28 Ekim 2014 Salı

VEGAN LOGIC XCI - EKİM 2014 EN İYİLER - 27.10.2014


Ekim ayının en iyi kayıtlarından bir seçkinin yer aldığı ve Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı:

1- Peter Broderick - Love Defines You
2- Cut Hands - Inlightenment
3- Kiasmos - Dragged
4- Arms and Sleepers - Hummingbird
5- Cliff Martinez - We're Out of Cocaine
6- Function & Vatican Shadow - A Year Has Passed
7- Andy Stott - Faith in Strangers
8- Caribou - Mars
9- Tarwater - Homology, Myself
10- The Twilight Sad - Pills I Swallow
11- Peygamber Vitesi - Kırık Dağın Şarkısı
12- Mark Lanegan Band - I am the Wolf
13- Lamb - Nobody Else
14- Trent Reznor & Atticus Ross - What Have We Done To Each Other?
15- Vashti Bunyan - The Boy



23 Ekim 2014 Perşembe

The Cinematic Orchestra @ CRR


23.10.2014


Nu-jazz'ın önde gelen topluluklarından The Cinematic Orchestra (TCO), dün akşam CRR Konser Salonu'nun konuklarındandı. Grubu daha önce birçok kez canlı dinlememe ve dünkü konserin Akbank Caz Festivali açılışı ile çakışmasına karşın, tercihimi TCO'dan yana kullandım. Çünkü elekronika ile cazı buluşturan müziklerini, doğaçlama kayıtları örneklenmiş seslerle bütünleştiren soundlarını yıllardır beğeni ile takip ediyorum. 2015'te yayınlayacakları yeni albüm öncesinde grubu dinlemenin yeni şarkılara dair bir ipucu vereceğini tahmin ediyordum; tahminimde yanılmadım, TCO konserde yeni şarkılarından çaldı ve açıkçası şimdiden gelecek yıl heyecanla beklediğim kayıtlar arasına girdi. Şunu söyleyebilirim ki, TCO'nun müziğinde var olan caz-elektronika dengesi, ikincinin lehine dönmüş; öyle ki, yanılmıyorsam adı "Eye for an I" olan şarkı, Radiohead'in "Kid A" ve "Amnesiac" sounduna çok yakındı. Hatta Thom Yorke'u sahnede kendine özgü danslarıyla hayal bile etmeme neden oldu. Bu kadarını söylersem birçok kişi için daha çok heyecan yaratacağından eminim.

Konserin açılışını da "Lessons" adlı yeni bir şarkıyla yaptı grup. Son derece organik bir şekilde farklı altyapıların kaynaştığı, adeta birbirinin altından, üstünden geçip sonunda aynı ana yola çıkan çevre yolları gibiydi müziğin evrilişi. TCO'nun müziğinde bence en etkileyici olan özellik de bu; elektronika ile cazı buluşturan ilk ve tek grup onlar değil elbette; ama belki başkalarından daha ustalıklı yaptıklarını söylemek abartılı olmaz. Aynı ustalığı Portico Quartet'te de bulduğumu söyleyebilirim. İçinde çok farklı elementleri barındıran ama yaptığı özgün karışımla bambaşka bir sound yaratabilen gruplar da yeni değil; zaten müziğin esin kaynaklarına bakarsak her müzik birçok kaynağın ortaya çıkardığı karma bir yapı söz konusu. Fakat ben burada, müzik yapma tekniklerine dair farklı teknikleri kullanıp temel bir sound yaratmaktan söz ediyorum. Kontrabas, davul, saksofon ve piyanodan oluşan klasik bir caz grubundan değil, işin içine laptop, elektrik davul gibi elektronik enstrümanları da katan grupları kastediyorum. Sonuçta ortaya çıkan müzik müthiş akışkan bir karakter taşıyor. Bunu her zaman çok çarpıcı buluyorum.



