissediyorsunuz müziğinizi dinleyicilerle paylaşırken?

Gelen herkesi de içine aldığım oldukça heyecanlı bir kaos yolculuğunun içinde hissediyorum kendimi. Çünkü albümlerdeki değişmez seslerin, kayıtların aksine sahnede, Kaosmos projemin çıkış noktası olan müziklerimin temalarından, cümlelerinden yola çıktığım o an doğan doğaçlamalar da devreye giriyor. Sahnemde olan şeyler, bildiğim ama her seferinde aynı yolu tercih etmediğim ya da bildiğim ama her seferinde farklı baharatlar kullanarak yaptığım bir yemek gibi. Tek düzelik ve aynılık beni performanslarda heyecanlandırmayan ve rahatsız eden bir şey. Her seferinde, parçaların kendi ses hikayelerinin dışında ortaya çıkabilecek farklı bir ses ya da melodi, bu yolculuğun ve kaosun beni sürüklediği büyülü bir uzay macerası gibi oluyor.

Müziğinizin oldukça sinemasal bir yanı var. Canlı performanslarda görsel kullanımına nasıl yaklaşıyorsunuz?

Konserlerde video yada görsel kullanımının, hem müziğin hem de dinleyicinin üzerinde o anki atmosfer ve yükseklik için çok güçlü etkileri var. Müzik, en güçlü büyülerden biri fakat video, radyonun yıldızını söndürdüğünden beri insanları odaklamak ve etkilemek için, iyi yapıldığında çok güçlü somut bir sihir-masal haline geldi. Bu yüzden görsel ya da video kullanımı beni oldukça heyecanlandırıyor ve iyi yapıldığında müzikler, dinleyen ve icracı arasında bütünleşmişlik hissi yaratıyor.

https://www.facebook.com/kaosmosmusic
https://soundcloud.com/uzaycekirdegi
https://kaosmos1.bandcamp.com

28 Ocak 2016 Perşembe

SYLVAIN CHAUVEAU: "IN SILENCE THERE IS NO WRONG SOUND"


28.1.2016

I became acquainted with French experimental composer Sylvain Chauveau in the year of 2000 when he released his first solo album “Le Livre Noir du Capitalisme”, remastered and released with an English title “The Black Book of Capitalism” by Type Records in 2008. The album was so high on emotion that it struck me hard on the first listen and hasn’t let go yet. Since then I’ve been following Chauveau’s prolific musical adventure. Rooted in rock bands in the 1990s, he has become a rare composer who flirts with different types of music featuring minimal compositions for acoustic instruments, electronics and vocal. As an established film and dance composer, Chauveau also plays in the collaborative outfits 0 (with Joël Merah and Stéphane Garin), On (with Steven Hess), and in the cinematic avant-rock band Arca (with Joan Cambon).

Last October, he released “How To Live In Small Pieces”, a quiet suite of four long, instrumental pieces composed for dance shows: two for piano, two for electronics. On his website, it is said that the acoustic tracks are reminiscent of the "orchestrated silence" of composers such as Morton Feldman. I chatted with Sylvain Chauveau about his impressive approach to music and his many interesting musical projects.

Please tell us a little bit about your musical background. After several years singing and playing guitar in rock bands, how did you come to start making instrumental/electronic/minimal music? Are you classically trained?

I have no musical education and no training, all self-taught. I started playing music quite late, when I was 19. First was the discovery of rock. I started during the grunge era. Then I became more and more attracted to slowness, and then to quietness. By the late 90s, I gave up rock for good, started my own solo thing with piano and strings and abstract electronic sounds. That’s how it all started for me.

Your biographical notes include this paragraph: “After several years singing and playing guitar in French rock bands, Chauveau decided to quit in 1998 and to start a solo project with three main ideas: to stay as close as possible to the abstract beauty of "silence"; to make sure that each sound committed is absolutely necessary; and to find his own roots within his cultural and personal history.” I have three questions about this paragraph. 1. What attracted to you to silence? 2. What is so great about minimalism? 3. Do you feel that you have found your own roots within your cultural and personal history? If so, when did you first feel it?

1. In the late 90s and early 2000s I became literally obsessed by silence in music. I guess it was the logical achievement of my growing interest for radical minimalism. In silence there is no wrong sound. Maybe it’s a form of perfection. Or the illusion of it. Or a form of meditation. By the way, there is almost no silent piece of music in this world. What we’re talking about here is mostly quiet music, to a degree where you really have to listen very carefully to understand that sometihng is happening. It’s a bit mysterious and that’s part of its attractive power.

2. Minimalism is the art of detail. I don’t know if it’s great. It’s just fascinating to me because when all is stripped down to the bone, the smallest detail becomes a huge event, with a increased power. It’s also a way to show that a lot of the usual elements of art pieces are almost unnecessary - we use them mainly because we follow the common stream, the traditions, but we could as well do without. « When one violin is enough, don’t use two », wrote film director Robert Bresson.

3. This biographic note is from 2002, I think! We’re in 2016 and both my music and my artistic interests have evolved. What I was saying at this time is that, as I was French, and not American or English, I couldn’t just keep on doing rock music (which is amercan and english music) and I had to find out what « french music » would be. So yes, I kind of did it - by removing the rock instruments like guitars, bass and drums, and focusing on the sounds of french chamber music from Debussy, Satie, Ravel and Fauré, with piano and strings.


A LINK BETWEEN AVANT-GARDE AND POP

Beside traditional instruments, electronics play a role in your music: how much
important is electronics in your composing?


It’s an element among others but it opens to an almost infinite spectrum of sounds. Every
sound source can be useful to me: instrumental, acoustic, electric, electronic, field
recordings, anything is good if I like the sound. That’s one of the main gifts given to my
generation: we knew everything was a tool. And the big revolution was the rise of digital and computers and all. With digital it became so easy to record and mix music that anyone could do it. That’s how I’ve been able to make records and to finally become a professional musician.

Since you play a number of instruments, is there anything in particular that draws you to the piano? Terry Riley once said that it allows you to control a lot of ideas, more so than a synthesizer and you can control the expressiveness much better with a piano. Would you agree with him?

Yes, piano certainly allows a very precise expressiveness that is harder to find with
electronics and digital. I love the piano (I use it since almost 20 years), but the most
powerful instrument remains the computer, as far as I know. It allows almost everything,
isn’t it? In a way, it’s almost scary, there is too much power, too many options, too many possibilities. I once had this talk my friend Geoffroy Montel, from the band Minizza, who co-runs the label Brocoli: if the Beatles at their time would have been able to use a software as simple (and powerful) as today’s GarageBand, instead of their 4-track analogue recorders, what would they have done? « Just shit », he quietly replied. Too much power can paralise you. We’ve come to a point were we use dozens of sound tools but we are not specialized in any of them. Which brings us back to Robert Bresson: « The capacity of using my tools diminishes as they become more numerous ».

What are the intentions behind your most recent production work?

Using the lessons of experimental music inside the song format. Since a few years I have
started a trilogy of albums of deconstructed songs - my attempt to make a link between
avant-garde and pop. It started with 2010’s «Singular Forms (Sometimes Repeated) ».
The follow up was 2013’s « Kogetsudai ». I’m working on the last part of the trilogy.


“ORCHESTRATED SILENCE”

You recently released a solo album called “How to Live In Small Pieces” and it includes instrumental pieces that are reminiscent of the “orchestrated silence”. Can you shed some lights on this term?

Yes, I read this sentence in the liner notes of a record of music by Morton Feldman, my
favorite composer. The author was mentioning that his pieces could be something
between 4 or 5 hours long and short compositions of two minutes made of « a little more
than orchestrated silence ». I loved this expression. I thought: This is exactly what I’m
trying to do! You can guess it’s about sounds at the threshold of perception, something
soft and sweet, probably quite slow. Like looking under a microscope, you discover a
whole universe in this smaller world.

Do you think slow music is harder to record than fast especially for such a quiet piece? Dustin O’Halloran from A Winged Victory For The Sullen claims that ambient music is only for one percent of people. Do you think people are used to music trying to grab their attention?

Dustin is a good friend and I understand what he means. Of course people want music to
grab their attention. Why wouldn’t they. They want mainly uptempo beats and catchy
vocals, which is perfectly understandable. And that’s not what he and I are doing… Maybe this world needs some musicians doing something else, not obeying the basic rules. We create a quiet atmosphere that will make some listeners come into this subtle universe. Or not. One percent of the people? It’s probably even less. But who cares. It’s not my problem. I’m not here to convince the crowds.

As a composer who uses the studio and electronics, do you ever feel overwhelmed by the possibilities of that way of working?

