31 Aralık 2014 Çarşamba

VEGAN LOGIC C - 2014'ÜN EN İYİ ŞARKILARI - 29.12.2014


29.12.2014 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan programın kaydı.

1- Prurient - Washed Against the Rocks
2- Max Cooper - Empyrean
3- Robert Plant - Rainbow
4- Leonard Cohen - Almost Like the Blues
5- Teho Teardo & Blixa Bargeld - Nirgendheim
6- Morrissey - I'm Not a Man
7- Morrissey - Istanbul
8- The Twilight Sad - Last January
9- Camera - To the Inside
10- Automat - THF
11- David Bowie - Sue (Or in e Season of Crime)
12- David Bowie - 'Tis a Pity She Was a Whore




VEGAN LOGIC C - THE BEST SONGS OF 2014 - 29.12.2014 by Veganlogic11 on Mixcloud

26 Aralık 2014 Cuma

“BEDENİNİZ EVİNİZDİR!”


26.12.2014
 
Steven Patrick Morrissey... Kimilerine göre bir ilah, kimilerine göre toplumdaki ayrıksıların idolü, müzik dergisi NME’ye göre “dünyanın en tartışmalı pop yıldızı”, Noel Gallagher’a göre “en komik insan”, birçok sanatçı için büyük bir esin kaynağı... Indie rock’ın kurucusu The Smiths’in karizmatik vokalisti, edebi şarkı sözlerinin yazarı Moz...

Müziğin bu dik başlı ama ince ruhlu şairi, 80’lerden bu yana İngiliz Kraliyet ailesi, politikacılar ve plak şirketlerine karşı boyun eğmeyen tavrını ve yılmaz hayvan hakları aktivistliğini sürdürdü; bu nedenle eleştirildiği kadar da eleştirildi ama tek geri adım atmadı.
  
Morrissey gibi çok boyutlu, girintili çıkışlı bir kişiliği tüm yönleriyle bir sayfada anlatmak olanaksız; o nedenle bu yazıda sıklıkla sorguladığı egemen cinsiyet rollerine odaklanıp kendisiyle röportaj yaptım. “World Peace Is None of Your Business” adlı yeni albümünde, erkekliğe dair toplumsal klişeleri reddederek “I’m Not a Man” deme cesaretini gösterdi Morrissey. Şarkının temelinde, “yasaların ya da toplumsal standartların bedeniniz ve cinsiyetiniz hakkında suçlayıcı yargılarda bulunmasına karşı bir duruş” olduğunu söylüyor.
  
Müzik dünyasında her zaman cinsiyet rolleri konusuna farklı yaklaşan ve bunu şarkılarına en çarpıcı şekilde yansıtanlardan biri oldu Morrissey. The Smiths döneminde sahnede giydiği gömlekleri vintage kadın kıyafetleri satan mağazalardan alıyor, pantolonunun arka cebine çiçekler yerleştiriyor, fotoğraflarda alışılmadık bir kırılganlık sergiliyordu. Daha önce buna benzer davranışlarda bulunanlar oldu diyebilir, hatta androjen görüntüleriyle erkek ile kadını bir araya getiren David Bowie, Klaus Nomi’yi örnek gösterebilirsiniz. Ancak o örneklerdeki temel özellik, sanatçının sahnedeki görselliğinin makyajıyla, abartılı kıyafetleriyle ve tavırlarıyla, adeta uzaydan gelmiş gibi gerçeklikten uzak olmasıydı. Onları hayranlıkla izleseniz de günlük yaşamda onlar gibi olmayı düşünemezdiniz; oysa Morrissey bu dünyaya aitti, odasına kapanarak müzik dinleyip kitap okuyan yalnız gençlerden biriydi...
  
Erkeği aktif, kadını pasif olarak gösteren basit retorikten daha geniş kapsamlı bir erkeklik tarzını somutlaştırırken, hayranlarının şarkı sözlerini ve görünüşünü kendi kimliklerinin bir yansıması olarak yorumlamasını sağlamaya mı çalışıyordu? Bu sorumu, “Tam olarak amaç bu. Hepimiz duygularımızın başkaları tarafından da paylaşıldığından emin olduğumuzda, daha az yalnızlık hissederiz. Gerçek eviniz, yaşadığınız bina ya da apartman dairesi değil, bedeninizdir. Hareketsiz bir şekilde oturup kendi duygularına katlanmak, herhalde herkesin günlük yaşantısının en zor kısmıdır. Bunun böyle olması gerekmez veya şu ana kadar böyle olduysa bitmesi gerekir,” diyerek yanıtlıyor Moz.
  
Hep tartışılan cinsel kimliği, geçen yıl yayınlanan otobiyografisinden sonra tekrar gündeme geldiğinde söylediğini röportajda yineliyor, “Öncelikle ‘humasexuality’ diye tanımladığım kavrama inanıyorum. Hepimiz insanız ve insanları seviyoruz. Konuyu bu noktada bitirebilsek hiç sorunumuz olmazdı. Her birimiz bir dış, bir de iç gerçeklikle mücadele ediyoruz. Neden onları birleştirmeyelim?”
  
Kültür üzerine araştırmalar yapan Elisabeth Woronzoff’un da belirttiği gibi, Morrissey’in yaptığı şey o kadar özgün ki, önce yerleşik kodları tanıyıp, sonra o kodları çözmek için onlardan alternatif bir araç olarak yararlanıyor. Sahnedeki tavrı da, müziğindeki çokbiçimli kimlik de, toplumsal kodları yeniden düzenlemesinin sonucu. Aslında sorduğu soru şu: Bedeniniz evinizse, orada özgür olacak mısınız?

(Vogue dergisinin Aralık 2014 sayısında yayınlanan yazıdır.)

İNCE BİR DANTEL GİBİ ZARİF, GEMİ HALATI KADAR SAĞLAM


26.12.2014
 
Sabırsızlıkla beklediğimiz Morrissey konserine çok az kaldı. Bu yıl yayınladığı solo albümü “World Peace Is None of Your Business” için çıktığı turne kapsamında, iki yıl aradan sonra bu kez Volkswagen Arena’da buluşacağız Morrissey’le ve “Istanbul” adlı şarkısını ilk kez canlı dinleyeceğiz. The Smiths grubunun 1987’de dağılışından bu yana 27 yıl geçti; bu zaman içinde grubu da aşan, çok tutkulu bir hayran kitlesi edindi Moz. Bir müzisyenin dünyanın her yerinde onunki kadar sadık dinleyicileri varsa, bence bunun nedenini öncelikle şarkı sözlerinde aramak gerekli. Çünkü ancak o sözlerde çizdiği karakterler, anlattığı durumlar veya konular ile kendinizi özdeşleştirdiğinizde bir müzisyene bu kadar tutunabilirsiniz. Çoğu zaman sanki sizden söz ettiğini düşünür, onunla bağ kurarsınız. Bir müzikten çok hoşlanmak ya da bir şarkıyı dinlerken müthiş eğlenmek değil söz ettiğim; belki de yakın arkadaşınızla bile aranızda olmayan çok özel bir duygusal bağ. Morrissey ile hayranları arasındaki yoğun etkileşimin özünde, benzersiz şiirsel şarkı sözleri ile aktardığı duygular ve yıllardır aynı tutkuyla savunduğu görüşleri yatıyor. Onun albümlerini aldığınızda, sizi anlayan birine daha çok yakınlaştığınız hissi beliriyor içinizde...

Morrissey, yıllardır dinleyicileri ile arasında ince bir dantel kadar zarif ama bir gemi halatı kadar sağlam olan bu bağı özenle dokudu. İlk anda kulağa tezat gibi gelebilir bu tanım ama olan tam da budur. Nadir rastlanan bu bağı kurarken belli konular üzerinde yoğunlaştı Moz; hepsini bu yazıda ele almak olanaklı değilse de, şarkılarında sık rastlanan bazı temaları açıklamaya çalıştım.

Karşılıksız Aşk / Gerçek Sevgiyi Bulamama

The Beatles aranan sevgiliyi bulup ona ulaşmanın sevincini yansıtıyorsa, The Smiths de o sevgiliyi hiç bulamamanın ya da ona ulaşamamanın sesidir demek yanlış olmaz kanımca. The Smiths’ten bu yana Morrissey’in yazdığı şarkı sözlerindeki yalnızlık temasının kökenindeki ana bileşenlerden biridir bu.

1984 tarihli “How Soon Is Now?”da gece dışarı çıktığında eve hep yalnız döndüğü için adeta ölmek isteyen insanın duygularını anlatır Moz; “İnsanım, herkes gibi ben de sevilmek istiyorum,” sözleri bunun en açık ifadesidir. O şarkıyı yazdığı sırada 25 yaşında bir gençtir ama 90’larda da karşılıksız aşktan söz eder. Karanlığın biraz daha arttığı, daha sert rock soundu ile öne çıkan 1992 tarihli “Your Arsenal”deki “Tomorrow” adlı şarkıda, sevilmediğini bilse de aksini duymak ister hitap ettiği kişiden; şarkının bütünündeki sözlere bakıldığında, belki de bir gecelik macera yaşanmış ama ertesi gün devamı gelmemiştir diye yorumlanabilir. Kapak görselinde kucağında bir bebekle poz vererek sakin yetişkinlik dönemine atıf yaptığı ya da meydan okuduğu 2009 albümü “Years of Refusal”ın dikkat çeken şarkılarından “Black Cloud”da, yanıbaşında duran ama sahip olamadığı birine duyduğu karşılıksız sevgiyi anlatır Morrissey. Yıllar hızla akıp giderken onun şarkılarda gerçek aşkı arayışı hiç bitmedi, sevdiğine ulaşamayanların sesi oldu. Yeni albümünde “yeryüzü dünyanın en yalnız gezegeni” dediğinde şaşırmadım elbette.