TCO, vokalde gruba eşlik eden Heidi Vogel ile birlikte sekiz müzisyenden oluşan bir ekiple, dün akşam sahnede sadece göz doldurmakla kalmadı, aynı zamanda ayakları yere çok sağlam basan bir sound elde etti. Grubun kurucusu Jason Swinscoe, laptop ve elektronik aletlerin başında bir orkestra şefi gibiydi adeta; uzaktan işaretlerle arkadaşlarını yönlendirdi konser boyunca. TCO konserlerini benim için cazip hale getiren nedenlerden biri olan davulcu Luke Flowers, her zamanki gibi hünerini sergiledi, attığı muhteşem soloların yanı sıra, enstrümanına son derece hakim oluşunu çaldığı her an hissettirdi. Kanımca büyük bir yetenek, İngiltere'nin en iyi davulcuları arasında.



Larry Brown ise, gitarı ve sesiyle konserin yıldızlarındandı. Grubun 2007 tarihli albümü "Ma Fleur"ün açılış şarkısı "To Build a Home"u söylerken, albümdeki Patrick Watson yorumundan geri kalmadı. Piyano yerine gitar eşliğinde dinlediğimiz şarkı, konserin en güzel anlarındandı. Heidi Vogel'in vokal aralığı oldukça geniş güçlü sesiyle söylediği şarkılar sırasında grubun rotası soul-jazz'a doğru yöneldi. Albümde Fontella Bass'ın yorumladığı "All That You Give", "Familiar Ground" ve "Breathe", Lou Rhodes'lu "Music Box" ve Eska'nın seslendirdiği "Child Song"u orijinal kayıtları aratmayacak yetkinlikle yorumladı Vogel.

Ancak benim açımdan sıradışı bir şey daha vardı konserde. Önceden bildiğim şarkılardan daha çok yeniler heyecanlandırdı. Onun nedeni de sanıyorum başlangıçta söz ettiğim sound. Ağırlığı "Ma Fleur"e vermek üzere, ilk iki albümünü de anmadan geçmedi TCO. 1999 tarihli "Motion"dan "Ode to the Sea" ve "2002 albümü "Every Day"den "All That You Give" bis sırasında çalındı.

20.00'da başlayan konser aralıksız devam ederek 22.30'da sona erdi. 2.5 saatlik enfes bir performanstı. CRR'de bazı konserleri oturarak tam bir sessizlik içinde dinlemek, bir tür terapi gibi oluyor. Dün akşam da bunun yeni bir örneği yaşandı. Umarım 2015'te yeni albümleri çıkınca tekrar TCO'yu canlı dinleme olanağı buluruz.

Lessons - Burn Out- Child Song - As the Stars Fall - Familiar Ground - Music Box - Eye for an I - Eternal Sunshine - Flite - The Kings Musicians - Breathe - To Believe - Man with the Movie Camera // To Build a Home - Ode to the Big Sea - All That You Give

Jason Swinscoe (laptop), Luke Flowers (davul), Sam Vicary (bas), Alexander Podraza (klavyeler), Tom Chant (saksofon), Heidi Vogel (vokal), Larry Brown (gitar, vokal), Manu deLago (elektrik davul, perküsyon)

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

21 Ekim 2014 Salı

VEGAN LOGIC XC - WILLIAM BURROUGHS VE CUT-UP TEKNİĞİNİN MÜZİKTEKİ YANSIMASI


21.10.2014

20.10.2014 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan programın kaydı.

1- Laurie Anderson - Language is a Virus
2- Radiohead - Idioteque
3- Radiohead - The National Anthem
4- Brian Eno - Dead Finks Don't Talk
5- David Bowie - Sweet Thing
6- David Bowie - Warzsawa
7- The Beatles - A Day in Life
8- Nirvana - Dumb
9- Throbbing Gristle - A Debris of Murder
10- Cabaret Voltaire - Yashar
11- William Burroghs talks about the cut-up technique
12- William Burroughs - Ich Bin Von Kopf Bis Fuss Auf Liebe Eingestellt (Falling in love again)