I know what you mean, yeah. As I said before, we might have too many tools than we
need and it can become a problem. My personal reply to this is not to care about
technology. I’m just interested in sound, in the musical result, not in the technical aspects.
So I use only extremely basic gear. All my pieces are edited on GarageBand, for example. And I don’t own any recording device at home, really. If I have to record or mix anything, I go to a studio and I pay someone to do it. Then I’m just focused on the music itself.


7 YEARS OF SILENCE FEATURING ONL7 17 MOMENTS OF HEARABLE SOUNDS

You have composed a 7 year long piece titled "You Will Leave No Mark On The Winter Snow". It is interesting. What led you to create such a long piece full of silence and featuring only 17 moments of hearable sounds?

The necessity to step outside of the comfort zone of our musical world. I thought that the
duration would be an interesting parameter to play with. If we talk about extremely long
music, usually it can go beyond the hour long, maybe several hours, or even a whole day. If we search further, some people have experimented weeks or months as a duration too. So I believed that an extreme duration should be counted in years. Seven immediately came to my mind, probably as a mythological number. And as I was obsessed with silence, this 7 year piece is silent most of the time. But not only: spread within this blank canvas appear some quiet piano patterns, some discreet electronic sounds, some long drones which fade in and out during a very long time. The internet was the only way I found to make it exist. One can hear the streaming of the piece (which runs between 2012 and 2019) at any moment on www.7yearsofsilence.com

“Le Livre Noir du Capitalisme” was the first time I came across your name. It was so
high on emotion that it struck me pretty hard. How did that come about? It must be quite personal, I think.


Yes, very personal. I came out of the urge. The urge to make for the first time a solo
album, something where I would control everything, be the only captain on board. I was
still in love with a girl who didn’t love me anymore, and the whole record - although
instrumental - is all about this: a desperate attempt to make her come back to me. This
album was everything. I gave all I had for it. All my attention was focused on this for one
and a half year, day and night. It had to be something I could leave behind if I had to die
just after. Of course, today it makes me laugh and I find it quite naive. But I remember it
was so sincere and important to me that during the recording I was afraid of dying being hit by a car, or that the apartment of my friend Joan Cambon - where the album was being made - would burn in a fire and then the tapes would be destroyed before we finish it…

I saw a video of “0” with just three-people-orchestration consisting of guitar,
glockenspiel and percussion. What is the idea behind this band?


0 may not be a basic band at all: it’s quite the opposite! We have created it 12 years
ago and it’s a crazy, uncommon group with two main activities: performing our own
compositions and performing music of other composers. So when 0 plays live, unless you
are informed, you could not really know in advance wether it’s gonna be, for example, a
duet of deeply quiet acoustic music or a large ensemble of strings and winds playing a
long and fast repetitive piece by Philip Glass… We are three core members living in
different countries (France, Spain and Belgium) and the line-up changes according to each project. Even the video you saw is a bit unusual: a trio of glockenspiel / found metal
objects / acoustic guitar, this is not really basic, I think! For our new project, we publish a
new instrumental piece each month on our Bandcamp page during the whole year 2016:
https://0sound.bandcamp.com/album/0-12


ONE COPY LP BECOMES LIKE A PAINTING OR A SCULPTURE

You run one of the most unique labels in music. Can you tell us about the concept
behind the Onement label and I Will Play This Song Once Again Records? Releasing
single-copy vinyl records in the digital age sounds unusual.


I’ve created Onement to release one-copy LPs of experimental musicians I admire (Keith
Rowe, John Tilbury, Robert Hampson…). It becomes like a painting or a sculpture: there is
only one object and that’s part of its power when you have the chance to see or hear it. It’s funny because lately, the Wu Tan Clan have released a one-copy album and they were so proud of their concept, all the medias talked about it and they claimed this was happening for the first time in history of recorded music! Come on guys… I started this thing several years before you did and I have a whole label dedicated to this… Even Jean-Michel Jarre did a one-copy LP back in the early 80s!

As for the other label, I Will Play This song Once Again Records, Florent Garnier and I
have created it 3 years ago. The concept is different: the artists have to re-play and re-
record their songs for each buyer! They announce the name of the buyer and the date in
the introduction of each version… We’re surely the only label in the world doing this.


MUSIC: THE ARTFORM THAT REMAINS THE CLOSEST TO MAGIC

The relationship between music and other forms of art – such as painting, video art
and cinema - has become increasingly important. How do you see this relationship
yourself and in your opinion, does music relate to other senses than hearing alone?

Yeah, but this interaction between different arts is not so new. I guess it was already the
case centuries ago. Musicians must have been influenced by painting, sculpture, poetry,
theatre. Cinema, video and photography have also played a new part since last century.
But I notice music might be the artform that remains the closest to magic: it’s the only art
whose object is always invisible. You may see a musician play, you’re not seeing the
music.

What were your biggest inspirations in the way you make and write music?
Since 2003 I think my biggest inspirations come from the world of visual art. I guess I learnt a lot by watching abstract painting, the abstract expressionist painters, the minimal art, Mondrian, Yves Klein, photography, and more recently contemporary sculpture and installations.

You have composed some pieces for original soundtracks to movies. What role do you think music plays in a movie?

I think there is often too much music in the films: in most American cinema it’s constantly
there, as if they were afraid of letting the scenes live by themselves. When you compose
themes for a film you have a responsibility. The same scene with two different musical
moods could either mean something or its opposite. It’s very powerful.

You have been remixing songs by other artists since 2001. But "Down to the Bone"
is a cover record of Depeche Mode songs in chamber music. How did this idea
come about? Are you a fan of DM?


I did remixes during my musician life, and I like that. But ‘Down To The Bone’ is actually
not a remix record, I’d call it a cover album. To me, remixing means reconstructing a piece out of its original sound files. Making a cover is totally replaying - and in my case re-orchestrating - songs in your own way. I’m not a fan of Depeche Mode. I chose their
repertoire because it was rich enough to provide plenty of famous songs I would like to
sing and reshape them in a very different direction than the original. Where it was all about synthesizers, beats and electronic production, I wanted to bring all that towards quietness, acoustic sounds, chamber music with piano, strings and clarinet.

Are there any artists in or outside the world of classical or neo-classical that you're
excited about currently?


Actually I don’t listen at all to neo-classical music. I almost hate it. As a composer I
stopped doing this kind of music during the past decade. By the time Max Richter and
Jóhann Jóhannsson reached recognition and many younger artists switched to piano
music, I was already feeling the need to move on. I started to work on abstraction and «
orchestrated silence ». The musicians I admire are in different genres: experimental, free
improvisation, contemporary, field recordings, and still a little bit of rock. I could maybe
sum up by saying that I’m obsessed by John Cage and Morton Feldman. And in the past
months, I‘ve been listening mostly to John Coltrane and to Beach House.


"THERE ARE NO MOVEMENTS ANYMORE TODAY"

What are your thoughts about the minimalist movement today?

Honestly, I believe there are no movements anymore today. It’s almost impossible.
Information spreads so fast with the internet that everything new is immediately heard and re-used and overwhelmed. There can’t be such things as musical schools or local scenes anymore. Therefore, we’re by ourselves on this ocean of sounds and, frankly, it’s OK likethat.

Technology has changed the geography of musical movements and their audiences.
Your audience may not be the people who live next door, but someone who’s living
in Lebanon or Iran, and that regarding music, you may have more in common with
that community than the people who you meet at a party. How does this situation
affect you as a musician and the music you make? 


This is a very interesting period for a musician. The digital revolution may have many
downsides, it has also opened new possibilities and it allows the music to travel so easily.
In the past 15 years it has also become much easier to travel around the world for a cheap cost: underground musicians can go play live much easier in many countries. I’m also glad that recording music is not anymore the privilege of people going in expensive,
unaffordable studios. And I’m glad that music can be shared around the world like this.
Lebanon or Iran, yes, it’s possible. I had a interesting email exchange with a young
musician from Ukraine last year. I’m terribly conscious of the many dangers humanity will
have to face during this century, but still, this new era remains exciting.

http://www.sylvainchauveau.com/
https://sylvainchauveau.bandcamp.com/

(Read the Turkish version here > http://www.veganlogic.net/2016/01/interview-sylvain-chauveau.html)

VEGAN LOGIC - OCAK 2016 EN İYİ KAYITLAR SEÇKİSİ - 27.01.2016


28.01.2016

Dün Açık Radyo'da canlı yayınlanan programın kaydı.