Ayrıksılar / Toplumla Uyuşmayanlar

Dışarıda erkeklerle kadınlar eğlenip, sarhoşlar içmeye devam ederken, berbat bir otelin lobisinden arkadaşını arayan yalnız ve asosyal bir insanın ruh halini yansıtan “At Amber”da, İngiliz trafik ışıklarındaki portakal renkli ışığın yarattığı çağrışımı kullanır Morrissey. Kırmızıdan sonra yeşile hazırlık olarak görülen bu ışık, adını amber taşından alıyor; “ne dur ne de geç, olduğun yerde bekle ama hazır ol” anlamındaki bu işaretle aslında kendi içinde bulunduğu sıradışı durumu anlatıyor. Toplumun içine kaynaşamıyor, olduğu yerde o soğuk otel odasında bekliyor. Bu şarkı, Morrissey’in az bilinen ve hakkı teslim edilmeyen harikalarından biridir bana göre. Tütü giymiş mahalle rahibinden söz ettiği “Vicar In Tutu”da ise, dindeki yargılar ve toplum baskısı ile ince ince dalga geçer. Toplumda yaygın olarak benimsenen yasakçı davranışlara bir karşı çıkış olarak son derece ilginç ve esprili bir şarkı bu. Morrissey’in aynı temayı işlediği, hayatları başkaları tarafından şekillendirilenlerin oluşturduğu uysallaştırılmış toplumun dışında kalanları konu ettiği bir diğer şarkısı 1988 tarihli “Viva Hate” albümünde yer alan “The Ordinary Boys”. Daima çoğunluğun baskısına karşı başkaldıranları sevdi, onların hikayelerini anlattı Morrissey. “Meat Is Murder” ise, bu uyuşmazlığın, topluma rest çekişin en belirgin örneklerinden biridir.

 

Öfke / Tiksinti

İngiltere’nin eski Başbakanı Margaret Thatcher’a “Lütfen öl” diye hitap ettiği 1988 tarihli “Margaret on the Guillotine”, o dönemde Morrissey’in İngiliz Gizli Servisi tarafından sorgulanıp evinin aranmasına neden olmuştu. Bana göre bugüne kadar bir politikacı hakkında yazılan en ağır ve en cesaretli şarkıdır. Vini Reilly’nin olağanüstü duyarlı gitarı, sound/konsept uyumu açısından mükemmel bir tezat yaratır. Morrissey, monarşiye karşı duyduğu nefreti yıllardır her fırsatta yineledi, İngiliz Kraliyet ailesinin halkın sırtından geçinip yoksulları sömürdüğünü, hiçbir faydalarının olmadığını söyledi. The Smiths’in 1986 tarihli klasiği “The Queen Is Dead” bu nefretin açık göstergesiydi. 2004’te yazdığı “The World Is Full of Crashing Bores”, kurulu düzene, bu düzenin “eğitimli suçlular” dediği temsilcilerine, modern yaşamda özgürlüğü kısıtlayan kuralları koyanlara karşı manifestosuydu adeta. Yeni albümüne adını veren şarkısı “World Peace Is None of Your Business” ise, halkları savaştırıp barış yerine kaos yaratan, savaş çığlıkları atan politikacılardan nefretinin bir meyvesi. Bu kirli düzenden çıkar elde edenlerin dünyaya barış getirmeyeceğinin çok iyi farkında Morrissey.

 

Kendini Küçümseme

1986 tarihli “Unlovable”da, “Sevilmediğimi biliyorum / Söylemek zorunda değilsin / Biraz tuhaf görünüyorsam nedeni tuhaf olmamdır,”  diyordu Moz. Herkese benzemeyen, çoğunluk tarafından “tuhaf” bulunan herkesin hayatının bir döneminde hissedebileceği duyguları dürüstçe, kendine de vurarak anlatır bu şarkıda. İlginçtir; Morrissey’in yalnızlıktan söz ettiği şarkılar bir noktada kendini küçümsemeye varıyor. “I’ve Changed My Plea to Guilty”, oyunu önceden belirlenen kurallara göre oynamadığı için toplumdan dışlanan ve içe dönenlerin kendinden bir parça bulabileceği bir şarkı. Herkesin yanında birisi varken onun yoktur ve bunun suçlusu da özgürlük ve mantıkta ısrarcı olan kendisidir. Aşkın berbat bir yalan olduğunu itiraf ettiği “Miserable Lie”da “Kimse dönüp bana ikinci kez bakmıyor,” diyen, “Late Night, Maudlin Street”te kendisini “Maudlin Sokağı’nın en çirkin adamı” diye niteleyip, çıplak halini düşündüğünde koca bir ulusun arkasını dönüp kustuğunu yazacak kadar ileri giden de yine Morrissey’dir. Hani bazen başınıza hep kötü şeyler geldiğinde durup kendi kendinize, “Bütün bunların nedeni ben olmalıyım,” dersiniz ya, işte tam o anların duygusal atmosferine uygun düşer bu şarkılar. Ancak bana kalırsa hiç bitmeyen yalnızlığının nedenini aradığı anlarda kendisine ağır yüklenmiş Moz.



Özlem

Bir yere, bir insana, bir duruma özlem, Morrissey’in şarkılarında sık çıkar karşımıza. Artık iş işten geçmiş, araya zaman girmiştir ama o tutkusundan vazgeçmemiştir. “Seasick, Yet Still Docked”, aşık olunan ama asla elde edilemeyene duyulan özlemin en vurucu ifadelerini içerir. Geçmişe özlem genellikle ileri yaşlarda hissedildiği varsayılan bir duygu. Hayatının son demlerini yaşayan insanların geçmişe daha sık bakması doğal bir durum. Ancak Morrissey, “Back to the Old House”un sözlerini yazdığında henüz 24 yaşındaydı, besteyi yapan Johnny Marr ise 18. Moz’un sevdiğini hiç söyleyemediği için yaşayamadığı aşkı küllenmemiş ve Marr’ında dehasıyla o muhteşem kayıt çıkmış ortaya. Bir türlü unutulamayan duyguların şiirsel anlatımı hiç bu kadar yıpratıcı olmamıştı. 2004’te yayınlanan “You Are the Quarry” albümünde yer alan “Come Back to Camden”ın odak noktasını, Londra’nın Camden bölgesinde yaşadığı döneme ve ilişkiye özlem oluşturur. O özel kişiye, “Camden’a geri dön, ben hâlâ sana aitim, geri dön, iyi bir insan olacağım,” diyor. Bir ilişki fiilen bitse de, bir insan hayatınızdan çıksa da, eskiden yaşadığınız bir yerden ayrılmış olsanız da, bunlar içinizde varlığını sürdürüyorsa, bu duyguları biliyorsanız, Morrissey’in sözlerinin sizi sarsmaması zor.

_________
(27 Kasım'da Red Bull'un sitesinde yayınlanan yazıdır.)

23 Aralık 2014 Salı

VEGAN LOGIC XCIX - 2014'ÜN EN İYİ FİLM MÜZİKLERİ SEÇKİSİ - 22.12.2014


Dün akşam Dinamo'da canlı yayınlanan programın kaydı.

1- Andrew Hewitt - You're Not Meant to Be Here (The Double OST)
2- Cho Young-Wuk - The Last Waltz (Oldboy OST)
3- Alexandre Desplat - Mr. Moustafa (The Grand Budapest Hotel OST)
4- Justin Hurwitz - When I Wake (Whisplash OST)
5- Cliff Martinez - I'm in the Pink (The Knick OST)
6- Cliff Martinez - But I Love You Anyway (My Life Directed By Nicolas Winding Refn OST)
7- Jeff Grace - Official Protection (Cold in July OST)
8- Johann Johannsson - Payphone (McCanick OST)
9- Johann Johannsson - Domestic Pressures (The Theory of Everything OST)
10- Olafur Arnalds - Sonar (Gimme Shelter)
11- Hans Zimmer - Cornfield Chase (Interstellar OST)
12- Mike Cahill - Driverless Car (I Origins OST)
13- Mica Levi - Lonely Void (Under the Skin OST)
14- Only Lovers Left Alive - Jozef Van Wissem & Sqürl (Only Lovers Left Alive OST)
15- Antonio Sanchez - Internal War (Birdman OST)
16- Alex Ebert - America for Me (A Most Violent War)
17- Trent Reznor & Atticus Ross - Strange Activities (Gone Girl OST)
18- Jonny Greenwood - Adrian Prussia (Inherent Vice OST)



VEGAN LOGIC - 2014'ÜN EN İYİ ALBÜMLERİ


23.12.2014

2014'ü müzik açısından değerlendirmeye kasım ayında Dinamo FM'deki programım Vegan Logic'te başladım. Aslında bu ifade yanlış oldu; yılı değerlendirmeye 1 Ocak'tan itibaren başlıyorum ve bu çabam aralıksız sürüyor, aylık olarak radyoda da öne çıkan kayıtlara dair program yapıyorum ve genel düşüncelerimi yılın son iki ayına yayarak paylaşıyorum. 2014'te yeniden yayınlanan albümler (reissue) ve remikslerden sonra, sıra yılın albümlerine geldi. İlk 25 albümden birer şarkının yer aldığı iki radyo programı yapmıştım; o liste burada daha ayrıntılı olarak yer alıyor. Ancak albümleri sıraladığım listeyi yaparken 50 maddelik bir liste ortaya çıkmıştı. Kalanları da aşağıda yazdım. Söz konusu radyo programlarını dinlemek isterseniz, onlar için bağlantıları da ekledim. Umarım ilgilenenler için iyi bir öneri oluşturabilir bu liste. 