16 Ekim 2014 Perşembe

Unutulmaz Bir Konser İçin Dünyadan 5 mekan Önerisi


16.10.2014

Zaman zaman medyada “Dünyanın En Güzel Konser Mekanları” başlıklı listelere rastlarız. Bu listelerin bazısı, “en güzel” derken, binanın insanı hayran bırakan mimarisini, bazısı da son teknolojilerle giderek kusursuzlaşan akustiğini ölçüt alır. Her iki anlamda da dudak uçuklatan müthiş konser salonları var elbette ve çoğu da genellikle klasik müzik konserlerinin verildiği büyük salonlar. Bunlar, Viyana Devlet Operası, Vienna Musikverein, Sidney Opera Binası ya da Los Angeles’taki Walt Disney Konser Salonu gibi zaten internette ufak bir araştırmayla bulabileceğiniz mekanlar. O nedenle ben bu yazıda, kendi deneyimlerime dayanarak unutulmaz bir konser deneyimi yaşayabileceğiniz alternatif salonları listeledim. Bu sekiz canlı konser mekanının arasında bir tek Harpa daha büyük ve kapsamlı bir salon olarak farklı; diğerleri ise, müzisyenler ile izleyici arasında çok sıcak bir etkileşimi olanaklı kılan ufak mekanlar. Yolunuz aşağıda söz ettiğim kentlere düşerse, bu mekanlarda konser izlemeye çalışmanızı öneririm.

HARPA (Reykjavik, İzlanda)

2011 yılında açılan Harpa, içinde farklı büyüklüklerde dört ayrı salonun bulunduğu, girişteki kafeteryası, müzik dükkanı, toplantı odaları ve en üst katındaki barı ile büyük bir yapı. İzlanda Senfoni Orkestrası ve İzlanda Operası da aynı binada yer alıyor. İzlanda’da yaygın olan volkanik bazalt sütunlarından esinlenen yapı, çelik bir iskelet üzerine değişik renklerde geometrik kesimli cam panellerle inşa edilmiş. Ortaya çıkan bina dışardan o kadar çarpıcı ki, 2013’te Avrupa Birliği Çağdaş Mimari ödülünü kazandı. Özellikle akşamları Atlantik Okyanusu’na düşen yansımasına, camların aldığı renklere bakmaya doyamıyor insan. İçine girdiğinizde ise, bir konser salonundan bekleyebileceğiniz bütün konfora sahip. Kırmızı rengin hakim olduğu salonda müthiş bir ses sistemi var. Sahneye odaklanıp sadece müzikle ilgilenmenizi sağlayacak bir oturma düzeni tasarlanmış. Ben, Harpa’nın açıldığı yıl, Björk’ü orada dinleme fırsatı buldum. O konserin verdiği keyfi, aynı büyüklükte başka bir salonda alamadım bugüne kadar. İnsan konser sonrasında tepedeki barda bir içki içip okyanusa bakarken, bir süre için dünyanın geri kalanını unutuyor.

MIRROR CHAPEL (Prag, Çek Cumhuriyeti)

Mirror Chapel, 1232’de yapılan, Prag’ın eski şehir merkezindeki en büyük tarihi kompleks Klementinum’un  içinde yer alıyor. Üniversiteleri, Astronomi Kulesi’ni ve muhteşem Barok Kütüphanesi’ni de kapsayan Klementinum’da zaman içinde gelişmeler yaşandı ve 1724’te Mirror Chapel de bu komplekse katıldı. 170 kişilik oturma kapasitesine sahip olan şapelde 18. yüzyıldan kalma iki ender org bulunuyor. Bir zamanlar Mozart’ın da konser verdiği o buram buram tarih kokan salonda oturup müzik dinlemek, olağanüstü bir deneyim. Kış döneminde her gün saat 17:00’da, nisan ayından ekim sonuna kadar ise her gün 18:00’da ünlü bestecilerin eserlerini Çek Devlet Operası’nın yanı sıra, önde gelen Çek orkestraları ve müzisyenlerden dinlemek olanaklı.

THE DEAF INSTITUTE (Manchester, İngiltere)