1- David Bowie - Dollar Days
2- Tindersticks - Were We Once Lovers?
3- Savages - Adore
4- Tortoise - Shake Hands With Danger
5- Ulver - Moody Stix
6- Ilgaz Fakıoğlu - Hannibal Barca
7- Meczup - Old Cases
8- Kaosmos - Crystals of kissy
9- Jesu/Sun Kil Moon - Exodus





24 Ocak 2016 Pazar

SYLVAIN CHAUVEAU: "MÜZİK, BÜYÜYE EN YAKIN SANAT!"


25.1.2015

AVANGART İLE POP ARASINDA KÖPRÜ KURMAYA ÇALIŞAN SESSİZLİK TAKINTILI FRANSIZ BESTECİ, 11 ŞUBAT'TA SALON'DA!

Enstrümantal müzik sanatçısı Sylvain Chauveau'nun ismini ilk kez 2000 yılında duydum. Üzerinde beyaz bir at başının fotoğrafı olan ilk solo albümü "Le Livre Noir du Capitalisme" o yıl yayınlanmıştı. Adı "Kapitalizmin kara kitabı" anlamına gelen bu albüm, daha sonra 2008'de Type Records etiketiyle İngilizce "The Black Book of Capitalism" adıyla yeniden yayınlandı. Sık olan bir şey değildi ama beni ilk anda kapak tasarımı ve albüm adının çektiğini itiraf etmem lazım. Fakat müziği dinlediğim anda piyano, yaylılar, alan kayıtları ile yarattığı dumanlı dünya öyle yoğun hisler uyandırmıştı ki, bugüne kadar en sevdiğim albümler arasında yerini korudu.

Sylvain Chauveau, aslında ilk başlarda 1994'te Toulouse'da alt-rock grubu Watermelon Club'da müzik yapmaya başlayan, kökleri post-punk'tan gelen bir müzisyen. Birkaç tekli, kısaçalar ve bir albüm yayınladıktan sonra 1997'de diğer üyelerin yeterince gruba kendilerini adamadığından yakındığı sırada, müziğini daha ileriye taşımak amacıyla gitarist Frédéric Luneau'ya yeni bir proje için teklif götürdü. Voltaire'in bir hikayesinden esinlenen Micro:Mega adını verdikleri elektronik ikili ile, Labradford'un izinde ambient rock odaklı ama daha az shoegaze'e yönelen bir sound yarattılar.

Micro:Mega albümlerinin arasında bir fırsat bulup ilk solo albümünü çıkardığında medyadan pek ilgi görmedi ama bu Chauveau'yu durdurmadı; ardından 2001'de ikinci solo kaydı "Nocturne Impalpable"ı yayınladı. Kısa bir süre sonra da Joan Cambon ile post-rock enstrümanstasyonunu elektronik unsurlarla buluşturan avangart rock grubu Arca'yı başlattı.

Bugüne kadar çeşitli projeler ve solo kayıtlarla hem kendisini müzisyen olarak geliştirdi, hem de müziğinin sınırlarını genişletti. Son yıllarda kendisini "müzikteki sessizliğin" büyüsüne adamış görünüyor. Ekim 2015'te yayınladığı "How To Live In Small Spaces", dans şovları için bestelenmiş uzun, enstrümantal bir suit olarak tanımlanıyor.

11 Şubat'ta Salon'da vereceği konser öncesinde Sylvain Chauveau'nun sofistike müzik dünyasına girip merak ettiklerimi sordum. "Le Livre Noir du Capitalisme"in neden o kadar etkileyici olduğunu da öğrendim; artık daha sarsıcı...

Müzik geçmişiniz boyunca farklı türlerde kayıtlar yaptınız. Bugün içinde yer aldığınız elektronik/minimal/enstrümantal müzik sahnesine nasıl vardınız? Klasik anlamda müzik eğitimi aldınız mı?

Hayır, herhangi bir müzik eğitimi almadım; kendi kendime öğrendim. Oldukça geç bir dönemde, 19 yaşımda bir grupta çalmaya başladım. Grunge dönemiydi. Daha sonra, önce yavaşlık ve ardından da dinginlik, giderek beni daha çok cezbetmeye başladı. 90’ların sonuna doğru, rock müzikten isteyerek vazgeçtim; piyano, yaylılar ve soyut elektronik seslerle kendi solo çalışmamı başlattım. Benim için süreç böyle gelişti.



"ROCK'I BIRAKIP FRANSIZ MÜZİĞİNİ BULMAYA ÇALIŞTIM"

Biyografinizde şöyle yazıyor: “Yıllarca Fransız rock gruplarında şarkı söyleyip çaldıktan sonra, 1998’de üç temel fikir ile kendi solo projesini başlattı: ‘sessizliğin’ soyut güzelliğine olabildiğince yakın olmak; her sesin mutlak gerekliliğe tabi kaldığından emin olmak; kendi kültürel ve kişisel tarihinde kökenlerini bulmak.” Benim de bu paragraf hakkında üç sorum var. I. Sizi sessizliğe çeken neydi? II. Minimalizmi bu kadar müthiş yapan ne? III. Üçüncü hedefi gerçekleştirip kendi köklerinizi buldunuz mu? Bulduysanız ilk olarak ne zaman hissettiniz?

I. 90’ların sonu ve 2000’lerin başında, müzikteki sessizliğe tam anlamıyla takıntı geliştirdim. Sanırım radikal minimalizme karşı giderek artan ilgimin mantıksal sonucuydu. Sessizliğin içinde yanlış bir ses yok. Belki de bir mükemmellik formu ya da onun illüzyonu veya meditasyon şekli. Bu arada, bu dünyada neredeyse sessiz (silent) bir müzik de yok. Konuştuğumuz şey, ağırlıklı olarak dingin (quiet) müzik; bir şeyler olduğunu anlamak için gerçekten çok dikkatli dinlemeniz gereken bir müzik. Biraz gizemli ve çekici bir güce sahip olmasının bir nedeni de o.

II. Minimalizm, ayrıntı sanatıdır. Müthiş mi bilmiyorum ama bana göre büyüleyici; çünkü en yalın hale getirdiğinizde, ufacık ayrıntı da dev bir etkene dönüşüyor ve etkisi artıyor. Ayrıca bu, sanat eserlerinin olağan unsurlarının neredeyse gereksiz olduğunu gösterme yolu. O olağan unsurları kullanıyoruz çünkü yaygın akımları takip ediyoruz, oysa onlar olmadan da yapabiliriz. Film yönetmeni Robert Bresson’un dediği gibi, “Bir keman yeterli olduğunda ikincisini kullanma.”

III. Sanırım alıntıladığınız bu biyografik not 2002 yılına ait. 2016 yılında hem müziğim hem de sanatsal ilgilerim gelişmiş durumda. O dönemde söylediğim şey, Amerikalı ya da İngiliz değil Fransız olduğum için, rock müzik yapmaya devam edemeyeceğimdi (çünkü sonuçta o kültürlere ait bir tür); “Fransız müziğinin” ne olabileceğini bulmak zorundaydım. Sorunuzu yanıtlamak gerekirse, evet, bir şekilde köklerimi buldum; gitar, bas gitar ve davulu çıkarıp, piyano ve yaylılarla Debussy, Satie, Ravel ve Fauré’ün Fransız oda müziği sounduna odaklandım.



"EN GÜÇLÜ ENSTRÜMAN BİLGİSAYAR"

Geleneksel enstrümanlar dışında elektronik unsurlar da kullanıyorsunuz. Elektroniklerin müziğinizde rolü ne kadar?

Diğerlerinin içinde bir unsur ama ses bakımından neredeyse sonsuz bir spektrum açıyor önünüzde. Enstrümantal, akustik, elektrik, elektronik ya da alan kayıtları, her ses kaynağı benim için kullanışlı olabilir; hoşlandığım ses benim için iyidir. Benim kuşağımdan olanlara verilen armağanlardan biri bu: Her şeyin bir araç olacağını biliyorduk. Büyük devrim de dijitalin ortaya çıkışı ve bilgisayardı. Dijital dünyada müziği kaydedip mikslemek o kadar kolaylaştı ki herkes yapabilir hale geldi. Ben de bu şekilde albümler kaydedip, sonunda profesyonel bir müzisyen oldum.

Birçok farklı enstrümanı çalıyorsunuz ama sizi piyanoya çeken özel bir neden var mı? Terry Riley bir keresinde piyanonun, birçok fikri kontrol etmeye synthesizer'dan daha fazla olanak sağladığını ve dışavurumun piyanoyla çok daha iyi kontrol edilebildiğini söylemişti. Ona katılıyor musunuz?

