29 Aralık 2007 Cumartesi

2007’nin En İyi Albümleri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/29 Aralık 2007

Aralık ayı gelince “Yılın En İyileri” listesi yapmak adettir. Ben de buna uydum ve 2007’nin en iyi 10 albümünü sıraladım. Ama listeye geçmeden önce belirtilmesi gereken dört husus var: 1-Bu liste, temel olarak yabancı alternatif/rock (indie rock)/elektronik müzik albümlerini kapsıyor. 2-Liste yapılırken satış rakamları dikkate alınmadı. 3-Elbette adı sayılabilecek başka albümler de var, ama bu yazının fiziksel sınırları ilk 10 albümü yazmaya olanak veriyor. 4-Bu yazıyı yazarken müziğin önemini bir kez daha duyumsadım. Bana göre, müzik dünyayı güzelleştiren ve onu yaşanmaya değer kılan en önemli şeylerin başında geliyor. Onca itiş kakışın sürdüğü dünyada bu albümler olmasaydı, 2007 kesinlikle daha sıkıcı geçerdi. 2008’in de bol müzikli geçmesi dileğiyle mutlu yıllar…

1-Radiohead-In Rainbows: Radiohead’in müziği öylesine kendine özgü ki, başka hiçbir grubun müziğine benzemiyor. Grubun uzun süredir yaptığı en melodik şarkılardan oluşan “In Rainbows”da şarkı sözleri de daha açık. Radiohead, birkaç yıl önce karmaşık yapılı şarkılarıyla kimilerinin aklını epeyce karıştırmıştı, ama o aklı karışanlar da bu albümdeki minimal soundun etkisiyle grubun müziğine yeniden sevdalandılar.

2-Arcade Fire-Neon Bible: Kanadalı art-rock grubu The Arcade Fire, ikinci albümü “Neon Bible”da ruhani temalarla uğraşırken eğlenceli olmayı başararak yine büyük takdir topladı. Gümbür gümbür perküsyonlar, yaylılar, akordeon, gitar, mandolin, piyano, armonika ve flüt ve saksofon… İnsanın dinlerken yerinde sabit durmasına olanak bırakmayan, dinamik bir albüm.

3-LCD Soundsystem- Sound of Silver: Biraz punk, biraz indie-rock, biraz disco-house karışırsa ne olur? Dance-rock olur. Ya da Brian Eno, David Bowie, New Order ve Young Marble Giants’ı bir arada düşünün. LCD Soundsystem olarak da bilinen James Murphy’nin bu albümü yaparken kullandığı formül bu yazı içinde böyle kısaca özetlenebilir belki ama bu işler bir tek formülle olmuyor tabii; önce yetenek lazım.

4-Recoil-subHuman: Depeche Mode’un eski klavyecisi Alan Wilder’ın elektro-blues, rock, ambient, caz esintileri taşıyan albümü, özellikle prodüksiyon ve düzenlemelerdeki başarısıyla dikkat çekiyor. Yılın en iyi çalışmalarından biri olmasına karşın medyada görmezden gelinen albüm, Wilder’ın ticari kaygıya kapılmadan yaptığı deneysel çalışmalardan birisi.

5-Nick Cave-Warren Ellis-The Assassination of Jesse James Soundtrack: Yaylıların ve piyanonun bazen ağladığını, bazen de birbirleriyle tatlı tatlı konuştuklarını düşünmenize yol açıp, hayal kurmanıza neden olacak etkileyici bir soundtrack albümü. Müzik öylesine güzel ki, hayalimdeki imajları yok etmesinden çekindiğim için, filmi görmekten bile vazgeçtim.

6-The Good, The Bad & The Queen-The Good, The Bad & The Queen: Blur ve Gorillaz projeleriyle tanıdığımız Damon Albarn’un, Paul Simonon, Simon Tong ve Tony Allen’dan oluşan rüya gibi bir ekiple yarattığı son mucize. Blair yönetimindeki İngiltere’nin ve Bush idaresindeki dünyanın sorunlarına odaklanan melankolik, nostaljik ve dramatik şarkılar.

7-Amy Winehouse-Back To Black: 2007 boyunca neredeyse her gün gazetelerde onunla ilgili skandalları okuduk. Ama Winehouse’un beni ilgilendiren yönü ise, yılın en iyi albümlerinden birisine imza atmış olması. 60’ların retro vokal soundunun günümüz müziğiyle çok başarılı bir şekilde harmanlandığı bu albüm, genç sanatçının aşk acılarının bir ürünü. Orijinalitesi ile çoğu müzisyeni kıskandıran “Back To Black”, The Guardian gazetesi tarafından da, “21. yüzyılın soul klasiği” olarak tanımlandı.

8-Apparat-Wallls: Alman prodüktör/DJ Sascha Ring, elektronik müzik sevenlerin yakından tanıdığı, IDM (Intelligence Dance Music) ekolünü izleyen isimlerden birisi. IDM, alışılmadık seslerin farklı ritmik düzenlemerle kurgulandığı, dinlenilmesi kolay olmayan ve dans etmeye pek de uygun bulunmayan bir müzik türü. Apparat’ın müziği ise ilginç bir şekilde, “dans müziğinde duygu arayanlar için” diye tanımlanır. Son albümü “Walls”, bu tanımı tam anlamıyla hak ediyor. Yılın en yaratıcı albümlerinden birisi.

9-The National-Boxer: Solistleri Matt Berninger için New York’un yeni Leonard Cohen’i diyorlar ama bana daha çok Ian Curtis’i hatırlatıyor. Depresif ruh hallerini ve modern insanın yalnızlığını anlatıyorlar. Akustik gitarlara eşlik eden zarif piyano ve keman sesleriyle insana derinden dokunan ve akla takılıp kalan bir müzik.

10-Bat For Lashes-Fur And Gold: Pakistanlı bir baba ile İngiliz bir annenin kızı olan Natasha Khan’ın öncülüğünde kurulan Bat For Lashes, alternatif müziğin son dönemde en iyi çıkış yapan gruplarından birisi. Tamamen kadın müzisyenlerden kurulu grubun müziği Björk, Tori Amos ve Kate Bush’u andırıyor. Perküsyon, harpsikord, keman ve elektronik seslerin birlikteliği ilginizi çekiyorsa ve piyano baladlarını seviyorsanız kaçırmayın.

23 Aralık 2007 Pazar

Dave Gahan: "Bu Albüm Zincirlerimi Kırdı."




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/22 Aralık 2007

New Wave’in en ünlü grubu Depeche Mode’un (DM) solisti Dave Gahan’la özel bir telefon röportajı yapabileceğimi bildirdiklerinde, 27 yıldır onun muhteşem sesinden dinlediğimiz şarkıları hatırladım. Öyle çok ki… Bugüne kadar dünyada 91 milyonu aşkın albümü satılan efsanevi grubun karizmatik solisti o. 1995 yılında intihara teşebbüs eden, ertesi yıl aşırı dozda uyuşturucu nedeniyle kalbi duran ama hayata geri dönen 45 yaşındaki sanatçı, bugün üçüncü eşi ve üç çocuğu ile daha sakin bir hayat yaşıyor. Kendisini New York’ta bulup konuştuğumuzda ise, “ruha yolculuk” olarak nitelediği son albümü “Hourglass” nedeniyle ayrı bir heyecan içindeydi.

İkinci solo albümünüz yeni yayımlandı. Nasıl hissediyorsunuz?

“Gerçekten çok iyi hissediyorum. Kendim için bir şey yapıp ortaya koyabilme duygusunu yaşıyorum. Albüm yayımlanalı birkaç ay oldu ve çok iyi tepkiler aldı. Ortaya çıkan işten memnunum.”

Solo albüm yapmak ile bir DM albümü yapmak arasında ne fark var?

“Bazı açılardan pek farklılık yok ama şarkı yazma bakımından oldukça farklı. Çünkü son birkaç yıldır, Christian Eigner (DM’un tur davulcusu) ve Andrew Phillpott (grubun tuşlu çalgılar programlayıcısı) ile birlikte çalışıyoruz, zaman zaman benim New York’taki stüdyomda buluşup fikirlerimizi tartışıyoruz. Bu albümdeki fark, ortaya atılan fikirlerin hızlı bir şekilde şarkıya dönüşmesiydi. Normalde önce şarkılar yazılır, sonra demo kaydedilir, prodüktöre gönderilir ve kayıt için plak şirketi ile konuşulur. Bu albümde böyle olmadı, hepsi aynı anda gerçekleşti. Herşeyi işbirliğiyle kendimiz yaptık ve prodüktörlüğü de üstlendik.”

DM ile yaptığınız albümlere kıyasla bu albümde daha deneysel bir çalışma yapma şansınız oldu mu?

“Kesinlikle! Aslında en büyük farkı, şarkılarla ilgili fikirler açısından çok daha fazla deneyselliğe açık olmasıydı. Normalde diğer insanlarla çalışırken kendinize sınırlamalar getirirsiniz. Oysa Andrew, Christian ve ben yeni bir şey başlattık. Kimin bir sonra hangi fikri ortaya atabileceğini bilmemenin yarattığı bir heyecan var. Yıllardır DM ile olanda ise, şarkılar yazılıp demolar kaydedildikten sonra prodüktörle stüdyoya girdiğimizde, hangi şarkıların albümde olacağı zaten bellidir ve onlar stüdyoya girmeden önce bitmiş olur. Fakat bu albümde, bizim bu konularda önceden belirlenmiş bir fikrimiz yoktu.”

“Hourglass” sound olarak daha elektronik, eklektik bir rock ve synth karışımı. Albümle ilgili olarak beklentilerinizi tümüyle gerçekleştirdiniz mi?

“Evet, yarattığımız atmosferin sınırlayıcı olmaması gerçekten önemliydi. Elektronik sesleri bazen kullanırsınız, bazen de kullanmaz ve gerçekleştirmek istediğiniz fikrin önceliğine göre davranırsınız. Bu albümde bütün boşlukları önceden doldurmamak konusunda çok dikkatliydik, prodüksiyonu abartmamaya çalıştık, bu kendiliğinden gelişen bir süreç şeklinde ortaya çıktı.”

“ARADIĞIM ŞEY HUZUR”

Şarkılarınız çoğunlukla geçmiş ve gelecek korkusu, biten aşkların yarattığı üzüntü, huzur arayışı gibi temalara değiniyor. Bunların daha çok sizin hayat deneyimlerinize dayandığını söyleyebilir miyiz?

“Sonuçta hepsi içinde bulunduğum ruhsal durumu yansıtıyor. Müzik yapmak bana göre insanın gerçek kimliğini ortaya koyma yolu. Bu albümü yapmak, kendime koyduğum bütün sınırlamaları teşhis etmemi sağladı, gerçekten aradığım şeyin huzur olduğunu ve dışarıda bulamadığım o huzuru aslında kendi içimde aramam gerektiğini gösterdi.”

Bulabildiniz mi o huzuru?

“Bu bir süreç. Bu albümü yapmak sanki zincirlerimi kırıp serbest kalmamı sağladı. Omuzlarımdan büyük bir yük kalkmış gibi hissettim. Aslında bunu ilk solo albümüm “Paper Monsters”ı yaptığımda da hissetmiştim ama bu albüm çok daha doyurucu oldu.”

Sizi daha çok insan doğasının karanlık yönleri mi esinlendiriyor?

“Kesinlikle melankolik biriyim. Sık sık kendimi o melankolinin içinde buluyorum. Bir yandan da şükran duyacağım çok şey olduğunu görüyorum. İyi bir yaşantım var, ama bazen melankoli içinde yine o huzur bozucu noktaya geri dönebiliyorum. Fakat asıl esinlendiğim şey üzüntü değil. Bazen duygulardan kaçmak yerine onlara sahip çıkmak en zor şeydir. Benim için önemli olan, böyle bir durumdan yaratıcı bir şekilde çıkış yolu bulmak.”

“Deeper & Deeper” adlı şarkının müziği de, sizin oradaki hırçın ses tonunuz da çok etkileyici. Kendinizi bu şarkıyı konserlerde söylerken hayal ettiniz mi hiç?

“Birkaç kere New York’ta çaldık aslında. AOL, iTunes ve Sirius adlı radyo için performanslar kaydettik. Bunlar yakında internet üzerinde olacak. Kayıtlar için bir grup oluşturduk. Çok eğlenceliydi.”

Seyirciler arasındaki bayanlar, siz “İstediğim zaman sana sahip olacağım,” deyince deliye dönmediler mi?

“Bazıları döndü! O şarkı müstehcen gerçekten.”