1- Morrissey - World Peace Is None of Your Business

WPINOYB, Morrissey’in toplumsal gözlemleri, politik eleştirileri, ikili ilişkilere ve hayata dair görüşleri ve her zaman büyük tutkuyla savunduğu fikirlerinin bir özeti. 55 yaşında otobiyografisini yazarken yaptığı gibi, hem geçmişe bakmış hem de geleceğe dönük düşüncelerini ortaya koymuş. Her zamanki gibi mizah ve edebi güçle yoğrulmuş bir karanlık söz konusu albümde, sevinç çığlıkları içinde kutlanan bir şey yok; yalnızlık, insanların acımasızlığı, yitirilen dostlar, sosyal baskı, politikanın çirkinliği ve hayatın cefası var. Arada bir boş verip umurumda değil, nerede olursak olalım öp beni diye çağrıda bulunsa da, Morrissey, hüznün şairi. Bu duyguyu sözlere dökmedeki yetkinliğini, müzik olmadan da tekrarlayabildiğini “Autobiography”de kanıtladı ama sesinin gücü ve arkasındaki ekibin başarısı da ona eklenince, solo kariyerinin en güzel albümlerinden birine imza attı. Şarkı yazımındaki kalitenin yanı sıra, müzik dünyasında örneği olmayan farklı temalarıyla daima insanı düşündüren şarkılar yapıyor Morrissey ve müziği toplumsal eleştiri yönünde ifade aracı olarak kullandığı için onun sanatı ayrıca çok değerli. (Albüm hakkında ayrıntılı bir inceleme için: Hayatın Ritmi Devam Ediyor)

2- Bohren & der Club of Gore - Piano Nights

“Piano Nights”, Bohren'e özgü karanlığın tonunda bir seyrelme hissettiğim, melankoli yine olsa da cezbedici cehennem hissi yerine daha rahatlamış bir tonla dikkat çeken bir albüm. Uzay derinliğindense Christopher Clöser’ın röportajda bana ifade ettiği dünyanın sonunda bir bar daha uygun düşüyor bu albüme; bir kayıtsızlık, boşvermişlik seziliyor tınılarda. Elbette yine dark ambient ile cazın çok özgün bir karışımı söz konusu; "Sunset Mission"daki gibi bas ve piyano, "Black Earth"teki gibi Rhodes piyano, "Dolores"teki gibi vibrafon ve synth odaklı değil sound, hepsi işin içinde ve her zamanki gibi sarsıcı. (Albüm hakkında daha ayrıntılı bir yazı için: Piano Nights)


3- The Twilight Sad - Nobody Wants to Be Here and Nobody Wants to Leave


Vokalist James Graham’in baskın İskoç aksanıyla etkisi artan sert vokali, endüstriyel sound ile krautrock esintilerinin hissedildiği, reverb’lü gitarların yönlendirdiği çarpıcı melodiler,The Twilight Sad’in en belirgin özellikleri. Bunlardan hoşlanan bir dinleyicinin es geçemeyeceği kadar iyi müzik yapıyor grup. Dördüncü albümleri, karanlığı ve duygusal sefaleti mutheşem bir bütünlük içinde birbirine bağlayan şarkılarla dolu.




4- Swans - To Be Kind

Michael Gira ve ekibinin, Swans’ın kuruluşundan bu yana hiç düşürmediği ve bir tek kendilerinin aşabildiği bir çıtası var. Yoğun, enerji dolu, saykedelik ve insanın yüzüne tokat gibi gibi çarpan, içerdiği birçok müzik türünü öğütüp tamamen kendine has müzik ötesinde bir ayine çeviren, tanımlanması zor bir albüm. Albümün adındaki seçimle müziğin vurucu gücünü bir arada düşünürseniz aslında sevginin yıkıcılığının, yıkımın altını çiziyor grup. “The Seer” gibi bir başyapıttan sonra, dinleyicileri belki ondan daha da yüksek bir tatmin seviyesine çıkaracak, ancak hissedilerek deneyimlenecek müzikle dolu bir cevher “To Be Kind”.

5- Aphex Twin - Syro

Kendisini "sesleri hedef alan seri katil" diye adlandıran Richard D. James’in sürpriz bir şekilde yayınladığı “Syro”, asıl derdi ses tasarımı olan bir müzisyenin acid house, deep house, jungle, drum'n bass, tekno türleri arasında gidip geldiği yeni bir ses evreni. BPM'ler yükselip alçalırken, sesler arasında karmaşık ilişkiler kurulup ortaya çıkan yeni ses öbekleri birbirinin içinden geçerken, çok katmanlı bir müzik kurgulamış, elektronik ile akustiği, analog ile dijitali mükemmel biçimde bir arada kullanmış Aphex Twin. 'Syro', Aphex Twin’in devasa diskografisinde yer alan en iyi albüm değil belki ama sonuçta çok iyi bir elektronik albüm. Beklenmedik bir anda hayatınıza girip size enerji aşılayan bir nefes gibi; ana akım elektronik müziği istila ederek birbirini kopyalayan ve daima kolaya kaçan onca berbat albümün yanında keşfedilecek bir sürü ayrıntıyla dolu. (Albüm hakkında daha ayrıntılı bir yazı için: 'Syro' ve Dinleme Odası)
 
6- Automat - Automat

Berlin müzik sahnesinde 2011 sonunda kurulan Automat’ın ilk albümü, dinler dinlemez insanı yakalıyor. Einstürzende Neubaten ve Die Haut’tan tanıdığımız Alman gitarist Jochen Arbeit, elektronik müzik grubu Project Pitchfork ve rock grubu Prag’dan adını duyduğumuz davulcu Achim Farber, avantgart rock grubu Sovetskoe Foto’nun kurucusu basçı Zeitblom yani Georg Huber gibi üç yetenekli müzisyen bir araya gelip, 1980’lerde post-punk sonrası İngiltere’de endüstriyel müzik yapanların dans müziğini keşfettiği günlerde gelişen soundu bugüne taşımış. İngiltere’den söz etsem de Automat’ın asıl ruhunu veren kent Berlin. Dub-reggae esintili bas riff’leri ve trip-hop ritimleriyle, Berlin’in de katkısıyla epey karanlık bir sound yaratılmış. Toplam yedi şarkının olduğu albümde üç şarkıda eşlik eden vokalistlerden birisi Blixa Bargeld, diğer ikisi de avangart müziğin önde gelen isimlerinden Genesis P -Orridge ve Lydia Lunch.

7- Erik K Skodvin - Flame

Deaf Center ikilisindeki dark ambient soundu ve Svarte Greiner projesindeki minimal atmosferik müzikleriyle tanıdığımız Erik K Skodvin’in 2010 tarihli “Flare” albümünün ardından onu tamamlayan yeni çalışması “Flame”, dinlemeye başladığınız anda bulunduğunuz ortamı ve hisleri değiştirebilecek kadar güçlü. Anne Müller ve Mika Posen’in yaylılarda, Gareth Davis’in klarnette katkıda bulunduğu albümün ses dokuları yaratarak oluşturduğu derin atmosfer, garip bir şekilde bağımlılık yaratıcı. Deaf Center’ın yaptığı gibi dinleyiciyi kuşkulu bir atmosfere çekip sarmalama özelliği Skodvin’ın solo kayıtlarında da var.


8- Sleaford Mods - Divide and Exit

İngiltere’den çıkan en heyecan verici punk gruplarından Sleaford Mods, Bandcamp üzerinden yayınladığı “Divide and Exit” ile yılın en mükemmel kayıtlarından birine imza attı. Andrew Fearn’ün drum machine ve loop’a alınmış bas soundu ile yarattığı müziğin üzerine Jason Williamson’ın öfke ve mizahla oluşturup söylediği enteresan sözler, müthiş bir enerji ile dolu. İlk duyduğumda punk ozan şarkıcı John Cooper Clarke ile dans-punk grubu ESG’yi hatırlatan müzik, ağırlıklı olarak İngiliz kültürü ile ilgili ama söyledikleri bir anlamda da evrensel. Williamson’ın, sınıf çatışması, sistemdeki hastalıklar, işsizlik, ırkçı partilerin yükselişi, toplumdaki ikiyüzlülük hakkındaki sözleri, dinleyiciyi kendisini de sorgulamaya yöneltiyor. Hemen herkesi hedef alan bir öfkesi var Sleaford Mods’un ve bunu anlatma yöntemleri şahane. Uzun zamandır duyduğum en politik ve en ilginç albüm.

9- Alessandro Cortini - Sonno

Nine Inch Nails ile yaptığı çalışmalardan ve elektronik projesi SONOIO’dan tanıdığımız İtalyan müzisyen Cortini, geçen yıldan bu yana kendi adıyla yayınladığı albümlere yenisini ekledi. Vatican Shadow olarak bildiğimiz Dominic Fernow’un kurduğu Hospital Records etiketiyle çıkan “Sonno”da bu kez, Roland MC 202 analog synthesizer ile delay pedalı kullanarak çıkardığı tekinsiz seslerle donatmış albümü. Kendini bir mekana kapatıp, elindeki kayıt aracı ile sesi farklı noktalarda kaydetmiş. Müzik, ses dalgalarıyla oynayarak elde edilen ve herhangi bir formu olmayan bir sanatsa, bu da o sanatı en iyi örnekleyen çalışmalardan birisi. Hiçbir kalıba bağlı kalmadan bir yöntemle müzik yapmak da, bu tanıma en çok uyan yöntem.