Evet, piyano kesinlikle hassas bir dışavurum olanağı veriyor; bunu elektroniklerde ve dijitalde bulmak zor. Neredeyse 20 yıldır piyano kullanıyorum ve çok seviyorum ama bildiğim kadarıyla en güçlü enstrüman hâlâ bilgisayar. Her şeye olanak sağlıyor, değil mi? Neredeyse ürkütücü bir şekilde hem de! Çok fazla seçenek ve olasılık var. Minizza adlı gruptan arkadaşım, Brocoli plak şirketini de yöneten Geoffroy Montel ile bunu konuşmuştuk bir kere. “Eğer The Beatles o dönemde, 4-track analog kaydediciler yerine bugünün GarageBand’i kadar basit ve güçlü bir programı kullanabilseydi, ne olurdu?” diye sordum. “Boktan bir şey olurdu,” dedi sessizce. Çok fazla güç sizi paralize edebilir. Ses konusunda düzinelerce alet kullandığımız ama hiçbirinde uzmanlaşmadığımız bir noktaya vardık. Bu noktada tekrar Robert Bresson’a dönüyoruz: “Aletler çeşitlendikçe onları kullanma kapasitem azalıyor.”

Stüdyo ve elektronik ekipmanı kullanan bir besteci olarak, bu tür çalışmanın sunduğu çok fazla olasılık nedeniyle bazen bunalıyor musunuz?

Ne demek istediğinizi anlıyorum, evet. Dediğim gibi, ihtiyacımız olandan çok fazla alete sahip olabiliriz ve bu bir sorun haline gelebilir. Buna karşı yanıtım, teknolojiyi umursamamak. Ben teknik açıdan değil, sadece müzikal anlamda sound ile ilgiliyim. Bu nedenle çok basit bir ekipman kullanıyorum. Örneğin bütün müziklerimin düzenlemesini GarageBand üzerinde yapıyorum. Evde hiçbir kayıt cihazım yok. Bir şeyi kaydetmek ya da mikslemek zorundaysam stüdyoya gidiyorum ve bunu yapması için birisine para ödüyorum. Böylece sadece müzik üzerine odaklanıyorum.

 

"ORKESTRAYA UYARLANMIŞ SESSİZLİK"

Son dönemde yaptığınız çalışmaların ardındaki ana hedef ne?

Şarkı formatı içinde deneysel müziğin verdiği dersleri kullanmak. Son birkaç yıldır yapıbozumuna uğrattığım şarkılardan oluşan albüm üçlemesini başlattım; amacım avangart ile pop arasında bağ kurmak. Proje, 2010’da “Singular Forms (Sometimes Repeated)” ile başladı; ardından 2013’te “Kogetsudai” geldi. Şu anda da üçlemenin sonuncu kısmı üzerinde çalışıyorum.

Geçen yıl yayınladığınız “How To Live In Small Pieces” adlı albümde, “orkestraya uyarlanmış sessizliği” (orchestrated silence) anımsatan enstrümantal parçalar olduğu belirtiliyor. Bu ifadeyi biraz açar mısınız?

Bu ifadeyi favori bestecim Morton Feldman’ın bir albüm kapağındaki notlarda okudum. Yazar, Feldman’ın bestelerinin 4 ya da 5 saat uzunluğunda ya da “orkestraya uyarlanmış iki dakikalık sessizlik”ten oluşan kısa parçalar arasında olabileceğinden söz ediyordu. Çok hoşuma gitti. Tam olarak yapmak istediğim bu diye düşündüm! Bunun, algı eşiğinin sınırındaki muhtemelen yavaş, yumuşak ve hoş seslerle ilgili olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bir mikroskopla inceleyip bu ufak dünyada koca bir evren keşfetmek gibi.

A Winged Victory For The Sullen’dan Dustin O’Halloran ambient müziğin sadece yüzde birlik kesim için olduğunu söylemişti. Sizce insanların kulağı dikkatlerini çekecek müziğe alışmış durumda mı?

Dustin, iyi bir arkadaşım ve ne demek istediğini anlıyorum. Elbette insanlar dikkatlerini cezbedecek müziğin peşinde. Neden olmasınlar ki... Esas olarak yüksek tempolu vuruşlar ve kolay akılda kalan vokalin peşindeler; ki bu da tamamen anlaşılabilir bir durum. Ama ne Dustin’in ne de benim yaptığım şey bu. Belki bu dünyanın farklı şeyler yapan, kurallara boyun eğmeyen müzisyenlere ihtiyacı vardır. Biz bazı dinleyicileri bu incelikle yaratılmış evrene çekecek sakin bir atmosfer yaratıyoruz. İnsanların yüzde biri mi demiş? Belki daha da azdır. Ama kimin umurunda? Bu benim sorunum değil. Kitleleri ikna edecek değilim.



 SADECE 17 ANDA SESLERİN DUYULABİLDİĞİ 7 YILLIK SESSİZLİK

“You Will Leave No Mark On The Winter Snow” adlı besteniz çok ilginç. Tümünün uzunluğu 7 yıl sürüyor. İçinde sadece 17 anda duyulabilen seslerin yer aldığı, sessizlikle dolu böyle uzun bir çalışmayı yapmaya sizi yönelten neydi?

Müzik dünyamızın komfor alanından dışarı çıkma gerekliliği. Uzunluğun ilginç bir parametre olacağını düşündüm. Çok uzun bir müzik parçasından söz ediyorsak, bu genellikle bir saati aşar, belki birkaç saati bulur ya da bütün bir güne yayılır. Daha fazla araştırırsak, bazı insanların haftalarca ya da aylarca süren deneylerde bulunduklarını görürüz. Bu nedenle aşırı derecede uzun demek için yıllarca sürmesi gerektiğini düşündüm. Muhtemelen mitolojik bir sayı olduğundan ilk aklıma gelen 7 oldu. Sessizlik konusunda obsesif olduğumdan, 7 yıl boyunca süren bu parçanın büyük kısmı da sessizlik içeriyor. Fakat sadece bundan ibaret değil; bu boş kanvasın üzerinde bazı dingin piyano örüntüleri, temkinli elektronik sesler, çok uzun bir süreye yayılarak araya girip çıkan uzun drone’lar var. Bu çalışmanın var olabilmesi için bulabildiğim tek yol internetti. İsteyen herkes bu uzun parçayı 2012’den 2019’a kadar istediği an dinleyebilir: www.7yearsofsilence.com

Adınızı ilk olarak “Le Livre Noir du Capitalisme” (The Black Book of Capitalism) adlı albümünüzle duydum. O kadar duygu doluydu ki dinler dinlemez fena halde çarpmıştı beni. Nasıl ortaya çıktı? Çok kişisel olmalı...

Evet, çok kişisel. İçten gelen bir dürtüydü. İlk kez her şeyi tümüyle kontrol edebileceğim, gemideki tek kaptanın ben olacağım bir solo albüm yapma dürtüsü. Beni artık sevmeyen bir kadına hâlâ aşıktım. Enstrümantal olsa da, tüm albüm onun bana geri dönmesini sağlama çabasıydı. Benim için o albümün anlamı çok büyüktü. Neyim varsa tüm gücümle o albüme yansıttım. Bir buçuk yıl boyunca, gece gündüz demeden tüm dikkatimi o albüme yoğunlaştırdım. Hemen ardından ölsem de, arkamda bırakacağım bir şey olmalıydı. Tabii bugün düşündüğümde beni güldürüyor ve çok saflık gibi geliyor. Fakat o dönemde benim için o kadar içten ve önemliydi ki, bir arabanın çarpıp beni öldürmesinden ya da kayıtları yaptığım arkadaşım Joan Cambon’un evinin yangında yok olmasından ve bu nedenle kayıtların ben onları bitirmeden harap olmasından korkar hale gelmiştim. 



RESİM VEYA HEYKEL HALİNE GELEN TEK KOPYALIK PLAK

Joël Merah ve Stéphane Garin ile kurduğunuz “0” adlı projenizden de çok ilginç. Sadece gitar, orkestra çanı ve perküsyon çalan üç kişilik ekibin olduğu bir video izledim. Bu projeden biraz söz eder misiniz?