Kadınlar ve hatta bazen de erkekler tarafından böylesine çekici bulunmak nasıl bir his?

“Çok güzel. Benim bir özelliğim bu. O şarkıyı yazdığımda dinleyicilerin onu benimle ilişkilendireceklerini düşünmüştüm. Seksapeli oldukça yüksek bir insan olduğumun farkındayım ve bunun performanslar sırasında ortaya çıkmasına her zaman izin vermek istedim.”

HEM SOLO KARİYER HEM DEPECHE MODE

2003 yılında, DM’un “Playing the Angel” adlı albümünde ilk kez sizin besteleriniz de yer aldı ve ilk kez o yılki turnede bu şarkıları da söylediniz. Herhalde müthiş bir tatmin duygusu yaratmıştır sizde...

“Harika bir histi! Hep olmasını istediğim şeydi ama nasıl hayata geçirebileceğimden emin değildim. Sanırım olması gerektiği anda da oldu. Zamanı gelmişti.”

Geçmişte madde ve alkol bağımlılığı nedeniyle ciddi sorunlar yaşadınız ama sonuçta bunların üstesinden gelmeyi başardınız. Bugünlerde hayatınız nasıl?

“Şu anda çok normal bir yaşantım var ve bundan çok mutluyum. Bir ailem var, eş ve baba olmayı seviyorum. Artık bir şekilde yapmayı sevdiğim işi evdeki hayatımdan ayırabilir duruma geldim. Evdeki yaşantım benim için çok değerli, o olmadan diğerini de sürdüremem. Bu hale gelmesi zaman aldı. 1990’larda kendi hayatımdan kaçarak çok zaman harcadım ve bunun nedenini hala bilmiyorum. Fakat artık anladım ki, yaşadığınız hayat, bulunduğunuz noktada olabilmek için mücadele ettiğiniz en büyük zorlukların bir parçası ve o hayat her zaman istediğiniz gibi olmayabilir.”

Bundan sonraki müzikal kariyerinize yine DM ile devam edip bir yandan da solo albümler yapmayı sürdürecek misiniz?

“Evet. Artık birlikte çalışmak için diğer müzisyenlerden daha çok öneri alıyorum. Yaptığım işlerde çok seçiciyim, ama kesinlikle herşey her zaman önce DM’la başlar. Muhtemelen bundan sonraki çalışmam da onunla ilgili olacak.”

Geçmişte DM’un artık devam edemeyeceğini düşündüğünüz anlar çok oldu mu?

“Grup elemanları olarak artık birlikte yapacağımız başka bir şey kalmadığını hissettiğimiz birçok durum söz konusu oldu. Ama bu gelip geçen bir şey. Aynı insanlarla benim çalıştığım kadar uzun bir süredir çalışıyor olsaydınız, inanın bunu normal bulmazdınız.”

Grupta şu anda durum nasıl?

“Herşey iyi. Martin yeni şarkılar yazıyor. Diğer yandan Andrew, Christian ve ben ocak ayında yeni şarkılar yazmak için bir araya gelmek üzere hazırlanıyoruz. Bir noktada Martin ile benim yeni albüm konusunda konuşacağımızı düşünüyorum.”

“Keşke ben yazmış olsaydım,” dediğiniz bir DM şarkısı var mı?

“ ‘Condemnation’, ‘In Your Room’… ‘Enjoy The Silence’, hala en sevdiklerimden birisi. ‘Somebody’ çok güzel bir şarkı. Epey var aslında…”

16 Aralık 2007 Pazar

Piano Magic Babylon’da




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/15 Aralık 2007


Bir müzikseverin hayranı olduğu sanatçıların canlı performanslarını dinlemek için bazı sıkıntılara katlanması şaşırtıcı değildir. Kimi zaman bilet almak için saatlerce sırada beklersiniz, bazen konser sırasında yağmur altında sırıl sıklam ıslanırsınız, ama sonuçta aldığınız zevk hep daha baskın çıkar. Fakat ne yazık ki, ülkemizdeki konserlerle ilgili olarak çok daha ciddi bir sıkıntımız var: Konser salonlarındaki yoğun sigara dumanı. Bir süre önce yine bir başka bir yazıda bu sorunu gündeme getirmiş ve okuyuculardan gelen mesajlardan birçok kişinin yalnızca bu nedenle konserlere gitmekten vazgeçtiğini üzülerek öğrenmiştim. Müzik benim için çok büyük bir öneme sahip olduğundan, konserlerden vazgeçmek gibi bir seçeneğim yok, ama doğrusu ben de çareyi bazılarını elemekte buldum. Yine de bazen öyle konserler oluyor ki, sigara dumanı yüzünden gözlerimden yaşlar akıp başım ağrısa da, saatlerce zehirli havayı solumak zorunda kalsam da, herşeyi göze alıp giriyorum o kapalı salonlara...

İşte gelecek hafta yine böyle bir konser var. Piano Magic, 19 Aralık’ta Babylon’da olacak! Ünlem işareti kullanımına neden olan bu heyecanın nedeni ne? Esin kaynakları su, rüzgar, yağmur, sessizlik, kar, doğa, edebiyat, cerrahi olan bir gruba karşı nasıl heyecan duyulmaz? Geçen yaz Radar Live festivali kapsamında ilk kez ülkemize gelen grup, festivalin en iyi performanslarından birini sunarak dikkat çekmişti. Aylar öncesinden sabırsızlıkla konser gününü beklemiş ama o gün Kadıköy’den Kilyos’taki festival alanına kalkan servislerde yaşanan bir aksama nedeniyle konserin ancak sonuna yetişebilmiştim. Üstelik festival alanına vardığımızda en sevdiğim şarkılarının son notalarını duyunca epeyce üzülmüştüm. Rüzgar ve sudan esinlenilerek yazılan bu şarkı, “Giant Mirror To Ligth Up Village” idi. Önce bir rüzgar uğultusunun sesiyle başlayan müzik, giderek ortalığı kasıp kavuran bir kasırgaya dönüşüyor ve ardından yavaş yavaş akan dingin bir su sesiyle etkileyici bir şekilde son buluyor. Hiçbir vokalin kullanılmadığı bu şarkıyı çalarlar mı, çalarlarsa nasıl olur diye merak edip durmuş ve yanıtını alamamıştım.

BIKTIRMAYAN BİR ROMANTİZM VE HOŞ BİR NOSTALJİ

1996 yılında kurulan Piano Magic, bugüne kadar sekiz albüm yayınladı. İspanyol yönetmen Bigas Luna’nın “Son De Mar” adlı filminin müziklerini de yapan grup, ilk başlarda İngiltere müzik sahnesinde öne çıkmadıysa da, özellikle Avrupa’da Benicassim ve BAM gibi festivallerdeki canlı performanslarıyla tanındı. Her albümde farklı müzisyenlerle çalışan grubun kurucusu, beyni ve sürekli elemanı Glen Johnson. Gitar ve vokalde yer alan Johnson’ın en büyük yeteneği ise, çağrışımlarla ve ironilerle dolu şarkı sözlerinde ortaya koyduğu Morrissey’i andıran şiirsellik.

“Writers Without Homes” adlı albümde, “Müzik seni hiçbir şeyden değil ama sessizlikten koruyacak/ Kalp kırıklıklarından, şiddetten değil ama sessizlikten koruyacak” diyor Glen Johnson. Kadife eldivenler içinde sunulan biyografilerdeki silinen gerçek yaşam sahnelerinden söz ediyor; bir itirafta bulunuyor ve rahat uyuyabilmek için kimsenin ikinci kez dönüp bakmayacağı çirkin bir eş istiyor…

Daha önce yaptığım bir röportajda Glen Johnson, “İnsanları dans ettirip bir anda tüketilip gidecek bir müzik yapmak amacında değiliz. Biz ortadan kaybolduktan sonra da var olup insanları etkilemeye devam edecek bir şey yaratmaya çalışıyoruz,” demişti. Nitekim, şarkı sözleri incelendiğinde oldukça melankolik ve nostaljik bir hava hemen seziliyor, fakat bu öylesine ölçülü ve öylesine şiirsel bir anlatımla sunulan bir romantizm ki, asla bıktırmıyor.

Glen Johnson’ın dışında Piano Magic’in bugünkü kadrosu Franck Alba, Jerome Tcherneyan, Alasdair Steer and Cedric Pin’den oluşuyor. Grubun en ilginç yanlarından birisi, albümlerinin nasıl olacağının, hangi türe ağırlık vereceğinin önceden tahmin edilememesi. Post-rock mı, indietronica mı, ambient pop mu? Yoksa grubun kendi tanımlamasında olduğu gibi, melodramatik pop şarkıları mı? Müziğe karşı bu deneysel yaklaşımları, onların sınırlarını zorlayıp yeni sesler aramasına neden oluyor. Sürekli değişik müzisyenlerle işbirliği yapmalarının nedeni de bu. 60’ların hippi şarkıcısı Vashti Bunyan, Low’dan Alan Sparhawk, Cornershop’dan Ben Ayres, The Czars’dan John Grant ve Klima olarak tanınan Angele David-Guillou, birlikte çalıştıkları ünlü müzisyenler arasında.

Albümleri sound bakımından birbirinden farklılık gösteren grupların konserleri de, her zaman daha fazla merak uyandırıyor. Acaba ne çalacaklar? Bana sorarsanız, ne çalarlarsa çalsınlar, Piano Magic’in müziğinde adeta büyülü bir şey var; içine çekip alıyor sizi. Nasıl mı? Onu yazarak anlatamam, ancak yaşayarak öğrenebilirsiniz.

8 Aralık 2007 Cumartesi

Fahir Atakoğlu Grammy Yarışında




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/8 Aralık 2007

Son olarak 2005 yılında “If” adlı albümünü yayımlayan piyanist-besteci Fahir Atakoğlu, iki yıllık aradan sonra “Istanbul In Blue” adını verdiği yeni bir albümle döndü. Kendi plak şirketi “Far & Here”den yayınlanan bu albümde sanatçıya dünyaca ünlü Kübalı ve Amerikalı müzisyenler eşlik ediyor: Davulda Horacio El Negro Hernandez, basta Anthony Jackson, gitarda Mike Stern ve Wayne Krantz, saksafonda ise Bob Franceschini. Atakoğlu, şubat ayında Amerika’da da çıkacak olan albümüyle, “Enstrümantal Çağdaş Caz Albümü”, “Yılın Albümü” ve “Enstrümantal Beste” kategorilerinde 51. Grammy’ye aday olmayı planlıyor. Yaşamını Amerika’da sürdüren Fahir Atakoğlu ile İstanbul Moda Deniz Kulübü’nde buluşup albümle ilgili ayrıntıları konuştuk.

Albümde rock ile caz müzik formlarını Türk müziğine özgü öğelerle bir araya getiriyorsunuz. Bazı şarkılarda Ortadoğu ve Akdeniz coğrafyasına yayılan birçok kültürden esinlenmeler var. Küresel caz yaptığınız yorumlarına ne diyorsunuz?

Hesapsız, kendiliğinden ortaya çıkmış bir durum bu. Küresel caz nedir? “World music” diye bir şey çıkıyor. Yani biz Mars’a mı müzik yapıyoruz? Bunlar müzik endüstrisinin koyduğu adlar. Ben içimden geleni yapıyorum. Küresel caz nedir bilmiyorum. Bütün dünyadaki müzisyenler zaten birbirleriyle çalmak ister. Şimdi de iletişim daha fazla ve kolay olduğu için dünya müzisyenleri daha çok bir araya gelebiliyor. Bu nedenle bütün yapılan müzik türleri de küresel oluyor.

Sizce müzikte “modern füzyon” denilen kavramın algılanışında bir değişim oldu mu? 70’lerde daha çok rock yapan caz müzisyenleri için kullanılan bu ifade, artık bütün müzikal elementlerin içinde olabileceği bir tür olarak düşünülüyor.

Aslında tekrar geliyor yani bir canlanma söz konusu. Hafif bir farklılaşma var ama o sound ya da teknolojiden dolayı oluyor. Müzikler daha alenen birleştirildiği için oluyor belki. Diğer yapılan müzikleri düşünecek olursak, benim müziğimde büyük bir fark yok. Sadece Türkiye’de doğup büyüdüğüm için ister istemez zaten içimde var olan şeyleri katıyorum.

Bestelerinizi yorumlarken birlikte çalıştığınız müzisyenleri özgür bıraktığınızı söylüyorsunuz. Stüdyoda kayda girerken ne istediğinize ilişkin kesin bir fikriniz oluyor mu, yoksa kayıt sırasında sizi de şaşırtan açılımlar söz konusu mu?

İkisi de oluyor. Ben besteyi yaptıktan sonra kendim onu stüdyomda elektronik aletlerimle çalıyorum. Daha sonra örneğin Negro’ya hem kendi çaldığımı, hem de bütün vurmalı çalgıları çıkardığım ayrı bir versiyonu gönderiyorum. Bu benim düşündüğüm ama sen ne istiyorsan onu geliştir diyorum. Yoksa ben de biliyorum bas gitarı, ama önemli olan farklı yorumları, renkleri ortaya çıkarmak. Biz bu şekilde üç gün prova yaptık. Zaten çalıştığımız stüdyonun üstünde yatılı da kalınabiliyordu. Kayıt sırasında sürekli birlikte olabildik böylece. Üç gün de kayıt sürdü. Bu süre içerisinde herkesten ufak ufak fikirler geldi, hepsi müziği benimsedi. En çok hoşuma giden herkesin kendinden bir şey katması oldu. Tam bir ortak çalışma çıktı ortaya.

GALATA KÖPRÜSÜ’NÜN HALA SÜREN ETKİSİ

“Connection” adlı şarkıyı yazarken Galata Köprüsü’nden etkilenmişsiniz. Çok sakin bir melodisi var. Aslında her zaman kalabalık ve kendine özgü bir telaş içindedir orası ama sizin o köprüyle ilgili farklı anılarınız olsa gerek.

Babam tüccardı. Ben küçükken Sultanahmet’teki iş yerine götürürdü beni. Vapura binerdik ve hep oradan yürürdük. Şarkıda duyulan melodi aklıma geldiğinde o anıları çağrıştırdı. Konuşsak çok daha derin yönleri var ama ona girmek istemem…

Neden? Nasıl bir felsefe var arkasında?

Babam her sabah o köprüden beni geçirirdi ve benim de kendisi gibi tüccar olmamı isterdi. Ben aslında köprünün diğer tarafında olmayı pek istemiyordum ama bir şekilde gidiyordum tabii. Hala Galata Köprüsü’nü her görüşümde bunu hatırlarım.

Bu durumda parçanın o kadar sakin olması ilginç aslında.

Evet, dingin bir müzik. Aslında köprüden ister istemez geçiyordum, fakat köprünün diğer tarafında yapacağım pek bir şey yoktu. O “connection”, yani bizi bir yerden bir başka yere bağlayan köprü, beni karşı tarafa götürmedi ama bu müziğe getirdi.

Albümde sizi esinlendiren başka temalar da var. İstanbul’daki çingeneler mesela…

Biliyorsunuz Ağır Roman’ın (dans tiyatrosu) müziklerini ben yaptım. Aysun Aslan’la birlikte yürüttüğümüz çok güzel bir deneyimdi. Senelerce çingene müzisyeni dediğimiz müthiş müzisyenlerle çalıştık. Amerikalıların nasıl soul, R&B müziklerini yaratan müzisyenleri varsa, bizim de müziğimizde böyle bir güç var. Ağır Roman’da yer alan iki temayı alıp burada biraz daha geliştirdim.

AŞK, ÖZLEM VE İSTANBUL

Albüme adını veren “Istanbul In Blue” adlı parçanın temeli Nihat Durak’ın “İlk Aşk” adlı filmi için yaptığınız müzik. Oldukça nostaljik bir parça. Buradaki nostaljiyi yaratan filmdeki aşk teması mı, İstanbul’un kendisi mi, yoksa ikisi de mi?

Aşk... Özlem de var, İstanbul da var. Filmin İstanbul’la bir ilgisi yok. Bir sandal sahnesi var. Birlikte bindikleri eski bir sandalı görüyorlar ve anıları canlanıyor. Orada bir melodi var, onun bir bölümünü aldım ama gerisini kullanmadım. Parçayı tamamlamam yine İstanbul’da oldu. Eşimi, oğlumu görmeyeli 10 gün olmuştu, çok özlemiştim. Hatta Sezen Aksu’nun Kanlıca’daki evindeydim. Denize sıfırdır onun evi, müthiş bir manzarası vardır. Orada onları düşünürken aklıma geldi. İstanbul’dayken onlara duyduğum özlemi yansıttım sanıyorum. Yoksa İstanbul’u mavi renge atfedilen hüzünle özdeşleştirdiğim için değil.

İstanbul rengarenk zaten. Gökkuşağı gibi.

Aynen öyle. Gökkuşağının bütün renklerini bir arada barındırıyor. Böyle bir şehir yok zaten. Düşünsenize, içinden deniz geçiyor!

Bir süredir Amerika’da yaşıyorsunuz. Müzikal anlamda besleniyor musunuz oradan?

Amerika’nın göçmen ülkesi olması cazip. Farklılıkların bir araya gelişi, bir sanatçı için yaratıcı anlamda kışkırtıcı. Aslında kendimi biraz da buradan uzaklaştırmak istedim. Kendi başıma kalayım, daha az tüketileyim diye. Seneler evvel bir röportajda, “İnsanın kanını emiyorlar” demiştim. Onu da manşete çıkarıp çok yanlış yorumladılar. Demek istediğim, burada kalınca, film müziğiydi, o proje bu proje derken, işin içine para da girince iki senede bitersin. O nedenle bir ayağımın biraz uzakta olması daha iyi.

Albümün kapağında Ara Güler fotoğrafları var. Bunun özel bir nedeni var mı?

Kapağa İstanbul fotoğrafları koymak istedim. Bence en güzel İstanbul fotoğrafları Ara Güler’e ait. İnsanla manzarayı çok muhteşem bir kompozisyon içinde ortaya çıkardığı için onları tercih ettim.

2 Aralık 2007 Pazar

Bu Filmin Müziklerine Dikkat


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu /1 Aralık 2007

The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford” (Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti) ülkemizde geçen hafta gösterime giren filmlerden biri. Yeni Zelanda doğumlu Andrew Dominik’in yönettiği film, Amerika’nın en ünlü kanun kaçağının ve onu silahla vurarak öldüren 19 yaşındaki hayranının yaşamlarını konu alıyor.

Brad Pitt, Sam Shepard, Casey Affleck gibi ünlü oyuncuların başrolleri paylaştığı filmi beğenen de var beğenmeyen de. Ama benim asıl dikkat çekmek istediğim şey, filmin albüm olarak da yayımlanan muhteşem müzikleri.

Böylesine etkileyici bir çalışmanın yaratıcıları ise, olağanüstü yetenekli iki müzisyen: Nick Cave ve Warren Ellis. Daha önce yönetmen John Hillcoat’un “The Proposition” adlı filminin müziklerini de birlikte yapan ikilinin bu yeni eseri, adından çok söz ettirecek.

Keman, buzuki, keyboard, gitar ve mandolin gibi birçok enstrüman çalan, 42 yaşındaki Avustralyalı besteci Warren Ellis, Nick Cave’in önderliğindeki The Bad Seeds ve Grinderman adlı gruplarla uzun süredir çalışıyor. Ellis’e modern zamanın en önemli şairlerinden biri olarak tanımlanan Nick Cave ve film müzikleri hakkında sorularımı yönelttim.

Jesse James suikastini konu alan filme yaptığınız müziklerde yaylılar ve piyano mükemmel bir uyum içinde. İnsana çok dokunan, yoğun bir duygusallık var. Sanki iki sevgili konuşuyor gibi…

Böyle düşünmeniz çok hoş. Evet, çeşitli enstrümanları kullanarak, birbiriyle bütünleşen ve uyum sağlayan melodiler elde etmeye çalıştık. Müziğin öne çıkıp dikkat dağıtmasını istemedik ve filmdeki görselliği desteklemesi için uğraştık. Yaptığımız müziğin başka insanlara dokunduğunu hissetmek çok güzel.

Bu filmin müzikleri için yine Nick Cave'le bir araya geldiniz? Nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz?

İkimiz de iş yapıp bitirmeyi seviyoruz. Çok fazla konuşmayız ama her zaman verimli bir atmosfer yaratabiliyoruz. Bu film için önce dört gün boyunca stüdyoda saatlerce fikirlerimizi ortaya koyduk, sonra filmden bazı sahneler izledik ve sonra da yaptıklarımız hakkında yönetmenden görüş aldık. Böylece ne yapmamız gerektiğine karar verdik. Ana temaları öğrendiğimizde yaylıları devreye soktuk. Bütün bu süreç uzun zaman aldı, çünkü yapımcılar filmin son kurgusu üzerinde anlaşmakta bazı sorunlar yaşıyorlardı.

Yani filmin son kurgusunu görmeden müziği düşünmeye başladınız. Bu durumda yönetmenin isteklerini karşılayacak müzikleri nasıl besteliyorsunuz?

Andrew Dominik'in nasıl bir müzik istediğine ilişkin tam bir fikri vardı. Bize düşüncelerini anlattı, biz de onları gerçekleştirmeye çalıştık. Stüdyo aşamasındayken Nick onunla sık sık görüşürdü, müzik editörümüz Gerard McCann de kendisiyle sürekli iletişim halindeydi. Aslında filmin kurgulanmış son halinin üzerinden çalışmamamız garipti. Sonunda yönetmenin yaptığımız müzikten hoşnut kalmadığı noktalarda stüdyoya dönüp tekrar çalıştık. Üç defa oldu bu.

Çalışmanız toplam ne kadar zaman aldı?

Haftanın beş günü, üç ayrı kayıt seansı yaparak altı ay geçirdik. Ayrıca bu seanslar arasında iki tiyatro yapımı ve Grinderman grubunun albümü için de kayıtları tamamladık. Kurgudan kaynaklanan etkenler nedeniyle yavaş bir süreçti.

Sizce soundtrack albümündeki parçalar canlı performans için uyarlanabilir mi?

Elbette. Filme eşlik ederek değil ama kendi başlarına ayrıca yorumlanabilir. Nick'le yaptığım soundtrack çalışmaları filmden bağımsız olarak dinlenildiğinde kendine ait ayrı bir karakter yansıtıyor. Filmdeki ses efektlerini bire bir yansıtmak zorunda değil hiçbiri. Öyle olsa yayınlamazdık bu albümleri.

Beste yaparken müziği film mantığı içinde mi, yoksa bir albüm olarak mı düşünürsünüz ya da ikisi birden mi etkili olur?

Öncelikle film gelir. Siz bestenizi çok beğenseniz bile, eğer filmde işe yaramıyorsa olmaz. Bu da kendi albümlerinizi yaparken işleyen süreçten çok farklıdır. Onları sadece kendiniz için yaparsınız ve sadece sizin için iyi olması yeterlidir. Oysa soundtrack söz konusu olduğunda, uygunluğu belirleyecek olan şey filmin kendisidir. Aslında garip bir şekilde özgürleştirici bir deneyim bu. Çünkü normalde kendi albümünüzü yaparken hemen vazgeçemeyeceğiniz şeyleri burada hemen bir kenara itebiliyorsunuz.

Besteci Hans Zimmer'e göre, bir film yönetmeninin en çok istediği şey, filmin müziklerini yapan bestecinin başarılı olması. Çünkü besteci başarısız olursa, film de başarısız olur diyor. Siz de aynı görüşte misiniz?

Müzik, bir filmde çok kötü bir etki yaratabilir gerçekten. Kullanılan müziğin filmi destekleyici olması, bir bütün oluşturmaya yardım etmesi gerekir. Nasıl bir müzik kullanılması gerektiğini filmin kendisi gösterir zaten. Yönetmenin anlatmak istediğini ortaya çıkarmasında yardımcı bir unsur olmalıdır müzik.

Filmi izlediğinizde ne hissettiniz? İlk izleniminiz neydi?

Geçenlerde Paris'te gördüm filmi. Hoşuma gitti. Aşağı yukarı tahmin ettiğim gibiydi. İnsanın üzerinde önemli etki bırakan bir film. Casey Affleck de müthişti.

Bana göre bu en unutulmaz soundtrack albümlerden biri olacak. Yayımlanan binlerce soundtrack albüm arasında sizin favoriniz hangisi?

Gerçekten öyle mi düşünüyorsunuz? Umarım insanlar onu keşfeder. Ben Pat Garrett ve Billy the Kid soundtrack'lerini severim. Kubrick'in müziği kullanışına bayılırım. Kurosawa filmlerindeki müziği ve tabii Morricone'yi severim. Kendi başına karakteri olan soundtrack'leri beğeniyorum. Görüntüyü destekleyen ama onu manipüle edip başka yöne çekmeyen müzikleri tercih ederim. Aslında çoğunlukla müzik kullanılmayan filmleri daha çok seviyorum. Çünkü kulaklarım daima müziğe takılıyor ve bu imajları bastırıyor. Filmin farklı bölümlerinden kısım kısım alınmış gibi hissettiren müzik parçalarının bir CD'ye kopyalandığı izlenimini veren soundtrack'lerden hiç hoşlanmıyorum. Film olmadan da kendi başına bir bütün olarak tekrar tekrar dinlenebilen müzikleri seviyorum.

Nick Cave'le çalışmak nasıl bir duygu?

Onunla stüdyoda kayıt yapmaktan ve birlikte konser vermekten her zaman hoşlandım. Giderek daha verimli bir işbirliği geliştirdik. Bazı tiyatro prodüksiyonlarında, Grinderman albümlerinde birlikte çalıştık. Yakında yeni The Bad Sees albümü çıkacak. Ayrıca bir İngiliz beyin cerrahı hakkındaki bir belgesel için de üçüncü soundtrack çalışmamızı yeni tamamladık.

-

25 Kasım 2007 Pazar

80’lerin ve 90’ların Müziği


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/24 Kasım 2007

Bu yazımda yeni yayımlanan iki mükemmel albümden söz edeceğim. Hani bazı albümler vardır; elinize alır almaz ön kapağa değil, sabırsızlıkla çevirip arka kapağa bakarsınız. Çünkü asıl merak ettiğiniz içinde yer alan şarkılardır. İşte “All Eighties” ve “All Nineties” adlı iki albüm de bu kategoride.

Albümlerin her ikisi de, 80’li ve 90’lı yıllarda ilk gençliğini yaşayanlar için heyecan verici. Her bir şarkı sizi alıp 10 yıl, 20 yıl öncesine götürüyor. Henüz insanın zaman içinde seyahat etmesini sağlayacak makine icat edilemedi, ama müzik bir anlamda bu işlevi görmüyor mu? Örneğin, ilk aşkınızı yaşadığınız sıralarda çok dinlediğiniz bir şarkıyı bugün yine dinlerken gözlerinizi kapatın bakın neler oluyor…

“All Eighties” ve “All Nineties” albümlerinde yer alan şarkılara değineceğim, fakat önce bir sorum var:1980’leri ve 1990’ları düşündüğünüzde aklınıza ne geliyor? Benim aklıma, ne yazık ki, İngiltere kaynaklı Thatcherizm ile Amerika’da türeyip dünyayı sarsan Reaganizm geliyor. Her ikisinin de uyguladıkları neo-liberal politikalarla geniş halk kesimlerini tam anlamıyla ezip geçtiği, zenginin daha zengin olduğu yıllar… O yıllarda ülkemizde ise, 12 Eylül darbesi sonrasında iş başına gelen Özalizm de aynı politikaları izliyor ve tam bir egemenlik sürdürüyordu. Hani “80 Gençliği” diye bir ifade vardır; bu, o dönemde yetişen sosyal bilinçten yoksun gençlerin durumunu anlatmak için kullanılan biraz acıklı, biraz da alaycı bir ifadedir. Kanımca, o yıllarda siyaset arenasında olup bitenlerin müzik dünyasına yansıması, üzerinde araştırma yapılabilecek ilginç bir konudur.

80’li yıllar, aynı zamanda pop müzik ikonlarının tüm dünya gençliğini adeta çılgına çevirdiği yıllardı. Michael Jackson’ın doruğa ulaşması da yine bu döneme rastlar. Tüm zamanların en çok satan albümü Thriller, 1982 yılında çıktığında büyük olay olmuştu. Artık hayatımızda pop müziğin kraliçesi diye adlandırılan, sansasyonlarıyla meşhur Madonna da vardı. Sonunda büyük oranda apolitik bir nitelik kazanan gençliğin yeni ilahları değişmişti. 60’lı ve 70’li yıllarda Bob Dylan, John Lennon, Joe Strummer, Jimi Hendrix, Bob Marley gibi müzisyenlerin yarattığı büyük devrimden sonra 80’lere gelindiğinde gerçek bir değişim yaşanıyordu. Fakat herşeye karşın bu dönemde, olanca gücüyle esen New Wave fırtınasının sayesinde müzik tarihinin en güzel şarkıları da ortaya çıktı. İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerde hala yalnızca 80’lerden şarkıların çalındığı partilerin düzenlenmesi boşuna değil.

UNUTULMAZ ŞARKILAR BİR ARADA

“All Eigthies” ve “All Nineties”, çoğu kişinin anıları nedeniyle bağlı olduğu şarkıları bir araya getirmenin ötesinde, aynı zamanda bir arşiv belgesi niteliği de taşıyor. Öncelikle, EMI Türkiye’nin Pazarlama Müdürü Arzu Güldiken’in hazırladığı her iki albümdeki şarkı seçimi gerçekten çok başarılı. Toplama albüm yapmak, sanıldığı gibi kolay bir iş değildir. Öncelikle, albümü belli bir plak şirketi adına hazırlıyorsanız, o zaman seçenekleriniz, o şirketin kataloğunda yer alan sanatçı ve gruplarla sınırlı demektir. Ayrıca, müzik tarihini iyi bilmeniz şarttır; iyi bir müzik zevkine sahip olmanız gerekir; şarkıların albümde hangi sıralama ile yer alacağını belirlemek ise ayrı bir uzmanlıktır.

Gelelim şarkılara… Her iki albüm de New Wave’in en başarılı grubu Depeche Mode’dan birer şarkı ile açılıyor! 80’lerde “Never Let Me Down Again”, 90’larda “Enjoy The Silence” var. O yıllarda yaygın olan ev partilerine gidip de Orchestral Manoeuvres In The Dark (OMD) eşliğinde dans etmemiş olan var mı? İki OMD klasiği bu albümlerde yerini almış: “Enola Gay” (All 80s) ve “Sailing On The Seven Seas” (All 90s). İki albümde de yer alan bir diğer ünlü grup Duran Duran: “Do You Believe In Shame?” (All 80s) ve “Come Undone” (All 90s). Bryan Ferry ise, “Slave To Love” (All 80s) ve “I Put A Spell On You” (All 90s) ile o dönemlerin vazgeçilmezlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Ve Yazoo! Kısa süren müzikal kariyerine karşın, birçok liste başı olan şarkısıyla unutulmayanlar arasına giren başarılı ikiliden “Don’t Go” 80’ler albümünde. Yine bu albümde bir şarkı var ki, listede adını gördüğünüzde kalbiniz daha hızlı atabilir: Billy Idol’dan “Eyes Without A Face”! Liste uzun, ben burada ancak bazı seçme şarkıları yazabiliyorum.

Ama kısaca diyeceğim şu ki, bu iki albüm, 80’lerin ve 90’ların melankolik sözlü muhteşem melodilerine özlem duyanlar için bire bir. Bir de, dünyanın neo-liberal politikalarla altüst olduğu dönemde apolitikleştirilmeye çalışılan bir kuşağın odalarına kapanıp neler dinlediğini merak edenler için de ilginç olabilir.

17 Kasım 2007 Cumartesi

Dave Gahan’dan İkinci Solo Albüm




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/17 Kasım 2007

New Wave’in en başarılı temsilcilerinden Depeche Mode grubunun solisti Dave Gahan’ın ikinci solo albümü “Hourglass” sonunda yayımlandı. Gahan’ın 2003 tarihli ilk solo çalışması “Paper Monsters”dan çok fazla etkilenmemiş ve onun çok daha iyisini yapabileceğini düşünmüştüm. Çünkü bana göre, Paper Monsters’daki şarkılar Depeche Mode şarkılarındaki tutkuyu yansıtamamıştı. Oysa ses aynı sesti; müzik tarihinin gelmiş geçmiş en büyük seslerinden birisi; Dave Gahan’ın o duyunca bir daha unutamayacağınız kadar belirgin ve güçlü bariton sesi. Kimileri o zaman, Gahan’ın grubun şarkı yazarı Martin Gore olmadan fazla bir şey yapamayacağını söylüyorlardı. Ben Martin Gore’un olağanüstü yeteneğini en çok takdir edenlerden biri olsam da onlarla hemfikir değildim. Çünkü bu görüşün, hep tartışılan Martin-Dave çekişmesinden kaynaklandığını biliyordum. Dave Gahan’ın gruptan ayrı olarak çalışma yapıp içinden geleni ortaya koymak istemesi ise, heyecanla karşılanması gereken bir durumdu.

İki yıl sonra, 2005’te Depeche Mode’un “Playing The Angel” adlı albümü çıktığında haksız olmadığımı gördüm. O albümde ilk kez olarak Dave Gahan’ın çok güzel üç bestesi de yer almıştı. Bazıları alkışlarken bazıları yine burun kıvırdı, ama Dave yoluna devam etti. Aradan iki yıl daha geçti ve şimdi çok daha sağlam bir altyapısı olan Hourglass yayımlandı. Albümde Dave Gahan’a, Depeche Mode’un turlarında davulda yer alan Christian Eigner ve yine turlarda programcı olarak görev alan Andrew Phillpott eşlik ediyor. Bu üçlünün birlikte kaydedip prodüktörlüğü de üstlendikleri Hourglass’ta elektronik öğeler çok daha belirgin bir şekilde kullanılmış. Tüm albümün miksleri ise, Beck, The Kooks ve Air gibi isimlerle çalışan Tony Hoffer tarafından yapılmış.

ŞARKILARLA “RUHA YOLCULUK”

Dave Gahan, bu albümün, içindeki yaratıcı gücü ortaya çıkarmak için büyük bir fırsat sunduğunu ve artık gerçekten kendisine ait bir sesi olduğunu hissettiğini söylüyor. Albüm yaratma sürecini ise, kendi kimliğini tam anlamıyla bulup onunla rahat olmayı öğrendiği bir dönem olarak tanımlıyor. Bu nedenle de albümü, bir tür “ruha yolculuk” olarak niteliyor. Milyonlarca insanın hayran olduğu bir müzisyen olarak tanıdığımız Gahan’ın, korkularıyla ve hatalarıyla kendi kendisini kabul etmesi kolay olmadı. İntihara teşebbüs etti, çocukluğunda yaşadığı ailevi sorunların da etkisiyle bazı psikolojik rahatsızlıklar geçirdi ve 1996 yılında Los Angeles’ta aşırı dozdan hastaneye kaldırılırken ambulansta iki dakika boyunca kalbi durdu. Tıbben ölmüştü ama mucizevi bir şekilde tekrar yaşama döndü. Tedaviye başladığı o tarihten bu yana kendini toparlaması uzun zaman aldı. Belki de bu nedenle yeni albümündeki “Miracles” adlı şarkısında, “Mucizelere inanmıyorum ama her gün mucizeler oluyor. İsa’ya inanmıyorum ama yine de her gün dua ediyorum” diyor.

Tüm albüm aslında, Dave Gahan’ın genel olarak insanlarla ve kendisiyle hesaplaşmasına dayanıyor. Yüksek temposuyla dikkat çeken “Use You” adlı şarkı, insanın kendisine ve çevresindekilere zarar vererek hayattan kaçışını anlatıyor. Benim favorim ise, mükemmel bir konser açılış şarkısı olabilecek nitelikteki “Deeper & Deeper”. Gahan’ın agresif vokaliyle birleşen endüstriyel sound, bu şarkıda olağanüstü güzel bir karışım yaratıyor. Dave Gahan’ı sahnede izleyenler, onun kitleleri nasıl etkilediğini çok iyi bilir. Seksapeli çok yüksek vokalistlerden biridir ve bunu büyük bir başarıyla kullanır. Onu sahnede bu şarkıyı söylerken, “İstediğim zaman sana sahip olacağım” diyerek konser alanını inletirken hayal etmek güç değil. Ortalığın birbirine gireceğini, birçok hayranının, özellikle genç bayanların kendinden geçeceğini tahmin edebiliyorum.

Üzerinde durulması gereken bir diğer şarkı, ilk single olarak yayımlanan ve son günlerde müzik kanallarında videosu sık sık görülen “Kingdom”. Şarkı, daha iyi bir yer varsa da bunun bulutların ötesinde değil, içinde yaşadığımız dünyada olduğu düşüncesine dayanıyor. Akılda kalıcı dinamik melodisiyle iyi bir single seçimi gerçekten.

“Hourglass”ı tümüyle dinledikten sonra, içinizde büyük olasılıkla Depeche Mode albümlerinin bıraktığı o bağımlılık yaratan melankolik etkiyi hissedeceksiniz. Özellikle kapanışı yapan “Down” adlı şarkı, bunu iyice pekiştirecek. Bunun temel nedeni, Dave Gahan’ın sesiyle özdeşleşen ve hafızalarımıza kazınan eski şarkılar mı, yoksa Gahan yine yaptı mı yapacağını?

11 Kasım 2007 Pazar

Doğanın ve Şarkıların Ülkesi: Letonya



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/10 Kasım 2007

Sessizliğin sesini dinlemek ister misiniz? Hayır, Simon and Garfunkel’ın ünlü şarkısı “The Sound of Silence”dan söz etmiyorum. Dolayısıyla, anlatmak istediğim, toplumsal duyarsızlığı işaret eden çağrışımlar değil. Gerçek anlamdaki sessizliği; büyük kentlerde yaşayanların arayıp da bulamadıkları sessizliği kastediyorum. Eğer böyle bir arayış içindeyseniz, onu bulabileceğiniz bir yer var: Letonya’nın başkenti Riga. Şimdiye kadar gördüğüm en yeşil ve en sakin başkent. Toplam 2 milyon 300 bin kişinin yaşadığı Letonya, bir taraftan Baltık Denizi’yle çevrili, diğer tarafta ise Estonya, Litvanya, Rusya ve Belarus’la sınırdaş. Aynı zamanda Baltık ülkelerinin en büyük kenti olan 800 bin nüfuslu Riga ise, özellikle Art Nouveau, Gotik, Barok ve Klasik dönem mimarilerini buluşturan çarpıcı güzellikte bir kent.

Letonya’nın Ankara Büyükelçiliği’nin davetlisi olarak bulunduğum bu kentte görüştüğüm birçok kişiye, yaşadıkları kent için bir reklam sloganı belirleyecek olsalar ne diyeceklerini sordum. “Kuzeyin Paris’i” ya da “Baltıklar’ın Kalbi” diyenler çoğunluktaydı. Şu anda Letonya Parlamentosu’nda Dış İlişkiler Komisyon Başkanlığı görevini yürüten, eski Başbakan Andris Berzins’in yanıtı, “farklı etnik kökenlerin buluştuğu çok kültürlü kent” oldu. Ülkenin toplam nüfusunun yaklaşık yüzde 59’unu Letonyalılar, yüzde 29’unu ise Ruslar oluşturuyor; bunun yanı sıra sayıları az olmakla birlikte Beyaz Ruslar, Ukraynalılar, Polonya ve Litvanya kökenliler de var.

Letonya’ya ayak basar basmaz, daha havaalanında hemen fark ediyorsunuz ki, halkın geniş bir kesimi, ülkenin Sovyetler Birliği ve Almanya işgalinde geçen günlerini acıyla hatırlıyor. Havaalanındaki bekleme salonlarına yerleştirilen televizyonlarda, o dönemleri yaşayanların anılarını aktardıkları belgeseller gösteriliyor. 1991 yılında Sovyetler Bloğu’ndan ayrılıp bağımsızlığını ilan eden ülkenin, 2004 yılında NATO ve Avrupa Birliği’ne girişi bir dönüm noktası olmuş. Sovyet işgalini en başından beri kınayan ve kapitalizme geçiş döneminde kendilerine destek veren Amerika’ya ve Avrupa Birliği’ne karşı Letonya’da belirgin bir sempati söz konusu. “Tarihçiler 2050 yılında Avrupa Birliği hakkında ne yazacaklar?” diye sorduğum her yetkili, büyük bir iyimserlikle, o tarihe kadar var olan sorunların aşılacağını ve birliğin güçlenerek ilerleyeceğini söyledi. Letonyalılar için Avrupa Birliği “güvenlik” anlamına geliyor. Ama “Birlik, tek kutuplu dünyada Amerika’nın gücünü dengeleyici bir unsur olmalı mı?” diye sorduğumda, “Buna gerek yok ki, birlikte çalışırız,” diyorlar.

Ülkede en çok dikkati çeken şeylerden birisi, hem kamu sektöründe hem de özel sektörde en yetkili konumda bulunan görevlilerin çok genç olması. Nereye gitseniz, karşınıza daha 30’lu yaşlarında, çok iyi eğitim almış, yabancı dil konuşabilen, dinamik gençler çıkıyor. Türkiye’nin Riga Büyükelçisi Duray Polat’ın da belirttiği gibi, Letonya halkının eski dönemde kazandığı çok önemli iki şey var: Birincisi, iyi eğitim ve geniş bir kültür. İkincisi ise, sağlam bir altyapı. O döneme duyulan tepki nedeniyle kimi Letonyalılar her ne kadar bunu pek fazla dile getirmeseler de, bu kesin bir gerçek. Sanatın ve özellikle müziğin son derece gelişmiş olduğu bir ülke Letonya. Geleneksel Ulusal Şarkı ve Dans Festivali’nin yüzyıllardır birlik sembolü olarak kutlanması da bunun göstergesi.

Türkiye-Letonya İlişkileri

Riga’da yetkililerin verdikleri bilgilere göre, Letonyalıların tatil için en çok tercih ettikleri ülke Türkiye. Oysa buna karşılık, Türklerin Letonya’yı ziyaret etmediğini söylüyorlar. Bunu küçük bir ülke oldukları için yeterince tanınmamalarına ve hala Rusya’nın bir parçası gibi görülmelerine bağlıyorlar. Bu imajı değiştirmek için de, ciddi bir atak yapmaları gerektiğinin bilincindeler. Benim yetkililere bu konudaki önerim, sahip oldukları eşsiz doğal güzelliğe ve sessizliğe odaklanmaları oldu. Ülkedeki dingin ortam öylesine çekici ki, birkaç gün için kafanızı dinlemek isterseniz, Riga gerçekten iyi bir seçenek olabilir. Seyahat acentalarının programlarına bu kenti de katmalarıyla daha ucuz tatil olanağı sağlanırsa, eminim ilgi çekecektir. Doğu Avrupa kentlerine özgü etkileyici mimarisiyle, temiz havasıyla ve parklarıyla Türk insanı için oldukça farklı bir kent burası. Üstelik insanları, diğer Kuzey ülkelerinde pek de rastlanmayacak kadar yardımsever ve cana yakın. Arnavut kaldırımlı güzelim sokaklarda dolaşırken kaybolsanız da, büyük çoğunluğu İngilizce konuşan insanlar her zaman yardıma hazır.

Ayrıca, kimi Avrupa ülkelerinde Türklere karşı beslenen olumsuz duygulardan bu ülkede eser yok. Bunda her iki ülkenin büyükelçiliklerinin karşılıklı çabaları kadar, kültürel ve ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesi amacıyla faaliyetlerde bulunan TELLFA’nın (Türkiye Estonya Letonya Litvanya Dostluk Derneği) da payı var. A. Galip İlter’in başkanlığında çalışmalarını sürdüren dernek, daha bir yıl önce kurulmuş ama kısa zamanda çok yol almışlar ve bu yıl ilk kez T.C. Riga Büyükelçiliği ile birlikte Letonya’da Türk Günleri’ni düzenlemişler. Çeşitli sergilerin açıldığı, konserlerin verildiği, Türk yemeklerinin tanıtıldığı etkinlikler, ülkede büyük ilgiyle karşılanmış. Riga’da olduğumuz süre içinde, piyanist Fazıl Say’ın 29 Ekim gecesi verdiği kapanış konserini de izleme olanağı bulduk. Dinlediğimiz muhteşem performans, Cumhuriyet Bayramı’nda o salonda bulunan bütün Türklerin gurur duymasını sağladı. Fazıl Say, ilk kez konser verdiği Riga’da herkesi tam anlamıyla büyüledi. Letonya Enstitüsü Başkanı Ojars Kalnins’e konserle ilgili izlenimini sorduğumda şu yanıtı aldım: “Fazıl Say’ın kendisine de söyledim; Jimi Hendrix’in gitar çalışı gibi piyano çalıyor!”

Letonya’da yapılan Türk Günleri’nin benzeri olarak bir süredir Türkiye’de de Letonya Kültür Günleri yapılıyor. Bu kapsamda, Letonya’nın gençlik korosu “Kamer…” 19 Kasım’da Ankara’da ve 20 Kasım’da İstanbul’da iki konser verecek. Koronun kurucusu ve baş koro şefi Maris Sirmais, Riga’da yaptığımız söyleşide, ülkedeki koro geleneğinden ve müziğe verilen önemden söz etti. Letonyalıların müzikten böylesine heyecan duymaları gerçekten etkileyici. Letonya belki ekonomik anlamda çok büyük ilişkiler içinde olduğumuz bir ülke değil, ama kültür ve sanatın iki ülke arasında çok sağlam bir köprü kurabileceği kesin.

4 Kasım 2007 Pazar

Sarah Chang’den “Dört Mevsim”




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/3 Kasım 2007

Sarah Chang, Kore asıllı Amerikalı bir keman virtüözü. Henüz 27 yaşında ama kısa kariyerine büyük başarılar sığdıran bir harika çocuk. 4 yaşında keman çalmaya başlayan sanatçı, 8 yaşındayken dünyanın en ünlü orkestra şeflerinden Ricardo Muti ve Zubin Mehta’nın önünde başarılı performanslar gösterdi. O tarihten bu yana da, aralarında Philadelphia Orkestrası ve New York Filarmoni olmak üzere dünyanın önemli orkestralarıyla çalışmaya başladı. 1992 yılında prestijli Avery Fisher Ödülü’ne layık görülen Chang, EMI etiketiyle yayımlanan Vivaldi: The Four Seasons adlı yeni albümüyle yine dikkatleri çekti. Bu ölümsüz eseri Grammy ödüllü Orpheus Oda Orkestrası ile yorumlayan Chang, bir kentten diğer kente sürekli seyahat ettiği yoğun programı içinde sorularımızı yanıtlamayı ihmal etmedi.

Önceki albüm kayıtlarınıza baktığımızda daha az bilinen bazı eserleri tercih ettiğinizi görüyoruz. Fakat şimdi klasik müziğin en popüler eserlerinden birini kaydederek dinleyicilerinizi bir anlamda şaşırttınız.

Son yaptığım kayıtlar, Shostakovich ve Prokofiev konçertolarıydı. Bunlar olağanüstü dramatik ve çok duygusal müzikler. Onları Sir Simon Rattle şefliğinde Berlin Filarmoni’yle yorumlamıştık. Büyük orkestra, büyük şef ve büyük eserler… Bu defa buna karşıt bir şey yapmak istedim. The Four Seasons’ı kaydetmek oldukça uzun bir süredir aklımdaydı. Vivaldi’nin müziği öylesine güzel, saf ve kadınsı ki!

Vivaldi’nin müziğine özel bir düşkünlüğünüz var mı?

Kesinlikle var. Vivaldi’nin saflığını ve basitliğini seviyorum. Ana hatları çizdikten sonra yorumcuların The Four Seasons’a kendi damgalarını vurmalarını sağlayacak bir özgürlüğü yaşamalarına olanak vermesine hayranım.

Ünlü kemancı Gidon Kremer bir keresinde, “başka hiç kimsenin The Four Seasons gibi 20. yüzyılı yansıtan bir eser yazma cüretini gösteremediğini” söylemişti. Aynı fikirde misiniz?

Gidon Kremer büyüleyici bir müzisyen! Benim kendime ait düşüncelerim var ama asla Gidon Kremer’le tartışmaya girmem.

Bu eseri telefonda bekletme müziği olarak ya da restoranlarda ve asansörlerde duyduğunuzda ne hissediyorsunuz?

Dehşete kapılıyorum. Bu asansör müziği değil, öyle olmamalı. Eğer bir restoranda bu müzik çalıyorsa orada yemek yiyemem. Popüler olduğu için mutluyum; bu harika, ama bu bir sanat eseri!

Orpheus Oda Orkestrası ile kayıt yapmak nasıl bir duyguydu? Üstelik, bu orkestranın en büyük özelliği şefsiz çalışması.

Hem zorlayıcı hem de eğlenceliydi. İlk kez şefsiz bir oda orkestrası ile çalmaktan dolayı büyük heyecan duydum ve bunun yarattığı sınırları zorlayıcı etkiden hoşlandım. Çok daha fazla sorumluluk gerektiriyordu ama bu tür çalışmanın getirdiği özgürlüğü de sevdim. Ayrıca hoşuma giden bir diğer şey de, orkestradakilerin göz kontağı kurup daha dikkatli dinleyerek birbirlerinin daha çok farkına varmaları ve böylece gerçek bir oda müziği icra etmeleri oldu.

Kemanla olan ilişkinizi nasıl tanımlarsınız? Yalnızca büyük bir sevgi mi var, yoksa bir tür sevgi ve bağımlılık karışımı mı söz konusu? Bazı müzisyenler çalmadıkları zaman boşluk hissettiklerini söylüyorlar. Siz de böyle hissediyor musunuz?

Aynı diğer insanlarla olan ilişkilere benziyor. Çoğunlukla sevgi var. Ama bazen de onu o kadar çok sevmiyorsunuz ve pek iyi anlaşamıyorsunuz. Fakat kemanım benim hayatımın çok büyük bir parçası ve sahnedeki sesim. Bu nedenle ona nazik davranmaya çalışıyorum! Partilere gidip alışveriş yapmak istediğim günler de oluyor. O zaman biraz ayrı kalabiliriz ama sonuçta ondan uzun süre ayrı kalamam.

8 yaşında bir harika çocuk olarak keşfedildiğinizden beri sürekli olarak çalışıp konser vermeye devam ediyorsunuz. Bugün klasik müziğin en yetenekli genç sanatçılarından birisiniz ve kendi kuşağınız için bir esin kaynağısınız. Bir müzisyen olarak başarmak istediğiniz başka bir hedef var mı?

Bugün yaptığım şeyi sürdürebilmeyi isterim. Konser vermeyi ve albüm yapmayı çok seviyorum. Bunun için kendimi çok talihli olarak görüyorum. Parmaklarım ve kalbim izin veridiği sürece bunu yapmayı istiyorum.

28 Ekim 2007 Pazar

Pink Floyd’un İlk Albümünün 40. Yılı




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/27 Ekim 2007

Bir müzik yazarının karşılaştığı en büyük zorluklardan birisi nedir biliyor musunuz? Sürekli yeni gruplar kurulup yeni albümler çıkarken, yazılarında bunlardan bir kısmına yer verememek ve tercih yapmak zorunda kalmak. Ama ben bu haftaki tercihimi, çok eski bir grubun ilk albümünden yana kullanıyorum: Pink Floyd’un bu yıl 40. yıldönümü kutlanan ünlü albümü “The Piper at the Gates of Dawn”. Geçen ay çok şık özel bir paketle (mono ve stereo cd’ler halinde) yeniden piyasaya sürülen albümde bazı şarkıların daha önce yayımlanmamış versiyonları da bulunuyor.

The Piper at the Gates of Dawn, Pink Floyd’un orijinal kadrosunun (Syd Barrett, Nick Mason, Roger Waters ve Richard Wright) birlikte kaydettiği ilk albüm olma özelliğini taşıyor. Fakat tek özelliği bu değil. Tamamen Syd Barrett’ın etkisinde yapılan ilk ve tek çalışma bu. Pink Floyd’un ilk dönemlerinde grubun solistliğinin ve gitaristliğinin yanı sıra şarkı yazarlığını da üstlenen Barrett’ın, bu albümden sonra giderek artan uyuşturucu sorunu, grupla yollarının ayrılmasına neden oldu. Albümün şarkı sözlerinde dikkat çeken psychedelic etki, acid gitar soundu ve mizah tümüyle onun yaratıcılığını yansıtıyor. Tüm zamanların en etkili albümlerinden birisi olarak görülmesinin nedeni ise, psychedelic rock ve space rock gibi müzik türleri üzerindeki etkisi.

ALBÜMÜN ADI NEREDEN GELİYOR?

Pink Floyd’un albüme neden böyle garip bir isim verdiğini merak ediyorsanız haklısınız. Hiç de akılda kalıcı bir isim değil ama ilginç olduğu kesin. İngiliz yazar Kenneth Grahame’in 1908 tarihli kitabı “The Wind in the Willows”un (Söğütlükte Rüzgar) 7. bölümünün başlığı albüme isim kaynağı olmuş. Bugün çocuk edebiyatının klasikleri arasında sayılan kitap, hayvan karakterleriyle eğitici bir macerayı konu ediniyor. Yedinci bölümün başlığında yer alan “The Piper”, Yunan mitolojisinde çoban ve sürülerinin, ormanların ve ovaların tanrısına atıf yapıyor. “See Emily Play” adlı şarkıyı biliyorsanız şimdi biraz kafa yorma zamanı: Bu şarkı, Barrett’in halüsinojenik bir ilacın etkisiyle ormanda uyuyup kalışını ve sonra birden uyandığında karşısında gördüğünü söylediği Emily adlı kızı mı anlatıyordu gerçekten? Barrett, daha sonraları bunun yalnızca reklam için söylendiğini belirtmişti. Öyleyse şarkıdaki Emily, 60’larda Londra’da adı öne çıkan İngiliz heykeltraş Emily Young mıydı? Bu soruları yanıtlayabilecek tek kişi herhalde Syd Barrett’ın kendisiydi ve ne yazık ki, geçen yıl yaşama veda etti.

Tabii bütün bu kafa yormalar, Syd Barrett’in şarkıları yazarken kitaptan ne ölçüde esinlendiğini belirlememizi sağlamıyor. Fakat şunu söylemek mümkün: Albüm, 1967 yılında, yani hippi akımının yayıldığı, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşıp özgür cinselliğin doruğa ulaştığı, işsizliğin ve yüksek enflasyonun egemen olduğu bir dönemde kaydedildi. Bu dönemi anlamadan albümü de tam olarak anlamak olanaklı değil. Pink Floyd, Londra’daki ünlü Abbey Road Stüdyoları’nın bir odasında bu albümü kaydederken, hemen yanlarındaki bir diğer odada The Beatles “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band” adlı albümü kaydediyordu. (Belli ki, o dönemde albümlere garip isimler vermek modaymış.) Birçok kişi tarafından gelmiş geçmiş en önemli albümlerden biri olarak görülen Sgt. Pepper’s’da da aynı dönemin etkilerini görüyoruz. Bir benzerlik de, yine kullanılan çağrışımlarda…“Lucy in the Sky with Diamonds”ı hatırlayın. Lucy, John Lennon’ın oğlu Julian Lennon’ın resmini çizdiği okul arkadaşı Lucy idi. Peki ama şarkı ne anlatıyordu?

Müzikle ilgilenen ve bugün 60’lı yaşlarında olan çoğu kişinin haberdar olduğu bu bilgiler, umarım yeni kuşaklar için de ilginçtir. (En azından kendilerine “Pink Floyd olmasaydı bugün Radiohead olur muydu?” diye soranlar için…)
The Piper at the Gates of Dawn, müzik tarihinin en ilham verici gruplarından birisi olan Pink Floyd’un efsanevi solisti Syd Barrett’ın yaratıcı dehasını tanımak için en önemli kaynak. Müthiş bir hayal gücüyle bezenmiş dolu dolu bir albüm bu. Her bir şarkısının üzerine sayfalarca yazı yazılabilir, saatlerce yorum yapılabilir. Özellikle progressive ve psychedelic rock’a meraklı olanların, EMI tarafından çıkarılan bu özel albümü kaçırmamalarını tavsiye ederim.

21 Ekim 2007 Pazar

Müzik Endüstrisinde Radiohead Devrimi




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/20 Ekim 2007

Uzun zamandır süren bekleyiş sona erdi ve sonunda ünlü rock grubu Radiohead 'in yeni albümü "In Rainbows" a kavuştuk. Kavuştuk ama aslında ortada fiziksel olarak bir CD yok. 2003 tarihli albümleri " Hail To The Thief" den sonra plak şirketi ile sözleşmesi sona eren Radiohead'in ne yapacağı, müzik dünyasında en çok merak edilen konulardan biriydi. Her zaman ticari pazarlama yöntemlerine uzak durmayı yeğleyen grup üyeleri, sonunda plak şirketlerini aradan çıkaran doğrudan satışı seçti.

Tüm albümün grubun internet sitesi üzerinden dijital olarak müzikseverlere sunulduğu bu yöntem, müzik endüstrisi için bir devrim niteliğinde. Çünkü hem tüm dünyaya müziğin asıl sahibinin müzisyenler olduğunu gösteriyor, hem de müzik endüstrisinde yeni bir dönemi başlatıyor. Şarkılar dijital ortamda yayılmaya başladığından bu yana internet üzerindeki dosya paylaşımı nedeniyle ciddi şekilde sarsılan plak şirketleri neye uğradığını şaşırırken, müzikseverler bayram ediyor. Görülen o ki, Radiohead'in başlattığı bu uygulama başarılı olursa, bu durum kar odaklı büyük plak şirketlerinin işlevinin sorgulanmasına neden olacak ve büyük bir olasılıkla diğer gruplar da bu yolu deneyecek.

DOĞRUDAN SATIŞ BAŞARILI OLUR MU?

Radiohead'in albümü dinleyicilere ulaştırmak için sunduğu iki seçenek var. Birincisi, dinleyicilerin ödeyecekleri parayı kendilerinin belirleyerek albümü internet üzerinden indirmeleri. Bunun karşılığında ne kadar ödemeyi uygun buluyorsanız onu ödüyorsunuz ya da hiç para ödemeden tüm albümü indirmeniz mümkün. radiohead.com adresine girip albümü almak isterseniz, ödenecek ücret kısmında karşınıza "It's up to you" (Size bağlı) yazısı çıkıyor ve miktarı kendiniz belirliyorsunuz. Sonra elektronik posta adresinize gönderilen ve yalnızca bir kez kullanılmaya kodlanmış bir link aracılığı ile albümün tümünü indiriyorsunuz. Üstelik gelen dosyalar DRM'siz, yani şarkıların paylaşımı için herhangi bir engel yok! İkinci seçenekte ise, yaklaşık 80 dolar ödeniyor, albümü yine internetten indirebiliyorsunuz ama daha sonraki aylarda elinize geçecek ek bir özel pakete sahip oluyorsunuz. Bu paketin içinde ekstra kayıtları içeren iki adet plak, albümün CD'si, albümde yer almayan 8 şarkıdan oluşan ikinci bir CD, şarkı sözlerinin toplandığı bir kitapçık bulunuyor.

Şimdi müzik dünyasında tartışılan konu şu: Hiç para ödemeden albümü indirmek olanağı varken kim para ödemeyi ister? Ben Radiohead'in bu cesur girişimini desteklemek adına, bir yabancı müzik CD'sine ne ödüyorsam, "In Rainbows"u indirmek için de yine aynı miktarı ödemeyi tercih ettim. Fakat bazılarının hiç para ödemeyeceğini düşünsek bile, grubun bu işten zararlı çıkmayacağını düşünüyorum. Albüm CD olarak yayınlansaydı, zaten anında internetteki bedava şarkı indirilen sitelere düşecekti.

Ayrıca, 2003 yılında "Hail To The Thief" piyasaya çıkmadan haftalar önce internetteki sitelere sızdırılmış, ama bu durum albümün satış listelerinde bir numaraya yerleşmesine engel olamamıştı. Albümü dijital olarak indirse de, orijinal CD formatında da sahip olmak isteyen sadık bir hayran kitlesi var Radiohead'in. Diğer yandan, plak şirketleri ile dağıtımcı payları ve prodüksiyon masrafları ayrıldıktan sonra, sanatçıların bir CD başına 80 sent ile 1.15 dolar arasında kazandığı belirtiliyor. Bu durumda albüm internetten doğrudan dijital olarak satılınca, alıcı bir dolar bile ödese yine aynı hesaba geliyor. Üstelik 80 dolar ödeyip özel paketi alanlar, diğer az ödeyenlerin yaratacağı açığı kapatabilir. Bütün bunların doğru çıkıp çıkmadığını yakında göreceğiz.

Albümün satışı ile ilgili bu değerlendirmelerden sonra içeriğinin nasıl olduğunu merak edenlere kısaca şunu söyleyebilirim: Radiohead, bu yedinci stüdyo albümüyle günümüzün en iyi ve en yaratıcı rock grubu olduğunu bir kez daha kanıtladı. "In Rainbows", gitar ağırlıklı, hızlı tempolu şarkılarla piyanonun öne çıktığı melodik baladları buluşturan 10 şarkılık enfes bir albüm. Daha çok "OK Computer" ile "Hail To The Thief" dönemlerini andıran bir sound dikkat çekiyor. "In Rainbows"u dinlerken kimi zaman sert gitarlara ve çılgın ritimlere eşlik ederek yerinizde duramayacak, kimi zaman da Thom Yorke 'un "Arkadaşın değil sevgilin olmak istiyorum/ Nasıl başlayıp nasıl bittiği önemli değil" diyen yumuşak sesiyle sıcacık bir romantizm dalgasına kapılacaksınız. Dileyene denemesi bedava!

14 Ekim 2007 Pazar

Müzik İkonları Film Ekimi’nde


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/13 Ekim 2007

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği Film Ekimi 19 Ekim’de başlıyor! Bu yıl 6. yılını kutlayacağımız etkinlik kapsamında, yedi gün boyunca yılın en dikkat çeken filmleri gösterilecek ve birçok yeni filmin ilk gösterimi yapılacak. Bunlar arasında özellikle üzerinde durmak istediğim iki önemli film var. İkisi de, müzik dünyasının gelmiş geçmiş en karizmatik, en yetenekli ve en zor kişilikleri arasında yer alan iki müzisyenle ilgili. Birincisi, dünyanın her yerinde büyük bir hayran kitlesine sahip olan ünlü punk rock grubu The Clash’ın solisti Joe Strummer. Diğeri ise, post-punk akımının ömrü kısa süren ama etkisi günümüze kadar ulaşan en önemli gruplarından Joy Division’ın intihar ederek yaşamına son veren solisti Ian Curtis.

ÜST-ORTA SINIFTAN PUNK ROCK İKONLUĞUNA

21 Ağustos 1952’de Ankara’da görevli olan bir İngiliz diplomat ile İskoçyalı bir hemşirenin oğlu olarak dünyaya gelen John Graham Mellor, 23 Aralık 2002 tarihinde, İngiltere’de kalp krizi geçirerek 50 yaşında yaşama veda etti. O gün dünyadan gerçek bir yıldız kaydı… Çünkü kaybettiğimiz kişi, rock tarihinin en ilham verici müzisyenlerinden Joe Strummer’dı. Yoksulluğa, ırk ayrımına, Amerika’nın ve Thatcher’ın kapitalist politikalarına karşıydı. İnsan haklarını, çok kültürlülüğü, sol politikaları hiç yılmadan savundu. 1970’lerde efsanevi The Clash grubuyla sesini olabildiğince yüksekten ve korkusuzca dünyanın her yerine ulaştırmak için çabalarken hep olabildiğince nazikti. Hatta kimilerine göre “punk olamayacak kadar nazikti”. Oysa onun punk anlayışı, aynı dönemde nihilist ve yıkıcı punk anlayışını savunan The Sex Pistols ile taban tabana tersti. O kendine odaklanmak yerine dünya meseleleriyle meşguldü. Sosyal adalet, eşitlik ve siyasi özgürlük onun idealleriydi.

Kalabalıkları ayağa kaldıran şarkılarıyla bir punk ikonu oldu Joe Strummer. Kimileri The Clash dağıldıktan sonra ünlü müzisyenin çöküş devrine girdiğini söylese de, o kurduğu yeni grubu The Mescaleros ile kendisini yenilemeyi sürdürdü. Çünkü “Gelecek daha yazılmadı” diyordu ve insanların değişim yaratabileceğine inanıyordu.

Joe Strummer gibi bir kişiliği birkaç paragrafta anlatmak zor. Bunu birkaç saatlik bir filmde yapmak da hiç kolay değil. Strummer’ın en yakın arkadaşlarından birisi olan yönetmen Julien Temple, “Joe Strummer: The Future Is Unwritten” adlı belgesel filmde bunu yapmayı denemiş. Film Ekimi’nde ülkemizde ilk kez gösterilecek olan belgesel, daha önce kullanılmamış ses ve görüntü kayıtları, eski fotoğraflar, arşiv görüntüleri ile Strummer’ın kendi orijinal çizimlerinin yanı sıra, ona hayran olan bazı ünlü isimlerle yapılan röportajları da içeriyor. John Cusack, Martin Scorcese, Anthony Kiedis, Matt Dillon, Steve Buscemi, Johnny Depp ve Bono bu isimlerden bazıları. Basında şimdiye kadar çıkan eleştiriler, filmin Strummer’ın daha çok sahne üzerindeki müzisyen kişiliğine odaklandığı noktasında birleşiyor. Ama en iyisi filmi izleyip kendi kararımızı vermek. (20 Ekim 11.00- 24 Ekim 13.30)

GİZEMLİ BÜYÜK YETENEK: IAN CURTIS

1976 yılında İngiltere’nin Manchester kentinde kurulan Joy Division grubunun vokalisti ve şarkı sözü yazarıydı Ian Curtis. Kısa sürede büyük başarı kazanan grubun ömrü yalnızca 4 yıl kadar sürdü. Sara hastası olan ve içinde bulunduğu depresif ruh halinden bir türlü kurtulamayan Ian Curtis, kendisini asarak yaşama veda ettiğinde 23 yaşındaydı. Bir kez duyunca bir daha unutulamayacak kadar kendisine özgü, olağanüstü güzel bir sese sahipti. O sesi ilk kez radyoda “She’s Lost Control” adlı şarkıyı söylerken duyduğum anı hala hatırlıyorum. Grubun yaptığı müzik, aktif oldukları dönemde İngiltere’de yaşanan boğucu havayı, ruh daraltıcı sosyal ve siyasi ortamı, umutsuzluğu öylesine etkileyici bir şekilde aktarıyordu ki, kendilerinden sonra gelen birçok grup tarafından taklit edilmelerine karşın, bugün hala yerleri doldurulabilmiş değil; bana sorarsanız doldurulması pek de olanaklı değil…

Film Ekimi’nde izleme olanağı bulacağımız “Control” adlı film, işte bu büyük yetenek Ian Curtis’in hayatına odaklanıyor. Curtis’in eşi Deborah Curtis’in anı kitabına dayanan filmin bir özelliği de, yönetmenliği aynı zamanda grubun büyük bir hayranı olan ünlü fotoğraf sanatçısı ve video yönetmeni Anton Corbijn’in üstlenmesi. Corbijn’in siyah-beyaz çektiği bu ilk uzun metrajlı film çalışmasında, Ian Curtis’i İngiliz aktör Sam Riley canlandırıyor. Film, Ian Curtis’in bilinmeyenlerle dolu dünyasına bir parça da olsa ışık tutar mı? Bu sorunun yanıtını da yine Emek Sineması’nda alacağız. (20 Ekim 24.00- 22 Ekim 13.30- 23 Ekim 11.00)

7 Ekim 2007 Pazar

Letonyalı sanatçılardan kültür eleştirisi: “Çok Amerikanlaştık”




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/6 Ekim 2007

Bu ay İstanbul’da Letonya Kültür Günleri kutlanıyor. Bu kapsamda Beşiktaş Belediyesi Mustafa Kemal Merkezi’nde 28 Ekim’e kadar sürecek olan Letonya Çağdaş Tekstil Sanat Sergisi açıldı. Ülkenin en ünlü sopranosu Inese Galante ve piyanist Inna Davidova da, 3 Ekim’deki açılış gecesinde konser vermek üzere İstanbul’daydı. Avrupa’nın ve Amerika’nın ünlü salonlarında sahneye çıkan Galante, 1991 yılından bu yana Düsseldorf’taki ünlü opera evi Deutsche Oper am Rhein’da çalışmalarını sürdürüyor. Letonya’nın başkenti Riga’da yaşayan Davidova ise, 1998 yılında kurduğu Herman Braun Vakfı aracılığıyla müzik organizasyonları yapıp konserler vermeye devam ediyor. İstanbul’daki ilk konserleri öncesinde oldukça heyecanlı görünen bu iki sanatçıyla, klasik müziği ve Letonya’da sosyalizmin egemen olduğu dönemdeki kültürel ortamı konuştuk.

Inese Galante, sizin özgeçmişinizde dikkat çekici bir şey var. İlk başlarda müzisyen olmayı hiç düşünmediğiniz ve aslında eczacılık eğitimi aldığınız doğru mu?

G: Evet, karışık bir konu. Ailem benim profesyonel bir müzisyen olmamı hiç istememişti. Bilirsiniz, aileler genellikle çocuklarının doktor ya da avukat olmasını ister. Bugün sesin var ama yarın kaybedebilirsin diye düşünürler. Fakat diğer yandan da, ben ülkenin sosyalist dönemlerinde yetiştim ve o dönemlerde sanat çok önemsenirdi. Önce eczacılık eğitimi aldım ama müziğe yeteneğim de vardı, çok iyi hocalarım oldu. Müzik hep içimde hissettiğim bir şeydi.

Sanatı önemseyen ailelerin çocuklarının sanatçı olmasını istememeleri garip değil mi?

G: Öyle ama garantisi yok diye düşünürlerdi.

Eczacılık eğitimi alıp sonradan soprano olmanız ilginç. Hayat sizi oldukça şaşırtmış olmalı.

G: Belki ben hayatı şaşırtmışımdır!

Inna Davidova, ya sizin öykünüz nasıl?

D: Ben de müziğin çok önemsendiği entelektüel bir ailede büyüdüm. Letonya’da bizimki gibi ailelerde çocukların küçük yaşlardan itibaren müzik dersleri alıp, piyano çalmaları bir tür gelenektir. Hatta gelenekten daha çok bir zorunluluktur, eğitimin bir parçası olarak görülür. Aynı zamanda yabancı dil öğrenmeniz, jimnastik yapmanız gerekir. Sovyet dönemlerinde bunları yapmak çok kolaydı; her isteyen bedava kurslara katılabilirdi. Bütün bunların bütünleştiği bir eğitimden geçer, sonra hangi yöne gitmek istediğinize karar verirdiniz.

Şimdiki eğitim nasıl?

D: Tamamen değişti. Artık hiçbir şey bedava değil. Eğitim eskisine göre çok daha kötü. Ailem beni müzik okuluna göndermişti ama ben 15 yaşıma kadar müzisyen olup olmak istemediğime karar verememiştim. Fakat okuldan çok yüksek derece ile mezun oldum ve müzik akademisine devam ettim. Daha sonra yüksek lisansımı oda müziği alanında yaptım. Hayatımı ses sanatçılarına piyanoda eşlik ederek geçirmek istediğime tam olarak karar verdiğimde 30 yaşıma gelmiştim.

Bir röportajınızda, “Eskiden Batı ile Doğu arasındaki duvarlar çok yüksekti” diyorsunuz. Kariyerinize Letonya’da başlayıp Avrupa’da ve Amerika’da devam etmek zor oldu mu?

G: Duvarlar benim için yüksek değildi ama genelde öyleydi. Her sistemin olumlu ve olumsuz yanları vardır elbette, fakat şunu söylemeliyim ki, bizim için eski dönemler kolaydı. Birçok şeyi düşünmek zorunda kalmaz, yalnızca sanatımızla ilgilenirdik. Sanatımızı icra etmek için gereken her şeye kolaylıkla ulaşabiliyorduk. Bazı insanlar ve kimi yazarlar için böyle değildi belki. Ben yalnızca kendi adıma konuşabilirim ve ö dönemde çok mutlu olduğumu söyleyebilirim. İnsanlar çok para kazanmıyorlardı ama isterseniz her gece tiyatroya gitme olanağınız vardı. Kültürel etkinlikler her gün yemeye gereksinim duyduğunuz ekmek gibiydi. İstediğimiz üniversitelerde okuma olanağımız vardı. Politik alandan söz etmiyorum, tabii ki cumhurbaşkanı olmak kolay değildi ama burda kolay mı? Mercedes arabamız ya da üç katlı evimiz yoktu ama kültürel zenginliğimiz vardı. Şimdi başka sorunlarla uğraşıyoruz. Bazı insanlar paranın alabileceği herşeye sahip olabiliyorlar ama büyük bir kesim hala olamıyor. İnsanlar artık daha çok seyahat ediyorlar ama sadece seyahat etmekle kalmıyorlar; birçok iyi eğitimli kişi gittiği ülkeden bir daha geri dönmüyor. Çünkü Amerika onlara daha fazla para veriyor. Para artık her şeyin önünde. Bu sağlıklı değil.

Bazı insanlar klasik müziğin yaşlı insanlar için olduğunu söylüyor, hatta onu seçkinci buluyorlar. Ama klasik müziğin daha geniş kitlelere ulaşamamasında medyanın da rolü yok mu sizce? Bu tür müzik radyo ve televizyonlarda pek fazla yayınlanmıyor.

D: Son 15 yılda çok fazla Amerikanlaştık. Bu yüzden hep eski dönemlerle kıyaslama yapar hale geldik. Eski dönemlerde öncelik klasik müzikteydi. Şimdi insanlar birçok şeyle aynı anda karşı karşıya. Önceleri bu kadar çok pop grubu ve tv kanalı yoktu, internet bu kadar yaygın değildi.

G: Ama önemli olan şu ki, klasik müzik insan ruhu için en iyi ilaçtır ve hep var olacaktır.

30 Eylül 2007 Pazar

Babylon’un Görkemli Açılışı



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/29 Eylül 2007

İlerde bir gün İstanbul’un müzik tarihi yazılacak olursa, 25 Eylül 2007 bu tarihçede özel bir yer tutmalı. Çünkü o gün punk rock’ın ilham perisi Patti Smith ve grubu Babylon sahnesindeydi! Yalnızca İstanbul’un değil, ülkemizin en iyi canlı müzik mekanı olan Babylon, 9. sezon açılışını öylesine görkemli bir şekilde yaptı ki, o gece hiç unutulmayacak bir şekilde hafızalara kazındı.

Tam iki saat on dakika süren konserde, hem çok sevilen eski şarkılarını, hem de yeni albümü “Twelve”de yer alan cover şarkıları söyledi Patti Smith. Özellikle “Gloria”, “Because the Night”, “Revolution”, “People Have the Power” ve konserin kapanışını yapan “Rock’n Roll Nigger” adlı şarkılarda salondaki hemen herkes kendisine eşlik edince de çok mutlu oldu.

Sahneden elini uzatıp tek tek insanlarla el sıkıştı; dinleyicilerin arasında dans etti; kalabalık içinden atılan laflara karşılık verip herkesle diyalog kurdu; espriler yaptı; dinamizmiyle gençlere taş çıkartacak bir performans sergiledi ve punk rock kraliçeliğini kimseye kaptırmadığını kanıtladı.

Bir ara dinleyicilerden birisi, sosyal başkaldırıyı doruğa taşıyan şair olarak tanınan Allen Ginsberg’ün ünlü “Howl” adlı şiirinin de bulunduğu kitabı uzatınca alıp cebine koydu.

Sonra bis için tekrar sahneye geldiklerinde kitabı açıp şiirin ünlü kapanış bölümünü ritmik gitar ve bateri eşliğinde okudu. O okudukça kalabalık hareketlenip kabardı, kitabı Patti Smith’e veren dinleyici ise tam anlamıyla transa geçti. Müzisyenlerle dinleyicilerin karşılıklı yoğun etkileşim içinde oldukları olağanüstü güzel bir konserin en muhteşem dakikalarıydı belki de…

“PATTI SMITH” İSMİ NE ANLATIR?

Patti Smith ismini duyunca aklınıza ilk ne geliyor? O hiç eskimeyen, 1975 tarihli ilk albümü “Horses” olabilir.

Üzerinde kot pantolonu, beyaz gömleği ve sırtına attığı ceketiyle albüm kapağındaki erkeksi görüntüsü olabilir. Robert Mapplethorpe’un çektiği o ünlü fotoğraftan bu yana 32 yıl geçti; Patti Smith bugün 61 yaşında, adı efsaneleşti ama o hiç değişmedi. Salı akşamı Babylon’daki konserinde üzerindeki giysiler bir tek farkla aynı gözüküyordu. Beyaz gömlek yerine, üzerinde barış işareti olan “Love” yazılı beyaz bir tişörtle çıktı sahneye. Saçları şimdi daha uzun ve aklarla dolu, ama o yine bildiğimiz Patti Smith: Kariyerine Paris’te sokak performansları yaparak başlayan o şiddet karşıtı, duygu yüklü, naif punk şarkıcı…

Benim Patti Smith’le canlı olarak ilk karşılaşmam, bir konser mekanında olmadı. 2002 yılında New York Borsası’nın önünde “People Have the Power”ı söylerken gördüm onu. Irak işgalinin sona erdirilmesi ve Bush’un aleyhinde soruşturma açılması için yürütülen kampanyaya destek veriyordu.

Yanında Amerikan solunun önemli isimlerinden, eski Başkan adayı Ralph Nader vardı. Kalabalık nedeniyle Wall Street civarındaki sokaklar trafiğe kapatılmış, polisler etrafa bağırarak talimatlar yağdırıyordu. Ama yaşanan kargaşa kimsenin umurunda değildi. Çünkü Patti Smith’in mikrofondan sokaklara yayılan sesi, gücün halkta olduğunu büyük bir inançla haykırıyordu. Hafızama öyle bir kazındı ki o görüntü, şimdi artık ne zaman Patti Smith adını duysam o anı yeniden yaşıyorum.

Onu ikinci kez gördüğümde, New York’ta aynı Babylon büyüklüğünde bir mekanda sahnedeydi. 30 Aralık 2006 gecesi bu defa grubuyla birlikte şarkı söylüyordu. 31 Aralık doğum günüydü. Saatler gece 12’yi geçince herkes, “Happy Birthday!” diye tempo tutunca önce hafif utanarak gülümsedi, sonra sahneden inip dinleyicilerle kucaklaştı.

Yıl 2007… Irak Savaşı tüm hızıyla sürüyor; milyonlarca insan öldü ve Başkan Bush hakkında soruşturma açılamadı ama Patti Smith Amerika’yı yönetenleri eleştirmekten vazgeçmedi: “Bazılarımız elinden geleni yaptı ama biz hükümetimizin bir başka ülkenin topraklarını haksız yere işgal edip bombalamasına engel olamadık. Hükümetlerinizi sorgulayın. Savaşlara izin vermeyin! Adil savaş yoktur!”

Benim için Patti Smith, popüler olmak ya da daha çok para kazanmak uğruna hiçbir zaman inandığı yoldan şaşmayan; erkek egemen rock sahnesinde bir kadın olarak ama cinsiyetini öne çıkarmadan ayakta kalmayı başaran; yazdığı şiirlerle akıllara girip kalpler kazanan; politik konularda görüşlerini söylemekten korkmayan; karizmatik, entelektüel bir hikaye anlatıcısı.

Herşeyin parayla alınıp satılabildiği, çıkar peşinde koşanların bir günde tamamen değişebildiği bir dünyada, bir insanın inandığı ilkeleri yaşadığı sürece aynı güçle, hiç yılmadan savunabileceğinin kanıtı o.

Albümleri çok satsın diye soyunanların, skandallar yaratarak gündemde kalmaya çalışan kadın şarkıcıların cirit attığı bir ortamda, Patti Smith, gerçek bir sanatçının erdemini temsil ediyor.

O, benim için bir umut kaynağı. Bazı güzel şeylerin değişmeden kalabileceğine inanmamı sağlıyor. Çok yaşa Patti Smith!

22 Eylül 2007 Cumartesi

Özgün, Dahi ve Ölümsüz…


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/22 Eylül 2007

Barbra Streisand- Live In Concert 2006 (Sony BMG)



Bu yazının başlığına, müzik dünyasının ünlü isimlerinden Jay Landers’ın bir albüm kapağında çıkan yazısı ilham verdi. Landers’ın ilhamı ise, Amerika’nın en başarılı kadın sanatçılarından Barbra Streisand. 65 yaşındaki çok yönlü sanatçıyı bu üç sıfatla anlatıyor Landers. Streisand’ı zaten tanıyanların bu tanımlamaya hiçbir itirazları olmayacaktır. Ama onu tanımayanların da, “Streisand Live In Concert 2006” adlı iki CD’lik albümü dinledikten sonra bu görüşe katılacakları kesin.

Sanatçının geçen yıl gerçekleştirdiği 20 konserlik turnesinden sonra yayımlanan bu albüm, şarkı seçiminden ses kalitesine kadar öylesine özenle ortaya çıkarılmış ki, gözlerinizi kapayıp dinlerseniz kendinizi konserde sanabilir, hatta kendinizi kaybedip kulağınızda yankılanan alkışlara siz de katkıda bulunabilirsiniz. Toplam 31 şarkının yer aldığı albüm, farklı konserlerden en güzel performansların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Şarkı aralarında anekdotlar halinde anılarını anlatıp espriler yapıyor Streisand. Örneğin “Happy Days Are Here Again” adlı şarkıyı anons ederken, 1932 yılında Amerika’da Demokrat Parti’nin bu şarkıyı kampanya şarkısı olarak seçtiğini anlatıyor ve geçen yıl yapılan Kongre seçimlerini kastederek ekliyor: “Umarım bu yıl 7 Kasım’da bu şarkıyı yeniden söyleyebilirim.” Uzun yıllardır Demokrat Parti’ye aktif olarak destek veren sanatçı, her fırsatta Başkan Bush’a karşı olan görüşlerini dile getirmeyi sürdürüyor.

Streisand hayranları için bu albümü ilginç kılabilecek bir diğer özellik, şimdiye kadar hiçbir yerde yayımlanmayan şarkıları da içermesi. “Starting Here, Starting Now”; Broadway müzikali “Nine”dan “Unusual Way”, dünyaca ünlü pop opera grubu Il Divo’nun eşlik ettiği “The Music Of The Night” ve “Somewhere”, en dikkat çeken performanslar.

Amerikan tarihinde Grammy, Emmy, Altın Küre ve Tony ödüllerinin hepsini birden kazanma yeteneğini gösterebilmiş az sayıdaki sanatçıdan birisi Barbra Streisand. Oyuncu, prodüktör, besteci, şarkıcı ve yönetmen… 2006 turnesiyle adını taşıyan vakıf için 92.5 milyon dolar gelir elde etmiş. Şimdiye kadar 60’dan fazla albüm yapmış ve 60 altın, 30 platin, 13 multi-platin albüm ödülüne değer görülmüş. Bu sayılar çok başarılı olduğunun birer göstergesi. Çok güzel olmadığı için sahneye uygun olmadığını düşünürmüş annesi. Nasıl da yanılmış! O, 47 yıldır sahnede ve en önemlisi unutulmaz yorumlarıyla ölümsüz kalacağı da kuşkusuz.

Dean Martin-Forever Cool (Capitol Records-EMI)



Bugünkü yazıya, ana başlıktaki tarife uygun ikinci bir isim konuk oluyor: Dean Martin. Çünkü ilerleyen teknoloji sayesinde Martin’in popüler sanatçılarla yapılan düetlerinden oluşan “Forever Cool” adlı toplama albüm piyasaya çıktı ve ilk haftasında Billboard Top 200 listesine 39 numaradan giriş yaptı. İnternet üzerinden şarkı indirilen sitelerdeki popülaritesi ise kayda değer; iTunes’un Top 10 Albüm listesinde beş numaraya ulaşmış.

Bir zamanlar birisi Dean Martin’e bir gazete kupürü vermiş. Uzun yıllar boyunca Martin’in soyunma odasının duvarında asılı duran bu kupürde bir karikatür varmış. Sıkıcı bir işte çalışan bir memur diğerine sızlanıyormuş: “Tekrar hayata gelirsem, Dean Martin olarak gelmek istiyorum.” Dean Martin dünyaya ne olarak geri gelmek isterdi bilinmez ama hala kendisi olarak varlığını sürdürüyor. Ses sanatçısı olmanın en garip ama en güzel yönlerinden birisi bu olsa gerek. 1995 yılında yaşama veda eden bir sanatçı, derleme bir albümle çok satanlar listelerine geri dönüyor! Üstelik artık fizik olarak var olmasa da, sesi, dönemin en popüler isimleriyle yapılan düetler aracılığıyla yeni kuşaklara ulaşıyor. Dean Martin’in Kevin Spacey, Chris Botti, Robbie Williams, Joss Stone, Charles Aznavour gibi tanınmış isimlerle düetlerinden oluşan albüm, özellikle 50’lerin ve 60’ların caz müziğinden hoşlananlar için kaçırılmayacak bir çalışma.

Dean Martin’in tüm zamanların en beğenilen erkek sanatçılarından birisi olduğu tartışılmaz. Hatta Elvis Presley bile, en hoş yani “cool” olanların kralının Dean Martin olduğunu itiraf etmiş. Romantik şarkılarıyla özellikle kadınların kalbini kazanmış bir ikondur o. Smokini, şapkası, siyah rugan ayakkabıları ve karizmatik gülüşüyle yarattığı imaj hafızalara kazınmıştır. Kendisi yaşarken hep başarılı bir sinema oyucusu olarak anılmak istemişse de, biz onun dinlerken insanı garip bir şekilde rahatlatan sesini hiç unutmuyoruz.

Albümde Joss Stone’la, “I Can’t Believe That You’re In Love With Me” (Bana Aşık Olmana İnanamıyorum) adlı şarkıyı söylüyor Dean Martin. Sorun annenize ya da anneannenize neden aşıklarmış Dean Martin’e… Çünkü çocuklarınız ve torunlarınız da size soracaklar aynı soruyu. İşte bu da Dean Martin’in ölümsüzlüğünün kanıtı.

Translate