Manchester, dünya müzik tarihine bahşettiği gruplar ve akımlarla ayrı bir yere sahip. The Smiths, The Fall, Joy Division, New Order, Happy Mondays, The Stone Roses, The Chemical Brothers, James vb. birçok efsanevi grubun, Madchester sahnesinin doğduğu kent orası. Bunun sonucu olarak da kentte çok canlı bir müzik ortamı, irili ufaklı konser mekanları var. Bunların içinde özellikle The Deaf Institute’a dikkat çekmek istiyorum. Bina, Viktoria dönemi mimarisi, kubbeli tavanı, ahşap yer döşemeleri ve barının üstünde yer alan eskiden kalma hoparlörleriyle daha içeri adım atar atmaz farklı bir his yaratıyor. Gündüzleri kafe-bar olarak hizmet verilen mekan, geceleri her katta farklı bir etkinliğin olduğu peformans salonuna dönüşüyor. Birkaç yıl önce, en üst katında yapılan Timber Timbre konserine gitmiştim. Ön grup yerine büyük ekranda çizgi film izlemiş, bir yandan da içeceklerimizi içmiştik. Bir evin pek de büyük olmayan salonu kadar bir alanda, sadece 100-150 kişilik bir dinleyici topluluğu içinde, oldukça karanlık bir ortamda ve çok iyi bir ses sistemi aracılığıyla Tiber Timbre’yı dinlemek, çok yoğun bir etki bırakmıştı üzerimde. Manchester’a giderseniz, TheDeaf Institute’ün takvimini kontrol edin; mekanda genellikle elektronik/indie rock/ folk’u kapsayan türlerde alternatif isimler konser veriyor.

MURYOKU MUZENJİ (Tokyo, Japonya)

Yaklaşık 33 milyon insanın yaşadığı dev bir metropolde doğal olarak çok farklı müzik zevklerine hitap eden konser salonları var. Kimisi ana akım müziği, kimisi yeraltı kültürünü yaşatan bu mekanlar arasında seçim yapmak da çok zor. Ama eğer daha önce gittiğiniz bütün canlı müzik mekanlarından farklı, garip bir yere adım atmak istiyorsanız, Tokyo’nun Koenji bölgesinde yer alan Muryoku Muzenji adlı barı öneririm. Sahibinin kedi sevgisi nedeniyle duvarlara kedi resimleri, Hello Kitty posterleri, bayraklar, geleneksel Japon süslemeleri, elle yapılan çizimler, desenler asılmış, her yerden bir şey sarkıyor. Japonya’nın yeraltı kültüründe tanınan grupları canlı dinlemek için de iyi bir alternatif sunuyor burası. Dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir barda, başka hiçbir yerde dinleyemeyeceğiniz, gerçek anlamıyla sıradışı müzikleri duymayı hedefliyorsanız listenize alın derim.

SMOKE JAZZ & SUPPER CLUB (New York, ABD)

New York’un Harlem bölgesindeki bu ufacık barda, haftanın yedi günü canlı konser veriliyor. 1976-1998 arasında Augie’s adıyla hizmet veren bar, 1999’da yenilenerek Smoke adını almış. Kadife perdeler, mumla aydınlatılan masalar, antika avizelerle çok sıcak bir dekorasyon yapılmış. İsterseniz barda oturup içkinizi içerken hafif atıştırmalıklar yiyor ya da önceden rezervasyon yaptığınız masada oturup yemek yiyorsunuz. Bunları yapmak çoğu caz barda mümkün zaten ama Smoke’da müthiş bir akustik var. Şehirdeki diğer ünlü caz barların da hepsinde müzik dinledim ama Smoke’daki akustik kalitesi belirgin şekilde öne çıkıyor. Dünyanın en iyi caz müzisyenlerini bu mekanda dinlemek olanaklı. New York’a yolu düşen özellikle ana akım caz dinleyicileri için uğranması gereken bir mekan. Ayrıca kendinizi bir anda 1950’ler Amerikası’nda hissetmek istiyorsanız da mutaka öneririm.

Bu makalenin aslı, 25 Ağustos'ta redbull.com.tr'de yayınlandı.

MOZ GELİYOR!


16.10.2014

Herkesin müzik dünyasının yaşayan efsanesi diye anlattığı, benim en sevdiğim ve güvendiğim müzisyen; zor anlarımın 32 yıllık yoldaşı; kuşkusuz bu dünyada sesini en çok duyduğum insan; yerine başkasını koyamayacağım, nevi şahsına münhasır, 55'inde hâlâ punk ve şair ruhlu Morrissey, 7 Aralık'ta bir kez daha İstanbul'da!

Eylül ayında kendisiyle özel bir röportaj yapma olanağım olmuştu. Morrissey, yeni albümü "World Peace Is None of Your Business" çerçevesinde sorularımı yanıtlamıştı. Okumamış olanlar şu linkten ulaşabilir: http://www.veganlogic.net/2014/09/morrissey-guvenlik-guclerinin-en-son.html

Konser biletleri de yarın satışa çıkıyormuş.
Biletler için adres: http://www.biletix.com/etkinlik/RKPO4/TURKIYE/tr?camefrom=TWIT__20141016_33756557

41 YILDIR TROMPET ÇALAN MÜZİSYENİN TUTKUSU


16.10.2014

Trompetçi ve besteci Chris Botti'yi dün gece sahnede ilk kez canlı dinledim. Belki de smooth jazz diye anılan türe çok yakın olmadığımdan Cemal Reşit Rey Konser Salonu'ndaki konsere giderken fazla bir beklentim yoktu açıkçası. Geçen yıl En İyi Pop Enstrümantal Albümü dalında Grammy'i kazandığını, aralarında Sting, Yo-Yo Ma, Andrea Bocelli, Steven Tyler, Josh Groban, John Mayer'ın da olduğu ünlü müzisyenlerle çalıştığını, listelerde 1 numaraya yükselen albümler kaydettiğini elbette biliyordum ve ama bütün bunların dışında beni konsere çeken neden, dokuz yaşından beri trompet çalan ve 52 yaşında dünya çapında yılda 300 dolayında performans gerçekleştiren bir sanatçının müzik tutkusuna canlı tanık olma isteğiydi. Çünkü bunu ancak yaşayarak hissetmek olanaklı.

CRR sahnesini kendisine eşlik eden sekiz müzisyen ile paylaştı Botti. Her biri çok iyi birer virtüözden kurulu ekibindeki çalışma arkadaşlarının önüne geçmeden, aksine yaptığı sunumlarla onları teker teker öne çıkaran bir program izledi. Konser de düşündüğümün tersine klasik caz konserlerinin aksine Chris Botti odaklı değildi; özel konuklar olarak anons ettiği çıplak ayaklı zarif ve genç kemancı Lucia Micarelli, enerjisiyle bütün salonu ayağa kaldıran muhteşem vokalist Sy Smith ve Ukraynalı operacı tenor George Komsky, konsere büyük katkıda bulundular. Botti'nin sürekli ekibinde yer alan Richie Goods (bas), Andy Ezrin (klavye), Geoffrey Keezer (piyano), Leonardo Amuedo (gitar) ve Billy Kilson (davul) da mükemmel bir uyumla son derece enerjik bir performans sergilediler. Özellikle Billy Kilson'ın şahane davul solosu gecenin en parlak anlarındandı.

Konserde Rodrigo'dan "Concierto du Aranjuez", Miles Davis ve Bill Evans'tan "Sketches of Spain", Ennio Morricone'den "Cinema Paradiso", Leonard Cohen'dan "Hallelujah" gibi klasiklerin yanı sıra, Burt Bacharach ve Hall David bestesi "The Look of Love", Ray Noble bestesi "The Very Thought of You" adlı şarkıları R&B formuna yakın bir tarzda Sy Smith'in Randy Crawford'u anımsatan yorumuyla çalındı. "The Very Thought of You" sırasında, Smith ve Botti'nin dinleyicilerin arasına karışması, şarkıların arasında Botti'nin verdiği bilgiler ve yaptığı espriler, sahne ile seyirci sıraları arasında sıcak bir hava yarattı. Sy Smith'in Sting'in 1996 tarihli meşhur baladı "La Belle Dame Sans Regrets"i Fransızca bossa nova tarzında yorumu takdiri hak ediyordu. Ancak Sy Smith'in bütün salonu ayağa kaldırıp dans ettirdiği an "Let's Stay Together"da yaşandı. Al Green'in 1972'de yazdığı şarkıyı Tina Turner'ın R&B versiyonuna yakın bir tarzda çaldı Chris Botti ve ekibi.