0, basit bir grup değil, tam tersi aslında. 12 yıl önce yarattık onu. İki temel aktivitesi olan çılgın ve alışılmamış bir grup: İlki, kendi bestelerimizi çalmak; öbürü de diğer bestecilerin müziğini çalmak. Bunun sonucu olarak, bu grubun canlı performansını izleyecekseniz, önceden bilgilendirilmediğiniz takdirde ne ile karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Örneğin çok sakin bir akustik müzik olabilir ya da yaylılar ve üflemelilerden oluşan büyük bir topluluk Philip Glass’ın uzun ve tekrarlara dayalı bir bestesini icra edebilir. Bizler, Fransa, İspanya ve Belçika’da yaşayan üç temel üyeyiz ama müziği icra edenlerin niteliği ve sayısı her projeye göre değişiyor. Sizin izlediğiniz video bile sıradışı: Orkestra çanı, akustik gitar ve birtakım metal objelerden oluşam ekipman pek de basit değil kanımca. Yeni projemiz için Bandcamp sayfamızda 2016 boyunca her ay yeni bir enstrümantal parça yayınlıyoruz. (https://0sound.bandcamp.com/album/0-12)

Müzik dünyasındaki en sıradışı plak şirketlerinden birisini yönetiyorsunuz. Onement etiketi ve I Will Play This Song Once Again Records’ın ardındaki konsepti anlatır mısınız? Günümüzün dijital çağında, tek kopyası olan plaklar yayınlamak sıradışı.

Onement’ı takdir ettiğim deneysel müzisyenlerin (Keith Rowe, John Tilbury, Robert Hampson...) tek kopyalık plaklarını yayınlamak için kurdum. Yayınlanan plak bir resim ya da heykel haline geliyor: Ortada tek bir obje oluyor; onu görme ya da duyma şansını elde etmek, sahip olduğu gücün bir parçası. Bu konuda ilginç bir olay yaşandı yakın zamanda. Wu Tang Clan tek kopyalık bir albüm yayınladı, konseptten dolayı çok gurur duyduklarını söylediler, medya durmadan bundan söz ederek müzik tarihinde ilk kez olduğunu iddia etti!  Ben bunu yıllar önce başlattım ve tamamen buna adanmış bir etiket yarattım... Üstelik Jean-Michel Jarre da 80’lerin başında tek koptalık bir plak yayınlamıştı!

Diğer etiket I Will Play This Song Once Again Records’a gelince, onu Florent Garnier ile birlikte üç yıl önce yarattık. Onun konsepti farklı. Sanatçılar, her alıcı için şarkılarını yeniden çalıp kaydetmek zorunda! Her versiyonda alıcının adını ve tarihi anons ediyorlar. Dünyada bunu yapan tek etiket biziz kesinlikle.

Müzik ve diğer sanat formları arasındaki ilişki, örneğin resim, video sanatı ve sinema arasındaki ilişki, giderek büyük önem kazandı. Siz bu ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz ve sizce müzik duyma hissinden daha çok diğer duygularla mı bağlantılı?

Evet, ama farklı sanat dalları arasındaki ilişki yeni değil. Yüzyıllar önce de durum böyleydi sanırım. Müzisyenler resim, heykel, şiir ve tiyatrodan etkilenmiş olmalı. Sinema, video ve fotoğraf, geçen yüzyıldan bu yana büyük rol oynadı. Fakat şunu fark ettim ki, müzik büyüye en yakın sanat türü; materyali daima görünmez olan tek sanat. Bir müzisyeni çalarken görebilirsiniz ama gördüğünüz şey müzik değildir.



Müzik yaparken en çok ne sizi etkileyip esin veriyor?

2003’ten bu yana, en büyük ilhamı görsel sanatlardan alıyorum. Soyut resimler, soyut dışavurumcu ressamlar, minimal sanat, Mondrian, Yves Klein, fotoğraf sanatı ve son zamanlarda çağdaş heykel ile yerleştirmeleri izleyerek çok şey öğrendim. 

Bazı filmler için de müzik yaptınız. Sizce müziğin sinemada nasıl bir rolü var?

Bence filmlerde genellikle çok fazla müzik kullanılıyor. Amerikan filmlerinde sanki sahneyi kendi başına bırakmaktan korkuyorlarmış gibi, müzik sürekli filmin içinde. Bir film için müzik yaptığınızda sorumluluğunuz oluyor. Aynı sahne farklı ruh hallerini yansıtan müziklerle kullanıldığında, ters anlamda yorumlanabilir. Çünkü gücü büyük.

2001’den bu yana başka müzisyenlerin şarkılarına remiks de yapıyorsunuz ama “Down to the Bone”, Depeche Mode şarkılarının akustik cover’larından oluşan bir albümdü. Bu fikir nasıl ortaya çıktı? DM hayranı mısınız?

Müzisyenlik kariyerim boyunca remiksler yaptım ve bundan hoşlandım. “Down to the Bone” ise bir cover albümü. Bana göre remiks, bir parçanın orijinal ses kayıtlarını alıp yeni baştan kurmak. Cover yapmak ise, yeniden çalmak ve benim durumumda ise şarkıları kendine göre yeniden düzenlemek. Depeche Mode hayranı değilim. Onların kataloğunu seçmemin iki nedeni vardı: Hem söylemek istediğim kadar çok sayıda ünlü şarkı içeriyordu, hem de orijnalinden farklı şekillerde yeniden yapılandırmayı istediğim birçok şarkıları vardı. Tamamen synthesizer, beat ve elektronik prodüksiyon ile ilgili olan müziği alıp, ona dinginliğin içinde bir akustik sound kazandırırken; piyano, yaylılar ve klarnet ile şekillenen oda müziği atmosferi yaratmak istedim.



ARTIK AKIMLARIN DOĞMASI OLANAKSIZ

Klasik ya da neo-klasik dünyada dinleyip beğendiğiniz sanatçılar var mı?

Neo-klasik müziği hiç dinlemiyorum. Neredeyse nefret ediyorum. Bir besteci olarak bu tür müzik yapmayı geçen on yılda bıraktım. Max Richter ve Jóhann Jóhannsson’ın tanınır hale gelip, birçok genç sanatçının piyano müziğine geçtiği sırada, ben artık başka bir yöne gitme ihtiyacını hissediyordum. O dönemde soyutlama ve “orchestrated silence” üzerinde çalışmaya başladım. Takdir ettiğim müzisyenler farklı alanlardan; deneysel, serbest doğaçlama, çağdaş müzik, alan kayıtları ve hala bir parça rock. John Cage ve Morton Feldman’ın müziklerine karşı obsesif olduğumu söyleyerek özetleyebilirim belki. Son birkaç aydır çoğunlukla John Coltrane ve Beach House dinliyorum.

Günümüzdeki minimalist akım hakkında ne düşünüyorsunuz?

Açıkçası artık akım kalmadığını düşünüyorum. Çünkü neredeyse imkansız. Bilgi internet üzerinde öyle hızlı yayılıyor ki, yeni olan anında duyulup yeniden kullanılıyor ve tükeniyor. Müzik tarzları ya da yerel sahneler artık var olamaz. Bu nedenle bu ses okyanusunda kendi başımızayız ve doğrusu bu durum benim için bir sorun değil.

Teknoloji müzikal akımların coğrafyasını ve dinleyici kitlelerini değiştirdi. Sizin dinleyicileriniz yan komşularınız yerine Lübnan ya da İran’da yaşayan insanlar olabilir ve onlarla bir partide tanıştığınız insanlara göre daha fazla ortak noktanız bulunabilir. Bu durum bir müzisyen olarak sizi ve yaptığınız müziği nasıl etkiliyor?

Bu müzisyenler için çok ilginç bir dönem. Dijital devrimin pek çok olumsuz yanı olabilir ama  yeni birçok olasılığı da yarattı ve müziğin kolaylıkla yayılmasını sağladı. Son 15 yılda dünyada farklı yerlere daha ucuz seyahat etmek de olanaklı hale geldi. Underground müzisyenlerin birçok ülkeye gidip konser vermesi daha kolay oldu. Bugün müzik kaydetmenin, eskisi gibi sadece pahalı stüdyoya gidebilenlerin bir ayrıcalığı olmamasından dolayı çok memnunum.

Lübnan ya da İran? elbette olanaklı. Geçen yıl Ukrayna’dan genç bir müzisyenle e-posta yoluyla haberleştik. Oldukça ilginçti. Bu yüzyıl boyunca insanlığın karşılaşabileceği dehşet verici tehlikelerin farkındayım ama yine de yeni dönem heyecan verici.


