16 Haziran 2014 Pazartesi

ONE LOVE FESTIVAL İZLENİMLERİ


By on 13:47:00

16.06.2014

Geçen hafta sonunda One Love Festival'ın 13.'sü gerçekleşti. Aslında düşünecek olursanız, artık İstanbul'un belli başlı festivallerinden biri haline gelen One Love'ın, Maslak'taki gökdelenlerin arasında kendine yeşillik bir alan bulabiliyor olması bile, yaşadığımız dönemde bir mucize. Parkorman'a bu yıl Soundgarden'dan kısa bir süre sonra ikinci kez ayak bastık. Bu defa, Soundgarden yazımda yakındığım et kokusu ile ilgili sorun çözümlenmişti! Yemek alanı sahneden uzakta arkada kalan bir bölgeye kaydırılınca, ortalığı duman basmamış, temiz bir hava sahası elde edilmişti. Organizasyonu yapanlara bu nedenle teşekkür ederim. Farklı mekanlarda yapılan diğer festivallerde de bu konuya özen gösterilmesini dilerim. Çünkü Küçükçiftlik Park'ta yapılan 100 % Festival için de aynı sorun söz konusuydu.

One Love Festival'a bu yıl katılımı sağlanan isimler açıklandığında, önceki yıllara oranla daha zayıf bir lineup olarak göründü bana. O zaman Moderat, Bonobo ve Mogwai'yi dinlerim diye plan yapmıştım, buna ek olarak bir de Oh Land'i izledim ve festivali bitirdim. Gündüzleri Parkorman'a gitmek için fırsat bulamadım; o nedenle o saatlerde çalan isimlerin performansı hakkında bir yorum yapmayacağım. Ama Omar Souleyman'ın konseri sırasında halay çekilip göbek atıldığını öğrendim. "Hipster'ların halayı" diye duyurdu orada bulunan arkadaşlar. Omar Souleyman'ın müziğini yaratıcı bulmuyorum; bana kalırsa indie müzik camiasında bazılarına ilginç geldiğinden fazlaca şişirildi. Björk o kadar destek vermeseydi, adı bu kadar da duyulmayabilirdi. Neyse, en azından bu "efsane" de İstanbul'a ayak basmış oldu.

One Love, geniş bir dinleyici kitlesine hitap etmeyi hedefleyen orta ölçekli bir kent festivali ve bunun sonucu olarak da daha iyi tanınan isimlere odaklanıyor. O nedenle sıradışı, deneysel müzik yapan isimlere fazla yer verilmiyor. Aynı şey Soundgarden'da da söz konusu. En azından birisinde deneysel bir sahne kurulamaz mı diye geçiyor aklımdan. Öyle bir sahne olsa, farklı bir kesime de hitap edebilir diye düşünüyorum. Bir de festival organizatörlerine bir sitemim var. Krautrock'a hak ettiği değer verilmiyor. Mesela Berlin sahnesine krautrock gerillaları yani Camera o kadar yakışır ki... Canlı performansları müthiş. 2013'te SXSW'da izlediğimden beri unutamıyorum bu grubu. (Buraya link de koyuyorum, belki bakan olur. http://www.youtube.com/watch?v=XrPaWOhknro)

Sahne önünde VIP alanı ayrılmaması, festival boyunca müzisyenler ile dinleyiciler arasında daha sıcak bir iletişim kurulmasını sağladı. 100 % Festival hakkındaki yazdığım yazıda belirttiğim gibi, sahne önü, bilete daha fazla para ödeyebilenlerin ya da ayrıcalıklı davetlilerin değil, daima erken gelip orada beklemeyi göze alan hayranlarındır. Onlarla müzisyenler arasına mesafe koyarsanız, konserler sönük geçer ve hem müzisyenlere hem de dinleyicilere haksızlık olur. Doğru uygulama One Love'daki gibi olmalı. Daha pahalı VIP bileti satmak için bu uygulamadan vazgeçilmemesini dilerim. Bu her festivalde dikkat edilmesi gereken bir konu.