10- Einstürzende Neubauten - Lament

Savaş, müzikle hiç bu kadar sarsıcı anlatılmamıştı. 1914’te 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcının 100. yıldönümü nedeniyle, Belçika’daki ünlü Yser Savaşı’nın yaşandığı Diksmuide bölgesi, ölen askerleri anma töreni için EN’e eser siparişinde bulunmuş. Blixa Bargeld ve grubun yanı sıra, arşiv taraması yapan araştırmacıların da katkısıyla ortaya çıkan “Lament”, canlı performans için kaydedilen bir çalışmanın stüdyo versiyonu olarak değerlendirilmeli. Hayvan sesleri, özel olarak tasarlanan dev enstrümanlar ve çeşitli aletler aracılığıyla trajedi, ırkçılık ve savaşın yarattığı sefaletin yansıtıldığı albüm, bir kez daha EN’ın farkını çok etkileyici biçimde ortaya koyuyor. Grubun İstanbul konseri Bargeld’in geçirdiği kaza nedeniyle iptal edilmese albümü yaşayacaktık; çünkü sadece CD’den dinlemekle tam olarak duyumsanacak bir kayıt değil. Yapılan iş öylesine görkemli ki, önünde saygıyla eğiliyorum.

11- Thom Yorke - Tomorrow’s Modern Boxes

Radiohead hayranlarının bir kısmının Thom Yorke’un elektronik müzik maceralarına karşı pek de sempati beslemediğini biliyorum ama ben aksine heyecan duyanlardanım. 2006 tarihli solo albümü The Eraser’ın doğrudan devamı niteliğinde olmasa da onunla benzer dokuları içeriyor Tomorrow’s Modern Boxes. Ritim odaklı gelişen şarkılar yine Thom Yorke’un modern topluma dair endişelerini, tuhaf seslerle yansıtıyor. BitTorrent’ten yayınlanınca müziğin paylaşım ve satışına dair tartışmaları alevlendiren bu albüm için bir yerde “gece geç saatlerde otobüste dinlenecek müzik” denmişti. Ben her müziği her yerde, her mevsimde ve her saatte dinlerim ama bu tanıma da bir itirazım yok; çok iyi bir yol arkadaşı Tomorrow’s Modern Boxes, bizzat denedim. (Albümle ilgili bir yazı için: Bir Analiz)

12- Erik Truffaz & Murcof - Being Human Being

Elektronik müzik ile cazın mükemmel bir uyumla buluştuğu şaşırtıcı bir kayıt. İsviçreli caz trompetçisi Truffaz ile Meksikalı IDM, tekno, ambient prodüktörü Murcof ile 2006’dan bu yana birlikte çalışıyor. 2008’de yayınladıkları “Mexico” adlı albümlerinden sonra bu kez günümüzün en yaratıcı karikatürist, çizgi roman sanatçısı ve film yönetmenlerinden Enki Bilal’in görselleriyle benzersiz kıldığı bir albüm kaydettiler. İnsan olmanın anlamına odaklanan “Being Human Being”, hem caz hem de elektronik müzikteki yaratıcılığın kesişme noktasında en tepede yerini aldı.

13- Lawrence English - Wilderness of Mirrors

Avustralya ses sanatının en yaratıcı isimlerinden besteci ve küratör Lawrence English’in Türkçe’ye “Aynaların Ormanı” diye çevrilen albüm ismi “Wilderness of Mirrors”, T. S. Eliot’ın “Gerontion” adlı şiirinden geliyor.  İki ülkeye birden çalışan casusların karmaşık dünyasını anlatmak için söylenen bu deyim, soğuk savaş döneminde CIA’ye karşı casusluk bölümünün başında bulunan; yani işi, Sovyetler Birliği için de çalışmakta olan Amerikan casuslarını bulup çıkarmak olan James Jesus Angleton'a ait. Bu albümün konsepti içinde ise, bestelerin temelindeki tekrarlar için bir metafor işlevi görüyor. Baştan sona dinlediğinizde ambient/shoegaze tınılarının yarattığı ses yoğunluğunun içinde savrulacağınız; oturduğunuz yerdeki rahatınızı bozabilecek kadar kaotik ve politik bir albüm.

14- Cut Hands - Festival of the Dead

İngiliz yeraltı müzik dünyasının ikonlarından, deneysel müzik sahnesinin önde gelen isimlerinden, noise müziğin emektarı William Bennett, Cut Hands adıyla yayınladığı bu albümünde, Afrika ve Haiti Voodoo müziğinin derinliklerine dalıyor. Bennett, Cut Hands projesi ile endüstriyel müziğin kirli atmosferine boğazına kadar batmak yerine, güçlü perküsyon vuruşlarıyla oluşturduğu ritimlerle elektronik müzikte kendine özgü soundu yaratmayı bildi. Karanlık sounda ritüel hissini veren tribal ritimlere kapılıp kendinizi dans pistinde bulacağınız, ama dans etmekle kalmayıp sizinle doğrudan konuşan sesler aracılığıyla kendinizi adeta kıyamet sonrası bir ayinde gibi hissedeceğiniz sıradışı bir albüm.

15- SHXCXCHCXSH - Linear S Decoded

İsveçli ikili, telaffuz edilemeyen adları ve açıklamadıkları kimlikleri ile tekno dünyasının alışkın olduğu gizemi sürdürüyor. Müzikleri de kendileri gibi gizemli ve derin bir dark techno. Günümüzde çoğu tekno albümü, brütalizm yansıtan ruhuyla birbirinin tekrarı gibi görülürken, bu ikilinin müziğinde endüstriyel soundların izini süren ve beyninizin içinde dönüp duran melodiler var. Atmosferik tekno ritimleri ve tuhaf ambient tınılarıyla ördükleri klostrofobik ve saykedelik ses manzaraları gerçekten büyüleyici. Yılın en iyi tekno albümlerinden birisi.



16- Black Rain - Dark Pool

1979’da New York’ta kurulan no wave grubu Ike Yard’ın üyelerinden Stuart Argabright’ın Japon müzisyen Shinichi Shimokawa ile oluşturduğu Black Rain projesi, aslında endüstriyel death metal grubu olarak kurulmuştu ama iki kişi kaldıktan sonra daha minimalist ve ritmik bir elektronikaya yöneldiler. 1996 tarihli “Nanarchy”den bu yana ilk albüm, Blackest Ever Black etiketiyle ağustos ayında yayınlandı. Dinlerken insana kendini adeta bir gerilim filminin içindeki karanlık dar sokaklarda hissettiren müziğin esin kaynakları Cyberpunk kültürü, Amerikalı bilimkurgu yazarı Kevin Wayne Jeter’in özellikle Blade Runner’ın devamı olarak yazdığı “Edge of Human” ve Paolo Bacigalupi’nin “The Windup Girl” adlı romanları. Dark ambient ve endüstriyel soundlara ilgi duyanlara ısrarla öneririm.

17- Matthew Collings - Silence Is A Rhythm Too

Farklı sanat dallarıyla ilişkilendirdiği ses tasarımları, yerleştirmeler ve film müzikleriyle adını duyuran sanatçı, “elektro-akustik kompozisyon ya da dekomposizyonların doğal sarmalı” diye nitelenen bir müzik yapıyor. İzlanda asıllı ama yaşamını İskoçya’da sürdüren Collings’in ikinci albümü “Silence Is A Rhtyhm Too”yu da, gürültü ile sessizliğin buluştuğu dokusal bir uyum diye anlatmak olanaklı.Yaylılar, piyano ve üflemeli enstrümanları canlı çalarak yaptığı kayıtları elektronik seslerle minimal bir yaklaşımla ambient/drone atmosferinde birleştiriyor. Yer yer neoklasik sounda yaklaşan albüm, özellikle Ben Frost’u sevenler için ilginç olacaktır.


18- Max Cooper - Human

Cooper, işlemsel biyoloji dalında doktorası olan enteresan bir müzisyen. Son 6-7 yılda çok sayıda single, EP yayınladı, remiksler ve işbirlikleri yaptı. Kendi adıyla yayınlanan ilk albümünde, kulüplerde çalmaya uygun bir sounda sahip şarkılardan ziyade, ambient ile synth’lerin sürükleyici bir birlikteliği söz konusu. Cooper için daha kişisel bir karakter taşıyan şarkılar bunlar. Müziği dinlerken insana çok yakın geliyor ve Cooper, bu duyguyu basitleşmeden yansıtacak kadar orijinal bir şekilde yaratıyor.



19- HTRK - 9-5 Club

2003’te bir üçlü olarak kurulan Avustralyalı deneysel rock grubu, üyeleri Sean Stewart’ın intihar etmesinin ardından ikili olarak müziğe devam ediyor. Bu yıl Ghostly International’dan çıkan “Psychic 9-5 Club”, HTRK’in gizemli karanlığına ortak ediyor dinleyeni. Minimalist bir yaklaşımla oluşturulan sounda, Jonnine Standish’in gizemli ama bu kez daha belirgin vokali eklenince oldukça hipnotik bir sound çıkıyor ortaya. 11 yıldır aşktan, aşkın yıkıcılığından, duygusal yıkımlardan ve onun ardından gelen iyileşme dönemlerinden söz ediyorlar. Anlattıklarına dikakt ederseniz, müzikle flört eden sözlerin ortaya çıkardığı şiirsel atmosfere kapılmamak pek olanaklı değil.


20- Tarwater - Adrift


Ronald Lippock ile Bernd Jestram tarafından 1995’te kurulan kurulan Berlinli müzik ikilisinin albümünü dinlerken yeni keşifler yapabilmek heyecan verici oldu benim için. Saykedelik gitarlar, 70’lerin krautrock’ı, elektronik loop’lar ve bossa nova ritimleriyle geniş ses paleti renkli ve cezbedici. Albüm, caz soundunu da içine alan ses manzaralarıyla hipnotize edici bir etkiye sahip. Zaman zaman kafa karıştırıcı olsa da, tümünü değerlendirdiğinizde oldukça ılık atmosferlere doğru rahatlatıcı bir seyahat vaat ediyor.



21- Dalhous - Will to Be Well


Edinburgh'lü elektronik müzik prodüktörü Macr Dall, İskoç psikiyatrist R. D. Laing’in çalışmaları üzerine odaklanıp, “beden ve akıl, hastalık ve iyilik, fiziksel ve metafiziksel olan” arasındaki ilişkileri incelemiş bu albümde. Melankolik ses örüntülerini, yaptığı düzenlemelerle duygu durumları arasındaki değişimleri ifade eder hale getirme yeteneği var Dalhous’da ve bu nedenle de daima ilginç.




22- Thee Silver Mt. Zion Memorial Orchestra - Fuck Off Get Free We Pour Light On Everything

Yaşadığımız dünyada uğrunda va karşısında mücadele edilecek çok fazla şeyin olduğunu bize sürekli hatırlattı Thee Silver Mt. Zion. Belli bir türe dahil olmayı reddedip, kendi deneysel yöntemleriyle kendi yollarını çizdiler. Bu kez de beşli olarak devam ettikleri o yolda, hırs ve adaletsizlik, ölüm, anne/baba olmanın yarattığı duygular, karşı koyma ve dayanma gibi konuları, farklı müzik türlerini kendilerine özel bir yöntemle ince ince işleyerek anlatıyorlar. Bu albümde her zamankinden daha enerjikler; dünyanın sonunun gelmesini beklemiyorlar, dünya dönerken yüreklerinden taşan duyguları patlama noktasında yakalayıp notalara dökmüşler.

23- Fennesz - Becs

Noise ustası Christian Fennesz’in Editions Mego etiketiyle çıkardığı yeni albümün soundu, 2008 tarihli “Black Sea” albümündeki ses tasarımlarını akla getiriyor. Ancak bir karşılaştırma yapmak gerekirse, bunu müzisyenin 13 yıl önce yayınladığı ve kariyerindeki başyapıt olarak görülen “Endless Summer” ile yapmak daha doğru; çünkü bu yeni albümle o noktaya çok yakın duruyor Fennesz. Gitar ile synthesizer’ların elektro-akustik buluşması,  üzerinde oynanıp bozulan seslerin çıkardığı gürültü, elektronik işlemden geçirilerek değiştirilen seslerin cızırdayışı, albümü müthiş bir ses makinesine çevirmiş. Kendini elektronik seslerle özgün dokular yaratmaya adamış bir müzisyenin kariyerinde yeni bir aşama.

24- Yann Tiersen - Infinity 

Müziğiyle çok farklı duyguları harekete geçirme yeteneğine sahip bir müzisyen Tiersen. Yeni albümü “Infinity”de, İzlanda’da ve doğduğu yer olan kuzey Fransa’daki Brittany’de yaptığı kayıtlar yer alıyor. Şarkı kurgulamaları her zamanki gibi son derece ilginç. Mesela “Steinn”da İzlanda aksanı ile konuşan bir kadın sesi, kayaların ortasındaki bir evden ve o evin içindeki bir taştan söz ediyor. Tiersen, adeta kulağa fısıldarcasına yavaşça söylenen vokali, güçlü basları ve yaylılarla buluştururken yine çok derinlere çekiyor dinleyeni. Tiersen’in çevreden aldığı iç izlenimi yansıttığı şarkılardan oluşan çok güzel bir koleksiyon bu albüm. Bazen bir rüya alemine sürüklüyor, bazen de tuhaf, bilinmeyen bir yere konuk ediyor bizi. Tutkulu, olabildiğince yalın ve olumlu anlamda sersemletici bir albüm.

25- Ben Frost - A U R O R A

Yaşamını İzlanda’da sürdüren Avustralyalı prodüktör Ben Frost, Kongo’daki deneyimlerini aktarıyor bu albümde. Minimalist, deneysel ve enstrümantal müzikten beklenebilecek ilginç yaklaşımları içinde barındıran, Frost’un melodiyi gözetmediği, armoninin noise içinde eridiği bir albüm A U R O R A. Davulcu Greg Fox (Liturgy üyesi), multienstrümantalist Shahzad Ismaily ve perküsyonist Thor Harris (Swans üyesi) ile kaydedilen albüm, kendi karakteri içinde yıkıcı bir niteliğe sahip; olabildiğince drone ve endüstriyel müziğin çekici vahşiliği ile donatılmış. Ayrıksı ve aykırı.

_______________

Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'te yılın en iyi ilk 25 albümünü değerlendirdiğim iki program yaptım. Onların kaydını burada aşağıdaki bağlantılar aracılığıyla bir kez daha paylaşıyorum.

Vegan Logic - 2014'te En Beğendiğim Albümler 1. Bölüm

Vegan Logic - 2014'te En Beğendiğim Albümler 2. Bölüm

________________

2014'ün en iyi albümlerini sıralarken 55 albümlük bir liste ortaya çıkmıştı. Listenin geri kalanı da aşağıda:

26- Future Islands - Singles
27- Dale Cooper Quartet & The Dictaphones + (((witxes))) - Split
28- Andy Stott - Faith in Strangers
29- Vashti Bunyan - Heartleap
30- Robert Plant - Lullaby... And The Ceaseless Roar
31- Function & Vatican Shadow - Games Have Rules
32- Camera - Remember I Was Carbon Dioxide
33- Clark - Clark
34- Sunn O))) & Ulver - Terrestrials
35- Mark McGuire - Along the Way
36- Loscil - Sea Island
37- Linda Perhacs - The Soul of All Natural Things
38- Hauschka - Abandoned City
39- Pye Corner Audio - Black Mill Tapes Volumes 3 & 4
40- Scott Walker & Sunn O))) - Soused
41- Lussuria - Industriale Illuminato
42- Beck - Morning Phase
43- Douglas Dare - Whelm
44- submerse - Slow Waves
45- Damon Albarn - Everyday Robots
46- Gut und Irmler - 500m
47- Peygamber Vitesi - Ulu
48- Kiasmos - Kiasmos
49- Owen Pallett - In Conflict
50- Gazelle Twin - Unflesh
51- Franz Kirmann - Meridians
52- Mondkopf - Hades
53- Wild Beasts - Present Tense
54- Wrangler - LA Spark
55-Origamibiro - Odham's Standard





18 Aralık 2014 Perşembe

"I'M YOUR ARKADAŞ!"


18.12.2014

Dün akşam aylardır gün sayarak beklediğim Morrissey konserindeydim. Moz ile hayranları arasında 7 Aralık'ta yapılması planlanan ama 17 Aralık'a ertelenen buluşma, daha öncekiler gibi yoğun duyguların yaşandığı eşsiz bir deneyimdi. Konserleri hem kendisi hem de dinleyicileri için bir terapi olarak niteleyen, hayatın onun için şarkı yazıp söylemekten başka bir anlamı olmadığını söyleyen bir sanatçının sahnedeki varlığının başka türlü deneyimlenmesi düşünülemez zaten. Ancak kanımca, dün akşam Volkswagen Arena'da İstanbul'da daha önce verdiği iki konsere göre farklı bir his söz konusuydu.

Setlist'te ağırlıklı olarak bu yıl yayınlanan albümü "World Peace Is None of Your Business"te yer alan şarkılar vardı; iki şarkı hariç (Oboe Concerto, Mountjoy) tüm albümü canlı dinledik. Hep dediğim gibi Morrissey hüznün şairi; son albümü de hayatın acıları, ölüm, kaybedilen dostlar, yalnızlık ve politikanın çirkin yüzüne değinen temalarıyla, dinleyenin kalbindeki sızıları artırıyor. Ama dünkü konsere dair fark hissetmemin nedeni, sadece şarkılar değildi. Neredeyse izlediğim bütün konserlerinde hep sahnenin en önündeydim; bu kez Morrissey bana biraz kırılgan göründü; yanlış anlaşılmasın sahnedeki duruşu, sesi hala çok güçlü ama bakışlarına yansıyan bir kırılganlık sezdim. İlginçtir; dinleyicileri ile arasında kurduğu, benim "dantel gibi zarif ama gemi halatı kadar sağlam" diye tanımladığım bağ, o kırılganlıkla daha da sağlamlaşmıştı.

(Bu arada yeri gelmişken bir parantez açıp hemen her konserde gündeme gelen setlist memnuniyetsizliğine genel olarak değinmek isterim. Her şeyden önce konserde çalınacak şarkıları belirlemek, müzisyenlerin en kutsal haklarından biridir. Müzik, duygularla icra edilen bir sanat dalı. Müzisyenler, her zaman bizlerin gönlünden geçen şarkıları çalmak istemeyebilir. "Neden şu şarkı yok, neden eski şarkılar az" vb. gerekçelerle yakınmak yerine, müzisyenin tercihlerine saygı duymak gerekir. Bizler konsere giden birer müşteri değilsek, müzisyen de mekana gelenleri sadece eğlendirmek için sahneye çıkan birisi değildir. Müzik dinlerken elbette eğlenilebilir; ama kastettiğim bu değil. Mesela Morrissey, bazı şarkıları yazarken yaşadığı duygulara artık yakınlık duymadığından onları canlı söylemiyor; şarkılarına adeta sevgili muamelesi yapan bir müzisyen o. Bazı müzisyenler konserlerde, "Şimdi ne çalalım?" diye sorar, o zaman istediğiniz bir şarkının adını söylemeniz doğal ama öyle bir soru gelmediği sürece konserlerde şarkı adı bağırmak, Antony Hegarty'nin dediği gibi, manavdan "patlıcan, domates" istemeye benziyor. En iyisi Marianne Faithfull'un dediğine kulak vermek: "Bunca yıllık sanatçıyım. İnanın ne söyleyeceğimi bilirim.")

Konser başlamadan önce perdeye yansıtılan görüntülerle birlikte, The New York Dolls, Ramones, Brian Eno, Sandie Shaw, Chrissie Hynde, Penetration, Charles Aznavour, Joni Mitchell, The Beatles'ın da aralarında olduğu punk ve rock müziğin unutulmaz seslerinden Morrissey'in yaptığı bir seçkiyi dinledik. İngiltere'den ve dünyanın farklı yerlerinden polis zulmünü ve ona direnen kitleleri, katledilen boğaları gösteren imajların da yer aldığı videolardan sonra saat 21.30'da ekibiyle birlikte sahnedeydi Morrissey. The Smiths döneminin en sevilen şarkılarından "The Queen Is Dead" ve ardından "Suedehead" ile çok coşkulu bir açılış yaptı. Adına şarkı yazdığı kentte "Istanbul"u söylemek onun için de özel olmalı ki, "It is my good fortunate to be in Istanbul," diyerek gördüğü sevgi ve kentten aldığı ilham için teşekkür etti. İstanbul sokaklarında umutsuzca oğlunu arayan babanın hikayesini anlatan şarkı, ilk duyduğum günden beri beni derinden etkiliyor ama Morrissey'in "İstanbul, bana oğlumu geri ver!" anlamına gelen sözleri salondaki insanlarla birlikte söylemesi, benim için konserin en olağanüstü dakikaları arasındaydı.



"Istanbul" ile sarsıldıktan sonra, "Kiss Me A Lot" ve "I'm Throwing My Arms Around Paris" ile aşka, sevgiye özlemi haykırdık birlikte. Yanımda konsere birlikte gittiğim üniversiteye henüz başlamış arkadaşlarımla, 55 yaşındaki Morrissey'in ve belki de o salonda bulunan çoğu insanın aynı özlem içinde olması, bu dünyanın acı gerçeği diye düşündüm. Herkesin aradığı ama gerçeğini pek az insanın bulabildiği o özlem insan sıcağıydı... Morrissey'in gözlerindeki ifade ve beden dili, hayvan haklarıyla ilgili şarkıları söylediğinde belirgin şekilde kararlılık kazanıp sertleşiyor.  Flamenko gitar tınıları eşliğindeki "The Bullfighter Dies"ı söylediğinde bir kez daha tanık oldum buna. Jesse Tobias, gitarıyla bir taburenin üzerine oturup öne çıktığında kendisi bir adım geriye çekilip alkış tutarken yüzündeki ifadeyi görmek lazım; bir insan yaptığı işe, yazdığı şarkıya duyguğu inancın resmiydi o. Arkada olanlar belki anlamamıştır ama gömleğine yapıştırdığı "Animals Do Not Smoke" logosu konser boyunca düştüğünde ısrarla alıp yeniden yapıştırdı. Hayvan testlerine karşı çıkan bir slogandı o.

Konser boyunca dinlediğimiz toplam dört The Smiths şarkısından birisi beklendiği gibi "How Soon Is Now?" oldu. Johnny Marr da bu yıl turnesinde aynı şarkıyı çaldı, hatta Noel Gallagher sahnede ona eşlik etti; Marr'ınki sound olarak mükemmeldi ama vokalde Morrissey'in şarkıya yaptığı yadsınamaz katkıyı yok ediyordu. Morrissey'in "How Soon Is Now?" versiyonu, doğal olarak orijinaline çok daha yakın geliyor kulağa.



Dün geceyi benim için tarihe kazıyan an, "Earth Is the Loneliest Planet of All" ile geldi. Çünkü yeryüzünün en yalnız gezegen olduğunu anlatan şarkıyı sunarken, "I'm your arkadaş" dedi Morrissey. Daha önce birkaç kere de yazdım; Moz, yaklaşık 30 yıldır hep keşke arkadaşım olsa diye içimden geçirdiğim bir müzisyen. "I'm your arkadaş" cümlesini, en zor anlarımda bile sesiyle hep yanımda olan o müzik yoldaşımdan duyduğumda hissettiklerimi tam olarak anlatabileceğimi sanmıyorum. Sadece o cümleyi kurmuş olması, müzik aracılığıyla dinleyicisiyle kurduğu bağın ne anlama geldiğinin çok iyi farkında olduğunu gösteriyor. Daha da ötesi, öyle bir bağ ancak her iki tarafın da ihtiyaçları doğrultusunda kurulabileeceğinden, kendini konumlandırdığı yeri de özetliyor...

Morrissey konseri olur da politika olmaz mı? Politikacılara, hükümetlere en sert eleştirileri yapmaktan hiç çekinmedi yıllardır. "World Peace Is None of Your Business"i söylerken bir kez daha hatırlattı; hükümetler ancak zenginin daha zenginleşirken, fakirin daha da yoksullaşması için var. (Bu konudaki görüşlerini yaptığım röportajda ayrıntılı anlatmıştı.) Bu albümde beni en çok etkileyen şarkılardan biri olan "I'm Not a Man"i "Farz edin bugün sizin yaşgününüz, aylardan mayıs, günlerden 22 ve siz erkek değilsiniz," diyerek sundu. 22 Mayıs'ta doğan Steven Patrick Morrissey'in, toplumdaki cinsiyet algılarını sorguladığı müthiş şarkısı, konserin bir diğer doruk noktası oldu. (Toplumdaki cinsiyet algıları üzerine Morrissey ile yaptığım diğer röportaj burada.)



Hayatımı değiştiren The Smiths şarkısı "Meat Is Murder", beklendiği gibi bir yandan hayvan hakları savunucularının heyecanı ile karşılanırken, diğer yandan salonun büyük kesiminde sessizlik içinde dinlendi. Çünkü sahnedeki ekrana yansıtılan hayvan zulmü görüntüleri, et ve süt ürünleri fabrikalarında yaşanan trajedi, içinizde isyan duygularını başlatabilecek kadar sarsıcıydı. Konser başlamadan önce dinleyicilerden birisi, şarkının provokatif olduğunu söylediğinde, Moz'un yapmak istediğinin zaten o olduğunu; çünkü böyle bir konunun o şekilde sunulmayı gerektirdiğini söyledim. "Meat Is Murder"ı anons ederken, Meksika'da sirklerde hayvanların kullanılmasının yasaklandığını, Norveç ordusunda çevresel nedenlerle askerlere etsiz yemek çıkarılmaya başlandığını söyleyerek, "Yavaş da olsa bir şeyler değişiyor," dedi Moz. Haklıydı. Konserden önce ve sonra sosyal medyadaki mesajlara baktım. Morrissey, her mekanda olduğu gibi Volkswagen Arena'da da et ürünleri satışı yapılmamasını istediği için, konsere sırf inat olsun diye Adana kebabı ya da dürüm ile geleceğini söyleyenler yine vardı. Konserden sonra sokaklar yine köftecilerle dolmuştu ama aynı zamanda sayıları çok olmasa da "Morrissey haklı. Et yemeyi keseceğim," diyenler de vardı.

Bisten önce son şarkı olarak, zemini titreten perküsyon sesleriyle "Speedway"i söylerken, "Her zaman kendi garip yöntemimle size karşı dürüst oldum," dedi. Onu farklı kılan da, o sözünü esirgemeyen dürüstlüğü. Yanlış hatırlamıyorsam, ilk sahne işgalini o şarkı sırasında hemen arkamızda duran bir kadın dinleyici yaptı. Üstelik sahne ile bizim bulunduğumuz alan arasında 1.5 metre kadar uzaklık ve yükseklik farkı vardı. Buna karşın güvenlik görevlilerinin bulunduğu alana inen dinleyiciyi gören Moz, elini uzatıp onu sahneye çekti.



Ekip bis için geri geldiğinde, "Asleep"i karanlıkta sadece arkasından yansıtılan bir ışıkla söyledi Morrissey. Ölüme atıf yapan şarkıyı bu turnesinde sürekli biste söylemesinin rastlantı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü yazdığı, yaptığı her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünen, çağrışımlara yaşamının her anında yer veren bir müzisyen. Bu şarkıyı söylerken neler hissettiğini sorduğumda, "55 yaşında birkaç arkadaşım ve iyi bir banka hesabım var diye onu yazmaya yönelten nedenleri unutmam," diye yanıtlamıştı. "25 yaşında intiharı düşünen bir müzisyenin, 55 yaşında hastalıktan ölmesi trajik olur," diyor. Londra'da bu şarkıyı sunarken, "Beni hatırlayın, kaderimi unutun" demesi de rastlantı değildi. Hastalığı tam olarak ne durumda bilmiyorum, spekülasyon yapmak da doğru değil; sadece "Asleep"i dünkü konsept içinde söylemesinin sıradan bir durum olduğunu düşünmüyorum.

Yaklaşık iki saat süren konserin kapanışını, beklendiği gibi "Everyday Is Like Sunday" ile yaptı Morrissey. Hemen herkesin eşlik ettiği şarkı sırasında sahne işgalleri yeniden başladı ve bu kez arka arkaya bir sürü insan sahneye ulaşma çabasına girdi. Korumalar ve dinleyiciler arasında yaşanan mücadele sırasında Morrissey'in elini tutabildiğini yukarı çekmesi görülmeye değer bir manzaraydı. Kimisinin verdiği mektubu cebine koydu, kimisinin uzattığı plağı alıp sahnede özenle bir yere yerleştirdi.



En sonunda meşhur gömlek fırlatma sahnesi yaşandığında işler karıştı. Klaus Nomi'nin sesi salonu doldururken az ötemde bir yere düşen gömleği sahiplenme mücadelesi epey sert geçti. Sonunda baktılar olacak gibi değil, Morrissey'in ekibinden birisi elinde makasla gelip gömleği parçalara ayırarak etraftaki hayranlara birer parça verdi. Bu arada bir arkadaşımız sadece arada kaldığı için fena ezildi, yağmurluğu parçalandı. Çekebildiğim kadarıyla o anları kaydetmeye çalıştım. Açıkçası konserin bitişi sahnenin hemen önünde bulunanlar için kaotik oldu. Ben konsere üniversiteye henüz başlayan genç arkadaşlarımla gittiğim için onların arasında epey heyecanlı bir konser yaşadım. Ben bu kez sahne önünden daha ileriye gitmedim ama gidenler hakkında birisi yine çıkıp, "Liderle geceleyecek çukurdaki kadınlar" şeklinde cinsiyetçi ve çirkin bir benzetme yapmaz umarım. Çünkü orada yaşanan, sadece müzik sayesinde kurulabilecek kadar güçlü, sıradışı ama çok saf bir bağ...



Mekandan çıkıp metroya geldiğimizde saate baktım. Yaklaşık 6.5 saat ayakta, aç ve susuz kaldığımı o anda fark ettim. Konserle geçen iki saat, 20 dakika gibiydi; gerisinde de sanki zamanda seyahat edip 18 yaşıma dönmüştüm. Morrissey'e kitabını imzalatamasam da o "I'm your arkadaş" demişti. Dansçılara ya da dudak uçuklatan devasa sahnelere değil, sadece şarkılarına güvenen bir efsaneyi bir kez daha ağırlamıştık. Bundan daha güzel bir 6.5 saat olur mu...

Setlist: The Queen Is Dead - Suedehead - Istanbul - Kiss Me A Lot - I'm Throwing My Arms Around Paris - How Soon Is Now? - Kick the Bride Down the Aisle - Earth Is the Loneliest Planet - World Peace Is None of Your Business - Neal Cassady Drops Dead - Scandinavia - Smiler with Knife - Yes, I Am Blind -I'm Not a Man - Meat Is Murder - Speedway // Asleep - Everyday Is Like Sunday (Sanırım dün konserde bir ara rüya alemine dalmışım. Çünkü hafızam bana "Hand In Glove"u konserde duyduğumu söylüyordu. Dün bir dost, "Hepimiz rüyada gibiydik. Belki öyle hissetmişsinizdir," dedi. Doğru olmalı.  Belki de gerçekten çok dinlemek istediğim için gerçek gibi geldi, bilmiyorum. Psikolojik bir durum olmalı. Daha önce hiç yaşamamıştım... Her neyse düzelttim ve çıkardım onu.)

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

16 Aralık 2014 Salı

VEGAN LOGIC XCVIII - 2014'ÜN EN BEĞENDİĞİM ALBÜMLERİ II - 15.12.2014


15.12.2014 tarihinde Dinamo'da canlı yayınlanan programın kaydı.

1- Erik Truffaz & Murcof - The Eye (Being Human Being) No. 12
2- Thom Yorke - Guess Again! (Tomorrow's Modern Boxes) No. 11
3- Einstürzende Neubauten - On Patrol in No Man's Land (Lament) No. 10
4- Alessandro Cortini - Fantasma Modulazione (Sonno) No. 9
5- Sleaford Mods - The Corgi (Divide and Exit) No. 8
6- Erik K Skodvin - Shining Burning (Flame) No. 7
7- Automat - The Streets Feat. Lydia Lunch (Automat ) No. 6
8- Aphex Twin - syro u473t8+e [piezoluminescence mix] (Syro) No. 5
9- Swans - Screen Shot (To Be Kind) No. 4
10- The Twilight Sad - It Never Was The Same (Nobody Wants to Be Here and Nobody Wants to Leave) No. 3
11- Bohren und der Club of Gore - Bie rosatotem Licht (Piano Nights) No. 2
12- Morrissey - The Bullfighter Dies (World Peace Is None of Your Business) No. 1



14 Aralık 2014 Pazar

2014'TE İZLEDİĞİM EN İYİ KONSERLERLEN BİRİ: EAST INDIA YOUTH @ SALON


14.12.2014

Bazen bir konsere gidersiniz; müzisyeni daha önceden biraz tanıyorsanız ne ile karşılaşacağınızı az çok tahmin ediyorsunuzdur. Üstelik müzik eleştirmeniyseniz, daha fazla bilginiz olması beklenebileceğinden, konserlerde nadiren şaşırırsınız. Bir şeyler ters giderse, olumsuz anlamda şaşırmanız daha olasıdır. Albüm iyidir ama o akşam konserde yaşanan aksilikler sonucunda umduğunuz etkiyi hissedemezsiniz. Bazen de beklediğinizin üzerinde bir etkiyle sarsılıp çıkarsınız konserden.

Ben East India Youth (EIY) ile her ikisini de yaşadım. Olumsuz deneyim, bu yıl Glastonbury'de başıma geldi. Kenarları açık büyük bir çadır sahnede çalıyordu William Doyle. Ancak bir türlü teknik arıza giderilemediğinden çalmaya başlayamadı. Teknisyenler koşuşup dururken onun da morali bozuldu. Epey bekledik, sonra birden çalmaya başladı. Fakat kısa bir süre sonra yine arıza çıktı, o da bilgisayara vurup sahneden geri indi. Sahne arkasında birileriyle tartıştığını görebiliyorduk. Zaten o aşamada her şey düzelse bile dinleyicinin de beklemekten hevesi kaçmış gibiydi. Oldukça şanssız bir olaydı. Başka bir konseri yakalamak istediğim için üzülerek ayrılmıştım o çadırdan.

Bu yüzden dün akşam ne ile karşılaşacağımı tam olarak kestiremeden gittim Salon'a. 23 yaşındaki İngiliz müzisyen William Doyle'un ilk albümü "Total Strife Forever", 2014'te en çok konuşulan kayıtlarından biri oldu. Solo çalışmaya başlamadan önce adını ilk kez Doyle and the Fourfathers grubuyla duyuran genç müzisyen, tek başına elektronik müzik yapmayı daha cazip bulunca East India Youth olarak çıktı karşımıza. Elektronika, ambient ve tekno arasında gidip gelen albümü oldukça uzun bir süreç içinde kendi evinde kaydetmiş Doyle ve hiçbir zaman da bu kadar ilgi göreceğini, Mercury ödülüne aday gösterileceğini elbette tahmin etmemiş.

Dün akşamki konser, yılın en büyük çıkış yapan müzisyenlerinden biri olan EIY'un ülkemizdeki ilk canlı performansıydı. Açıkçası ben daha fazla ilgi olacağını sanıyordum; ne yazık ki Türkiye'de yeni sesler keşfetme merakına sahip fazla insan yok. EIY, elektronik müzikte sıradışı bir duruşu da yansıtıyor. İyi gözlem yapıp, bu türde müzik yapanların nedense kendilerini belirsizleştirmeye çalıştığını, albüm fotoğraflarında ya da görsellerde kendi kimliklerini öne çıkarmadıklarını tespit etmiş. Kendisinin basında yer alan fotoğraflarında, bunun tersine belirgin bir kimlik yansıyor.

Bu tavrının en net görüldüğü alan ise sahne. Ceket, kumaş pantolon, gömlek, kravat ve kravat iğnesi ile sanki resmi bir iş toplantısına gidiyor ya da ofisten henüz ayrılıp sahneye adım atmış bir İngiliz beyefendisi gibi son derece temiz ve düzenli bir görünümle çıkıyor dinleyicinin karşısına. "İnsanlar sahneye yerleştirilen bilgisayarın üstündeki elmayı gördüğü anda kafalarında nasıl bir konser olacağına dair belli bir fikir oluyor, onu kırmaya çalışıyorum" demişti bir röportajında. Gerçekten de o imajı tamamen yıkıyor. Uzunca bir enstrümantal giriş yapıyor, sonra vokali devreye sokuyor, arada boşluk bırakmadan şarkıları birbirine bağlıyor ve böylece dinleyicilere alkışlamak için zaman bırakmıyor. Bunu yapma nedeni, insanların kafasını karıştırıp ilgiyi canlı tutmak. Çünkü konserleri ses evreninde bir macera gibi görüyor. O macerada kendisine eşlik edebilmeniz için de kurguyu çok akıllıca yapıyor.

Dün akşam, sakin bir şekilde ambient tınılarıyla sürüklenen bir parçanın krautrock'a evrilip çılgın gitar riff'leriyle devam etmesi ve arkasından bilgisayar ve elektronik aletlerin yardımıyla teknoya evrilmesini büyük bir zevkle dinledim. Nicedir gitarı böyle kan ter içinde, adeta yer gibi katartik bir hisle çalan bir müzisyen izlememiştim. Gitarı ile Doyle arasında inanılmaz bir etkileşim, titreşim var ve onu en çarpıcı şekilde dinleyicilere geçiriyor. O kadar ki, dün konserde arkadaşımız Özgür bir ara dayanamadı, bir adımda sahneye çıktı ve Doyle'a sarılarak "I Love You" dedi. Kendisini müziğe o derece kaptıran bir müzisyeni görünce sadece yerinizde durup bakamıyorsunuz. Yazının başında EIY ile hem olumsuz hem de olumlu konser anılarım oldu demiştim ya, Glastonbury'deki kendisinden kaynaklanmayan nedenlerle ne kadar olumsuzsa, Salon'daki de kendisinden kaynaklanan nedenlerle o kadar olumluydu!

2015'te yeni bir East India Youth albümü yayınlanacağını duydum ve menajerinin söylediğine göre bu defa sahnede bir masa arkasında olmayacakmış Doyle, bacaklarını görecekmişiz. Bu acaba daha az elektronik olacak anlamına mı geliyor, göreceğiz. Fakat ne yaparsa yapsın, onda bu yetenek ve tutku olduğu sürece iyi kayıtlar yapacağına kuşkum yok. Hem kendisine idol olarak David Bowie ile Brian Eno'yu; özellikle ikilinin Berlin dönemini seçmiş bir müzisyen baştan doğru yolda demektir. Yılın en güzel konserlerinden biri için Salon ekibine teşekkürler!


(Fotoğraflar bana aittir. Dün konserde bir video kaydettim ama ses patlamış; o yüzden paylaşmıyorum. Onun yerine Latitude Festival'daki konserinde çekilen videoyu aldım buraya.)

13 Aralık 2014 Cumartesi

BİR KIŞ GECESİ ÇADIRDA DUYGUSAL ANAFORA KAPILDIK


13.12.2014


Dün akşam yağışlı ve soğuk bir İstanbul gecesinde evde oturmak yerine Küçükçiftlik Park'a gelmeyi tercih edenler, insanın içini ısıtan huzurlu birkaç saat geçirdi. Parkın içinde ne olduğunu bilmeyenler için garip bir tezat yansıtabilir bu cümle ama gerçeği söylüyorum. Çünkü kocaman sıcak bir çadırın içine girip Ane Brun'u dinlediğinizde, ne dışarıdaki soğuk havanın ne de kentteki keşmekeşin etkisi kalıyor. Norveç doğumlu olsa da yaşamını İsveç'te sürdüren Brun, "Bu havayı ben buraya taşıdıysam üzgünüm," diye espri yaptığında, içimden onun pürüzsüz sesinin duyulduğu ortama ancak dinginlik kazandırabileceğini geçiriyordum.

Ane Brun öncesinde yaklaşık yarım saat kadar İsveçli müzisyen Alice Boman'ı dinledik. Nord klavye eşliğinde, adeta peri masallarını uyuyan bir bebeğe okurmuşcasına usulca söyledi. Herhangi bir yoruma yer bırakmayan basit şarkı sözlerinin üzerine yine sade melodilerle kurguladığı şarkıları, iddiasız, duru lo-fi folk kayıtları akla getiriyor. Zaten İsveç'te bir ormanın içindeki kulübede kaydettiği kısaçalar da müzikte izlemek istediği yola dair yeterli ipucu veriyor. Sahnede tamamen siyah kıyafetler içinde ve başı hafifçe bir yana eğilmiş haldeyken üzerine ışık vurduğunda, kırılgan bir saflık yansıtıyor. Ancak müziğinde özellikle oluşturduğu yalınlığın bir süre sonra sürekli ayrı şarkıyı dinliyormuş hissini yarattığını belirtmeliyim. Yalınlık elbette mükemmel bir yöntem olabilir ama sound açısından biraz daha iniş çıkışa ihtiyacı olduğu kanısındayım.

Alice Boman'ın ardından kısa bir aradan sonra Ane Brun tek başına sahnedeydi. "Geçen defa geldiğimde yanımda başka müzisyenler vardı ama şimdi burada gitarımla yalnızım," dediğinde bir kere daha düşündüm; enstrümanını alıp tek başına konser veren müzisyenlere ayrı bir saygı duyuyorum. İki saat boyunca kendinizi onca insana dinletebilmek için mutlaka güzel bir sesiniz olmalı, iyi şarkı söylemeyi bilmelisiniz ve enstrümanınıza tamamen hakim olmalısınız. Bunu yapmak için hem özgüveniniz sağlam olmalı, hem de cesur olmalısınız. Belki bunları arka arkaya sıralayınca bir "sınav" izlenimi uyandırmış olabilirim... Belki de sahnedeki müzisyen hiç öyle düşünmüyor; şarkılarını dinlemek için bilet alıp bekleyen bir kalabalık karışısında heyecanlanıyordur mutlaka ama onun dayandığı duygu sınanma değil, içtenlik olsa gerek... Müzisyenlerle üzerinde konuşmayı sevdiğim bir konu bu. Sadece dün gece de aklıma geldiği için burada söz etmek istedim, uzatmadan konsere geçeyim.



Küçükçiftlik Park'taki konseri, 2005 albümü "It All Starts with One" adlı albümünden "Do You Remember?" ile açtı Brun. Müziklerini kaydettiği on yıl içinde çok sayıda şarkı yazdığını ve konser için setlist yapmanın zorluğundan söz etti. Bugünü kadar yayınladığı yedi albümde yer alanların yanı sıra, cover şarkılardan oluşan toplam 24 şarkı dinledik dün akşam. Akustik bir set olduğundan Ane Brun'ün son derece net, temiz ve güçlü sesini öne çıkaran bir folk konseriydi.

"My Lover Will Go", "To Let Myself Go", "So You Did It Again" başta olmak üzere, şarkılarında hüzün var Brun'ün. Kendisi de dün Alphaville'in "Big in Japan" adlı şarkısını yorumlamadan önce bu noktaya değindi. O şarkıyı seçmesinin nedeninin, içinde yakaladığı hüzün olduğunu söyledi. Ancak kendisinden önce dinlediğimiz Bonam ile Brun'ün müziği arasında belirgin bir fark var: Ane Brun'ün sesinde kadınlığa dair bir güç var; saflığı yine hissediyorsunuz ama tonunda kararlılık var, fısıldar gibi telaffuz etmiyor sözcükleri...



Şarkılarını İngilizce söylüyor Ane Brun ama dün akşam kendi ana dilinde "Du Gråter Så Tåra adlı şarkıyı seslendirdi. İskandinavya'nın en güzel yerlerinden birinde doğup büyümüş Brun; gitarını dik tuttuğunda Norveç haritasına benzettiğini söyledi ve "ridiculously beautiful" diye nitelediği memleketinin nerede olduğunu gitar üzerinde anlattı. Rahatlama, ferahlık duygusu ile ilgili olduğunu söylediği şarkısını dinlerken, sanırım dilin beynimde yarattığı algı nedeniyle, bir an Eurovision Şarkı Yarışması'na katılan İskandinav bir müzisyeni dinliyormuşum gibi geldi ama konsere renk katan anlardan biriydi. Sonradan şarkının sözlerinin İngilizce çevirisine baktım; gözyaşları sel gibi akan sevdiğine, "Endişelenme, biz başaracağız" diyormuş...



Basit ama son derece akıllıca tasarlanmış bir dekor tasarımı vardı Küçükçiftlik Park'taki sahnede. Tavandan sarkıtılan, farklı boyutlarda kırpılmış gibi duran beyaz perdelerin üzerinde ışık oyunlarıyla fantastik bir atmosfer yaratıldı. Bazen ışıl ışıl parladı, bazen üzerine kar yağdı, bazen de görüntüler birbirine karıştı. O perdenin altında durup, ustalıkla çaldığı gitar ve klavyeden çıkan seslere eşlik ederek yaklaşık 1.5 saat boyunca şarkı söyleyen Ane Brun, dinleyenleri bir kez daha derinden etkiledi. Konserin ikinci cover şarkısı Arcade Fire'dan "Neighborhood #1"dı. Dünya çapında bu kadar sevilip bilinen bir şarkıya akustik cover yapması, bence Brun'ün cesaretini bir kez daha gösteriyor; çünkü bunu şarkıya tamamen farklı bir ruh katarak yapıyor; orijinal versiyona yakın duran cover'lardan değil onunki.

Konserin sonuna doğru biste sahneye tekrar Alice Bonam'ı davet etti Ane Brun; vokalde onun da katkısıyla ikisinin sesini birlikte dinledik. Gecenin son cover'ı, Beyoncé'nin "Halo" adlı şarkısıydı. "If I Stay" adlı filmin soundtrack albümünde Linnéa Olsson ile birlikte yorumladıkları şarkı bana göre orijinalinden daha güzel.

Konserden önce Alternatif İstanbul'un yaptığı röportajda, İstanbul'da bir sürpriz planladığını da söylemişti Ane Brun. O sürpriz, ilk albümü 2003 tarihli "Spending Time with Morgan"dan iki şarkıyı da dün gece seslendirmesi olsa gerek; "Are They Saying Goodbye?" ve "Sleeping by the Fyris River"ı canlı dinleme olanağı bulduk.

Gece, "Undertow" ile sona erdiğinde sessizce ve mutlu bir şekilde dağıldık. Gerçekten dinleyici kitlesi konser süresince o kadar sessizdi ki, Brun'ün de dikkatini çekti; çıt çıkarmadan dinlendiği için memnun olduğunu belirtti ama "arada bir burada olduğunuzu hissetmek de güzel," dedi. Çadırın sahneye yakın olan ön kısmında oturmalı düzen uygulanmıştı; sanırım bunun da etkisi oldu söz konusu sessizlikte. (Espri ile hep söylüyorum; dizdeki kaslarla dil arasında bağlantı mı var acaba diyorum.) Ancak ayakta dinleyenlerin durduğu kısımdan da hiç konuşma gürültüsü gelmiyordu dün. Bence bunun tek açıklaması var: Herkes, Ane Brun'ün yarattığı duygusal anafora kapılmış bir haldeydi.

Setlist: Do You Remember? - My Lover Will Go - To Let Myself Go - My Star - One - The Light from One - This Voice - The Treehouse Song - So You Did It Again - Changing of the Seasons - Du Gråter Så Store Tåra - The Puzzle - Words - Big in Japan (Alphaville cover) - The Fall - Gillian - Daring to Love - Neighborhood # 1 (Arcade Fire cover) // Halo (Beyoncé cover) - Oh Love - Are They Saying Goodbye? - Sleeping by the Fyris River - Temporary Dive - Undertow

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)
-

Translate