21 Ocak 2016 Perşembe

VEGAN LOGIC - 2015'İN EN İYİ ORİJİNAL FİLM MÜZİKLERİ


21.1.2016

Geçen yıl Los Angeles’ta University of Southern California (USC) bünyesindeki dünyanın en prestijli sinema müziği master programına Türkiye’den kabul edilen ilk isim Murat Selçuk’la röportaj yaptığımda kendisine şu soruyu sormuştum. “Besteci Hans Zimmer'e göre, bir film yönetmeninin en çok istediği şey, filmin müziklerini yapan bestecinin başarılı olması. Çünkü besteci başarısız olursa film de başarısız olur diyor. Siz de aynı görüşte misiniz?” Yanıtı şu oldu: “Ennio Morricone’ye göre de iyi bir müzik kötü bir filmi kurtaramazken, kötü bir müzik de iyi bir filmi berbat edemez. Bence her ikisinin de doğruluk payı var. Hans Zimmer ve Christopher Nolan, ayrılmaz bir ikili oldular. Steven Spielberg ve John Williams, Dany Elfman ve Tim Burton gibi... Bu tarz uzun soluklu besteci/yönetmen ilişkilerinde besteci, yönetmenin ne istediğini biliyor; yönetmen de besteciden en iyi sonucu nasıl alabileceğini biliyor ve ona güveniyor. Bu yakın çalışmanın ürünü olarak da ortaya filmi berbat edecek bir müzik pek çıkmıyor. Ancak stüdyo filmlerinde bu farklı olabiliyor. Hollywood’da çok yaygın olan olaylardan biri de bestecilerin filmden atılması. Stüdyolar veya yapım ekibi, film müziklerinin başarılı olamayacağı ile ilgili şüpheye düşerlerse besteciyi son dakikada değiştirebiliyorlar. Bu hiç de nadir rastlanan bir durum değil. Ünlü besteciler de dahil herkesin başına gelen bir olay. Hatta David Raksin bununla ilgili şöyle demiş: ‘Şimdiye kadar bir filmden kovulmadıysan henüz gerçek bir besteci değilsindir.’ ”

İmajlarla görsel arasındaki ilişkiyi netleştiren bir yanıttı bu. Şüphesiz ki Todd Haynes’in dediği gibi, müzik ve film birbirine paralel deneyimlerdir. İkisi de aynı doğrultudadır, ikisi de öykü anlatır. Orijinal film müziklerini değerlendirirken temel ölçütlerim, mutlaka kendi içinde belli bir yapısının bulunması, filmden ayrı olarak da dinlenebilir olması ve ondan bağımsız dinlendiğinde de aynı duyguları uyandırabilmesi. Bunlarla birlikte, farklı ruh hallerini destekleyebilmek ya da yansıtabilmek adına barındırdığı güç ve bestelerdeki yaratıcı deneysel tarz da temel faktör.

2015 yıllık müzik değerlendirmemi yaparken iyi film müzikleri kategorisini bu yaklaşımla ele aldım. Bu listeyi oluştururken bir sıralama yapmadım; sadece iyi olduklarını düşündüğüm 20 özgün film müziğinden söz ettim. Ancak içlerinden en iyisini belirtmem gerekirse, benim oyum Jóhann Jóhannsson’ın dehasını ortaya seren “Sicario”.

***ATLI ÖRVARSSON - RAMS (HRÚTAR)

Grímur Hákonarson'un yazıp yönettiği “Rams”, İzlanda yapımı bir dram filmi. İzlanda’nın Oscar adayı da olan filmde birbirleriyle 40 yıldır konuşmadan yan yana çiftliklerde koyun yetiştiren iki kardeşin koyunları bulaşıcı bir hastalık yüzünden ölmeye başlayınca, yetkililer tüm hayvanların öldürülmesine karar verir. Bunun üzerine pes etmeyen kardeşler, koyunları kurtarmak için bir araya gelerek mücadele eder. Örvarsson, hem orkestral besteleriyle İzlanda kışının sakin güzelliğini sergilerken hem de kendi çaldığı akordeonu çok yetkin bir şekilde kullanıp folk hissini koruyor. Trajik ve karanlık tonunun yanı sıra yalın estetiğiyle duygusal anlamda iz bırakan bir soundtrack.

  

 

***CAT’S EYES - THE DUKE OF BURGUNDY 

Peter Stricklands’ın yönettiği “The Duke of Burgundy” adlı dramanın müzikleri, saykedelik rock grubu The Horrors’ın vokalisti Faris Badwan ile soprano / multi-enstrümantalist Rachel Zeffira’dan oluşan Cat’s Eyes’ın imzasını taşıyor. Varlıklı bir aileden gelen ve kelebek koleksiyonculuğu yapan Cynthia ile hizmetçi Evelyn arasındaki sınırları zorlayan romantik ve cinsel ilişkiyi cesur bir dille sinemaya aktarmış yönetmen. Cat’s Eyes’in gizemli müziği ise, karakterler arasındaki romantik anların yanı sıra, erotizmi ve nörotik ilişkiyi de ortaya serecek şekilde tahta nefesli çalgılarla yaylıların sürükleyici dünyasında örülmüş.


 

***THE OCTOPUS PROJECT - KUMIKO, THE TREASURE HUNTER  

Analog ve dijital ekipmanlarla yarattıkları deneysel indietronica soundu ile tanıdığımız The Octopus Project, David Zellner’in yönettiği dramanın orijinal film müziklerini yaptı. Gerçek bir olaydan esinlenen “Kumiko, The Treasure Hunter”, Coen kardeşlerin 1996 tarihli ünlü kara komedisi Fargo’da sözü edilen hazineyi bulmaya çalışan Takako Konishi’nin ölümü etrafında gelişen şehir efsanesini konu alıyor. The Octopus Project’in yerine göre melodik ve dokunaklı, yerine göre drone ve noise odaklı müzikleri, Konishi’nin Tokyo’dan Kuzey Dakota’ya uzanan macerası sırasında karşılaştığı tehlikeleri yansıtıyor.


 

***LAURIE ANDERSON - HEART OF A DOG 

Müzisyen ve performans sanatçısı Laurie Anderson, ölen köpeği Lolabelle’in ardından, geçmişten ve günümüzün toplumsal / politik atmosferinden örneklerle sevgi ve ölüm üzerine derin düşüncelere dalıyor. Animasyonla arşiv görüntülerini kaynaştıran belgesel, bir anlamda Laurie Anderson’ın Lou Reed’in ölümüyle girdiği süreçte hayattaki kayıplarla baş etme mücadelesinin yansıması. Müzik, dış sesler ve Anderson’ın spoken word tarzı vokaliyle yaratılan soundtrack, kimi zaman eğlendirici ve eğitici, kimi zaman da hüzün verici. Bir bütün olarak dinlendiğinde felsefi açıdan son derece çarpıcı deneysel bir şaheser.


 

***NICK CAVE & WARREN ELLIS - FAR FROM MEN 

David Oelhoffen’in yönettiği “Far From Men”, Albert Camus’nün kısa hikayesinden sinemaya uyarlanan bir drama. Filmde, Cezayir İç Savaşı sırasında bir kasabada cinayetle suçlanan bir Fransız öğretmenin muhalif bir köylüye yardım etmek zorunda kalışı ve ikilinin kaçarken başına gelenler anlatılıyor. Nick Cave ve Ellis, oldukça dramatik bir filme daha önceki soundtrack çalışmalarını hatırlatır şekilde yine çok etkileyici müzikler yapmış. Yıkım sonrası bir atmosfere uygun karanlık ve ağır hava, piyano, keman ve elektronik öğelerin yarattığı minimalist ve hipnotik ses manzaralarıyla şekilleniyor.


 

***BEN SALISBURY & GEOFF BARROW - EX MACHINA 

“28 Days Later” ve “Sunshine” filmlerinin senaryo yazarı Alex Garland’ın ilk yönetmenlik denemesi olan film, yapay zekayı konu alan bir bilimkurgu üçlemesi. Konuya uygun olarak karanlık synth’lerin baskın olduğu, organik ve elektronik sound’ların karışımı bir müzik yaratmış Ben Salisbury ve Geoff Barrow. İkili, filmdeki insan ve makine arasındaki gerginliği, John Carpenter’ı anımsatan synth’lerle birlikte organik sesleri de kullanarak, albümün tümüne yayılan klostrofobik bir ruh hali ile oldukça başarılı yansıtmış. Tek bir mekanda, üç karakter arasında iki saate yakın bir diyalog şeklinde geçen bir filme müzik yapmak hiç kolay değil. Ama Salisbury ve Barrow, eski bir organı, yoğun reverb etkisi olan bir pedal ve synth ile birlikte çalıp uzun sahnelere uyum sağlamayı denemiş ve çok da başarılı bir iş çıkarmış.


