Uluslararası İstanbul Caz Festivali hayatımıza gireli çeyrek yüzyıl olmuş!
Geriye doğru baktığımda müzik yazarı olarak her yıl heyecanla beklediğim basın toplantılarını hatırlıyorum. Festival başlamadan önce o yıl hangi isimlerin katılacağına dair söylentiler yayılır, tüm programın açıklanacağı günü sabırsızlıkla beklerdik. Eski yıllarda sosyal medya yoktu, internet hayatımıza hakim değildi. Dolayısıyla basın toplantısına gidip bilgiyi ilk elden almak, biz gazeteciler için çok önemliydi. Programı öğrendikten sonra hemen telefonlara sarılır, yakın arkadaşlarımıza müjdeleri verirdik.
İstanbul Caz Festivali ile benim müzik yazarlığı geçmişim arasında güzel bir tesadüf de var. Ben, her ikisi için de 25. yılı kutluyorum. Önceleri amatör olarak büyük bir tutkuyla kaleme aldığım müzik yazıları zaman içinde değişip gelişti elbette ama içimdeki müzik tutkusu ilk günkü kadar canlı. Belki de bu örtüşme nedeniyle İstanbul Caz Festivali’nin bende ayrı bir yeri oldu. İstanbul’un kültür hayatına ilk baştan beri hissedilir bir dinamizm katan etkinlik, bir yandan da benim müzik yazarlığı maceramın gelişme zeminini oluşturdu.
Birçok kişi gibi benim de festival hakkında birçok anım var. Hemen aklıma Lou Reed’in konseri geliyor. 2000 yılıydı. Herkes özel röportaj yapmak istiyordu ama öyle bir olanak olmadığı bildirilmişti. Ardından konserden kısa bir süre önce Lou Reed’in kuliste sınırlı sayıda gazetecinin sorularını yanıtlayacağı haberi geldi. O zaman Kanal E’de müzik programı yapıyordum. Müzik dünyasının asi ruhu ile yüz yüze gelip soru sorma düşüncesi büyük heyecan yaratmıştı. Sonunda basın toplantısı gerçekleştiğinde karşımızda tepkisiz bir yüz ifadesi ve büyük bir ciddiyetle oturan Lou Reed ile karşı karşıya geldik. Çok soru hazırlamıştım ama Lou Reed’in bir muhabiri sakız çiğneyerek soru sorduğu için terslemesi ve diğer sorulara da sadece “evet” ya da “hayır” şeklinde tek kelimelik yanıtlar vermesi, herkes gibi benim de çekinmeme neden oldu. O toplantı bugün olsa soru sorabilir miyim emin değilim; çünkü yıllar sonra 11 Eylül sırasında New York’ta bir toplantıda tesadüfen yanıma oturduğunda yine onunla konuşmaya çekindim, yanındaki eşi Laurie Anderson’a merhaba dedim.
Massive Attack’ı ilk kez canlı dinlediğim yılı unutamam. 1997’de grubun dünyada fırtına gibi estiği bir dönemdi. Öyle etkilenmiştim ki konserden sonra haftalarca Massive Attack şarkılarından başka bir şey dinleyemedim. Aynı yıl Goran Bregović Düğün ve Cenaze Orkestrası’nın konserine annemi gönderdim. “Hayatımda geçirdiğim en güzel günlerden biriydi,” der hâlâ... Tek başına konsere gitmiş, saatlerce dans edip gece yarısı eve yüzünde kocaman bir gülümseme ile dönmüştü.
Björk’ün Türkiye’deki ilk konseri, müzik tarihimizde mekân kapasitesini en çok zorlayan konserlerden biri olmalı. 1998 yılıydı, Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda kelimenin tam anlamıyla izdiham yaşanmıştı. Oturacak yer bulamamış, duvarların üstünde bir yere ilişmiştik, adeta nefesimizi tutup o büyüleyici performansına tanık olmuştuk.
İstanbul Caz Festivali’nin yarım yüzyıldır ağırladığı birbirinden yetenekli dünyaca ünlü müzisyenler ve grupların içinde, Antony and the Johnsons’ın benim için özel bir yeri oldu. Daha önce yurtdışında canlı dinlemiştim ama Şan Tiyatrosu’ndaki tarihi kalıntıların arasındaki konserin atmosferi ve Antony Hegarty’nin dinleyiciyle etkileşimi çok farklıydı. Avant-garde ile kabare tarzını mükemmel bir şekilde buluşturduğunda, onun şarkıları söylemediğini, yaşadığını hissetmiştim.
Yine 2007 yılında rock tarihinin dev ismi Led Zeppelin’in karizmatik vokalisti Robert Plant’i, grubu The Strange Sensation ile birlikte dinleme olanağı sundu festival. Şarkı aralarında Tony Blair’e, Irak işgaline dokundurmalar yapmış, teypten işgalle ilgili bir konuşma dinletmişti. Bis için sahneye geri döndüğünde “Whole Lotta Love”ı hep birlikte ayakta söyleyen binlerce insanın yarattığı coşku, müziğin gücünün somut kanıtıydı.
Festivalin 15. yılında ilk kez canlı dinlediğim bir sanatçı, yıllar boyu müziğin sunumuna dair yazılarımda ve konuşmalarımda kullandığım bir örnek oldu. Çok güzel bir yaz akşamında bir müzisyen, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’na elinde gitarı ile gelip sahnenin ortasında duran sandalyeye oturmuştu. Yoksulluk ve adaletsizlik başta olmak üzere sosyal konulara değinen şarkılarını usulca çalıp söylerken müthiş bir etki yaratıyordu. Ne yanıp sönen ışıklar vardı, ne de dansçılar... Müziğiyle sahnede yapayalnızdı. Bilmediğimiz bir dildeki şarkıları dinlerken niye o kadar etkilenmiştik? Müziğin içtenliğini hissetmek için dili anlamak şart değildi, gitarından çıkan tınıları ve sesine yansıyan duyguları algılayabiliyorduk. Müzik bir tür sihirbazlıksa, onun en çarpıcı kanıtıydı bu. Karşımızda oturan müzisyen, Brezilyalı şarkıcı, besteci, gitarist, yazar ve insan hakları savunucusu, Brezilya’nın diktatörlük günlerinde gelişen Tropicalismo adlı sanat hareketinin öncülerinden Caetano Veloso’ydu. Müziğini algılamamızda onun kişiliğine dair bu ön bilginin de etkisi vardı kuşkusuz ama sanatını o kadar yalın bir sunumla icra edip öylesine güçlü bir etki yaratması aklımdan hiç çıkmadı. Politik duruşu ve müziğe yaklaşımıyla önemli etkiler bırakan Veloso’yu ne zaman dinlesem, ruhen o konsere ışınlanıyorum.
İstanbul Caz Festivali’nin benim açımdan en güzel konserini tahmin etmek, herhalde beni biraz tanıyanlar için zor olmasa gerek. 2012’de Morrissey’in verdiği konseri “İstanbul’u Sarsan İnce Derinlik” diye tanımlamıştım. Sahnenin önünde toplaşıp her şeyi birkaç saatliğine unutarak ayrıksı ruhların marşlarını dinlemiştik. “Istanbul” adlı şarkısını İstanbul’da söylemiş; konserin bir yerinde, “Yüreğimi hissediyor musunuz? Sahip olduğum tek şey o” demişti Moz. Bunu bana en yoğun hissettiren iki müzisyenden birini şahane ağırlamıştı festival.
Bunca yıldır hafızama kazınan konserleri düşündüğümde, çoğunlukla aklıma festivalin caz dışındaki türlerde müzik yapan konukları geliyor ama Herbie Hancock, Jan Garbarek, Marcus Miller, Ornette Coleman, Brad Mehldau, Wynton Marsalis ve daha birçok büyük caz ustasını da İstanbul Caz Festivali sayesinde dinledim. Cazdan rock’a, folktan Latin’e, klasik cazdan modern caza, farklı tür ve tarzları bir arada bulunduran programları her zaman çok renkliydi. İstanbul’da yaz demek, özellikle müzikseverler için son 25 yıldır İstanbul Caz Festivali demek. Her yıl gerçekleştirildiği dönemde mutlaka bir konseri yaşgünüme de rastladığından, bir anlamda onunla yaşlanıyorum desem yanlış olmaz. O zaman festivale de bana da şimdiden nice yıllar!