Festivaldeki performanslara gelirsek, ilk gün Oh Land'i izleme fırsatı buldum. Asıl adı Nanna Oland Fabricius olan Danimarkalı müzisyenin ilk albümünü dört yıl önce Danimarka'da bir bağımsız plak şirketinden çıkardığını düşünürsek, kısa zamanda geldiği yer etkileyici. 2011'de çıkardığı ikinci albümünden sonra, Brooklyn'de yaşamasının ve oradaki müzik çevreleriyle bağının olmasının da yardımıyla, David Letterman ve Jimmy Kimmel gibi ünlü televizyon programcılarının şovuna çıkınca, Amerika'da adını duyurdu. Kural budur: Bir müzisyen, Amerika'da prime time şovlarda çıkarsa ya da şarkısı dizilerde kullanılırsa, adı kısa zamanda duyulur; Amerika'da tanınan da dünyada tanınır. 2013'te TV On the Radio'dan Dave Sitek ile işbirliği yapıp "Wish Bone" adlı albümünü onun şirketinden yayınlayınca daha sağlam bir zeminde ilerlemeye başladı Oh Land. Türkiye'de 2012 yılında Kilyos'ta yapılan Mono Festival'da da izlemiştik kendisini. Oldukça canlı bir sahne performansı var; dinleyici kitlesi ile iletişimi çok iyi. Elektronik müzik ile pop unsurlarını deneysel bir bakış açısıyla birleştiren tarzı belki yeni bir şey vaat etmiyor ama kendini dinlettirmeyi beceriyor. Ancak bu kez şarkılara kendine özgü ayırt edici bir kimlik yüklemekte zorlandığını fark ettim. Bunun sonucu olarak da sanki her şarkı aynı ses tonunda, aynı hisle söyleniyor gibi geldi kulağıma...




Mogwai'yi bir kez daha heyecanla karşıladım. Dinlemekten her zaman büyük keyif aldığım bir grup. Bu yıl çıkan albümleri "Rave Tapes"i aylardır dinliyoruz ama bir de canlı duymak gerekirdi. Eski turnelerinde olduğu gibi video odaklı sahne tasarımı yerine, bol ışıklı ve dumanlı bir sahne tasarımı tercih etmişti Mogwai. Üç yıl önce Rock'n Coke'a geldiklerinde Barry Burns ile röportaj yapmıştım. O zaman bana "O videolar insanların bizim aptal yüzlerimize bakmasını engelliyor," demişti. Ben dinleyicilerinin onların yüzlerini aptal bulduğunu sanmıyorum ama sahnede bol duman arasında görünmez olmanın rahatlatıcı bir duygu olabileceğini de tahmin ediyorum. En önde izlediğim halde ışık ve dumandan pek bir şey göremedim ben de; ancak halimden gayet memnundum. Şunu fark ettim: Bir ara göz alan beyaz ışık o kadar yoğundu ki, gözlerimi kapayıp dinledim müziği. Gözünüzü kapayınca karanlık olması gerekir ya, öyle olmadı. Gitarların yarattığı titreşimlerle beyaz ışık buluştu ve o titreşimlere uygun olarak titreşen beyaz ışık süzmeleri oluştu gözümün önünde. O kadar güzel bir histi ki hiç bitmesin istedim.

Mogwai, konseri "Rave Tapes"ten "Heard About You Last Night" ile sakince açtı. Şarkılarının dingin başlayıp giderek yükselen karakterine de uygun bir tercihti bu. Aynı atmosfer, 2006 tarihli "Mr. Beast" albümünden "Friend of the Night" ile devam etti. Üçüncü şarkı, "Master Card" ile sular biraz daha ısınmaya başladı. Son albümleri Rave Tapes'ten sadece dört şarkı (Heard About You, Master Card, Remurdered, Deesh) dinledik konserde; onun yanı sıra tadımlık da olsa "Jim Morrison" (The Hawk Is Howling), Hunted by a Freak (Happy Songs for Happy People), "How to be a Werewolf" ve "Mexican Grand Prix" (Hardcore Will Never Die, But You Will) ile eski albümlere de dokundu Mogwai. Kısaçalar olarak ayrıca yayınlanan 1996 tarihli "Ithica 27 ϕ 9" ve "NewPaths to Helicon, Pt.1"ı çalarak bence çok iyi bir şarkı listesi sundular. Kapanışı yapan şarkı ise, "Mr. Beast"ten "We're No Here" oldu. Gruba keman ve vokalde, bazı kayıtlarda da yer alan Luke Sutherland'in eşlik etmesi de güzel bir sürprizdi.