 

***NILS FRAHM - VICTORIA 

Alman yönetmen Sebastian Schipper’in “Victoria” adlı filminin müzikleri modern klasik müziğin en yetenekli isimlerinden Nils Frahm’ın elinden çıktı. Schipper, kendisine bu film için teklif getirdiğinde Frahm, “Böylesine güçlü bir filmin müziğe ihtiyacı olur mu?” diye düşünmüş ve o güçlü sahnelere eşlik edecek bir film müziği yapmanın kolay olmayacağını anlamış. Ama sonunda çellist Anne Müller, kemancı Viktor Orri Árnason ve dark ambient’ın en nadide gruplarından biri olan Deaf Center’dan gitarist Erik K Skodvin ile birlikte bir kez daha hayranlığımızı kazanacak bir albüm kaydetmiş. Gece gizlice partiye giden bir genç kızın banka soygununa karışmasını anlatan filme uygun olarak karanlık ve minimalist besteler var albümde. Belli ki Erik K Skodvin’in etkisiyle Deaf Center sounduna yakın anlar da belirgin müziklerde.


 

***DANIEL PEMBERTON - STEVE JOBS  

Teknoloji devi Apple’ın kurucusu Steve Jobs’ın hayatını gözler önüne seren film, iki saatlik süresi boyunca ağırlıklı olarak diyaloglara odaklansa da usta yönetmen Danny Boyle sayesinde izleyiciyi hiç sıkmadan akıyor. Besteci Daniel Pemberton’ın olayların kızıştığı anda gerilimi yükselten, dramatik anlardaki duygu yoğunluğunu yaşatan elektronik müzikleri alkışı hak ediyor. Yinelenen vuruşlar ve ritimlerle gerginliği depreştirirken, aynı zamanda tekrarlanan melodilerle Apple mantığına uygun bir minimalist yalınlık da içeriyor. Klasik film müziklerinin dışında yaratıcılık açısından oldukça ilginç bir soundtrack.


 

***JÓHANN JÓHANNSSON - SICARIO 

İzlandalı besteci Jóhann Jóhannsson, yıllardır yaptığı her çalışmayla çağdaş müziğin en yetenekli isimlerinden birisi olduğunu kanıtlıyor. Bu yıl da dinlediğim en iyi orijinal film müziğini o yaptı. Yönetmenliğini Denis Villeneuve’nün üstlendiği aksiyon gerilim filmi “Sicario”, ABD ve Meksika arasındaki kanunsuz sınır kenti Suarez'de idealist bir FBI ajanı olan Kate ve özel operasyon kuvveti görevlilerinin uyuşturucu kartelleriyle mücadelesini konu alıyor.  Filmin yaratım sürecine en başından dahil olup, müziği imajlarla birlikte organik bir etkileşim süreci içinde geliştiren Jóhannsson, “yerin altında yatan gerginliği veya bizi hedefleyen bir kötü yaratığın kalp atışını yansıtmak istediğini” söylüyor. Sınırda süren uyuşturucu savaşının yarattığı melankoliyi yansıtan şarkısı “Melancholia” ve karanlık synthesizer’lar ile vurucu perküsyonun ritmiyle kurguladığı “The Bank”in yarattığı heyecanı arka arkaya deneyimleyince ne demek istediğini anlıyor insan.



 

***DISASTERPEACE - IT FOLLOWS 

David Robert Mitchell’ın yönettiği korku filmi “It Follows”, cinsel birleşme yoluyla kişiden kişiye geçen bir laneti konu alıyor. Sizden başka kimsenin görmediği ama yanınıza geldiği anda canınızı alabilecek doğaüstü bir varlık söz konusu... Böylesine ürpertici bir teması olan filmin özgün müziklerini yapmak herkesin harcı değil ama Disasterpeace işin hakkını vermiş. Asıl adı Richard Vreeland olan Amerikalı müzisyen, Chiptune denilen müzik türü yani eski bilgisayarlar, video oyun konsolleri ve atari salonlarındaki makineler için yapılan synth temelli müzik ile tanınıyor. “It Follows” için tuhaf ve aynı zamanda son derece ilginç elektronik sesleri devreye sokmuş. Felaketi iliklerinize kadar hissedebileceğiniz dehşetin yanı sıra bazı anlarda dinginliğin de sezilebildiği, değişken ruh hallerini içinde barındıran hayranlık uyandırıcı bir soundtrack.


 

***ENNIO MORRICONE - THE HATEFUL EIGHT 

Quentin Tarantino’nun yeni Western filmi “The Hateful Eight”, film gösterime girmeden ondan daha çok ilgi çekti. Aslında ünlü bestecinin John Carpenter’ın “The Thing” adlı filmi için yaptığı ama hiç kullanılmayan bestelerinden oluşan özgün film müziği, “The Hateful Eight”e kısmet oldu. Morricone, ayrıca bu film için yeni parçalar da yazarak eski materyali genişletmiş. “The Good, the Bad and the Ugly”, “Once Upon a Time in the West” ve “My Name is Nobody” gibi filmlerin müziğiyle hafızalara kazınan Morricone, 40 yıl aradan sonra ilk kez bir Western filmine özgün müzik yapıyor. Aslen bir korku filmi için yazılan bestelerin bir Western filminde kullanılması ilk anda şaşırtıcı geliyor ama Tarantino yine dehasını gösterip sivil savaş sonrası Amerika’da bir kar fırtınasının ortasında sekiz yabancının başından geçen yaşam mücadelesini anlatan filme uyarlamış müziği. Şu ana kadar medyaya yansıyan görüntüler, yaylılar ile fagot, obua ve ksilofonun sarsıcı iletişiminin vahşi sahnelerin karanlık atmosferinde müthiş olacağını düşündürüyor.


 

***HANS ZIMMER, STEVE MAZZARO, ANDREW KAWCZYNSKI - CHAPPIE 

Güney Afrikalı yönetmen Neill Blomkamp’in çektiği film, suçla mücadele için aşırı güç uygulayan bir polis teşkilatının geliştirdiği yapay zekaya sahip robot Chappie’nin bir grup tarafından kaçırılıp hissetmeyi ve sevmeyi öğrenişini anlatıyor. Blomkamp, ilk uzun metrajlı filmi “District 9”da olduğu gibi yine Johannesburg’a döndüğü bu filmde, insan ve insan yapımı makineler arasındaki ilişkiyi suç ve sevgi kavramları üzerinden ele almış. Hans Zimmer’in Steve Mazzaro ve Andrew Kawczynski’nin katkılarıyla yaptığı özgün müzik, besteciyi takip edenler için şaşırtıcı şekilde tümüyle elektronik. Ben gişe rekorları kıran büyük bütçeli filmlerdeki estetiğe ve çoğunda var olan Zimmer’in abartılı sound’una pek yakın değilim ama bu kez farklı bir durum söz konusu. Chappie’nin bir robot olarak değişimi, 80’lerin soğuk ve agresif elektronik sound’u ile yaratılmış. Ortaya çıkan müziğin temeli, ucuz elektronik soundtrack’lerin aksine çok sağlam.


 

***ALEXANDRE DESPLAT - SUFFRAGETTE  

Sarah Gavron’un yönettiği “Suffragette”, İngiliz kadınlarının 1912-13 yıllarında oy hakkı için başlattığı feminist hareketi ve hükümetin acımasız müdahalesi ile mücadelelerini anlatan tarihi bir dönem filmi. Alexandre Desplat’nın film için yaptığı müzik, filmin konusunu bilmeseniz bile size yaşanan dramatik olayları hissettirecek güce sahip. Orkestra için yazılan besteler piyano ve arp soloları da içeriyor. Yönetmen Gavron, izleyicilerin oy hakkı için eylem yapan kadınlarla birlikte sokakta yürüyor gibi hissetmesini istediği için müziğin duygusal bir yolculuğa eşlik etmesini talep etmiş. Aynı zamanda kendilerini tehlikeye atan kadınların yaşadığı kuşku ve baskıyı da yansıtması amaçlanmış. Alexandre Desplat, gerçekleştirdiği mükemmel orkestrasyonla bana bütün bunları hissettirdi.


 

***CARTER BURWELL - CAROL 

Todd Haynes’in yönetmenliğini üstlendiği romantik drama “Carol”, Patricia Hingsmith’in romanından sinemaya uyarlandı. Cate Blanchett’ın güçlü oyunculuğu ve karizmasıyla bir kez daha beyazperdeye damgasını vurduğu film, 1950’ler New York’unda orta yaşlı zengin bir kadın ile genç bir tezgahtar arasında yaşanan lezbiyen bir ilişkiyi anlatıyor. Carter Burwell’in özgün müziği, o dönemde toplumun kabul etmediği bu ilişkinin yarattığı anlatılamayacak duyguları, karakterler arasındaki tutkuyu, Blanchett’ın canlandırdığı Carol’ın gizemli ve soğuk karakterin niteliğini aktarma rolünü büyük bir yetkinlikle yerine getiriyor. Piyano, klarnetin, bas ve arp ile kurgulanan armonilerdeki iniş ve çıkış, tutku, büyülenme ve olanaksızlıklar sonucu kaybedilen ilişkinin yarattığı boşluğu tanımlıyor.


 

***ROQUE BAÑOS - IN THE HEART OF THE SEA 

Nathaniel Philbrick’in aynı adlı kitabından sinemaya uyarlanan filmde, 1820’de balina avcılığına çıkan bir gemiye dev bir beyaz balinanın saldırmasıyla gemi personelinin 90 gün boyunca denizde verdiği mücadele anlatılıyor. Moby Dick’in yazarı Herman Merville’e ilham kaynağı olan gerçek bir olay söz eden filmin yönetmeni Ron Howard. İspanyol besteci Roque Baños, filmin müziklerini Abbey Road Stüdyoları’nda Londra Senfoni Orkestrası eşliğinde (60 yaylı, 10 tahta üflemeli ve 16 pirinç üflemeli çalgı, arp ve 4 perküsyon aleti) kaydetmiş. Baños, filmin epik karakterine uygun olan görkemli orkestra soundunu tam dozunda tutmayı bilmiş ve bunu yaparken de gerek enstrümantasyon gerekse duygu yoğunluğu açısından çok renkli bir palet kullanmayı ihmal etmemiş.


 

***THEODORE SHAPIRO - TRUMBO 

Bruce Alexander Cook’un “Dalton Trumbo” adlı biyografi türündeki kitabından sinemaya uyarlanan film, 1947’de Amerika’da Holywood filmlerinde komünist propaganda yapıldığı gerekçesiyle açılan davada yargılanan senaryo yazarı Dalton Trumbo’nun hayatını konu alıyor. Kongre’ye isim vermeyi reddederek 11 ay hapis yatan Trumbo’yu filmde Michael London canlandırıyor. “Austin Powers” ve “Meet the Parents” gibi filmleriyle tanınan Jay Roach’un komedi ve siyasi HBO dramaları arasındaki bir tarzda yönettiği filmin müziklerini de ona uygun bir karakterde. Deneysel caz soundu, filmin hızlı akışı içinde önemli bir destek unsuru.


 

***KRENG - COOTIES 

Jonathan Milott ile Cary Murnion’un yönettiği “Cooties”, bir ilkokula bulaşan virüs yüzünden aniden patlak veren salgın sonucunda zombiye dönüşen çocukların gazabından kurtulmaya çalışan okul personelinin öyküsünü anlatıyor. Başrolde Elijah Wood’un yer aldığı ve komedi ile korkuyu enteresan biçimde kaynaştıran filme müzik yapması için akla gelebilecek en iyi isimlerden birisi bulunmuş ve orijinal müzik, Pepjin Caudron’un Belçika merkezli projesi Kreng’e teslim edilmiş. Ses örneklerini karanlık caz sound’u ve elektronik öğelerle harmanlayıp sinemasal müzikler yapmakla ün salan bestecinin “Cooties” için yarattığı müzik, gerektiğinde eğlenceli gerektiğinde de dehşet verici. Hatta yaylılar eşliğinde çocuk uğultularını kaydedip ambient’ın içine daldığı anlarda dokunaklı.


 

***JOHNNY JEWEL - LOST RIVER 

Oyuncu Ryan Gosling’in yazıp yapımcılığını üstlendiği ve ilk yönetmenlik denemesini gerçekleştirdiği “Lost River”, yeni kara film (neo-noir) türünün örneklerinden. Amerika’daki emlak krizi hakkında gerçeküstü bir masal niteliğindeki film, yalnız yaşayan bir annenin evini kaybetmemek için esrarengiz bir gece kulübünde çalışmaya başlamasından sonra, genç oğlunun gizli bir sualtı dünyasını keşfetme sürecini anlatıyor. Multi-enstrümantalist, besteci Johnny Jewel’i yıllardır Italians Do It Better etiketiyle yayınladığı albümlerden, Glass Candy, Chromatics, Desire ve Symmetry projelerinden izleyenlerin iyi bildiği gibi, kendisinin yaptığı her müziğin sinemasal bir karakteri var. Herhangi bir film için yapılmadığında bile müziklerini dinleyene kendi aklındaki hikayeyi sezdirmekte son derece başarılı bir müzisyen Jewel. Bu kez belli bir filme, üstelik kara filme yaptığı müzik tahmin edilebileceği gibi şüpheleri hep canlı tutacak bir atmosfer içinde tedirgin edici bir çekicilik yansıtıyor. Tehlikeye doğru adım attığınızı bilseniz de geriye dönmediğiniz anlar vardır ya, müziğin verdiği temel his bu.


 

***RYUICHI SAKAMOTO, ALVA NOTO, BRYCE DESSNER - THE REVENANT 

Alejandro González Iñárritu’nun yönettiği “The Revenant”ın orijinal müzikleri henüz tümüyle stream’e açılmadı ama bu filmin müziğini listeye almasam olmazdı. Michael Punke'ın yazdığı “The Revenant: A Novel Of Revenge” kitabından beyazperdeye uyarlanan film, kürkleri için hayvan avlayan bir avcının, bir boz ayı tarafından ölümcül bir biçimde yaralandıktan sonra, kendi ekibince ölüme terk edilişini ve intikam duygusuyla dirilişini anlatıyor. 19. yüzyıl Amerika sınırında geçen film, belli ki sahnelediği doğanın güzelliği kadar gerilimli hikayesiyle de sarsıcı. Şu ana kadar duyduğum kadarıyla Ryuichi Sakamoto ve Alva Noto mahlasıyla tanıdığımız Alman elektronik müzik dehası Carsten Nikolai, yılın en çarpıcı film müziklerinden birine imza atmış görünüyor. The National’dan Bryce Dessner’ın da katkıda bulunduğu soundtrack ile aktarılan acı, öfke, yabancılaşma, intikam ve melankoli, belli ki sağlam çarpacak hepimizi.


 

***WOJCIECH GOLCZEWSKI - WE ARE STILL HERE 

Ted Geoghegan’ın yazıp yönettiği “We Are Still Here”, hayaletler ve mitlere takıntılı Amerikan korku filmi endüstrisinin son ürünlerinden birisi. Korku filmlerinden pek hazzetmesem de dramatik müzikleri ilgimi çekiyor. Polonyalı besteci Wojciech Golczewski, lanetli bir evde geçen filmin ruhunu yarattığı karanlık atmosferle etkili bir şekilde tanımlıyor. Ürpertici bas titreşimlerinin içinden geçen gizemli piyano tınılarıyla kurgulanan ambient manzaraları çok ilginç. Golczewski, geleneksel korku filmi müziklerinin aksine bu film için organik bir ses tasarımı konseptini tercih etmiş ve ortaya son derece minimal bir sound çıkmış. Filmi izlemeden de dinleyebileceğiniz ve dinlerken de söz konusu lanetli evi adeta konuşan bir canlı gibi hissedebileceğiniz müzikler yapmış Golczewski.


(Bu yazı ilk olarak Red Bull Müzik'te yayınlanmıştır.)

VEGAN LOGIC - 2015 EN İYİ YERLİ ALBÜMLER SEÇKİSİ - 20.1.2015


21.01.2015

2015 müzik değerlendirmemi çeşitli başlıklar altında aralık ayı boyunca hem radyoda hem de blog üzerinde paylaşmıştım. Yerli deneysel/alternatif/underground sahnede öne çıkan albümleri de bu haftaki Vegan Logic'te ele alarak seriyi tamamlamış oldum. Açık Radyo'daki bir saatlik programa ancak 11 albüm sığdı. Geriye doğru sayarak her albümden birer şarkıya yer verdiğim program kaydı, aşağıdaki bağlantılar üzerinden indirilebilir/dinlenebilir. Bizlere bu şahane kayıtları kazandıran müzisyenlere teşekkür ederim.

Big Beats Big Times - So Quiet (11- Full Moon Theory)
Ethnique Punch - Gri (10- Monokrom)
Barıştık mı - Peri II (9-  T.E.A.R.)
Kaosmos - Hello I am Space (8- Galaxsynth)
Age Reform - Logic Trees (7- Losing Height As If Affected By Gravity)
KGWGK - Persona Non Grata (6- Armonycoma or slt, Cxngxvxr, KGWGK - Trisect)
I'mpty - Dream.Drone.Drown (5- Dying Inside)
İskeletor - Gallows (4- Iskeletor)
Levni & Sloth Pallas - Tangül (3- İleri Fantezi)
She Past Away - Asimilasyon (2- Narin Yalnızlık)
Ah! Kosmos - Never Again (1- Bastards)







Translate