Artık kasım ayı geldiğinde birçok farklı ülkeden müzikseverin içini güzel bir heyecan kaplıyor. Nedeni Hollanda’nın Utrecht kentinde düzenlenen Le Guess Who? festivali! İki yıldır izleme olanağı bulduğum dört günlük etkinlik, kusursuz denilebilecek bir müzik festivalinin nasıl olması gerektiğinin somut kanıtı. Geçen yıl festival hakkında yazdığım yazıda (https://www.redbull.com/tr-tr/zulal-kalkandelen-le-guess-who-festivalini-yazdi) kent içinde birçok farklı salona yayılan etkinliğin, TivoliVredenburg adı verilen çok amaçlı bir kompleksi ana mekân olarak kullanmasının sağladığı işlevsellikten söz etmiştim. Her müzik türüne uyan salonlara sahip böyle bir kültür merkezi, LGW’nun en büyük artısı.
KÜRATÖRLÜK KAVRAMININ ÖNEMİ
Buna ek olarak, geçen yıl 10. yılını kutlayan festival, yıllar içinde belli bir saygınlığa erişmiş olması nedeniyle hem kamu kurumlarından hem özel sektörden hem de medyadan önemli bir desteğe sahip. Elbette böyle bir desteği kazanmanın ve iyi bir müzik festivali düzenlemenin ilk koşulu, yalnızca iyi müzik yapan isimlerin programda olması. Farklı müzik türlerini ve dünyanın değişik kültürlerini yansıtan ufuk açıcı programa baktığınızda, LGW’da sahneye çıkabilmek için önemli ortak bir kriter olduğunu anlıyorsunuz. Az sayıda insan tarafından tanınsa da çok iyi müzik yapan birçok yeni yeteneği canlı dinleme olanağı sunuyor festival. Elbette uzun yıllardır sahnede olup saygınlık kazanmış efsaneleri de aynı festivalde görmek olanaklı. Hepsinin ortak noktası, ticari kaygıdan uzak durup iyi müzik yapmaları. Bunu sağlamanın yolu da, festival programını oluştururken küratörlük kavramını hakkını vererek uygulamaktan geçiyor.
Genel programa ek olarak, bu yıl altı müzisyen küratör olarak belirlenmişti. Perfume Genius, Han Bennick, Jerusalem in My Heart, Shabazz Places, James Holden ve Grouper. Ayrıca New York merkezli sanat merkezi Basilica Hudson tarafından gerçekleştirilen Basilica Sounscape festivalinin küratörlüğü üstlendiği bir seçki daha yer aldı festivalde. Her biri farklı müzik türlerinde yaratıcılığını ortaya koyan bu müzisyen küratörlerin belirlediği isimlerin festivale kattığı çeşitlilik ve kalite çok belirgindi. Kuşkusuz bunun sonucu olarak, LGW’yu izleyenlerin yarısı Hollanda dışından geliyor. Her yıl aynı ekibin sınırlı bakış açısıyla festival hazırlayan organizatör ekiplerin, uluslararası alanda başarılı olmak için bu yöntemden ders almasını dilerim. Bu anlayışla, 2007’de sadece 800 kişinin izlediği, tek bir mekânda yapılan bir etkinlikken, bugün dünyanın hemen her yerinden 15-30 bin arasında katılımcının izlediği, Tivoli’nin içindeki farklı salonlar hariç 13 ayrı mekâna yayılarak tüm kenti kaplayan büyük bir festivale dönüşmüş Le Guess Who?.
Bu yıl özel olarak kendi adıma sevindiğim bir gelişme daha vardı festivalde. Geçen yılki izlenim yazımda ana festival mekânı Tivoli’de vegan yiyecek bulmakta zorlandığımı yazmıştım. Festival ekibi yazımı Google tercümesiyle okuduğunu bildirmişti. Bu yıl Tivoli’ye girdiğimde bir de baktım ki vegan yemek standı açılmış! Yıllardır kendi ülkemde yazıp durdum ve böyle bir gelişme henüz sağlanamadı ama Hollanda’ya sesimi bir seferde duyurabildim!
Geçen yılki festivale göre bir diğer farlılık, performans saatlerinin biraz daha geç saatlere kaydırılmasıydı. Perşembe ve cuma günleri bile gece 2‘den sonra başlayan konserler vardı. Ben kentteki tüm oteller dolduğundan Amsterdam’da kaldığım için epey zorluk yaşadım. Bu yüzden göremediğim birkaç performans oldu. Ama bu yıl da her türlü zorluğa değecek kadar yoğun ve tatmin edici bir müzik deneyimi yaşadığımı söylemeliyim. Deneysel müziği, çeşitli işbirliklerini ve alışılagelmişin dışına çıkan yaratıcıları buluşturan her etkinlikten zenginleşerek çıkıyor insan.
TÜRKİYE’DEN MÜZİSYENLER DE KATILDI
Hollanda’da çok sayıda Türkiye kökenli göçmen yaşasamasının etkisiyle de olsa gerek, ülkemizden müzisyen ve gruplar, her yıl LGW’da dinleyicilerle buluşuyor. Bu yıl ülkemizden katılan isimler arasında ambient/shoegaze/drone besteleriyle tanıdığımız Ekin Fil, Grouper’ın küratörlüğünü üstlendiği programın konukları arasındaydı. Derya Yıldırım & Grup Şimsek de, LGW kapsamında dinleyicilerle buluştu. Vokalist Derya Yıldırım ile Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’dan müzisyenlerin bir araya geldiği Anadolu rock grubu, Özdemir Erdoğan ve Aşık Mahzuni Şerif’in eserlerini yorumlarken, saykedelik rock tarzındaki kendi bestelerini de çaldı. LGW sahnesindeki bir diğer Türkiye kökenli grup, Amsterdam’da kurulan Altın Gün oldu. 70‘lerin Türk rock klasikleri ve türkülerin modern halini yorumlayan saykedelik folk grubu, Libyalı müzisyen, multienstrümantalist ve modern Arap müziğinin öncülerinden Ahmed Fakroun ile birlikte çaldı; ayrıca solo konser de verdi.
EN BEĞENDİĞİM PERFORMANSLAR
LGW’nun en güzel yanlarından birisi, seçenekler çok olduğundan, herkesin o büyük etkinlik içinden kendisine özel bir festival yaratabilmesi. Birkaç kişi birlikte gidip festivali ayrı ayrı izleseniz, dört günün sonunda tamamen farklı müzisyenleri dinleyip ayrılabilirsiniz. Ben 150‘den fazla ismin katıldığı festivalde toplam 22 performansı yakalayabildim. Arada sahne saatleri çakışınca kaçırdıklarım da oldu ne yazık ki... Bu 22 performans içinde beni en beğendiklerimden söz etmek isterim.
Oiseaux-Tempête
Festivalin ilk gecesinde ilk kez canlı dinleme olanağı bulduğum Oiseaux-Tempête, üzerimde en çok etki bırakan grup oldu. TivoliVredenburg’dan yarım saat yürüyerek De Helling adlı konser salonuna ulaştığımda çok iyi müzik dinleyeceğimi biliyordum elbette ama canlı müziğin etkisini yaşayarak hissetmek ayrı bir duygu. Çok karanlık bir salonda, arkalarındaki ekranda farklı coğrafyalardan kentlerin ve eski dönemlerden siyah beyaz görüntülerin eşliğinde çaldı grup. Genellikle bu tür konserlerde video görüntüleri sürükler insanı ama ben nadiren ekrana bakıp daha çok müziğin içinde kayboldum. Paris merkezli bu kolektif, fırtına kuşu anlamına gelen ismi seçmiş kendisine ve 2012‘den bu yana yaptığı kayıtlarla enstrümantal rock, ambient, krautrock ve serbest caz etkilerini buluşturan, kimi zaman kaotik, kimi zaman da dingin ama daima sarsıcı bir müzik yapıyor.