Noise ile melodinin muhteşem bir buluşmasıydı Mogwai konseri. O etkileyici performansın üzerine başka bir müziği canlı dinlemek istemedi kulaklarım ve kalbim. Sahneye Basement Jaxx çıkmıştı, çoğunluk eğleniyor görünüyordu ama açıkçası zaten bana hitap etmeyen müzikleri, o anda iyice uzaklaştı. Jaguar Skills'e bakmak üzere Berlin Sahnesi'ne gittim, aynı duygu orada daha da yoğunlaştı. Bence Mogwai son noktayı koymuştu. Onların müziğini dinlerken bu gezegene ait hiçbir şey yoktu aklımda, sonra gözlerimi açıp beyaz ışık dalgalanmalarını kaybedince sersemledim...

One Love'da ikinci gün Bonobo ile Moderat'ı dinledim. İngiliz müzisyen, DJ, prodüktör Simon Green yani Bonobo, bas ve perküsyonu öne çıkaran ama farklı türlerden de esinlenen müziğini sahneye canlı olarak çok enerjik bir şekilde yansıtıyor. Ekibiyle birlikte, hem güzel bir güneşli akşamüstüne soundtrack olabilecek dinginlikte, hem de bir kulüpte geçen dans sahnesine uyabilecek hareketlilikte, elektronik ve akustik altyapıyı kaynaştıran geniş bir palette müzik yapıyor. Mike Lesirge'nin saksofondaki yetkinliği ve Szjerdene Fox'un müziğe melankoli katan vokali ile performansın başarısına yaptığı katkıları özellikle anmak gerekli. Bonobo sahnede kaldığı süre boyunca ilgi hiç düşmedi, Moderat öncesi kitleyi canlandırmak için iyi bir tercihti.

Kapanışı Moderat ile yapmak ise, festivalin en isabetli seçimiydi. Elektronik müzik sahnesinin başarılı ikililerinden Modeselektor ile Apparat'ın (Sascha Ring) kurduğu Moderat'ı canlı olarak ilk kez dinledim. Muhteşem bir görsel şovları olduğunu biliyordum ama müzikle bu kadar iyi örtüşen bir görselliğe şapka çıkarıyorum. Videolarında kullandıkları grafikleri, animasyonları da işin içine katarak, müthiş bir ses ve ışık şovu sundular. Az önce Mogwai'de ışık ve ses arasındaki etkileşimin bana yarattığı histen söz etmiştim. Moderat'ta da buna benzer bir şey oldu ama bir fark vardı: Moderat'ın müziğindeli perküsyon ağırlığının sonucu olarak, gözümü kapatınca hissettiğim beyaz ışık titreşmiyor, şimşek çakar gibi patlıyordu. Apparat'ın synth'lerin yanı sıra, vokal, gitarda yer aldığı performans, her açıdan mükemmeldi. Müzik çok iyiydi; dinleyiciler çok coşkuluydu; "Rusty Nails"i, "Bad Kingdom"ı dinledik; kocaman bir açık hava dans pistine dönen atmoster çarpıcıydı. Bu yazın en iyi konserlerinden birisi olarak listemde yerini aldı bile.

Parkorman'dan çıkınca, bu kez Adana'da Lice'deki olayların protesto edildiği sırada 15 yaşındaki İbrahim Aras'ın katledildiğini öğrendim... Bu topraklarda yaşamanın ağırlığı altında ezilerek bir festivali daha sonlandırdık. Artık anlık mutlulukların da yaşanamaz olduğu bir dünya mıdır payımıza düşen? Metrodaki son treni koşarak yakaladığımda eve doğru yol alan gençlerin acı olaydan haberi yoktu. Trendeki bir çalgı ekibi müzik yapmaya başlayınca ortam bir anda düğün evine döndü; birbirini hiç tanımayan insanlar hep beraber şarkı söylüyor, dans ediyordu. Taksim'e kadar böyle sürdü yolculuk. Aldığım üzücü haberle bir araya gelince gerçeküstü bir ortamdaydım sanki. Tren istasyonundan çıkıp telefonlarından sosyal medyaya bakanlar gerçeklerle yüzleştiğinde hayat kaldığı yerden devam etti...

(Fotoğraflar ve video bana aittir.)

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate