28 Eylül 2013 Cumartesi

Vegan Logic @ Spotify


Spotify ile oynarken 25 şarkılık bir Vegan Logic listesi yaptım. Gece dinlemek için de uygun.

26 Eylül 2013 Perşembe

Chrysta Bell @ Akbank Caz Festivali


Dün akşam Akbank Caz Festivali'nin açılışını Chrysta Bell konseri ile yaptım. Daha önce canlı dinleme fırsatım olmamıştı kendisini. SXSW'da bir akşam Hilton Oteli'nin terasında sahneye çıkacağını duyduğumda gitmek istemiştim ama başka bir konserle çakışmıştı.

Chrysta Bell, 13 yaşından beri müzikallerde rol alan Teksaslı bir sanatçı ve model. Müzikle olan ilgisi çeşitli gruplarda şarkı söyleyerek devam etmiş, yıllar sonra bir gypsy swing grubunda ana vokalist olduğunda David Lynch'in dikkatini çekmiş, 2000'den bu yana da işbirliğine devam etmişler. Daha sonra ikilinin imzasını taşıyan "Polish Poem" adlı bir balad, Lynch'in Inland Empire adlı filminde kullanılınca, Bell'in önü iyice açıldı.

Chrysta Bell'in asıl çıkışı o filmden sonra oldu. 2010'da kendi yayınladığı "Bitter Pills & Delicacies" adlı bir albümü konserlerinde dağıtmıştı ama 2011'de artık bir plak şirketinden, La Rose Noire etiketiyle "This Train" adlı albümü yayınlandı. Lynch, albümün sadece prodüktürlüğünü üstlenmekle kalmamış, şarkı sözlerini yazmış, fotoğrafları çekmiş, bazı şarkılarda gitar ve perküsyon çalmıştı. 11 şarkılık albümde şarkı yazarı olarak her ikisinin de adı geçiyordu. Kapak fotoğrafında Chrysta Bell'in sol gözünün altına ufak bir kalp işareti çizilerek altına "David" yazılmış, sağ gözünün altına da bir gözyaşı simgesi çizilmişti. Her şeyi anlatan bir görseldi o; bu bir David Lynch projesiydi. Nitekim, Bell'in turnesi de "David Lynch Presents Chyrsta Bell" adıyla duyuruldu. Birçok insanın Bell'e ilgi duymasının altında yatan temel neden de buydu. David Lynch, sesi güzel, seksi bir kadını müzik dünyasına sunarsa, normalin üzerinde bir ilgi olması doğaldır.

Babylon'daki konsere normalin üzerinde bir ilgi yoktu ama Bell'i dinlemeye gelenler az da değildi. Üzerine yapışan siyah, yandan uzun yırtmaçlı elbisesi, oldukça yüksek topuklu ayakkabıları, kırmızı ojeli uzun tırnakları, kolundaki bilezikleriyle, bana göre estetik açıdan pek de çarpıcı ve sıradışı görünmüyordu Bell ama o da onun zevki. David Lynch'in "femme fatale" karakterinin daha zarif olabileceğini düşünüyor insan. Müzisyenin sunduğu görsellik de elbette dinleyiciyi etkiliyor ama önemli olan, sahnede kendini en iyi ve en rahat ifade ettiği şekilde bulunması. (David Byrne, "How Music Works" adlı kitabında bu konuyu uzun uzun anlatır. Benim de ilgimi çeken bir nokta; belki üzerine ayrı bir yazı yazmak gerekir.)

Chrysta Bell'in dün akşam sahnedeki duruşunda bir tedirginlik vardı bana göre. Dinleyiciyle güçlü bir temas kuramadı; salonu kavrayamadı. Konser öncesinde Babylon ekibi, konserin sessizlik politikası
kapsamında olacağını duyurmasına karşın, salonda yine konuşma sesleri duyuluyordu. Bell, belki kendisine gizemli bir hava vermek istiyordu ama yorgun ve isteksiz görünüyordu. Klavyede eşlik eden müzisyenin neredeyse ruhunu teslim edecekmişcesine ruhsuz tavrının, gitaristin umarsız duruşunun da etkisi vardı. En önemlisi de, büyük kısmı önceden kaydedilmiş altyapı üzerine çalıyorlardı. Sahneden salona bir tutku yansımayınca, dinleyici de dağıldı doğal olarak. Chrysta Bell'in en büyük eksiği bu. David Lynch'in çektiği "Bird of Flames" videosundaki büyüleyici atmosfer elbette sahnede yok; kendisi ve ekibi, performanslarıyla o açığı kapatamıyor.

Sonuçta Bell, birbirine çok benzeyen şarkıları, dinleyiciye kendi hislerini geçiremeden arka arkaya sıralamaya başlayınca, açıkçası sıkıldım konserden ve erken çıktım. Basın bülteninde Rolling Stone dergisinin, Bell'in canlı performansı için "düşsel ve kavurucu", "dumanlı ve eziyetli" gibi tanımlamalar kullandığı yazıyordu. Ben, düşsel ve kavurucu bir özellik bulamadım ama duman ve eziyet vardı sahnede. Bir de her yerde, theupcoming.co.uk sitesinde Portishead ve Massive Attack ile karşılaştırılabileceğinin yazdığı tekrarlanıyor. "Düşsel ve kavurucu" nitelik, belki kişiye göre değişir ama bu karşılaştırmaya gülünecek bir abartı derim.

Belki ilerde daha iyi bir albüm yapar, yanına daha yetenekli müzisyenler alır ve sahne performansını geliştirir Chrysta Bell. Sadece sesinin güzel olması yetmiyor; David Lynch'in desteğiyle buraya kadar geldi ama bundan sonrasında işi daha zor.



(Fotoğraflar ve video bana aittir.)

-

24 Eylül 2013 Salı

TROPIC OF CANCER - RESTLESS IDYLLS


24.09.2013
 

Yıllar önce Sigur Ros'un ilk albümü yayınlandığında bir arkadaşıma heyecanla dinlettiğimde, "Benim için fazla depresif..." demiş ve ilgi göstermemişti. Coldwave, synthwave, tekno, post-punk, gothic, shoegaze, bunların hepsinden etkiler taşıyan, karanlık bir müzik çoğu insana depresif gelebilir. Bu tür tepkiler aldığımda artık şaşırmıyorum ama ben hiç öyle hissetmiyorum. Beni üzmüyor; aksine dinlerken çok zevk aldığım için mutlu ediyor bu tarz müzikler. Oysa geçen gün Britney Spears'ın yeni albümünden bir şarkıyı dinlemek zorunda kaldığımda, duyduğum neşeli ama berbat müzik karşısında bir süre depresif bir ruh haline girdiğimi söyleyebilirim.

İnsanların müzikten beklentileri farklı elbette; bazıları müzik dinlerken eğlenme faktörünü ön plana alabilir, kimisi müziğin arka fonda kendisinin başka bir işle ilgilenmesini engellemeden akmasını bekleyebilir, kimisi de çok gürültülü bir müziğin içinde kaybolmayı arzulayabilir. Ben, öncelikle müziğin ruhuma dokunmasını istiyorum; bir şekilde beni sarsmalı, düşündürmeli, etkisi altında kalmalıyım. Bazı zamanlar oluyor ki, bir şarkı duyuyorum ve uzun süre başka bir şey yapamıyorum; aklım takılıyor müziğe, ayaktaysam oturuyorum bir yere ve o müziğin beni düşünce aleminde sürüklemesine izin veriyorum. Bana o deneyimi yaşatan müziklere ayrı bir tutkum var. Ortaokul yıllarından beri müzikle ciddi şekilde ilgilenmeye başladığım dönemden bu yana değişmedi bu. Bu hissi yaşatan müziklerin, hep daha karanlık post-punk soundunu taşıması bir rastlantı mıydı değil miydi diye çok düşündüm. İlk gençlik yıllarımda o soundun yaygın olması da bir etkendi belki ama bu zamana kadar artık onun etkisinden çıkmam gerekirdi. Çıkamadım. İlk aşkın unutulmaması gibi 80'lerin karanlık post-punk soundu içime işledi. Ama bundan şikayetçi değilim; hep dediğim gibi, bu sound olmasa hayat benim çok zor olurdu.

Bu yılın en iyi albümlerinden birisi de, sözünü ettiğim deneyimi yaşattı bana. Tropic of Cancer'ın (ToC) Blackest Ever Black etiketiyle yayınlanan ilk uzunçaları "Restless Idylls", bazıları tarafından "karanlık" diye bir kenara itilecek olsa da, benim baştacım olarak yerini aldı. Aslında albümün kapağında, kırmızı ojeli bir kadın elinin arkası yeşil bir fonda duran masa üstü abajura uzandığını görüyoruz; abajurun üzerinde de pembe güller var. Müzikle hiç ilgisi olmayan bir kapak tasarımı bana sorarsanız. Ama albümün sahibi müzisyen Camella Lobo, ısrarla "artık gotik tanrıçası olarak anılmaktan bıktığını, müziğinin insanları üzmesini ya da depresif bulunmasını istemediğini, artık şarkıların içinde bir ışık olduğunun da görülmesini arzuladığını" söylüyor. Bu kapağı eşi tekno prodüktörü Juan Mendez (Silent Servant) ile birlikte kendisi bizzat hazırlamış. Los Angeles'ta reklamcılık sektöründe çalıştığı için de bu konuya ayrı bir önem vermiş belli ki. 2007'de eşi ile birlikte başlattıkları ToC projesinin ilk kısaçalar ve single kapaklarına baktığımızda aradaki fark ortada. Siyah, beyaz ve çok daha gizemli kapaklardan bu aydınlık ve net kapağa geçilmiş. Kapak konusu üzerinde durmamın nedeni, aslında bunun Lobo'nun müzikte yapmak istediği değişimin de bir sembolü olmasından.

Ancak Camella Lobo'nun kendisiyle çeliştiği bir nokta var. Müziğinin bir korku filmine eşlik edebilecek şekilde algılanmasını istemediğini söylüyor. (Bence zaten daha önce yayınladıkları da öyle değil bu arada.) Bu isteğini sorgulayacak değilim, yalnız şarkı sözlerine baktığımızda hep geçmişe, bir insana özlem ve belirgin bir romantizm var. "Özlem" duygusunu "depresif" bulanların çok olduğunu biliyorum. Oysa bana göre hayat, yaşanmış mutlu anlardan ibarettir, tümüyle mutlu bir hayat yoktur; bir hayatın kesintisiz aynı mutlulukla geçmesini beklemek hayaldir. "Özlem" meselesine de böyle bakarsak, geçip gitti diye üzülmek yerine, yaşanmış olması nedeniyle mutluluk duyabiliriz.

Eşi ile müziğin alacağı yön konusunda görüş farkları yaşayınca, Tropic of Cancer'ı Eylül 2011'den bu yana tek başına yürütüyor Lobo. Açıkçası, eski kayıtları dinlediğimde yeni albümden dramatik farklar bulamıyorum. Tek başına kaldığında 90 BPM'in üzerinde şarkı yapamadığını itiraf ediyor kendisi. Tekno prodüktörü Juan Mendez'in yokluğunu aşmak onun için kolay olmamış ama bu albümde ünlü prodüktör Karl O'Connor'ın desteğini almış. Albümün son prodüksiyon dokunuşlarını ve miksini o yapmış.



"Restless Idylls"i baştan sona ilk dinlediğimde en çok "More Alone"a takıldım. Dans etmeye teşvik ederken, bir yandan da duygusal olarak etkiliyor. Lobo'nun alto sesiyle, gelmesini beklediği birine yalnızlığını anlattığı bir şarkı bu ama sevdiği de yalnız... "Bakın ne kadar mutluyum!" diye haykıran bir şarkı, hiçbir zaman beni böyle etkilemedi; dans ederken de bu büyüleyici karanlıkta kaybolmayı tercih ederim.

"Rites of the Wild"daki synth ve perküsyon diyaloğu, neredeyse kabile müziği tadında. Dead Can Dance'in post-punk ile daha fazla haşır neşir olduğu ilk dönemleri hatırlattı bana. Albümdeki diğer aşk şarkısı "Court of Devotion" ve "Children of a Lesser God"da tempo yavaşlayarak, derine doğru iniyor sesler. "Wake the Night", albümün en gerilimli sounduna sahip; sanki kalp atışına eşlik eden perküsyon, Camella Lobo'nun usulca telaffuz ettiği sözcükler ve ses tonu da, bir felaket sonrası yaşanan sahneyi getiriyor akla. Ancak albüm o gerilimle değil, "Rites of the Wild"daki yükselen tempoyla bitiyor.

Camella Lobo'nun kendi ruh dünyasında geçirdiği saykedelik bir tür yolculuğun müzikle belgeseli gibi "Restless Idylls". Beni bir dinleyici olarak o belgeselde izleyici olmanın ötesine geçirdi; kayıtsız kalamadım anlattıklarına. Canlı dinlersem de daha güçlü bir şekilde etkilenebileceğimi seziyorum. Konserlerinde kendisine gitarda Los Angeleslı post-punk grubu Dva Damas'tan Taylor Burch eşlik ediyor. Şu anda Avrupa turnesindeler; 20 Eylül'de Atina'da çaldılar. Keşke oraya kadar gelmişken İstanbul'a da yolları düşseydi.



-



VEGAN LOGIC XXXIX - REMIX PART III - 23.09.2013


23.09.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydını Archive.org ya da Mixcloud üzerinden dinleyebilirsiniz.

1- Floex - Veronika’s Dream (Dikolson Remix)
2- John Foxx & Jori Hulkkonen - Evangeline (David Lynch Instrumental Mix)
3- Max Cooper - Meadows (Microtrauma Remix)
4- Nils Frahm - Peter (Clark Remix)
5- Atoms for Peace - Other Side (Stuck Together Remix)
6- Raime - This Foundry (Regis Remix)
7- Ellen Allien - Sun the Rain (Tim Hecker Remix)
8- The Asphodells - We Are the Axis (Daniel Avery Remix)
9- The Soft Moon - Circles (WON Remix)






22 Eylül 2013 Pazar

VEGAN LOGIC DEEZER PLAYLIST



Her pazartesi 20.00-21.00 arasında Dinamo FM'de (103.8) hazırlayıp canlı sunduğum Vegan Logic'te bugüne kadar çaldığım şarkılardan örnekler içeren bir Deezer playlist'i yaptım. Toplam 100 şarkı, 8 saaat 20 dakika sürüyor. Belki bölümlere ayırarak dinlersiniz. :)

20 Eylül 2013 Cuma

THE SOFT MOON, DÜN GECEYE ÇOK YAKIŞTI


Dün gece uzun bir aradan sonra heyecanla gittim Babylon'a. Hem müziğini sevdiğim The Soft Moon'u bir kere daha canlı dinleyecektim, hem kapalı mekan konser sezonunu açacaktım, hem de bir rahatsızlık nedeniyle bir aydır içemediğim biraya yeniden kavuşacaktım. Kendimce bir kutlama havasında hazırlandım geceye. Konserin 21.30'da başlayacağı duyurulduğundan, yetişmek için neredeyse koşarak 21.15'te ulaştım Babylon'a. Bunca yıl geçti, ben hala konserin başlamasına en geç 15 dakika kala salona girme alışkanlığımdan vazgeçemedim. İlk şarkıyı kaçırırsam diye korkarım hep. Ama çoğunluk yine saat 22.00'de mekana girdi ve konser onlar gelince başladı. Neyse ki beklerken dinlediğimiz müzikler iyiydi; Joy Division çalarsa sesimi keser dinlerim tabii.

Luis Vasquez öncülüğündeki The Soft Moon ekibi, salona verilen yoğun bir sis dumanı altında sahneye çıktı. Müzisyenleri görmek olanaklı değildi ama ben bunu müziğin karakterine uygun buluyorum; sadece müziğe odaklanmayı kolaylaştırıyor. ("Sen onu bir de en önde durup dumanın
kokusunu soluyanlara sor," diyenleri duyar gibi oluyorum. Onu da yaşadım ve rahatsız edici olduğunu iyi bilirim.) Göz gözü görmeyen karanlık, sisli bir atmosferde müziğe ani bir giriş yaptı The Soft Moon. "Zeros" albümünden "Die Life" ile müthiş bir açılışla başladılar konsere. Şarkının albüm versiyonunda başlangıçta 10 saniye kadar devamlı yinelenen garip siren sesi, tam 40 saniye sürdü. Bir de üzerine strobe ışıklar yansıtılınca, gerçekten farklı bir konserin başladığına kuşku yoktu. Davul ve gitarların devreye girişiyle çok güçlü bir sound ile sarsılırken, sadece iki dakika sonra ekipmanda bir arıza olduğu ortaya çıktı. Bazı efektlerin, elektronik davul kayıtlarının yer aldığı iPad'in ses kartı bozulmuş. Birkaç dakika uğraştıktan sonra kısa sürede halledilmeyeceği anlaşılınca, özür dileyerek kısa bir ara verdiler. Beş dakika denilen ara oldu yarım saat... Duyduğuma göre, daha önce grubun başına hiç gelmemiş bu olay. Onlar açısından da dinleyici için de tam bir şanssızlık yaşandı. Salonda beklemekten sıkılanlar tekrar sokağa çıktı, tam müziğe odaklanmışken yine insan gürültüsüne boğulduk.

Yarım saat sonra tekrar sahnedeydi The Soft Moon. İçerde neler yaşandı bilmem ama herhalde moralleri biraz bozulmuştur. Olan güzelim "Die Life"a oldu, tümünü bir daha dinleyemedik. "Total Decay" kısaçalarından "Alive" ile devam etti konser. Daha önce The Soft Moon hakkında yazdığım yazılarda da belirttiğim gibi, son derece karanlık, klostrofobik ve sert bir müzik yapıyorlar; motorize bir şekilde akıp giden synthlerin sürüklediği tekrara dayalı bir altyapısı var. Dinlerken kendinizi verirseniz, sonu hiç gelmeyecek bir girdabın içine yuvarlanmış gibi hissediyorsunuz. Bu duygudan hoşlananlar için güzel bir deneyimdi dün akşamki konser. "Total Decay", "The Soft Moon" ve "Zeros" albümlerinden 13 şarkı dinledik. Bis için geri geldiklerinde "We Are We" ve "Want" ile noktayı koydular ama sonuçta sadece toplam bir saat çaldılar. Açıkçası bana az geldi. "Breathe the Fire" ve "Tiny Spiders"ı da duymak isterdim. Dün akşam Babylon'da olanlar fark etmiştir; şarkıları hiç ara vermeden çalsalar, neredeyse bir saatlik jam session gibi düşünebilirsiniz. Çünkü dramatik farklar yok şarkılarda. Arka arkaya çalındıklarında bir bütünün, bir puzzle'ın parçaları gibi hepsi. O bütünlüğün konserde yarattığı his, benim ruhuma iyi geliyor. Hiç kesmeden çalsalar, çok mutlu olabilirim. Bakarsınız belki bir gün yaparlar...

İlginç bir nokta da konserde görsel kullanmamalarıydı; yalnızda bol ışık ve sis vardı. Oysa konserlerinde görselin ayrı bir önemi olduğunu kendileri söylüyor. South by Southwest'teki performansları ile kıyaslayacak olursam, başta yaşanan aksiliğin dışında, müzik açısından belirgin bir fark yoktu. Orada açık hava bir mekanda dinlediğim için, dikkatimin çevresel faktörler nedeniyle dağılmasını önlemek için en önde durmuştum. Bence kapalı salona daha çok yakıştı bu klostrofobik sound.

The Soft Moon gibi sınırlı sayıda insana hitap edebilecek zor bir müzik yapan grubu dinlemek için Babylon'a gelenler az da değildi. Bu tür gruplar her zaman konser vermiyor İstanbul'da. O nedenle geldiklerinde de yeterli bir ilginin olması beni sevindiriyor. 4 Kasım 2012'de yazdığım yazıda şöyle demişim: "Bu yazıyı tesadüfen okuyacak organizatörlere diyorum ki, şöyle karanlık bir salonda The Soft Moon'u dinleyelim ve iyice sindirelim İstanbul'da." Belki okumamışlardır o yazıyı ama sonuçta benim dileğim oldu. Şimdi bir dileğim daha var. Bir krautrock gecesi yapılsa, Berlin'den Camera, Şili'den Föllakzoid gelse, ikisini arka arkaya dinlesek nasıl olur? Ben bu deneyimi yaşadım. Tek kelimeyle mükemmeldi.

The Soft Moon'u İstanbul'a getiren Babylon ekibine kendi adıma teşekkür ederim. Ana akım dışında kalan, sıradışı ve iddialı isimlere yer verilmesi önemli. Konserden sonra eve dönerken bir de baktım dolunay varmış. Hemen çektim yandaki fotoğrafını. The Soft Moon, dün geceye çok yakıştı. Retro-futuristic gothic synth-punk saved the night!

(Fotoğraflar bana aittir. Dün konserde video çektim ama ses patlamış. Müzisyenlere haksızlık olmasın diye paylaşmayacağım. Onun yerine aşağıdaki videoyu izlemenizi öneririm.)


Setlist: Die Life - Alive - Zeros - Repetition - Into the Depths - Dead Love - Machines - Parallels - Insides - Circles - Total Decay // We Are We - Want 



-

JUSTIN SULLIVAN: “TÜRKİYE'DE OLANLARI ÖĞRENMEK İÇİN GELİYORUZ.”





Folk/post-punk akımının önde gelen gruplarından biri olan New Model Army, geçen aralık ayında İstanbul ve Ankara’da konserler vermişti. Sekiz ay sonra bu kez gurubun kurucusu, vokalist/gitarist Justin Sullivan ve Dean White (klavye, gitar), yarı akustik bir konser vermek için İstanbul’a geliyor. 26 Eylül’de Kadıköy Sahne’de gerçekleşecek konser öncesinde Justin Sullivan’la bir söyleşi yapma olanağı bulunca kaçırmadım. Aslında geçen defa geldiğinde de uzun uzun konuşmuştuk ama Sullivan, görüşlerini duymaktan her zaman keyif aldığım bir müzisyen. (O röportajın linki: http://zulalmuzik.blogspot.com/2012/12/sosyal-adalet-mucadelesi-surekli_2.html) Bu kez, bu ay yayınlanacak yeni albümleri için Avrupa turnesine çıkmadan önce, iki üyeyle de olsa İstanbul’a uğramayı istemelerinin nedenini sordum, hem de Gezi Parkı olaylarına ve müzisyen-politika ilişkisine dair düşüncelerini aldım. Justin Sulllivan, vakti olursa İstanbul parklarındaki forumlardan birine katılmayı istediğini söyledi. Belki Abbas Ağa Parkı’nda ya da Yoğurtçu Parkı’nda kendisini ağırlayıp dinlemek olanaklı olur. Organizatörlere buradan duyurmuş olayım.

Merhaba Justin. Yeni New Model Army albümünü tamamladınız, turneye çıkacaksınız. Bugünlerde nasılsınız?

Aslında albümü şubat ayının sonunda tamamladık ve o zamandan beri yeniden organize olmaya çalışıyoruz. Artık yine bir menajerimiz var ve albümün çıkışıyla birlikte yapacağımız bir sürü iş bizi bekliyor.


Eylül ayında yayımlanacak “Between Dog and Wolf” adlı albümünüz için hazırlanan basın bülteninde, hayranlarınıza sound bakımından büyük bir gelişme olduğu haberini veriyorsunuz. Bu albümün kaydına başlarken belli bir planınız var mıydı, varsa  istediklerinizin hepsini yapabildiniz mi?

Evet, müzik olarak oldukça farklı bir şey yapmak istedik, özellikle ‘bir odada toplanan rock grubu’ soundunu bırakıp, ondan daha etkili, daha tutkulu ve sinematik bir sound yaratmayı amaçladık. Michael ve ben, uzun zamandır çok katmanlı davul soundu üzerine konuşuyoruz. Bu albümdeki özelliklerden biri bu; müzik, öne çıkan davul soundu etrafında gelişti.

Şarkı temalarında bir değişiklik var mı? Sözlere kaynaklık eden zeminin niteliği nasıl? 

Önceki albümümüz “Today Is A Good Day”, 2008’deki finansal kriz döneminde yazılmıştı ve çok politik bir albümdü. Yeni albüm, çeşitli açılardan ilişkilere ve insanlara odaklanan şarkılarıyla oldukça farklı. Zamanın ruhunu yansıtan birkaç şarkı da var; birisi  2011 baharında Mısır’da kaldığımız dönemde yazılmıştı. O nedenle oradaki devrim sürecine de uygun düşüyor.

Bu albümde bir değişiklik de, 26 yaşındaki yeni bas gitarist ve multi-enstrümantalist Ceri Monger ile çalışmanız. Kayıt süreci nasıldı merak ediyorum.

Harikaydı. Müzik yapımına son derece açık bir tavırla yaklaştı ve işe gençliğin enerjisini kattı. Biz, onu özellikle yetenekleri doğrultusunda ikinci baterist olarak seçtik ancak başka birçok niteliği de var.




“İktidara karşı durma cesaretini taşıyanlara saygı duyuyoruz”

New Model Army, Türkiye’de sekiz ay önce konser vermesine karşın, bu ay sonuna doğru ülkemize tekrar geliyorsunuz. Bunun özel bir nedeni var sanıyorum.

Bu yıl Türkiye’deki olayları yakından izledik. ‘İktidar gücüne’ karşı durma cesaretini ve ruhunu taşıyan insanlara saygı duyuyoruz. Ayrıca tekrar gelip çalmamız konusunda çok fazla talep aldık. Ekibin tam kadro katılacağı bir konseri organize etmek olanaklı olmasa da, ben ve Dean, o talepleri karşılamak için geliyoruz. 

Gezi Parkı hareketini başından beri destekliyorsunuz. Bildiğiniz gibi olaylar, ilk önce bir park etrafında doğayı koruma endişesiyle çevreci bir hareket olarak başladı ama beklenmedik bir şekilde kısa bir sürede başbakan ve hükümete karşı siyasi bir protestoya dönüştü. Türkiye’yi yakından izlediğinizi biliyorum. Daha önce yaptığım röportajda da konuşmuştuk. Türkiye’deki siyasi atmosfer size nasıl görünüyor?

Türkiye’ye yıllardır geliyoruz. Her zaman çok ilginç buldum ülkenizi; kendine özgü bir tarihi birikimi olan dinamik bir yer, Avrupa ile Asya arasında eşsiz bir coğrafi konumu var. Ama ben uzman değilim. Bu yıl birtakım olaylar olduğunu görüyoruz ve o olayların hangi bağlamda gerçekleşmiş olduğunu anlıyoruz; fakat her şeyden önce olanları öğrenmek ve dinlemek için geliyoruz.

İlginçtir; polis baskısı Gezi Parkı’ndan protestocuları vahşi bir şekilde çıkardı ama bunun sonucunda İstanbul ve diğer kentlerdeki parklarda birçok forum toplantıları yapılmaya başlandı. İstanbul’da olduğunuz süre içinde bu forumlardan birine katılmayı düşünür müsünüz?

Eğer vaktimiz olursa isterim tabii.

Bugün parklar ve meydanlar, bütün dünyada konuşmak, tartışmak, eleştirmek, sosyal meselelere odaklanan kültürel etkinlikler düzenlemek, ortak bir dil geliştirip protestocularla dayanışmak isteyen insanlar için ihtiyaç duyulan mekanları sağlıyor. Son yıllarda dünyada görülen büyük gösterileri ve toplumsal ayaklanmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunu öğrenmek için geliyoruz Türkiye’ye! Geçmişte ordu ve İslamcılar dışındaki güç çok sınırlıydı. Umarım bu artık giderek değişiyor. Karşılaştığım her Ortadoğulu (Türkiye’nin Ortadoğu olmadığının farkındayım ama bu konuda paraleller var), bu orta zemini bulmaya çalışıyor.




“Yeryüzü, Zengin Kaliforniyalı yaşam tarzını kaldırmaz”

Türkiye’de protestoların temeli, Gezi Parkı’nın bir kentsel dönüşüm projesi çerçevesinde yıkılmasını önlemeyi amaçlıyordu. Aslında sadece insanlar isyan etmiyor; aynı zamanda doğa da isyan içinde. Dünyada olanlara bakarsanız, gezegenin açgözlü kapitalizmin saldırısı altında olduğu ortada; kaynaklar her gün yok ediliyor. Açık ki, bu kapitalizmin DNA’sında var. Geçen yıl sizinle yaptığımız röportajda, “Gerçek bir devrime ihtiyacımız var,” demiştiniz. Bir gün bu devrimin olabileceği konusunda iyimser misiniz?

Mısır hakkında söylediğim gibi, devrimler bir süreçtir, nihai bir sonuç değil. Kapitalizmin geliştiği her yerde giderek artan bir kriz yaşanıyor; çünkü dünyadaki herkes Zengin Kaliforniyalı yaşam tarzı için can atmaya teşvik ediliyor. Fakat yeryüzü bunu kaldırmaz, bu yüzden bir şeyler değişmek zorunda kalacak.

Dünyadaki bu hareketler, bütün baskı altında kalanlara kendi kolektif güçlerini hatırlattığı için bir şekilde olumlu anlamda bulaşıcı mı sizce de?

Kesinlikle öyle. İktidardakiler, ezilenlerin ortak hareketiyle zorlanmadıkça güçlerinden asla vazgeçmez.

Siz, politik ve sosyal konularda çok bilinçli ve katılımcı bir müzisyen olarak tanınıyorsunuz. Bir sanatçı olarak, çalışmalarınızda politik meselelere değinmek konusunda bir zorunluluk hissediyor musunuz?

Hayır, beni ilgilendiren her konuda yazmak için özgürüm; hatta bazen kendiminkinden farklı bir bakış açısıyla da yazabilirim. Dünya büyük, zengin ve karışık; onu ak ve kara olarak görmüyorum. Bazen en ufak şeyler çok önemli olabilir. ‘Politika’ hakkında bazı şeyler yazdık ama insanlara en çok dokunan şarkılar, aile ilişkileri hakkında olanlar. Çünkü onları en çok bu konu etkiliyor.



“Sanatçı, kendi yıldızını takip etmeli”

Bazı insanlar, politika ile sanatı birbirinden ayırma eğiliminde. Size göre bir sanatçının protestolardaki rolü nedir?

Sanatçı, onu nereye götürürse götürsün kendi yıldızını takip etmeli. Maddesel dünya ve ruhani dünya, yalnızca modern kültürlerde ve Musevilik’te ayrıştırılır. Ben ise hepsini bir bütün olarak görüyorum. 

John Cale, “Şarkı yazmak kaçıştır; gerçek hayattan vakit ayırıp gerçek sorunlarla yüzleşmektir. Hayalinizdeki anılarla uğraşırsınız,” diyor. Katılır mısınız buna?

İlginç. Müzik, inanılmaz derecede güçlü; çünkü bilinçaltımızı harekete geçiren soyut bir şey. Bu nedenle de çok farklı şekillerde etkileyebilir. Bence müzik, bir şeyi bir başka şeye dönüştüren bir sihir. 

Billy Bragg, son röportajlarından birinde, genç grupların yeniden politik bir tavır alması gerektiğini söyledi. Onların bunu Facebook ya da Twitter üzerinden değil, şarkılarıyla insanlara ulaşarak yapmalarını beklediğini; öfkeye neden olan olayları açıklayan şarkılar yazmalarını istediğini anlattı. Sizce günümüzün gruplarının Bob Dylan ya da The Beatles dönemindeki gibi politik olarak net ve isyankar olmaları neden zor? Medyanın, hükümetin kontrolü mü asıl etkili olan?

Belki ‘Güç’, protestoyu absorbe etmek konusunda daha tecrübeli ama aynı zamanda insanlar yanıtın ne olduğu konusunda artık daha az emin.

The King Blues grubunun üyeleri gibi kendilerini “önce aktivist, sonra müzisyen” olarak tanımlayanlar var. Siz kendinizi nereye koyuyorsunuz?

Bu tavra çok saygı duyuyorum ama hayır, biz önce müzisyeniz. 

Bir makalede, ideolojilerin önemini yitirmesi yüzünden artık protest şarkılar için daha az talep olduğunu okumuştum. Ayrıca politik görüşlerini ifade eden sanatçılara daha fazla eleştiri yöneltildiğini de anlatıyor, Bono’yu örnek veriyordu. Bono’nun inandıklarıyla hemfikir olmadıklarından değil; daha çok ‘Bono kim olduğunu sanıyor?’ gibi bir eleştiri söz konusuydu makaleye göre. Siz bu konuya nasıl yaklaşıyorsunuz?

Sanatçıda lider aramak bir hata. Sanatçılar, insanların nasıl hissettiğini açıklar, ki bu birlik için çok önemli. Fakat liderlere insanları organize etmeleri için ihtiyaç duyulur. İyi organizatörlük yapabilen iyi bir sanatçı hiç tanımadım!

Müzik endüstrisi güçlendikçe, politik/sosyal bilinci yüksek grupları giderek daha az destekliyor. Onların müziği kontrol etme ve yönlendirme stratejilerini aşmak için ne yapılabilir?

Biz “müzik endüstrisini” görmezden gelerek müzik yapıyoruz, albüm kaydediyoruz ve konser veriyoruz. Müzik endüstrisi müzik yapmaz, onu satar. Hepimizin yemek yemeye, yaşayacak bir yere ihtiyacımız var. Sanatımızla hayatımızı kazanmak için “müzik endüstrisiyle” iş yapıyoruz. Fakat yaptıklarımız üzerinde herhangi bir etkileri yok. 

İstanbul’da görüşmek üzere çok teşekkürler.

Harika. Orada görüşürüz.



(Bant Magazine'in Eylül 2013 sayısında yayınlanmıştır. http://www.bantmag.com/magazine/issue/post/22/18

_

18 Eylül 2013 Çarşamba

VEGAN LOGIC XXXVIII - THE SOFT MOON - 16.09.2013


16.09.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan The Soft Moon özel programının kaydı.

1- The Soft Moon - Breathe the Fire
2- The Soft Moon - Parallels
3- The Soft Moon - Alive
4- The Soft Moon - Repetition
5- The Soft Moon - Tiny Spiders
6- The Soft Moon - Circles
7- The Soft Moon - Die Life
8- The Soft Moon - Zeros
9- The Soft Moon - Want
10- The Soft Moon - It Ends
11- The Soft Moon - ƨbnƎ ƚI
12- The Soft Moon - Into the Depths
13- Mogwai - San Pedro (The Soft Moon remix)
14- How to Destroy Angels - Ice Age (The Soft Moon remix)
15- The Soft Moon & John Foxx and the Maths - Evidence

Archive.org:


Mixcloud:




17 Eylül 2013 Salı

SUEDE'İN "KÜÇÜK, NAHOŞ VE ATEŞLİ DÜNYASI"


17.09.2013

İlk gençlik yıllarını 1990’larda yaşayanların hayatında unutulmaz yeri olan gruplardan Suede’i dinledik hafta sonunda. Eksen on Fair’in kapanışını yine mükemmel bir performansla yaptı grup. Uzun bir aradan sonra bu yıl yayımladıkları yeni albümleri “Bloodsports” turnesinde onları yeniden canlı izleyebilmek, benim için önemliydi. Çünkü şarkılarında kendimden çok şey bulduğum, bana dokunan gruplardan birisi Suede. Yıllar içinde geçirdikleri dönüşümler, İngiltere’de bir işçi sınıfı ailesinin sınırlı olanakları içinde yetişen Brett Anderson’ın kendisine çıkış yolu olarak müziği seçiş hikayesi hep ilgimi çekti. Britpop sahnesindeki patlayışlarını, herhangi bir plak şirketiyle anlaşmaları olmasa da Melody Maker’ın kapağında yer alışlarını, The Smiths sonrası hiçbir grubun yaratamadığı kadar heyecan yaratmalarını, kendileri gibi olan gruplara yol açmalarını, Brett Anderson’ın aşk acılarını, dayatılan toplumsal kurallara karşı çıkışını ve çoklu ilişkileri anlatan şarkı sözlerini, eşcinsellik üzerine söylediği cesaretli sözler aracılığıyla medyayı çok iyi yönlendirmesini hayranlıkla takip ettim. Üniversitede mimarlık okurken müzik sayesinde kendine farklı bir dünya kurmuştu Brett Anderson ve belli ki Suede onun için her şeydi, gerçek kimliğini o grupta bulmuştu. Mat Osman ile çok genç yaşlarda buluşmaları bir şanstı. Hala grubu sürdürmeleri ise bizim için şans.

Park Orman’daki performanslarını en önden izledim ve büyük keyif aldım. Bret Anderson’ın  şarkı söylerken geçirdiği dönüşüme bir kez daha tanık oldum. Konserden önce kaldıkları otelde röportaj yaparken konuştuğum müzisyen, klasik İngiliz kibarlığı ve uzaklığı içindeydi. İşçi sınıfı kökeninden, varoşlardan gelse de, doğal olarak sahip olduğu aristokrat bir görüntüsü var duruşunda. Konuşurken çok kontrollü bir insan; Mat Osman ise, daha rahat ve sıcak görünüyor. Ancak sahnedeki Brett Anderson, günlük hayatındaki sınırları kaldırıyor; dinleyicilerle göz teması kurmak için çabalayan, hissettiklerini aktarmak için kendini tam anlamıyla ortaya koyan birisi. Yine karizmatik ama sahnede uzak değil; şarkılarda söylediklerini kendinize yakın hissettiğinizden mesafeler yok oluyor; farklı bir Brett Anderson çıkıyor ortaya. Hatta bir ara sahne önüne inip insanların elini sıkarken, beni tanıyıp göz kırpınca bir an inanamadım. Otelde koltukta karşımda oturup sohbet ederken çok daha ciddiydi. Bazı müzisyenler vardır; sahne için özel bir kimlik yaratıp onun arkasına geçerler. Bence Brett Anderson'da tersi oluyor; sahnedeki müzisyen sahte değil gerçek; en içten duygularını haykırırken sakladığı hiçbir şey yok, kontrol yok.

Eksen on Fair'de The Hives'ın konseri sonrasında alandan epey insan ayrılmış. Ben, en önde olduğumdam hiç fark etmedim. Dolayısıyla Suede'i dinleyenler de sayıca daha az olmuş. Ama tek kişi bile kalsam, umurumda olmazdı; Brett Anderson'ın ifadesiyle Suede'in "küçük, nahoş ve ateşli dünyasını" seviyorum ben; şarkıları dinlerken eski günlere döndüm, anılarım canlandı. Benim açımdan özel ve güzel bir performanstı. Konserde çalınan 19 şarkı içinden ağırlık yeni albüm “Bloodsports” (5) ve 1996 albümü “Coming Up”taydı (5). Diğer albümlerden sevilen şarkıları da ihmal etmediler ama  en zayıf albümleri olarak gördükleri “A New Morning”i hiç anmadılar. “Trash”, “Animal Nitrate”, “The Wild Ones” gibi hitleri dinledik ama “The Asphalt World”ü çalmadılar; bis niyetine “Beautiful Ones”ı çaldılar (aslında bis olup olmadığı da belli olmadı. Çok kısa bir ara olduğundan son şarkı mı yoksa bis mi olduğu anlaşılamadı) ve tüm ısrarlara karşın geri gelmediler.

Konser boyunca sahneye dev boyutta albüm görselleri yansıtıldı. Seksi anneleri, güzel kadınları, “We are the Pigs” single’ının kapağındaki yüzü maskeli insanları, takım elbiseli domuzları gördük. Bas gitarda Mat Osman, davulda Simon Gilbert, gitarda Richard Oakes ve klavyede Neil Codling’in birbirleriyle uyumlu ustalıkları, Brett Anderson’ın bitmeyen tutkusuyla buluşunca, yine çok güzel bir performans çıktı ortaya. Suede’i yeniden görene kadar özleyeceğim. Konser öncesinde Mat Osman ve Brett Anderson ile konuşmak, benim için çok zevkliydi. Röportaj bitince, Brett Anderson’ın elimi sıkıp, “It was really enjoyable. Thank you,” demesine sevindim; çünkü bu konularda biraz huysuz olduğunu biliyorum. Soracak daha çok sorum vardı ama sadece 15 dakika içinde bunları konuşabildik.



11 yıllık aradan sonra bu yıl yeni bir albümle döndünüz. Bu sizin için nasıl bir duygu? Uzun bir aranın ardından rahatlama mı, yoksa yeniden yapılması gereken zorunlukları da yanında getirdiği için bir tür gerilim mi? 

Mat Osman (MO): Bu çok kapsamlı bir soru. Benim özlediğim en temel şeyler, yaşanan anlar yani sahnede olmak, yazdığınız bir şarkıyı tamamladığınızda oturup onu ilk dinlemek. Geri kalanlar, sanki başka bir işi yapmak gibi, biraz sahte bir zevk var orada, içinde yaşarken o anlardan fazla heyecan duymayabiliyorsunuz aslında. Albümü yapmış olmak ve onu canlı çalmak çok zevkli ama o aşamalardan geçerken yaşadıklarınız pek değil. En son aşamada “Pek de keyifli değildi,” diye itiraf edersiniz kendinize. Çünkü bir şekilde albümü tamamlamak için baskı hissediyorsunuz.

(Brett Anderson, bu yanıta çok güldü.)

MO: Sürekli dünyanın en ilkeli insanı havasında gezen biri için bunları duymak hoş değil mi?

Brett Anderson (BA): Sadece tembelsin.

Sizin kuşağınızdan grupların çoğu, 20 yıldır aynı şarkıları aynı şekilde söyleyip konserler veriyorlar. Siz bu albümle hem eski Suede’i canlandırdınız hem de yeni bir şey ürettiniz. Bunu yapabilmek için grubun çalışma metotlarında yıllar içinde değişiklik oldu mu?

BA: Bu soruyu sormanız çok yerinde. Çünkü “Bloodsports” ile ilgili en önemli konu bu. Teknoloji değiştikçe biz de değişmek durumundayız ama şarkı yazma açısından karşılaştığımız zorluklar aynı. Dürüst olmak gerekirse, giderek zorlaşıyor.

MO: Eğer 10 yıllık bir ara vermeseydik, grubun soundu hala taze kalabilir miydi emin değilim.

BA: Gerçekten de öyle. Bu, bizim için çok önemli bir adımdı. Son albümün sanatsal açıdan başarısızlığı söz konusuydu. Bugün geriye baktığımızda çok zayıf bir albümdü o. Ondan sonra bazı şeyleri yeniden canlandırmak için harekete geçmemiz, kendimizi epey zorlamamız gerekti.

MO: Gruba dışardan durup baktığımızda, aslında biz şarkı yazmaya çalışmaktan başka bir şey yapmadık. Okul, üniversite ve sonra da bu grup vardı hayatımızda. Bunun ne kadar olağanüstü bir deneyim olduğunu geriye dönüp baktığınızda anlıyorsunuz, hayatınızın bir noktasında kendinizi böyle bir grubun içinde buluyorsunuz. Çoğu insanın bu şansı yok, mağazalarda, ofislerde çalışıyorlar. Belki ilk anları yaşarken değil ama sonradan grupla birlikte tekrar çalışmaya başlayıp albüm yaptığınızda, ne kadar değerli olduğunu anlıyorsunuz.

BA: Ben durup düşündüğümde çok gurur duyuyorum. Günümüzde birçok grup bunu yapmadan devam ediyor. Yeni albüm yayınlamıyorlar. Zor bir durum tabii. Eskiden sahip olduğunuz enerjiniz olmayabilir. Hayatınız değişiyor, siz de değişiyorsunuz. Eskisi kadar dayanıklı, sabırlı olmayabiliyorsunuz. “Bloodsports”u yaparken bunun bizi bir araya getirip getirmeyeceğini de bilmiyorduk. Ekipmanı tamamlayıp kendimizi zorlamamız gerekti. Bizim için kolay olmayan bir süreçti. Hem yeni hem de eskisinden çok da farklı olmayan bir soundu yaratabilmek, inanılmaz derecede alengirli bir iş. Eskiye öykünme (pastiş) gibi bir şey değil bu. O nedenle çoğu müzisyen bundan uzak duruyor.

Bir keresinde Suede’in Brit-pop sahnesine ait olmadığını ve o terimden nefret ettiğinizi söylemiştiniz ama yine de siz de o dönemde ortaya çıktınız. O günlerden bu yana müzik yapan mesela Blur, Pulp ve Suede, sizce neden hala bugünkü gençlerin de ilgi alanında? 

BA: Evet, biz de Britpop döneminde başladık. Bunu yadsımıyorum. İlk albümümüz de Britpop’u başlatan albüm diye anılıyor zaten.

MO: Birçok yetenekli insana seslerini duyurmaları için bir kapı araladık sanırım. Eğer büyük bir plak şirketine bağlı bir gitar grubuysanız, yüzlerce grup arasında kaybolup gitme riski de var. Çok sayıda ilginç grup var ama asla radyoda duymuyorsunuz, televizyonlarda görmüyorsunuz. Biz de yıllar önce çıkış yapan The Stone Roses gibi ortaya çıktığımızda aniden birçok grup dinlenmeye başladı, radyolarda çalındı. Britpop’tan önce de yıllarca aynı müziği yapan insanlara, o aşamadan sonra o ilginç gruplara seslerini duyurmaları için bir fırsat doğdu.

BA: 1990’ların başlarında Suede’den önce durum farklıydı, 1994’teki gibi değildi. Gitar gruplarının pek şansı yoktu ama Mat’in dediği gibi Suede o kapıyı araladı ve oyunun kurallarını değiştiren önemli bir adımdı o. Bundan çok gurur duyuyorum.

MO: Nirvana da bir gitar grubu olarak bizden kısa bir süre önce aynısını yapmıştı. Aniden Amerikan radyolarında o tuhaf albümleri duyar olmuştuk. O noktadan sonra herkes, “Ben de bir grupta yer almak istiyorum, ben de başarılı olabilirim,” diyordu.

Sizi birçok kez sahnede izledim, gördüğüm en tutkulu canlı performans gruplarından birisiniz. Bu heyecanı kaybedenler de var. Sizin onu içinizde ilk günkü şekliyle barındırmanızı sağlayan temel etken ne? 

BA: Şarkıların kendisi. Yanıt bu kadar basit benim için. Şarkıların sahip olduğu büyüleyici güç, onları söylerken sizin ruhunuzu yüceltiyor. Eğer söylendiği gibi sadece uyuşturucu ile ilgili olsaydı, sahneye çıkıp şarkılara o enerjiyi veremezdiniz. Ne durumda olursanız olun, sahneye çıkıp şarkıyı söylemeye başladığınız anda her şey değişir. Herhangi bir iyi şarkı bu etkiyi yaratır, size adeta sahnede bir rüya yaşatır.

MO: Dinleyici kitlesi de önemli.

BA: Elbette, o da bu işin çok büyük bir parçası.

MO: Ben canlı performansları interaktif bir etkileşim olarak görüyorum. Kitlenin size verdiği enerji ile ilgisi yok bunun, provalarda onlar ama yok ama enerjimiz yine var. Daha çok kitle ile etkileşimi doğru kurmakla ilgili ince bir nokta var. Bunu sağlayamazsak performans bizim için çok zorlaşır.



İki yıl önce solo albümünüz “Black Rainbows”un turnesi sırasında İstanbul’da konser verdiğinizde, sahnenin önünde duran insanlar size dokunuyordu. Öyle anlarda ne hissediyorsunuz? (Söz ettiğim konserin videosu yukarda.)

MO: Dokunuyor muydu? (Mat Osman, güldü bu konuya.)

Evet, kaydetmiştim o anları.

BA: Hoş bir şey. O da bir tepki. İnsanların hislerini açığa vurmak konusunda inisiyatif alması harika. Ben öyle görüyorum.

“Black Rainbows”u kaydederken grupla yaptığınız albümlere göre daha deneysel bir bakış açınız oldu mu?

BA: Elbette. O neredeyse tamamen kişisel bir deneyimdi, sözler de öyleydi, müzik de. Çok keyif aldım onu yaparken ama çok farklıydı.

Hangi açıdan farklıydı?

BA: Grupla olduğunda yetersizlik sorununuz olmuyor, istediğinizi herhangi bir gerekçe olmadan yapabiliyorsunuz. Grubun momentumuyla ilgili bu, grupla çaldığınızda daha büyük kitlelere hitap ediyorsunuz. O nedenle daha güçlü ve heyecan verici. Solo konser, asla grupla çaldığınızda ortaya çıkan enerjiyi yaratmıyor, o noktaya varmıyor. Bu, büyük bir fark.

Eski şarkılarınızı söylediğinizde, sözleri farklı yorumladığınız oluyor mu? Yoksa o şarkılar sizi sürekli eski dönemlere mi götürüyor? 

BA: Ne kastettiğinizi anlıyorum. Bir anlamda değişiyorlar. Şarkıları hayatınızın değişik dönemlerindeki olaylara ve duygularınıza dayanarak yazıyorsunuz. Aynı şarkıyı farklı dönemlerde farklı ruh halleriyle söyleyebilirsiniz. 20 yıl önce yazdığım şarkılarla ilgili bunu hissediyorum. “Bloodsports”taki bazı şarkılar için bile bu söz konusu. O anda ne hissetmişsem sadece onu yazıyorum, ilerde ne hissedeceğimi hesap etmeden... Bazen sonraki yıllarda bir şarkıya geri döndüğünüzde içinde size de doğru gelmeyen şeyler olabiliyor. Bence bu çok etkileyici bir süreç. Şarkı sözlerinin yazar için yıllar içinde geçirdiği bu evrimi çok seviyorum. O sözlerde değişmeyen, mutlak bir anlam yok bu açıdan.

Peki sizce şarkının asıl anlamını veren ne? Bazıları da şarkıya anlamını veren sözlerdir diyor. Bazı insanlar da şarkı sözlerini hiç hatırlamasalar da şarkıyı seviyor. Bir de düşünecek olursanız, enstrümantal şarkılar da var. 

MO: Eski yüzyıllarda tüm müzikler öyleydi ama insanlar dinlerken etkilenir, hüzünlenir ya da neşelenirdi. Ancak bence sözlerin müzikle kurduğu etkileşim de çok ilginç.

BA: Kesinlikle öyle. Şarkı yazarlığında sanatın gücü o aşamada ortaya çıkıyor.

MO: Bazen söz ile müziğin insanı farklı yönlere çekmesi de çok güzel oluyor ama bizim yeni Suede albümünde sözler ile müziğin uyumu önemli. Şarkıda neler olduğunu önce müzikle hissediyorsunuz, İngilizce bilmiyorsanız bile anlatılanı doğrudan duyumsayabilirsiniz. Eğer sözleri duyduğunuzda anlıyorsanız da aynı hisler devam ediyor.

BA: Bu olağanüstü bir şey. Birçok müzik beni söz yazmaya teşvik edebiliyor.

Bir keresinde şarkı sözü yazmak, şiir yazmak gibi değil demiştiniz.

BA: Karışık bir konu bu. İkisi farklı şeyler. Şarkı sözü yazarken şiirde olduğu kadar özgür değilsiniz. Melodiye uyum sağlamanız gerekiyor, şiir çok daha özgür. Elbette benzer yönler çok; sözcükleri kullanıp, kafiyeler yaratarak duyguları en etkili ve öz şekilde anlatmaya çalışıyorsunuz. Ama benim için, hiç sözü olmayan bir şarkıyı dinleyip onun hayatın acılarıyla ilgili olduğunu hissetmek çok çarpıcı. 

“Bloodsports”da ana tema modern hayattaki ilişkiler. Bu ilişkilerin size en ilginç gelen yönü ne? 

BA: Bir insanı hiçbir zaman tam olarak tanıyamayacak olmak ilginç. İlişkileri sürdürmek için uğraşmak, nefes almaya devam etmek ve hayatta kalmak önemli. Genellikle bir tembellik hakim oluyor insanlarda. Onu aşmak lazım.

Suede olarak kurmak istediğiniz kendinize ait dünyayı yaratmak konusunda başarılı oldunuz mu?

BA: Küçük, nahoş ve ateşli bir dünya...

MO: Grupların albüm kapaklarını tasarlarken de dikkat ettikleri bir konu bu, grupla ilişkilendirilebilecek şeyleri orada da görebilirsiniz. Bence şarkıcıların ve grupların yaptığı aslında dinleyiciye hayata dair bir bakış açısı kazandırmak. “Hayat böyle olmalı”, “Hayatımı öyle yaşamak istemiyorum” şeklinde popüler bir fikir başlatabilirsiniz. Kendinize bir dünya yaratırsınız ama o muhtemelen gerçek bir dünya değildir.

BA: The Smiths plaklarını dinleyerek ve onların albüm kapakları üzerinden verdikleri mesajlara hayran olarak büyüdüm ben. Onların yarattığı dünyadan etkilendim. Biz de Suede dünyası kurduk, belki de daha önce hiçbir yere ait hissetmediğim için bunu yapmak istedim. Uzun süre kendimi sadece oraya ait hissettim.

Artık bir çocuk sahibisiniz. Dünyaya bakışınız değişti mi?

BA: Hayır, değiştirmedi ama gelecek albümüm oğlumla ilgili olacak. Aileme dikkat etmek zorundayım. Pop yıldızlarının yaşadığı çalkantılı hayat bana çekici gelmiyor. Evlenmek ve çocuk sahibi olmakla, hayata bakışım değişmedi ama günlük hayatımı etkilediği için artık ben de eskisi gibi değilim.

Konserde çalınan şarkı listesi:

The Next Life - Barriers - It Starts and Ends With You - Trash - Animal Nitrate - Can't Get Enough - By the Sea - Snowblind - She - Killing of a Flash boy - Sometimes I Feel I'll Float Away - Why Are You Not Telling Me? - Everything Will Flow - So Young - Metal Mickey - The Wild Ones - Filmstar - New Generation  // Beautiful Ones 



(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

_

16 Eylül 2013 Pazartesi

David Sylvian'ın yeni şarkısı: Do You Know Me Now?


Müzik açısından önemli bir gün. Leonard Cohen'ın ardından David Sylvian'ın da yeni şarkısını duydum bugün. Şarkının ilginç öyküsü, Sylvian'ın sitesinde anlatılıyor. http://www.davidsylvian.com/news/do_you_know_me_now.html

The Hives - Tick Tick Boom @ Eksen on Fair


The Hives'ın vokalisti Pelle Almqvist, konserin bir yerinde tüm dinleyicileri yere çömeltip sonra aniden yükselen müzikle ayağa kaldırmasıyla ünlü. Aynı sahneyi dün İstanbul'da da yaşadık. Herkes birden zıplayarak ayağa kalkınca gerisini çekemedim ama "Tick Tick Boom" adlı şarkının başında gerçekleşen o anlar bu videoda. Bu arada The Hives'ın canlı performansı gerçekten müthiş, inanılmaz dinamik. Garage rock sevin ya da sevmeyin, ama haklarını teslim etmek lazım. Konserin başarısı da, büyük ölçüde bir frontman olarak olağanüstü performans gösteren olan Pelle Almqvist'e ait. Hani kalabalığı avucunun içine alıp, bir an bırakmayan müzisyenler vardır ya, onlardan birisi o da. Bazen işi biraz fazla şova dönüştürse de, müziğin sağlamlığı karşısında o da fazla rahatsız etmiyor. (Video bana aittir.)




10 Eylül 2013 Salı

VEGAN LOGIC XXXVII - SONBAHARA MERHABA - 09.09.2013


09.09.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı. (Programı aşağıdaki bağlantılar aracılığıyla Archive.org ya da Mixcloud üzerinden dinleyebilirsiniz.)

1- John Coltrane & Johnny Hartman - Autumn Serenade
2- Coldcut - Autumn Leaves (Irresistible Force Remix) 
3- Mark Lanegan - Autumn Leaves
4- David Sylvian - September
5- Tom Waits - November
6- U2 - October
7- Yo La Tengo -  Autumn Sweater
8- Tindersticks - This Fire of Autumn
9- Airhead - Autumn
10- Future Islands - In the fall
11- Beth Orton - Last Leaves of Autumn
12- Max Richter - Autumn 2
13- Bohren & der Club of Gore - Constant Fear

Archive.org:


Mixcloud:



Rock'n Coke 2013 İzlenimlerim



Geçen hafta sonunu bu yıl 10. yaşını dolduran Rock'n Coke festivalinde geçirdim. Bu yaz birçok müzik etkinliğinin iptal olması nedeniyle festival ortamını özlemiştim ama açıkçası, festivale katılan müzisyen/gruplar arasında beni heyecanlandıran iki isim vardı: Birisi Editors, diğeri Primal Scream. Her ikisini de daha önce birçok kez canlı dinledim ama bir grubun müziğini sevince heyecan bitmiyor. Festivalin programı açıklandığında bu iki grubu bir kez daha göreceğime sevindim ama aynı zamanda da hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü iki grubun da saat 17.30'da sahneye çıkacağı duyuruldu. Bu yıl Avrupa'nın önemli festivallerinde hıeadliner olarak çalan ve çok iyi müzik yapan grupların Türkiye'de neden daha iyi bir saate alınmadığını merak etmiştim. Bunu da çeşitli platformlarda ifade ettim ama nedenini açıklayan olmadı. Bu durumda bize de tahminlerde bulunmak kalıyor. 17.30'dan sonraki performanslara baktığımızda 7 Eylül Cumartesi günü ana sahne olan Rock'n Coke Sahnesi'nde 19.00'da Duman, 20.45'te Hurts ve 22.30'da Arctic Monkeys var. Coca-Cola Zero Sahnesi'nde sıralama şöyleydi: 19.30 Palma Violets, 21.00 Maximo Park, 22.30 Can Bonomo ve 00.30 La Roux. 8 Eylül Pazar günü ise durum şuydu: Rock'n Coke Sahnesi 19.00 Within Temptation, 20.45 Teoman, 22.00 Jamiroquai, 00.45 The Prodigy; Coca- Cola Zero Sahnesi 19.30 Yasemin Mori, 21.00 Melis Danişmend, 22.30 Selah Sue, 00.15 Ellie Goulding. Yani pekala Editors ve Primal Scream, 19.00'a ya da 20.45'e alınabilirdi. Bu sıralamaların Duman ve Teoman'a iyi saat vermek için alınan bir karar olduğu belli. Türkiye'de çok tanınan, dinlenen isimlere iyi saatler verme isteği anlaşılabilir ama ülkemize ilk kez gelen Primal Scream gibi bir gruba warm-up muamelesi yapılması da bana göre yanlış bir karar. Bunun yanı sıra, bu grupların müziklerinin karakteri de geceye daha uygun. Benim açımdan festival takvimi ile ilgili en önemli sorun buydu. Within Temptation'ı Primal Scream'in arkasına geçirip ona daha fazla süre veren neden nedir hala anlayabilmiş değilim.

Bu yıl sahne sayısının artırılarak beşe çıkarılmış olması bir artı puan ancak o sahnelerde yer alan performansların çeşitliliği daha doyurucu olabilirdi diye düşünüyorum. Line-up konusunda Sziget ile işbirliği yapıldığı için böyle bir beklentim vardı.

Festival bu yıl ayrıca organizasyon bakımından da bazı sıkıntılara sahne oldu. Elbette her büyük festivalde aksamalar olabilir ama bunlar katılımcıların genel bir şikayeti olarak yoğun bir şekilde dile getiriliyorsa, o zaman üzerinde dikkatle durulması gerekir. İlk gün pos makinelerinin GPRS üzerinden kurulan bağlantısının çok yavaş çalışması nedeniyle festivalde alışveriş için kullanılacak kartı almak büyük bir sorun haline geldi. Ben bir konseri sırada bekleyerek feda etmek istemediğim için ilk gün kart alamadım. Alabilenler, en az 40-45 dakika sırada beklediklerini söylediler. İkinci günde kart sırası, doğal olarak çoğunluk ilk gün almış olduğundan rahatlamıştı. Peki biz Rock'n Coke'ta alışveriş yapmak için neden kart almak zorundayız? Ben yurtdışında birçok büyük festivale gittim, böyle bir uygulama ile karşılaşmadım. Herkes parasını nakit verip ya da kredi kartını kullanarak ne isterse alıyor. Rock'n Coke'ta ise, bize zorunlu olarak aldırılan Mastercard logolu kartlara istediğimiz kadar para yüklüyoruz ama içinde harcamadığımız para kalırsa onu da nakit olarak geri alamıyoruz, mutlaka kartın geçerli olduğu bir yerde harcamamız gerekiyor. Açık ki, Mastercard ile anlaşma yapılıyor ve onların katkısı karşılığında da bu uygulama festivalcilere dayatılıyor. Ayrıca böyle bir uygulamayı şart koşuyorsanız, o zaman teknik altyapıyı da sorunsuz işler hale getirmeniz lazım. Cumartesi gecesi bir ara bağlantı tümüyle çöktüğünden insanlar bedava bira almışlar ama bu defa da "madem bedava, öyleyse üçer beşer alayım" diyenler yüzünden kuyruğun arkasındakiler yine alamamış... Gelecek yıllar için bu konu üzerinde özellikle çalışılmasını, kart uygulamasından vazgeçilmesini ve pos makinesi bağlantılarındaki sorunun tekrarlanmaması için çözüm bulunmasını tavsiye ederim. Çünkü bir festivalde katılımcıyı yıpratan en kötü şey, müzik dinlenip eğlenmek için geldiği bir etkinlikte zamanını kuyrukta harcamaktır.

Festivalde genel şikayete konu olan bir diğer sorun, son grubun performansından sonra gece otopark çıkışında oluşan uzun kuyruktu. Ben o sıkıntıyı bizzat yaşamadım ama anlatanlar 1.5 saat beklemek zorunda kaldıklarını ve çileden çıktıklarını söylediler. Burası İstanbul ve trafiğin ne durumda olduğunu biliyorum ama yine de bu sorun için de çözüm bulunması gerektiği açık. 1.5 saat otopark çıkışında beklemek kabul edilebilecek bir durum değil.

Benim organizasyonla ilgili kişisel bir sıkıntım ise, medya ilişkilerini yürüten ajansla oldu. Sadece Editors ve Primal Scream ile röportaj yapmak istemiştim. Birkaç kez bu konuda ilgili kişiye hatırlatmada bulundum ama ne olumlu ne de olumsuz geri dönüldü. Son gün tekrar ben sorunca, bu kez Sarp Dakni'nin medya ilişkilerini koordine ettiğini öğrendim. Oysa bu bilgi bana daha önce verilmiş olsa, talebimi ona da iletirdim. Primal Scream hiç röportaj vermemiş ama Editors ile röportaj yapmak olanaklıydı. Festival günü ben alana doğru yola çıktığımda, "Şu anda röportaj veriyorlar" diye haber geldi ama yapacak bir şey yoktu, yetişmem olanaklı değildi. Medya ilişkileri konusunda ya bir zaaf söz konusuydu belli ki. Sonuçta yapılabilecek bir röportaj gerçekleşmedi. Belki artık o aşamada reklam ihtiyacı duyulmadığından ajans için önemli değildir; ama bir müzik yazarı için röportajın reklamla hiç ilgisi yoktur, ondan çok öte bir anlam taşır.

FESTİVALİN EN BÜYÜK EKSİĞİ: GEZİ RUHU

Rock'n Coke ile ilgili olarak hafta sonunda medyaya yansıyan haberlerde Gezi Ruhu'nun festivale damgasını vurduğu yazıldı. Oysa durum çok farklıydı. Festivale gelmeyenleri tamamen yanlış bilgilendiren bu izlenimi düzeltmek gerekir. Büyük Ev Ablukada, Duman, maNga gibi bazı grupların performansı sırasında "Her Yer Taksim Her Yer Direniş" sloganları atıldı ve müzisyenler Gezi'ye atıfta bulundular ama o bu festivale damga vurmaktan çok uzaktı. O kadar zayıf ve kısa süreliydi ki, üç günlük festival, bu açıdan futbol maçlarından ve diğer konserlerden daha etkisiz kaldı. Kamp kuranların çadırlarına Gezi olaylarında ölenlerin adlarının yazılı olduğu pankartlar astıklarını da duydum ama bu da "festivale damga vuran bir protesto" değildi.

Acaba nedeni Rock'n Coke'un çokuluslu büyük holdinglerin sponsorluğunda gerçekleştirilen bir festival olması mı? Festival alanında bir Gezi Sahnesi kurulup politik söylemi olan grupların orada konser vermesi sağlanamaz mıydı? Yoksa "politikadan uzak durulsun, başımız belaya girer" endişesi mi vardı? Oysa Türkiye'nin baskıya direnen gençleri bu yaz sokaklardaydı, hepsi otoriteye karşı gelip özgürlüğü ve kimliğini savundu. Rock'n Coke ülkenin en büyük açık hava müzik etkinliğiyse, büyük kısmı Gezi protestolarına katılan ya da destek veren gençlerin oluşturduğu festival kalabalığı neden Gezi'den bu kadar uzak kaldı? 90 dakikalık bir maçı bile fırsat bilip sesini duyurmaya çalışan gençlik, üç günde yaklaşık 60 bin kişinin katıldığı festivalde neden bu kadar suskundu? Beni düşündüren bir noktaydı bu. Her tarafı markaların logolarıyla donatılmış festival alanında Gezi'ye yer mi yoktu? Sakın "Bu bir müzik festivali, müzikle politikanın ne ilgisi var?" demeyin. Diyenler varsa, bu ay Babylon dergiye müzik ve politika ilişkisini anlatan bir yazı yazdım, onu okusunlar...

Bu boyutta bir festivali düzenlemek için çok para gerektiğini, bilet satışlarıyla mesela Arctic Monkeys gibi bir grubu ülkeye getirmenin olanaksız olduğunu biliyorum. Ya getirmeyeceksiniz ya da sponsor bulacaksınız; bunun da farkındayım. Ancak tüm dünyada müzik endüstrisi ve festivaller, çokuluslu şirketlerin reklam pazarı haline geldi. Bu yıl SXSW ile ilgili yazımda da aynı konuya değinmiştim. (http://zulalmuzik.blogspot.com/2013/04/sxsw-2013-izlenimleri.html) Austin'de adım attığınız her yerde firmaların reklamları gözünüze sokuluyordu; sadece festivalin değil. özel konserlerin de sponsoru olmuşlar, büyük isimleri reklam aracı olarak kullanıyorlardı. O yazımda şöyle demiştim: "SXSW, eksikleri ve hataları olsa da önemli bir sanat etkinliği. Düzenleme komitesindekiler, müzisyenlerin şikayetlerini dinleyip, konserleri onlar açısından daha kabul edilebilir bir hale sokarsa, South by Southwest'in şirketlerin ürünlerini tanıttığı bir reklam platformu değil, bir sanat festivali olma niteliğini öne çıkarır ve çekiciliği artar. Unutulmamalı ki, bir kültür etkinliğinde sanatın önüne ticari amaç geçtiği anda, prestij de yok olur."

FESTİVALİN EN İYİLERİ: PRIMAL SCREAM VE EDITORS

Şu ana kadar olumsuz eleştirilerde bulundum. Olumlu yanlar neydi diye sorarsanız, festival alanındaki aktiviteler daha çeşitliydi, yemek alanları iyi düzenlenmiş, vejetaryen ve veganlar için de yiyecek alternatiflerine yer verilmişti. 10 bin kişinin kamp yaptığı alandaki durumu bilmiyorum. Oradaki durumu çadır kuranlardan dinlemek lazım.

Üç günlük süreçte 60 bin kişinin katıldığı bir festivalde sorunlar elbette olur; festival düzenleme komitesi eleştirileri etkinliğin daha iyi olması için bir katkı gibi görüp değerlendirirse, olumlu bir sonuç alınmış olur. Çünkü 5000 kişinin çalıştığı bir organizasyonu iyi koordine edebilmek için önce sorunları bilmek lazım.

Gelelim festivaldeki en olumlu yöne yani müziğe...



Benim için ilk gün Editors grubu ile başladı. Trafik yoğunluğundan yaklaşık iki saatte varabildik alana ve ben doğrudan sahne önüne gittim. Editors, 2005 tarihli ilk albümlerinden bu yana severek dinlediğim bir grup. Bu yıl yayımladıkları "The Weight of Your Love" için çıktıkları turnede verdikleri bazı konserleri internette izledim. Sahne performansları hep iyiydi; Efes One Love'a geldiklerinde benim için festivalin en başarılı konserini onlar vermişti. Rock'n Coke'a da Editors sahnedeyken ne göreceğimi ve duyacağımı bilerek gittim. Grup, her zamanki gibi beklentimi boşa çıkarmadı, çok dinamik ve sağlam bir performans sergiledi. Tek üzüntüm, yeni albüm "The Weight of Your Love"dan "The Phone Book"un setlistte yer almaması oldu. Grup, ilk albümden bir, 2. albümden dört, 3. albümden iki ve yeni albümden dört şarkıyı çalarak karma bir setlist hazırlamış. 17.30 gibi garip bir saatte çalmalarına karşın, dinleyicinin de ilgisi sayesinde iyi bir konser oldu. Tom Smith'in sesi bana epey dokunuyor. Bence günümüzde en içten şarkı söyleyen erkek vokalistlerden birisi. Rock'n Coke sahnesinde de güneşe karşı söylerken, kan ter içinde kalsa da enerjisinden hiçbir şey yitirmedi. (Konser sırasında çektiğim iki şarkının videosunu paylaşıyorum.)



Editors'dan sonra Coca Cola Zero Sahnesi'ne gidip Palma Violets'a baktım. Rock'n Coke Sahnesi'ne göre daha ufak boyutlu bir sahneydi orası ama dinleyicileri kategorilere ayırmayan yapısı nedeniyle benim daha hoşuma gitti orası. Hem ana sahneyi bırakıp oraya gelenler hep daha azdı; bu nedenle de konseri rahatça izlemek olanaklıydı. Palma Violets'ı SXSW'da iki kere izlemiş ve performanslarından etkilenmemiştim. Rock'n Coke'da bir kez daha şans vermek istedim ama psychedelic etkilerle bezenmiş garage-rock beni yine sarmadı. Neden bazıları onları "fenomen" olarak tanımlıyor bilmiyorum. İşin içinde yine bir NME gazı var sanıyorum. Performansları kötü olduğundan değil, yaptıkları müzik bana heyecan vermediğinden artık bu grubu en azından tarz değiştirmedikleri sürece es geçebilirim. Bence abartılan İngiliz gruplara eklenen son halkalardan birisi Palma Violets.


Daha sonra Hurts'ü dinlemek üzere yeniden ana sahneye döndüm. Ülkemizde ne çok seveni varmış grubun... Benim Hurts ile ilk tanışmam, 2010'da "Wonderful Life" adlı single ile olmuştu. O zaman Depeche Mode hayranı bir arkadaşıma, "Bak sen bunu sevebilirsin," diye siyah beyaz çekilmiş bir videolarını göndermiştim. Vokalist Theo Hutchcraft'ın sesi, yorumu ve synth pop tarzındaki müzik, DM'u çok andırıyordu. Açıkçası o zaman grubun geleceği için umutlanmıştım. Ancak aradan geçen üç yılda Depeche Mode'un büyüleyici karanlık çizgisini yakalayamadı grup, müzikleri biraz daha yumuşayıp, daha çok pop'a kaydı ve o anda ben ilgimi kaybettim. Ama ben ilgimi kaybetsem de çok sayıda dinleyicinin, özellikle kadınların kalbini kazandı grup. Rock'n Coke konserleri ışığıyla, tasarımıyla görkemliydi. Vokalist Hutchcraft, sahnede duruşuyla, bakışıyla sanki her an kameralara poz veriyor gibi hazır. Ama öyle olunca müzik içtenliğini yitiriyor ve bana hiç dokunmadan akıp gidiyor. Tribünlere oynayan bir grup Hurts; aniden hiphop tarzına geçişi, insanların sanki sahnede bir hiphop grubu varmış gibi hiç yadırgamadan eşlik edişi, sonra birden ajite edilmiş bir melankoli, benim için fazla yapaydı. Hurts'e de bu haliyle kaldığı sürece elveda dedim içimden...


Hurts sona ermeden yolumu yine Zero Sahnesi'ne çevirip, bir diğer İngiliz gruba, Maximo Park'a baktım. Aslında tam bir İngiliz istilası vardı Rock'n Coke sahnelerinde. Tamam, İngilizler iyi müzik yapıyor ama keşke arada bir biraz ada dışına çıksak diyorum, mesela Bad Religion'ı getirsek? Hem festivalde eksik olan punk rock ruhunu da taşırlardı festivale. Bu yaz turnedeydi Bad Religion ve Sziget'te yer aldı. Rock'n Coke'un yurtdışı bookingleri Sziget ile işbirliği ile yapıldığına göre, Bad Religion da getirilemez miydi? Merak ediyorum, herhangi bir organizatör onları İstanbul'a getirme girişiminde bulundu mu acaba?..

Maximo Park, o kadar enerjik bir performans sergiledi ki, Zero Sahnesi açık hava dans pistine dönmüştü. Paul Smith, kafasında her zamanki gibi şapkasıyla sahnede dört döndü, havaya yumruklar salladı, bağırdı, güldü, dans etti. Sahnede herkesten daha çok kendi eğlenen müzisyenlerden birisi o da. Müziğini seversiniz ya da sevmezsiniz o ayrı, ama Maximo Park'ın performansına tam puan vermek gerekir. Ben de verdim.

Gecenin son performansını izlemek üzere ana sahneye döndüğümde artık ayakta durup fotoğraf çekmeye çalışmaktan epey yorulmuştum. Arctic Monkeys için oluşan izdiham da üzerine binince, durum daha da zorlaştı. Bu arada Rock'n Coke'da Hurts, Arctic Monkeys, Teoman, Jamiroquai ve The Prodigy konserleri için sahne önü bileti satıldı. Festivallerde sahne önü uygulaması konusunda çeşitli şikayetler oldu. Düzenleme komitesinin bunları dikkate alıp uygulamadan vazgeçmesi isabetli olur kanımca. Glastonbury'deki gibi sevdiğiniz grubu önden izlemek için sahne önünde yer kapmayı ve bunun için beklemeyi göze almanız gerekir. Yemek ya da tuvalet kuyruğunda beklemek insanı sinirlendirebilir ama sevdiğiniz grup için beklerken geçen zamana yazık olmaz, bağlılığın bir göstergesidir o.

Arctic Monkeys'i daha önce The Black Keys'in ön grubu olarak Amerika'da izlemiştim. Oldukça sıkıcı bir performanstı; özellikle The Black Keys'in müthiş performansıyla kıyaslayınca grup gözümde sıradanlaşmıştı. Arctic Monkeys'in başarılı bir gitar grubu olduğu açık, Alex Turner da karizmatik, iyi bir vokalist ama gelin görün ki müzikleri beni tam olarak yakalamıyor. Sevdiğim şarkıları var ama o kadar. Yine de grubu bir kez daha görmek ve Amerika'daki konserle bir karşılaştırma yapmak istiyordum. Grup, ışıklarla bir renk deryasını andıran sahneye adım attığı anda kalabalıktan müthiş çığlıklar yükseldi. "Do I Wanna Know?" ile başlayan konserde, şarkılara hep birlikte eşlik eden insan sayısı epey fazlaydı.

Alex Turner'a gösterilen ilgi, Theo Hutchcraft'ı anında geride bıraktı. Bir ara kızın teki tişörtü çıkarıp sutyeniyle omuzlara çıktı. Alex Turner ile o kadını aynı karede fotoğraflamayı başardım. Sarp Dakni'nin dediğine göre, yılın en rock'n roll fotoğrafını çektim böylece. Konser sırasında düşündüğüm şeyi daha sonra EMI Pazarlama Müdürü Arzu Güldiken'den duydum: "Sanki Grease filminden fırlamış gibiler" diyordu. Alex Turner'ın parlak ceketi, saç kesimi tam olarak o yıllardan kalma ama 2013'te yine moda olmayı başarıyor. Arctic Monkeys'in kendini The Beatles sanan bir ukala havası var, sahnedeki duruşlarına da yansıyor bu. Sahne performansları, New York'taki konserden daha iyiydi; orada dinleyicilerden fazla tepki alamamışlardı; oysa İstanbul'daki coşkulu bir konserdi. Sevenlerini mest etti Arctic Monkeys, benim gibi onlar hakkında fazla heyecan duymayanlar üzerinde de daha olumlu bir etki bıraktı. Sonuçta iyi konserdi.


Pazar günü benim için Primal Scream günüydü. 17.30'da güneşin altında grubu beklerken grubun hayranlarıyla şikayetimiz ortaktı: O konser gece ve daha uzun olmalıydı. Bobby Gillespie, renkli aynalı gözlükleriyle sahnede görününce, tüm olumsuz düşünceleri bir yana bıraktık. Bu yıl çıkan "More Light" adlı albümden "2013" ile açtılar konseri. Herkes dans edip zıplamaya başlamışken hızı artırıp, "Swastika Eyes"la devam ettiler. Rock'n Coke boyunca en çok dans ettiğim konserdi. En önde yerimi de kapmıştım, Primal Scream "Movin' On Up", "Loaded", "Goodbye Johnny", "It's Alright, It's OK", "Come Together" ile arka arkaya sıralıyordu şarkıları. Bobby Gillespie, ilk kez geldiği bir ülkede gördüğü ilgiye herhalde bunca yıllık kariyerden sonra şaşırmamıştır ama daha önce neden gelmedim diye düşünmüş olabilir. Zira kendisi de grup üyeleri de oldukça keyifliydi. Ne yazık ki onlara festivalde toplam bir saat ayrılmıştı... Konser bir anda bitince ilk baştaki gibi söylenmeye başladık yine ama nafileydi.

Festivalin en iyi performansları birinci gün Editors, ikinci gün Primal Scream olarak benim için tamamlanmıştı ama biraz keşif yapayım diye festival alanını dolaştım. Party Arena'da Juveniles'ı dinlemeye gittim. Festival kitapçığı grubu, "New Order ve The Smiths tam ortasında bir sınır düşünün. Juveniles, işte tam da böyle bir çizginin üzerinde durmak istiyor" diye anlatmış. Bunu okuyunca ister istemez yolum o sahneye düştü.

Juveniles, bana broşürde anlatıldığı gibi gelmedi; bence Yazoo ile Hot Chip arasında bir yerde duruyorlar. Sahne performansları da Hot Chip'i hatırlatıyor; çok hareketli ve tutkulu, enerjik bir soundları var. Dinleyenleri müziğin içine çekip dans ettirmeyi başardılar. Festivalde öne çıkan gruplardan biriydi bana göre.

Juveniles sonrası kendimi On Your Horizon'ı dinlemek üzere Şehir Sahnesi'ne attım. Üzeri kapalı, fazla büyük olmayan bir çadır gibiydi o sahne; müziğe odaklanmayı kolaylaştırdığı için benim en sevdiğim mekan da bu oldu. On Your Horizon'ı bir süredir izliyorum ve yaptıkları post-rock temelli deneysel müzik beni cezbediyor. İkinci günün akşamına girerken biraz ruhumu dinlendirecek müzik iyi gelir diyerek gittim onları dinlemeye. Yanılmamışım; grubu dinlerken düşüncelere dalınca dinlenmiş hissettim kendimi. Çelloda Yasemin Özler, Gitarda Rammy Roo, bas gitarda Tuğrul Gültepe ve davulda Ender Akgün'den kurulu dörtlü, iyi müzik yapıyor. Türkiye'den yetişen alternatif gruplar arasında takip etmenizi önerebileceğim başarılı bir grup On Your Horizon. Konserlerine gidin, albümlerini alın ki destek olsun.



On Your Horizon'ın performansından sonra basın için ayrılan alanda oturup biraz Teoman'a kulak verdim. Ancak bir süre sonra gırtlağını yırtarcasına zorladığı sesi dinlemek bana zor geldi. Teoman, kendisini neden bu kadar zorluyor bilmiyorum; çünkü artık bu kadarı kulak tırmalıyor... En azından bana göre öyle.

Jamiroquai, festivalin son konseri oldu benim için. O, büyük bir enerjiyle sahnede bir an durmadan oradan oraya koşuşurken, ben ertesi sabah erken kalkmam gerektiğini hatırlıyordum. Jamiroquai funk, disco, fusion, dans müziğini karıştırarak yarattığı müziğini aynı ölçüde karışık bir sahne şovuyla sunuyor. Geri vokalde yer alan siyahi kadın müzisyenlerin yanı sıra, onlar kadar iyi olan müzisyenler eşlik ediyor ünlü müzisyene. Bir konserden daha çok, arkadaki ekranda görünen görsellerin renk cümbüşüyle süslenen dolu dolu bir şov sahneleniyor. Hem göze hem kulağa hitap eden, çok renkli, çok sesli bir şov bu. Jamiroquai'ın enerjisine şapka çıkardıktan sonra bendeki pilin yavaş yavaş tükendiğini hissedip dönüş yoluna yöneldim.

Bir Rock'n Coke daha böyle bitti. Sahnedeki performans sıralamasında anlamadığım bir husus da, Keşif Sahnesi'nde Mabel Matiz ve Shantel gibi artık çok iyi tanınan iki ismin yer alması oldu. Keşif denilince insan, pek bilinmeyen isimler olur diye düşünüyor. Bu konuda bir yanlış değerlendirme yapılmış sanırım. Bir de La Roux'nun gece 00.30'da çıkması iyi olmadı. Daha erken bir saatte olsa görmek isterdim.

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

_

8 Eylül 2013 Pazar

Video: Editors - The Racing Rats @ Rock'n Coke 2013


Videoyu dün akşam Rock'n Coke Festival'da Editors'ın canlı performansı sırasında çektim.

5 Eylül 2013 Perşembe

POLONYA'DAN BİR GRUP: TRUPA TRUPA - ++



"Müzik blogu sahibi olmanın en iyi yanı nedir?" diye sorulsa, "hiç tanımadığım, duymadığım müzisyenlerin internet aracılığıyla beni bulması," derim. Müziğin evrenselliğini ve internetin sınırsızlığını, bana güçlü bir şekilde hissettiren fantastik bir olay bu. Bu fantastik olayı, geçenlerde bir kez daha yaşadım. Grzegorz Kwiatkowski, gönderdiği e-postada, "Gdansk, Polonya'da alternatif müzik yapan grup Trupa Trupa'dan merhaba. Yeni bir albüm kaydettik, adı ++. Görüşlerinizi duymaktan çok mutlu oluruz," diyordu. Arada ne bir menajer var, ne de birbirimizi tanıyoruz... Aynı ülkede de yaşamıyoruz ama onlar müzik yapıyor, ben müzik yazarıyım. Müziğin bizi buluşturması için ihtiyacımız olan platformu da internet sağlıyor.

Trupa Trupa ile tanışmam böyle oldu. Gönderdikleri albümü bir süredir dinliyorum, facebook ve bandcamp sayfalarını inceledim, youtube'daki videolarını izledim. Grzegorz Kwiatkowski (vokal, gitar), Wojciech Juchniewicz (bas, gitar, vokal), Rafal Wojczal (klavye, gitar, vokal) ve Tomek Pawluczuk'tan (davul) oluşan grup, 2010'da ilk kısaçalarını çıkarmış. 2011'deki ilk albümden sonra bu yıl ikinci albümlerini de bağımsız olarak yayımlamışlar. Yeni albümde ünlü Polonyalı besteci Mikolaj Trzaska (saksofon, klarnet), Tomasz Zietek (trompet) ve Adam Witkowski (mikrofon, space, mix) kayıtlara katkıda bulunmuş.

Klavye ve gitarın sürüklediği enerjik garage rock soundu ile The Velvet Underground ile The Doors'u anımsatıyorlar o EP'de. İki yıl sonra yayımladıkları "++" adlı albümde ise, daha farklı bir ruh hali, space rock/ psych punk izleri hissediliyor. Bazı şarkılarda, klavye ve gitarın geriye alınıp, vokalin ön plana geçirilerek, soundun farklılaştığı daha klostrofobik şarkılar da var ("Here and There", "Influence"). Aslında söz konusu klostrofobinin işareti, ilk şarkı "I Hate"de veriliyor. Bana daha ilk saniyelerde Silver Apples'ı hatırlatan bu şarkı, vokalist Gregorz Kwiatkowski'nin "Herkesten, her yerden, senden bile nefret ediyorum arkadaşım!" diye bağırmasıyla başlıyor, klavye, davul ve gitar devreye girdikten sonra bu kez daha güçlü bir sesle "Keşke tecavüze uğrasaydın, keşke ölseydin" diye devam ediyor sözler. Tahmin edileceği gibi o noktadan sonra sound daha agresifleşiyor, araya trompet giriyor ve ölümcül bir öfkenin estirdiği endüstriyel nitelikli soğuk rüzgarları duyuyoruz. Bazıları ürpertici bulsa da, bu tarz rüzgarlar favorimdir; müzikte ılık rüzgarı değil, kasıp kavuran, yakıp yıkan, tokatlayan soğuk rüzgarı severim ben.



(Albümün tümü bandcamp üzerinden dinlenebiliyor.)

Tartışma yaratabilecek sözler albüm boyunca dikkat çekici; "See You Again"de "Bir dükkana gidip silah ve mermi aldım. Bu senin için. Çünkü seni seviyorum ve özledim," diyor vokal. Belli ki dinleyiciyi ters köşeye yatıran anlatımlardan hoşlanıyor grup. "Sunny Day" adlı şarkı, suyun üzerinde yüzen bir mezardan söz ediyor; sözlere dikkat etmezseniz keyifli bir güne ait olduğunu düşünebileceğiniz müzik sona doğru drone ve klavyenin diyaloğuyla giderek gerilimli bir hal alıyor ve son sözü yani gerçeği söyleyen klavye oluyor.

Benzer bir şaşırtma "Home"da da var. Sanki bir Kings of Convenience şarkısı gibi başlıyor müzik ama aniden vokal devreye girince, içip içip bağıran, gülen bir anne babanın olduğu evde dövülen bir çocuğun hislerini duyuyoruz. Yine de yumuşak bir sesle eve dönmek istediğini söylüyor... Şarkının sonuna yaklaşırken KOC havasından hiçbir iz kalmıyor, cızırdayıp tıngırdayan aletlerin dili yeterince açık. "Dei"de bugün artık hiçbir işe yaramayan kurallar öğretildiğinden yakınıyorlar; eski tip bir cenaze töreninde eski şarkıları söyleyen insanlardan söz ediyorlar. Müziğin sürükleyici melodisine kapılıp gidiyorsunuz bu satırlara eşlik ederken.

Trupa Trupa'da beni en çok çeken şey, bu şaşırtmacalı şarkı kurgusu oldu. Tek bir sounda takılmamaları, ölüm, mezar, nefret, dayak gibi rahatsızlık yaratabilecek konuları net bir ifadeyle abartısız, ajite etmeden dile getirmeleri ilginç. Şarkı sözlerini kaleme alan Grzegorz Kwiatkowski'nin aynı zamanda yazar olmasının da bu farklı kurguda payı büyük sanıyorum.

Grup, Gdansk'ta bir sinagogda kaydedilen albüme akustik kalite katmak için, bir denizci birliğine ait terk edilmiş tesiste yaptıkları kayıtları da eklemiş. EP'den ve ilk albümden bu yana geliştirdikleri sound, beni cezbetti. Geçen yıl Heineker Opener Festival'da, bu yıl da OFF Festival'da konser veren Trupa Trupa'yı canlı dinlemeyi istediğim gruplar listesine ekledim. Baltık kıyılarına gidersem peşlerine düşerim, gidemezsem de belki onlar yine beni bulur.

_

Translate