The Bug vs Dylan Carlson of Earth
Drone metalin elektronik müzikle büyüleyici buluşması! The Bug adıyla tanınan ve birçok türde kendini kanıtlayan prodüktör Kevin Martin ile drone metal, enstrümantal/saykedelik rock müziğin saygın gruplarından Earth’ün üyelerinden Dylan Carlson, bu yılın en güzel kayıtlarından birisine imza attı. De Helling’in neredeyse zifiri karanlık salonunda, müzisyenleri göremeden, sadece sese göre hareketlenip adeta dans eden ışıkları izleyerek dinledik müziği. Güçlü ve özgün bir sound için ortak bir çabayla sınırları yok ediyordu iki müzisyen. Bunu kelimelerle tam olarak anlatmak pek olanaklı değil; ancak yaşanabilecek bir canlı müzik deneyimiydi.
Mario Batkovic
Bosna kökenli akordeon sanatçısı ve besteci Mario Batkovic, enstrümanını geleneksel tarzın dışında kullanıp sıradışı sesler yaratan olağanüstü bir yetenek. Akordeonun sınırlarını ve müzik türlerini aşarak, daha önce onu kimsenin çalmadığı şekilde çalıp virtüözlüğü ileri bir boyuta taşıyor. Kendisini ilk kez canlı olarak 2016’da,15. yüzyıldan kalma bir gotik kilisede dinlediğimden beri yakın takibimde. Bu yıl TivoliVredenburg’un içindeki Ronda adlı geniş salonda çaldı. Sun Ra Arkestra’nın da sahneye çıktığı yaklaşık 2800 kişilik salonu tamamen doldurdu. Kendisi de şaşırmış olmalı ki, konsere başlarken, “Siz harika görünüyorsunuz. Ben ise sahnede tek başımayım, biraz tuhaf geliyor ama teşekkür ederim,” dedi. James Holden’ın küratörlüğü üstlendiği programda yer alıyordu Batkovic. Aynı müzisyene iki sene arka arkaya programda yer vermesi, LGW ekibinin de iyi müziği ne kadar yakından takip ettiğini gösteriyor.
Protomartyr
Bugüne kadar çok yakından izlediğim bir grup değildi Protomartyr. Performansları, bana bir grubu konserde dinlemenin nasıl fark yaratabileceğini bir kez daha gösterdi. Post-punk’ın yoğun hissiyatı Joe Casey’in şiirsel şarkı sözleriyle donatılınca çok güçlü bir performans ortaya koydular. Dinden psikolojiye toplumsal konularda çarpıcı sözleri mikrofonun önünden ayrılmadan, takım elbisesi içinde büyük bir ciddiyetle dile getiren Casey, kendine özgü yöntemiyle son derece etkileyici. Uzun zamandır özlemini çektiğim karanlık post-punk atmosferini doyasıya yaşattı ama grubu daha ufak bir salonda da dinlemek isterim.
The Residents
LGW’da bu yıl Glastonbury Festivali’ni andıran bir uygulamayla gizli konserler gerçekleştirildi. Son ana kadar organizasyonu yapan ekibin dışında kimsenin bilmediği bu konserlerden birisi benim için gerçek anlamda sürpriz oldu. Bant ekibinden Cem Kayıran ve Busen Dostgül, konserden kısa bir süre önce “Bu akşamki sürpriz performansı kaçırma!” diyerek uyarmasalar, belki de kaçırabilirdim. Çünkü aynı saatlerde izlemeyi düşündügüm başka bir performans vardı. Ronda’da kendime iyi bir yer bulup beklerken, salonda da dedikodunun yayılmış olduğunu gördüm. Herkes The Residents’ı bekliyordu! Dünyanın en gizemli, en sıradışı, en tuhaf ve en yaratıcı grubu The Residents! Bu yıl mart ayında yeni bir albümü yayınlayan grubun üyeleri, 1969‘da Amerika’da kuruldukları günden bu yana 48 yıldır kimliklerini saklamayı başardı. LGW sahnesine de yine tanınmalarını engelleyecek kostümler ve maskelerle çıktılar. Sanat akımlarının içinden doğan The Residents, Batı müziğinin kalıplarını ve kurallarını yıkıp, yeni bir yaklaşımla geliştirdiği avangart müziğini canlı performansında büyük ölçüde sahnedeki görsellik, göz alıcı ışıklar, vokalistin gerçeküstü şarkı sözleri ve tuhaf tavırlarıyla sundu. Konserde hem geleneksel popüler müziği yapıbozuma uğrattığı albümlerden hem de bir tema çerçevesinde gelişen albümlerden örnekleri multimedia sanatının olanaklarından faydalanarak izleyiciya aktardılar. Müthiş kıvrak bir zekayla sahnelenmiş bir “freak show” gibiydi. Elbette herkese göre değildi; nitekim sürpriz konser diye koşarak gelenlerin bir kısmının kısa bir süre sonra salondan ayrılması şaşırtıcı olmadı. Çok ender canlı performans yapan The Residents’ı sürpriz olarak sahneye çıkartması da LGW ekibinin hanesine bir artı olarak yazıldı. Çünkü önceden açıklansa bilet satışını artırırdı. Ama zaten bilet satma sıkıntısı yaşamayan bir festival LGW.
Keiji Haino & Han Bennink
Japon noise ve avangart müzik ustası Keiji Haino ile Hollandalı davulcu/perküsyonist Han Bennink’i aynı anda sahnede görmek, her zaman bulunabilecek bir fırsat değil. LGW’daki performansları, değişen yer, obje ve duruma göre müziği şekillendirme yeteneklerini sergiledikleri bir ders gibiydi. Han Bennink, sahnenin ortasına oturup elindeki davul bagetlerini yere vurarak değişik sesler yaratırken; Haino, bir basketbol topunu yerde duran elektro gitarın tellerine sürterek ve aynı topu tavandan asılı akustik gitara vurarak alışılmadık sesler çıkarıyordu. Deneysel müziğin üretim süreçlerinin mekân ve araç kullanımı açısından sınırsızlığını ortaya koyması da ilginç ve önemliydi.
Liu Fang
Festivale gitmeden önce radyo programım Vegan Logic için LGW keşiflerinden oluşan iki seçki hazırlamıştım. Ancak o seçkilerde atladığım bir müzisyeni LGW sayesinde dinledim. Basilica Soundscape, Çin’in folklorundan doğan guzheng müziğini icra etmek üzere, geleneksel pipa enstrümanının en iyi yorumcularından biri olan Liu Fang’i Utrecht’e davet etmiş. Üzerinde geleneksel kıyafeti, önünde bir vazo içinde sahneye konulan çicekleriyle hayranlık uyandırıcı bir zarafet içindeydi Fang. Müziği de bu görüntüyle tam bir uyum içinde hassas bir ruhun yansımasıydı ama kırılgan değildi; zengin bir birikimin ürünü olarak güçlü bir varlığın simgesiydi. Enstrümanına böylesine hakim bir virtüöze saygı duymak düştü bize de.
James Holden & The Animal Spirits
Prodüktör ve müzisyen James Holden, bu yıl yayınladığı albümü “The Animal Spirits”i LGW’da başarıyla tanıttı. Elektronik müzik ile saykedelik sesleri, soyut drone ile krautrock ve Afrika perküsyonunu buluşturduğu albümlerden sonra, yeni albümünde trans müzik ile Fas’ın Gnawa müziğini iç içe geçirdiği bir kayıtla çıktı karşımıza. Kendisine eşlik eden yerel müzisyenlerle birlikte elektronik setinin başında çekici bir karmaşanın yaratıcısı ve yönlendiricisiydi. Doğu müziğinin saykedelik tınılarını, elektronik seslerin dinamizmi ile organik bir yapıda birleştirmeyi başarmış Holden. Ortam tamamen karartılarak, tüm dikkat dev ekrana yöneltildi konser sırasında. Anlamlandırılması zor birtakım renk ve şekil dönüşümleriyle dolu videoya kendinizi kaptırırsanız, halüsinasyon gördüğünüzü sanabilirdiniz. Tahmin ettiğimden daha fazla keyif aldığım bir performans oldu.
John Maus
Başını kaçırsam da James Holden performansından çıkıp ancak bir bölümünü yakalayabildiğim John Maus konseri, tahmin edilebileceği gibi şahaneydi. 2011’de Arka Oda’nın havasız ufacık mekânını hıncahınç dolduran kalabalığın içinde, bol terli bir ortamda izlemiştim Maus’u. Herhalde en fazla 100 kişi sığabilecek bir salondu. Tam önümüzde kendini duvardan duvara atmış, içindeki isyanı da tutkuyu da içimize işlemişti. Bugüne kadar gördüğüm en unutulmaz canlı performanslardan biriydi. Aradan tam 6 yıl sonra bu kez Utrecht’te yaklaşık 1000 kişilik salonu tamamen doldurmuştu. Koşarak salona vardığımda kapıdaki görevli, ancak içeriden çıkan olursa bizleri salona alabileceğini söyledi. O nedenle biraz bekleyince girebildik. Bu kez daha geniş bir sahnede olduğundan yakınında duvarlar yoktu ama o yine bedenini savurarak, hızla öne arkaya eğilerek kitleyi hareketlendirdi. Biz sesinin güçlü titreşimlerini içimizde hissederken, o izleyici kitlesi ile sanatçı arasındaki görünmez duvarları tamamen yıkıp etkileşimin boyutlarını genişletiyordu.
Pharoah Sanders
Caz müziğinin en büyük ikonlarından Pharoah Sanders’ın caz geleneklerini soul, gospel, R&B ve Afrika folku ile harmanlayan müziği, LGW sahnesine ayrı bir kalite kattı. Caz müziğine yaptığı katkılarla Marvin Gaye’den Sun Ra’ya kadar pek çok ismi etkilemiş bir efsanenin saksofonundan çıkan özgün sesler, dışarıda dünya birbirine girse bile her şeyi durdurup sözü müziğe verebilecek kadar özeldi. Ornetta Coleman’ın “muhtemelen dünyadaki en iyi tenor saksofoncusu” dediği Sanders, saksofondaki farklı tekniğiyle serbest cazın gelişiminde öncülük eden isimlerden biri. LGW sahnesinde de çalış tekniği ile kendisine çizdiği rotayı bir kez daha belirginleştirip, yürekten gelen müziğini duyumsattı.
Mary Margaret O’Hara
Nadiren sahneye çıkan Mary Margaret O’Hara’nın LGW’daki performansı, sanatın farklı dallarında eserler veren bir sanatçının yıllara meydan okuyan yaratıcılığını sergilediği, eğlenceli bir şov gibiydi. 1988 tarihli “Miss America” adlı albümünden sonra hiçbir albüm yapmayan O’Hara’nın büyük ölçüde doğaçlamaya yer veren performansında kendisine ödüllü çello sanatçısı Peggy Lee, multienstrümantalist Aidan Closs ve çeşitli ses oyunlarıyla kardeşi Marcus O’Hara eşlik etti. Adeta evinin salonunda arkadaşlarıyla eğlenirken espriler yapan, şakalaşıp gülerken arada bir de şarkı söyleyen matrak bir ev sahibi gibiydi. Sahne onundu, bizler de konukları. Sonunda Morrissey’in çok sevdiğim 1993 tarihli şarkısı, “November Spawned a Monster”daki tuhaf sesleri canlı olarak da duyabildiğim için ayrıca sevindim. O canavar seslerini o zamanlar karanlık bir odaya kapanarak kaydetmeyi kabul etmiş O’Hara. Bugüna kadar daha acayip bir canavar sesi çıkaranı duymadım. Ne muhteşem ki aynı ses, “Somewhere Over the Rainbow”u söylerken bir meleğin sesine dönüşebiliyor.
Ex-Easter Island
İngiliz müzik kolektifi Ex-Easter Island, masa üstüne yatırılıp sabitlenmiş elektro gitarlara perküsyon tokmakları ile vurarak değişik bir yöntemle hipnotik bir müzik yapıyor. Grup içi etkileşimi ve tekrarlarla yaratılan melodik keşfi deneyimleyen grubun, müziğini fiziksel olarak enstrümanlarla yapmasına karşın zaman zaman elektronik gibi algılanması da ilgiyi ayrıca cezbedici bir özellik. Grup üyeleri arasındaki koordinasyonu canlı gözlemlemekten ve yaratılan ritmik uyuma kapılarak dinlemekten çok zevk aldığım bir performanstı.
Geçen yıl 10. yıldönümünde izleme olanağı bulduğum Le Guess Who? Festivali (LGW), gerek müzik çeşitliliği gerekse iyi ses organizasyonuyla daha ilk deneyimimde favori müzik festivallerimden biri oldu. Hollanda’nın Utrecht kentinde düzenlenen festival hakkındaki genel değerlendirme yazımda, “deneysel ve bağımsız müziğe hak ettiği değerin verildiği, farklı müzik türlerine odaklanan, vizyonu geniş bir festival arıyorsanız, bundan sonra yıllık plan yaparken Le Guess Who?’yu da mutlaka göz önünde bulundurun,” demiştim. (http://www.veganlogic.net/2016/12/nice-10-yillara-le-guess-who.html)
O zamandan beri festivalin 2017 programını merakla bekliyordum. Bu yıl 9-12 Kasım’da yapılacak olan LGW’nun programı, tahmin ettiğim gibi yine çok heyecan verici. 150‘den fazla ismin katılacağı etkinlik hakkında bir ön inceleme yapmanın, festivale gitmeyi düşünenler ya da şu ana kadar LGW’dan haberi olmayan keşif meraklıları için yararlı olabileceğini düşündüm.
FESTİVALE ÖZEL İŞBİRLİKLERİ VE İLKLER
Bu yılki festivalin altı küratörü var: Perfume Genius, James Holden, Shabazz Places, Grouper, Han Bennick ve Jerusalem In My Heart. Hepsinin canlı performans gerçekleştireceği etkinlikte, her birinin özel olarak hazırladığı programlar olacak. Örneğin Perfume Genius’ın festivale davet ettikleri arasında, Radiohead’in hayranı olduğu ve Michael Stipe’ın ulusal hazine diye nitelediği Kanadalı efsanevi sanatçı Mary Margaret O’Hara da var. Geçmişte Morrissey ve This Mortal Coil ile de işbirliği yapan O’Hara, sadece 1988‘de Miss America adlı bir albüm yayınlamasına karşın bir kült kahraman haline geldi. Festivalde konseri kaçırılmaması gereken bir müzisyen.
Amerikalı hip hop ikilisi Shabazz Places’in hazırladığı programda ise caz efsanesi Pharoah Sanders öne çıkıyor. İngiliz elekronik müzik sanatçısı James Holden, kendi küratörlüğünü üstlendiği bölümde, yeni kurduğu grubu James Holden & The Animal Spirits’in kasım ayında yayınlayacağı ilk albümünü çalacak. Hollandalı caz davulcusu Han Bennick, kendi imzasını taşıyan programda, gitarist Thurston Moore ve Japon deneysel noise ustası Keiji Haino ile canlı işbirliği gerçekleştirecek. Haino, ayrıca Grouper’ın küratörlüğünü üstlendiği programda solo olarak da sahneye çıkacak. (Keiji Haino ile geçen yıl yaptığım röportaj: http://www.veganlogic.net/2017/01/keiji-haino-ben-zamani-kesen-bir.html)
The Sai Anantam Ashram Singers konserinin en çok ilgi çekenlerden arasında olacağını tahmin ediyorum. Caz piyanisti, vokalist, arpist ve besteci Alice Coltrane Turiyasangitananda’nın, eski bir Hint dini geleneği olan Vedizm’i yaşatmak için Los Angeles’ın dışında kurduğu Sai Anantam Ashram adlı spiritüel merkezde kaydettiği müziklerin festivalde Avrupa prömiyeri yapılacak. Bu yıl David Byrne’ün sahibi olduğu Luaka Bop plak şirketi, Alice Coltrane’nin o merkezde kaydettiği ve çoğu bilinmeyen çalışmalarını ilk kez bir derleme albüm olarak yayınlamıştı.
Le Guess Who?‘da bu yıl kaçırılmayacak performanslardan birisi, 12 saat aralıksız sürecek bir drone deneyimi. Birçok müzisyen ve ses tasarımcısının katılacağı bu deneyimi yaşatacak olanlar arasında Suuns’ grubundan Ben Shemie, keman sanatçısı Jessica Moss, besteci ve gitarist Roy Montgomery, Hint sitar sanatçısı Surajit Das ve gitar odaklı deneysel müzik projesi Thisquietarmy de var.
TÜRKİYE’DEN MÜZİSYENLER DE KATILIYOR
Le Guess Who?‘nun organizörleri, festivalde farklı türleri olduğu kadar farklı kültürleri yansıtan müziklere de yer vermeye büyük özen gösteriyor. Hollanda’da çok sayıda Türkiye kökenli göçmen yaşadığından da olsa gerek, ülkemizden müzisyen ve gruplar, her yıl etkinlikte dinleyicilerle buluşuyor. LGW, uluslararası müzik dünyasında yakından izlenen bir festival olduğu için, orada çalmak, geniş bir kitleye ulaşmak açısından etkili bir yol.
Bu yılki festivalin programını incelerken karşıma ilk çıkan, Derya Yıldırım & Grup Şimsek oldu. Türkiye’den vokalist Derya Yıldırım ile Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’dan müzisyenlerin bir araya geldiği Anadolu rock grubu, Özdemir Erdoğan ve Aşık Mahzuni Şerif’in eserlerini yorumlarken, saykedelik rock tarzındaki kendi bestelerini de çalıyor.
LGW sahnesinde dinlenebilecek bir diğer Türkiye kökenli grup, Amsterdam’da kurulan Altın Gün. 70‘lerin Türk rock klasikleri ve türkülerin modern halini yorumlayan saykedelik folk grubu, Libyalı müzisyen, multienstrümantalist ve modern Arap müziğinin öncülerinden Ahmed Fakroun ile birlikte çalacak; ayrıca solo konser de verecek.
Ambient/shoegaze/drone besteleriyle tanıdığımız Ekin Fil, Grouper’ın küratörlüğünü üstlendiği programın konukları arasında. Bu yıl Helen Scarsdale etiketiyle Ghosts Inside adlı yeni bir albüm yayınlayan müzisyen, birkaç yıl önce Grouper’ın konser açılışını da yapmıştı.
FESTİVALDEN KEŞİFLER
LGW’nun benim için en çekici tarafı, sadece Sun Ra Arkestra, Ben Frost, John Maus, William Basinski, Sun Kil Moon, The Soft Moon gibi canlı dinleyip sevdiğim isimlere yer vermesi değil; aynı zamanda festivale özel yaratıcı işbirliklerini de gerçekleştirmesi. Festivalin zengin programı bununla da kalmayıp, şarkılarını radyoda çalsam bile daha önce canlı izlemediklerimi görme olanağını vermenin yanı sıra, adlarını hiç duymadığım yeni müzisyenleri keşfetmemi de sağlıyor. Bu kadar dolu bir festivali izlediğinizde, dördüncü günün sonunda ruhen zenginleşmiş hissediyorsunuz.
Bu yıl da radyo programım Vegan Logic’te yapacağım iki özel Le Guess Who? programında kendi favorilerimi ve bazı keşifleri paylaşacağım. O nedenle onları bu yazıda paylaşmıyorum. Le Guess Who?‘nun ayrıntılarını anlatmaya Açık Radyo’da devam edeceğim.
Geçen yılki Vegan Logic Özel Le Guess Who? radyo programlarını dinlemek isteyenler için bağlantılar:
24. Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nde beni en çok heyecanlandıran konser, 18 Temmuz akşamı Salon’da gerçekleşecek. “David Bowie’nin David Bowie’si” diye anılan Amerikalı caz saksofoncusu Donny McCaslin, geçen yıl yayımlanan albümü “Beyond Now”ın turnesi kapsamında Türkiye’ye geliyor. 1998 yılından bu yana çok sayıda albüm yayınlayan 50 yaşındaki müzisyen, bu albümü Tim Lefebvre, Mark Guiliana, Jason Lindner, Nate Wood ve David Binney gibi müzik dünyasının usta isimleriyle işbirliği yaparak kaydetti. Bu isimlerden ilk üçü ile birlikte Bowie’nin son kaydı “Blackstar”a da katkıda bulunan McCaslin, o albümden esinlendiğini söylediği “Beyond Now’ı efsane müzisyene adadı.
Berklee School of Music mezunu olan Donny McCaslin, geleneksel caz müziği içinde kendini geliştirse de, onu çok daha ileri bir aşamaya taşıyan, türler arasındaki sınırları aşan, deneysel seslere meraklı bir müzisyen. Kendisinin okuduğu ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapan babası, aynı zamanda bir caz müzisyeniymiş. Bu sayede 12 yaşında babasının grubuna katılıp, lise döneminde kendi grubunu kurmuş ve üç yıl arka arkaya Monterey Caz Festivali’nde çalacak kadar başarı göstermiş. Günümüzde kendi adını taşıyan dörtlüsü ve solo çalışmalarını bir arada yürütüp, çeşitli işbirlikleri yapmayı sürdürüyor. Belki birçok kişi adını Bowie ile çalıştığı zaman duydu ama Donny McCaslin, bugün caz müziğinde doğaçlamanın en yaratıcı isimlerinden birisi.
Geçen yıl New York’ta canlı dinleme fırsatı bulduğum Donny McCaslin Quartet performansı, öylesine ufuk açıcıydı ki, İstanbul Caz Festivali’ndeki konseri sabırsızlıkla bekliyorum. Bu arada beklerken kendisi ile bir söyleşi yapma olanağı da buldum. Verdiği yanıtların da ortaya koyduğu gibi, çok parlak bir yetenek olsa da, kişilik olarak son derece mütevazı ve kendini sürekli ilerlemeye adamış bir müzisyen McCaslin. Bilgi olarak şunu da yazayım; İstanbul’da bu dörtlü sahnede olacak: Donny McCaslin (saksofon), Jason Lindner (klavye), Nate Wood (davul), Jonathan Maron (bas).
“Doğaçlama benim için katartik bir yol”
Müzikle iç içe bir ortamda büyüdüğünüzü biliyorum. Daha çocukken bu alanda önemli başarılar elde ettiniz. Bugün 50 yaşında hem dünyanın en yaratıcı caz saksofoncularından birisi olarak tanınıyorsunuz, hem de kendi adınızı taşıyan grubunuzun liderliğini başarıyla sürdürüyorsunuz. Dışarıdan bakınca bizim için çok etkileyici bir yolculuk ama sizin için nasıldı?
Beni annem büyüttü, babamı haftada bir görürdüm. California, Santa Cruz’da bir caz müzisyeni babam. Onunla kaldığım günlerde konserlerinde zaman geçirir, vibrafonunu, Wurlitzer piyanosunu ve kullandığı diğer enstrümanları kurup hazırlardım. Kendi başıma zaman geçirmek için çok küçük olduğum dönemde, grup öğlen 12‘den akşamüstü 5 ya da 6’ya kadar çalıştığı sırada, ben de tüm gün sahnede bir sandalyenin üzerinde otururdum. Yaşım biraz büyüdüğünde, grubun çaldığı alışveriş merkezinde kendi kendime dolaşmaya başlamıştım ama saksofon çalmaya başlayana kadar çoğu zaman sadece onları dinledim. Bir noktada babamın grubuyla çalmaya başladım ve bu sayede çok deneyim kazandım. Daima daha fazlasını öğrenip daha çok şey yapmaya ve ilerlemeye merakım vardı. Doğaçlama yapmak, bana hikayemi müzik aracılığıyla anlatma olanağını tanıdı. Kaotik ve istikrarsız ortamda yaşadığım sırada, genç yaşta yakaladığım bir anlatım şekliydi. Doğaçlama, benim için katartik bir yol ve bunu yapabildiğim için müteşekkir bir şekilde bu yola devam ediyorum.
Saksofon çalmaya karar vermenizi sağlayan temel neden neydi? Bu enstrümanla ilişkinizi nasıl nitelersiniz?
O sırada 12 yaşında ortaokuldaydım. En iyi arkadaşım öğrencilerden oluşan orkestrada çalıyordu. Onunla beraber olmak için sınıf değiştirmiştim. Babam ne çalmak istediğimi sorunca düşünmeden tenor saksofon dedim. Böyle başladı. Enstrümanımla ilişkim, bir tür kendini adama ilişkisi. Enstrümanım konusunda özgür hissetmek için aşmak zorunda kaldığım her tür engel, kendimden kaynaklandı; daha çok kendime karşı mücadele ettim.
Hedef, daima ilerleme kaydetmek
Geleneksel caz ekolünden gelen bir geçmişiniz var ama onun dışında birçok şey yaptınız. Doğaçlama sayesinde cazda yeni sesler yaratmayı sevdiğiniz açık. “Değişim” sizin müziğiniz için anahtar sözcük olabilir mi? Beste yaptığınızda daima odaklandığınız, müziğinizin olmazsa olmazı nedir?
Çalışmalarımda daima ilerleme kaydetmeye odaklanıyorum ama değişim anahtar sözcük mü emin değilim. Kendimi hep rahat olduğum alandan çıkmaya zorladım. Bu şekilde kendimi zorladığımda farklı seslerle buluştum. Albümlerimin çoğunun prodüktörlüğünü üstlenen David Binney ile bu konuda uzun uzun konuştuk ve sanırım çalışmalarımızda her zaman yer alan ana unsurlardan birisi bu.
Müzik konusunda akademik bir geçmişiniz var. O nedenle size şunu sormak istiyorum. Brian Eno, “Müzik konusunda az bilgi sahibi olmanın en ilginç yanlarından birisi, bazen şaşırtıcı sonuçlar elde etmeniz. Bu sayede o konuda bilginiz fazla olduğunda varamayacağınız yerlere varabiliyorsunuz,” demişti. Müzik eğitimi ile müzik yazıp icra etmek arasındaki ilişki konusunda sizin görüşünüz ne?
Bence müzik eğitimi müzik yazımını besleyebileceği gibi köstekleyebilir de. Müziği yapanın kimliği ve süreç açısından neyin o kişi için en iyisi olduğu ile ilgili bir durum bu. Benim durumumda eğitim yardımcıydı ama söz konusu eğitim farklı şekillerde gerçekleşti. Bilgilerimin büyük kısmını, diğer müzisyenlere soru sorarak ya da bana ilham veren müzikleri kendi kendime çalışarak edindim. Üniversitede bestecilik üzerine daha derin çalışmayı isterdim ama enstrüman çalmaya o kadar kendimi kaptırmıştım ki ona vakit ayıramadım.
Birçok sanatçı, belli bir öğrenme sürecinin ardından, kendi özgün dilini öncelikle ilham aldığı diğer sanatçılara öykünerek ve daha iyisini yapmaya çalışarak buluyor. Sizin için bu süreç nasıl gelişti? Bir sanatçı olarak kendi tarzınızı nasıl yarattınız?
Bu söylediğiniz süreçle genel anlamda hemfikirim. Ben de kesinlikle kendi kahramanlarıma benzemeye çalışarak büyüdüm. Charlie Parker, John Coltrane, Sonny Stitt, Joe Henderson, Sonny Rollins, Michael Brecker, Wayne Shorter, Dave Liebman, Freddie Hubbard ve diğer pek çok isim geliyor aklıma. Mevcut dil ve geleneği içselleştirmek ve bunları kendi özgün dilinizi geliştirirken dengelemek önemli. Ben her ikisini de aynı anda yapmaya çalıştım ama bazen birini geliştirmek için diğerini görmezden geldiğim de oldu. Özgün ve ilginç olduğunu hissettiğim ve bana hitap eden şeyler bulduğumda onları geliştirmek için uğraştım. Bu, ilham nereden gelirse gelsin ona açık olmak ve bu sizi nereye götürürse ona eşlik etmekle ilgili. Yaptığınız her çalışmanın ayrı bir dinamiği var. Ben, genel olarak kendimi müziğe bırakıp, onun beni istediği yere çekmesine izin veririm.
“Özgürlük, bilgi ve deneyime dayalı olarak gelişir”
O zaman şunu sorayım. Yann Tiersen, müzikal anarşiye dair bakış açısını şöyle açıklıyor. “Rastgele kullanabileceğimiz devasa bir ses dünyasında hiçbir kural olmadan yaşayalım. Aynı punk’un yaptığı gibi, tüm bilgilerimizi ve enstrüman çalma yeteneklerimizi unutup sadece içgüdülerimizi kullanalım.” Geleneksel cazdan gelen ama onun ötesinde arayışlar içine giren bir müzisyen olarak sizin buna yaklaşımınız ne?
Bu yaklaşımı takdir ediyorum ama müziğin ilgi çekmeye devam etmesi için bunun bilgiye dayanması gerekli. Bu bilgi, özgür olmak adına isteyerek unutulabilir ve insan kendisini tamamen o anın akışına bırakabilir. Ama o durumda bile hâlâ ne yöne gideceğinize dair sizi besler. Ben özgürlüğün bilgi ve deneyime dayalı olarak geliştiğini düşünüyorum.
Geçen sene New York’ta, The Jazz Standard’da Donny McCaslin Quartet’i ilk kez canlı dinledim. Bugüne kadar deneyimlediğim en güzel canlı performanslardan biriydi. O konserde Aphex Twin ve David Bowie cover’larınızı da ilk kez duydum. Müthiş bir caz, elektronika ve rock füzyonuydu; müzik türlerini aşan bir kusursuzluk vardı. Bana bu açıdan Radiohead’in “Kid A” albümünü hatırlatmıştı. Elektronik müziğe ilginiz ne zaman başladı?
Teşekkür ederim! “Perpetual Motion” adlı albümümün turnesi sırasında elektronik müziğe daha fazla ilgi duymaya başladım. Altı yedi yıl öncesine kadar bu alana özel bir ilgim yoktu. O sıradan David Binney, dinlemem için bana bazı parçalar göndermişti. Tim Lefevbre ve Mark Guiliana’ya ne dinlediklerini ve nelerden ilham aldıklarını sormuştum. Bazı elektronik müzik parçalarında duyduğum atmosferik sesler beni etkiliyor. Hayal gücünü tetikleyen bir yanı var ve bu yaratıcılığı besliyor, ilgimi çekiyor.
Maria Schnedier’ın Bowie’ye McCaslin Önerisi
David Bowie ile son albümü “Blackstar”da birlikte çalışma şansına sahip oldunuz. Albüm kayıt sürecine dair bazı bilgiler okudum medyada ama sizce bu şansı ne yarattı? Doğru zaman mı, doğru yer mi, doğru insanlar mı, yoksa sadece müziğiniz mi?
David’le olan bağlantımın nasıl ortaya çıktığını soruyorsunuz sanıyorum. Oyuncu Maria Schneider, David’e benimle ve grubumla işbirliği yapmasını önermiş. Ona “Casting Gravity” adlı kaydımı dinletmiş. Ondan sonrasında işler gelişti. Bowie’nin müziği çok farklı etkileri içeriyordu ve biz grup olarak bunu iyi yansıtabildik.
Bu durumda yaptığınız müzik ve doğru insanlar bu şansı yaratmış diyebiliriz. Bazıları size “David Bowie”nin David Bowie’si” diyor. Sizin buna tepkiniz ne?
David ile ilişkilendirilmek bir onurdur.
Onunla çalışırken, grupla çalışmalarınıza kıyasla, daha fazla deneyim yapma fırsatı elde ettiniz mi?
Pek değil aslında. Biz grupla her zaman keşif ve deneyselliğe çok zaman ayırırız. Ama David’in müziğinin derinliğine dalmak ve onun yazım sürecine bir pencere açmak, gerçekten çok ilham vericiydi.
Grammy Ödüllerine Blackstar Tepkisi
Yeni albümünüz “Beyond Now”da Bowie’nin “Warszawa” ve “A Small Plot of Land” adlı şarkılarının da cover’ları var. “A Small Plot of Land”, en sevdiğim müzisyenin en sevdiğim şarkısı. Açıkçası onu da cover’layacağınızı duyduğumda biraz endişe duyduğumu belirtmeliyim ama sonuç çok iyi oldu. Bence oldukça cesaretli bir seçim. Çünkü o şarkıda, özellikle Basquitat versiyonunda, Bowie’nin sesi, kusursuz ve görkemli. Sizin versiyonunuzda vokalist Jeff Taylor oldukça güzel yorumladı. Sizin başta endişeniz var mıydı?
Çok teşekkür ederim. Basquitat versiyonu müthiş değil mi! Mike Garson’ın Twitter’da paylaştığı, New York’ta bir konserden alınan kaydı da dinledim. O şarkıda ne yaptığımızı gördügümden cover konusunda bir endişem olmadı ama çok heyecanlıydım. O şarkının çok farklı yönlere gidebilecek bir yapısı var. David Binney, prodüksiyonda muhteşem bir iş çıkardı ve Jeff harika söyledi.
Gelecekte yeni cover’lar yapmayı düşünüyor musunuz? Cover’lamak istediğiniz şarkıda ne gibi özellikler arıyorsunuz?
Evet, yeni cover’lar olacak. Yaptığımız müziğe uygun olacağını hissettiğim şarkıları cover için düşünürüm.
Bu yıl Grammy ödüllerinde Bowie’ye verilen “En İyi Rock Performansı Ödülü”nü onun adına siz aldınız. Ama bence “Blackstar” birçok önemli kategoriden dışlanmıştı. Bowie’nin yaşarken hiç Grammy’e değer bulunmaması ve ilk Grammy ödülünün ölümünden sonraki yıl verilmesi sizce de utanılacak bir durum değil mi?
Evet, bence de öyle... Önemli kategorilerde “Blackstar”a nasıl yer verilmediğini, sanatsal bakış açısından hiç anlamıyorum.
19-22 Nisan tarihleri arasında Belgrad’da gerçekleşen Resonate Festivali, önceden tahmin edilebilen performansların yanı sıra, bazı olumlu sürprizleri ve hayal kırıklıklarını bir arada toplayan farklı bir deneyimdi. Berlin Atonal’den sonra kapalı mekanlarda sigara içilen ikinci bir festivali daha yaşamış oldum. Sanırım festivale katılan herkes, epeyce zehir soludu.
Festival yönetiminin verdiği bilgiye göre, bu yıl altıncısı düzenlenen etkinliği yaklaşık 3000 kişi izledi; bunların % 70’i çeşitli ülkelerden, % 30’u Sırbistan nüfusuna mensup. Bu oranların, Resonate’in de aralarında olduğu Avrupa’daki sekiz büyük festivalin (c/o pop Festival & Convention, Elevate, Insomnia, Nuits Sonores, Reworks, Sónar, TodaysArt)bir araya gelerek oluşturduğu “We Are Europe” işbirliğinin ruhuna uygun bir kitleyi yansıttığını söylemek mümkün.
Uluslararası kültürel değişim için Avrupa’nın sınırlarını aşmayı hedefleyen bu festivaller, odaklandıkları temalar ve sound açısından benzerlikler gösteriyor. Ancak her biri, kendine özel bir yaklaşımla oluşturuyor programı. Resonate’in basılı programına bakar bakmaz, gündüz kuşağındaki konferansların ağırlıklı olduğu dikkati çekiyor. Zaten sayısal veriler de bunu destekliyor. Toplam 55 konuşmacının yer aldığı festivale, 30 müzisyen katıldı ve 11 atölye gerçekleştirildi.
Gündüz konferans ve atölye, akşam müzik
Müzik ve konferans olarak ikiye ayrılan programda gündüzleri görsel sanatlar, teknoloji, dijital kültür ve bunların müzikle ilişkileri hakkında bilgi alınabilecek konuşmalar ve atölye çalışmaları yapıldı. Gece programı ise, tamamen müzik etkinliklerine ayrılmıştı. Konferans ve atölyeler, Kinoteka adı verilen Yugoslav Film Arşivi’nin festival için çok uygun bir mekan olan göz alıcı binasında yapılırken, konserler için Belgrad Gençlik Merkezi (Dom omladine Beograde) ve gece kulübü Club Drugsotre olmak üzere iki temel mekan vardı. Kinoteka’da ilk iki gün bilmediğimiz bir nedenle havalandırma açılmadığından tıkabasa dolan salonda havasızlık had safhaya ulaştı ama son iki gün bu sorun giderildi. Konser mekanlarından Club Drugsotre’un kulüp ortamı ise, belki gecenin içine dalıp kendinden geçmek isteyenler için idealdi ama orada çalınan bazı müziklerin karakterine hiç uymadığı için ve gelenlerin çoğu müzik dinlemeye odaklı olmadığından yanlış bir seçimdi.
“Art and Digital” başlığı altında toplanan ilk iki günkü konuşma ve panellerin benim açımdan biraz fazla teknik kaçtığını belirtmem gerek. Her biri kendi alanında uzman kişilerin verdiği konferanslar, üniversite öğrencileri ve Sırbistan dışından gelen sektör çalışanları tarafından ilgi gördü. Ama bence sanal gerçeklik, yapay zeka, kodlama gibi alanlara meraklı olsanız bile, konuşmacıların sanki üniversitede akademik ders veriyormuşcasına teknik kalan konuşmaları, genel izleyiciyi uzaklaştıracak nitelikteydi.
Son iki gün “Müzik”, “Müzik ve Dijital” başlıkları altında gerçekleşen konferanslar, kanımca daha ilginçti. Stephen O’Malley ve Mykki Blanco’nun konferansları gibi heyecanla beklenen bazı etkinliklerin son anda iptali ise kötü bir sürpriz oldu. Stephen O’Malley’in uçağının geciktiği söylendi. Mykki Blanco ise, bir gece önce ekibinde kavgaya karışan DJ’ye yardım ettiği için göz altına alınmış. Üçüncü gün Belgrad’ın ünlü tekne şeklindeki diskosu Boat Sloboda’da yapılacak etkinlikler de havanın soğuk olması nedeniyle iptal edildi.
Tresor’un kurucusundan Yeraltı Kültürü Canlandırma Dersi
Yine de Resonate’de gündüzleri de kaçırılmayacak etkinlikler de vardı. Berlin’in efsane tekno kulübü Tresor’un ve Berlin Atonal festivalinin kurucusu Dimitri Hegemann’ın unutulan mekanların gücü, Detroit ile Berlin’de yeraltı kültürünü canlandırma deneyimlerine dair anılarını dinlemek bir kazançtı. Besteci, prodüktör, şair, feminist ve aktivist AGF’nin Hailuoto adasında doğada ve çocuklarla yaptığı elektronik müzik kayıtlarının ve baskı altına alınan kadınların sesini duyurmak amacıyla yaptığı feminist çalışmaların ayrıntılarını öğrenmek çok keyifliydi.
Festival kapsamında ayrıca, Red Bull Music Academy’nin sponsor olduğu Crackmusic Demoparty adı altında bir etkinlik de gerçekleşti. Müzikseverler ile modüler syhth meraklılarını, IDM prodüktörlerini, profesyonelleri ve amatörleri buluşturan bu parti, herkese yönelik bir müzik üretim etkinliğiydi. Öğlen saat 12:00’da başlayan etkinliğe katılanlar setkiz saat boyunca çalışarak bilgisayarlarıyla birer parça yarattı. KC Grad adlı mekanın üst katında bu faaliyet devam ederken, alt katta “Alternative Futures: Istanbul Talks” adlı bir panel de yapıldı. Türkiye’den Alican Okan, Ebru Yetişkin, Gizem Renklidağ, Pınar Akkurt, Candaş Şişman, Nerdworking ve Cihan Çankaya’nın katıldığı panelde konuşmacılar, görsel ve dijital sanat alanında yaptıkları çalışmaları Türkiye’den örneklerle anlattılar.
Lawrence Lek’in büyüleyici filmi “Geomancer
Benim için gündüz kuşağında kayda değer olan etkinliklerden birisini Lawrence Lek gerçekleştirdi. Multimedia sanatçısı Lek’in gerçek ile sanal olanı buluşturarak algılarımızı etkileyen bilgisayar ürünü müthiş filmi Geomancer’i baştan sona izlemek önemli bir kazanım oldu benim için. Yapay zekanın yaratıcı uyanışını olağanüstü görüntüler ve derin bir felsefi altyapı ile sundu Lek.
Festivalde Öne Çıkan Performanslar
Lee Ranaldo
Sonic Youth’un gitaristi Lee Ranaldo, festivalde solo albümlerinden örnekler içeren akustik bir konser de verdi ama benim aklıma kazınan performansı Kinoteka’daki deneysel gitar performansı oldu. Ranaldo, gitarı daha önce hiç görmediğim şekilde tavandan sarkan bir ipe asarak bir yay ile çaldı; havada bir o yana bir bu yana sallanan gitarın mekanla ilişkisini yeniden tanımlayarak, kullandığı efektlerle birlikte onu adeta bir kontrbasa çevirdi. Sadece dünyanın en iyi gitaristlerinden birinin bu muazzam anlarına tanıklık etmek için bile Resonate’e gidilirdi. Bugüne kadar gördüğüm en etkileyici müzik performansları arasına girdi bile.
Anna Von Hausswolff
Geçen yıl Le Guess Who? Festivali’nde ilk kez canlı dinlediğim günden beri ikinci deneyimi yaşamayı bekliyordum. Resonate performansı da diğeri gibi, Hausswolff’un altodan sopranoya geçen ses değişimleriyle insanda yoğun duyguları harekete geçiren sarsıcı bir etkileşimdi. Altı kişilik ekibiyle kırmızı ışığın altında klavyesine kapanarak kimi zaman gitar drone’ları eşliğinde çığlıklar atan, kimi zaman da karanlık folk ve art pop tınılarını usulca söyleyen Hausswolff’un müziği, saf ama vahşi bir ruha, etkileyici bir deneysel karaktere sahip. Hiç bitmesin istediğim bir konserdi.
Biosphere
Norveçli elektronik müzik prodüktörü Biosphere, loop’lar ve bilim kurgu tarzı sample’larıyla “arctic ambient” denilen türün başarılı bir temsilcisi. Resonate performansı sırasında çaldığı müzik de video ekranda yayınlanan Uzay Yolu görüntüleriyle tam bir uyum içindeydi. Ambient tekno, ambient house, drone, tekno gibi çeşitli türleri barındıran, çok ustalıkla kurgulanmış bir set çaldı Biosphere. Ancak yazının başında da belirttiğim gibi Club Drugsotre, müzik dinlemek için değil, konuşup gülmek için gelmiş bir kitleyle doluydu ve açıkçası Biosphere’in o şahane müziğine çok yazık oldu.
WoO
Gitarist Vukasin Djelic, 1990‘larda noise rock grubu Off ile yaptığı çalışmalardan sonra elektro gitarıyla tek başına kaset kayıtları yapmaya başlamış. Rastlantı sonucu cep telefonları, kumanda aletleri, fotoğraf makinesi, CD gibi eşya ve aletlerin de analog ve elektronik müzik üretiminde kullanılabileceğini keşfetmiş. 2000’li yıllarda geliştirdiği WoO projesiyle ambient, caz, folk gibi farklı türleri içeren kayıtlar yapıyor. Resonate’de tek başına gerçekleştirdiği performansında gitarı klasik ve yatay şekilde farklı pozisyonlarda değişik tekniklerle çalarak deneysel yaklaşımını sergiledi; enstrümanının sınırlarını zorlayan bir virtüöz olarak ufuk açıcıydı.
Vvhile
2011’de Belgrad’da kurulan grup, ilk başlarda punk rock türü müzik yaparken daha sonra deneysel bir sounda yönelmiş. Resonate’de gitar ve davul ile müthiş enerjik bir set sundu ikili. Kimi zaman Joy Division’ı da andıran basın ön planda olduğu bir post-punk tarzı öne geçti, kimi zaman da noise ve deneysel pop unsurlarını da işin içine katan daha farklı bir sound. İzleyici kitlesini harekete geçiren enerjik performansları gerçekten takdiri hak ediyor. 2014’te ilk albümleri yayınlandı, ikincisi bu yıl bekleniyor. Takibe almakta fayda var!
Nemanja Aćimović
Bateri setiyle doğaçlama tekno soundunu yaratan Aćimović, 90‘larda alternatif rock grubu Jarboli’de yer aldıktan sonra solo çalışmalara yönelmiş. Belgrad bağımsız sahnesinin önde gelen davulcularından birisi olarak tanınıyor. Sahnedeki doğaçlamaları sırasında keşifler yaparken sanatsal açıdan cesur bir yaklaşım sergileyerek müziğini geliştiriyor. Resonate’de Dom omladine Beograde adlı mekanda çalmaya başladığında sakin sakin oturan kitleyi ayağa kaldırıp, mekanı bir dans kulübüne çevirdiğine tanık olduk. Çok dinamik bir şekilde ve tek bir analog enstrümanla nasıl tekno yapılır görmek isteyen varsa Nemanja Aćimović’i izlesin.
Yuri Landman
Resonate’in basılı resmi programında yer almamasına karşın güzel bir sürpriz olarak Yuri Landman’ın performansını izledik. Hollandalı müzisyen, Lee Ranaldo, Liars, Finn Andrews, Lou Barlow, Liam Finn’in de aralarında olduğu birçok isme özel deneysel elektronik yaylı çalgı yapmış. Bazı gruplarda bas ve elektro gitar çaldıktan sonra, diğer müzisyenler için deneysel enstrümanlar yapmaya ve okullarda müzikoloji dersleri vermeye odaklanmış. Resonate kapsamında Club Drugsotre’nin içindeki ufak bir salonda, pet şişeler, oyuncak bebek, matkap gibi alışılmadık eşyaların da bulunduğu bir ekipmanla yarattığı müziği dinlemek ilginçti. Sürekli tekrar eden müziğin bir süre sonra bir enstalasyon mantığı içinde kurgulandığını düşündürdü bana.
Alba C. Corral + Regen
Resonate’de gerçekleşen yaratıcı işbirliklerinden biriydi bu performans. Yazılım programlarını kulllanarak sanatsal yapıtlar üreten İspanyol teknolog Alba C. Corral ile Regen mahlasıyla tanınan elektronik müzik prodüktörü Milos Pavlovic ortak bir performans sundu. Kulüpteki konuşma gürültüsünü aşmak ve videodaki görüntülere odaklanabilmek için kulak zarlarımın olumsuz etkilenmesini göze alarak ön önde dinledim bu performansı. Regen’in başından sonuna kadar kusursuz bir akıcılık içinde ilerleyen müziğine yanıt olarak, Corral bir yazılım aracığıyla canlı görsel yarattı. Renklerin, çizgilerin ve şekillerin sanal dünyasına dalarken dışardaki gerçek dünyayı unutturan, insanı vakum gibi içine çeken bir deneyimdi. Sonrasında da müziğin görselliği üzerine epeyce düşündürdü beni.
Stephen O’Malley
Drone ustası O’Malley’i tamamen karanlık bir salonda kendisini hiç görmeden, sadece sahnedeki ekranda süzülen noktaların sıradışı dansı eşliğinde dinledik. Siyah beyaz videoda birbirini tekrarlayan hareketlerin bir süre sonra yarattığı hipnoz etkisi, müzikteki tekrarlarla iyi bir uyum yaratıyordu ama belki günün yorgunluğundan, belki de müzikte daha fazla dalgalanma beklediğimden, O’Malley’in deneysel drone doom performansına karşı ilgim bir süre sonra azaldı. Açıkçası yarattığı etki biraz bana uzaktı ama sanırım kesin karar vermek için bir kere daha yaşamalı o deneyimi.
[Bu yazı ilk olarak Red Bull Müzik'te yayınlanmıştır. Fotoğraflar (Biosphere ve Vvhile fotoğrafları hariç) ve videolar (Lawrence Lek ve Nemanja Acimovic videoları hariç) bana aittir. https://www.redbull.com/tr-tr/resonate-festivali-2017]
Resonate Festivali ile ilgili Vegan Logic radyo programları
Geçen haftaki programın devamı olarak bu hafta Vegan Logic'te konu, yine Belgrad'da yapılacak olan müzik, sanat ve dijital kültür odaklı festival Resonate Festivali'ydi. Katılan sanatçılardan bir seçki dinledik programda.
1- Rastko Lazic - Late Night
2- Jichael Mackson - Twisted Melody
3- Mykki Blanco feat. Woodkid - Highschool Never Ends
Vegan Logic'i bu haftadan başlayarak iki hafta boyunca 19-22 Nisan tarihleri arasında Belgrad'da düzenlenecek müzik, sanat ve teknoloji festivali Resonate'e ayırdım. http://resonate.io/2017
Deneysel seslere meraklı olanlar yeni isimler keşfedebileceği gibi, kendi türlerinde başarı kazanmış müzisyenleri de festivalde dinleyebilecek.
1- Yves Tumor - The Feeling When You Walk Away
2- Lee Ranaldo & The Dust - Key/Hole
3- VVhile - My More (Jan Nemecek Remix)
4- Dol - Ona Film
5- Anna Von Hausswolff - Come wander with me /Deliverance
6- Biosphere - Aura in the Kitchen with the Candlesticks