Yoğun alkışlar sonrasındaki bis sırasında "Nessun Dorma" ve ardından "My Funny Valentine" ile gece sona ererken, salondaki hemen herkes için keyifli bir konser yaşandığı gözlemleniyordu. Bazı anlarda şarkı seçimleri ve yorumlama tarzları benim için fazla romantik kaçsa da, caz, pop, R&B ve hatta rock türünü buluşturabilen çok renkli ve güzel bir konserdi. Botti, gecenin sonunda sahneye gelip "Daha fazla çalmak isterdik ama bu gece Osaka'ya uçacağız," dedi. O anda bir daha düşündüm; sürekli uçup yılda 300 kere bu performansı göstermek herkesin harcı değil. 9 yaşında trompet çalmaya başlayan bir müzisyeni 52'sinde sahnede görmek, 41 yıldır süren bu tutkuya tanık olmak, benim için bir kazançtı. Belki artık eski albüm kapaklarındaki kadar genç görünmüyor ve biraz da kilo almış ama kimin umurunda, trompeti çok ustaca çalıyor. Umarım 72'sinde de dinleriz kendisini. Yolun açık olsun Chris Botti!

15 Ekim 2014 Çarşamba

BERLİN YERALTI KÜLTÜRÜNDEN KURALLARI YIKAN BİR GRUP: CAMERA


15.10.2014


Berlin'in yeraltı kültüründe yeşerip SXSW'da tüm dünyaya "biz de varız!" diyen krautrock grubu Camera'nın varlığını ancak 1.5 yıldır biliyorum. Müzikleriyle ilk tanışmam, 2013 yılında SXSW'ya gitmeden önce hazırladığım radyo programı için festivale katılacak gruplar hakkında araştırma yaptığım sırada oldu. 2012'de Bureau B etiketiyle çıkan "Radiate!" albümlerinden "E-Go" adlı şarkıyı duyduğum anda Camera'ya takılıp kaldım. SXSW'da mutlaka canlı dinlemek istediğim gruplar listesinde en başa yazmıştım adlarını. Bir geceyarısı ufak bir bardaki performanslarına tanık olduğum günden beri de onları yeniden canlı dinleyeceğim günü hayal ettim. O kadar etkilenmiştim ki konserdeki enerjiden, "Bir plak şirketinin yetkilisi olsam, şu anda onlarla anlaşma yapmaya çalışırım," demiştim. (Bu performansa dair izlenimlerim şu yazıda bulunabilir: SXSW 2013 İzlenimleri)
Ben Camera'yı belki yeni keşfetmiştim ama aslında Timm Brockmann (klavye), Michael Drummer (perküsyon) ve Franz Bargmann'dan (gitar) kurulu üçlü, Berlin'deki metro istasyonlarında, sokak partilerinde, hatta kamuya açık tuvaletlerde hiçbir duyuru yapmadan verdiği konserlerle, Berlin Film Festivali'ndeki partileri aniden basarak gerçekleştirdiği performanslarla kulaktan kulağa ünlenmiş. Haklarında araştırma yaparken bu nedenle kendilerine "Krautrock Gerillaları" dendiğini öğrendim. Öğrendiğim bir şey daha vardı ki, ilgimi daha da çok artırdı. Camera, krautrock efsaneleri Michael Rother (Neu!, Harmonia, Cluster) ve Dieter Moebius (Cluster, Harmonia) ile birlikte performans gerçekleştirmiş ve onların da desteğini almıştı. Bu ikili elbette bir ışık görmese, boşuna bir gruba destek vermez. (Söz konusu konseri aşağıdaki videoda izleyebilirsiniz.)



Camera'nın bu yıl yine Almanya'da faaliyet gösteren bağımsız plak şirketi Bureau B'den çıkan "Remember I Was Carbon Dioxide" adlı albümünden sonra grubu nasıl, nerede canlı dinleyebileceğimi düşünürken, Londra seyahatime bir konserleri denk geldi! Üstelik tam da istediğim gibi, bir barın arkasındaki ufak bir mekanda yani The Shacklewell Arms'ta çalacaklardı. Bunu öğrendikten sonra, plak şirketi ile yazışmaya başladım, gelip giden e-postalar sonucunda Londra'ya iner inmez röportaj yapacak şekilde bir randevu ayarladım. The Shacklewell Arms'a girdiğimde hemen barda grup elemanlarını gördüm, yanlarına gidip kendimi tanıttım. Soundcheck sonrası yemek yemek üzerelerdi; röportajı yemek sırasında yapalım önerisinde bulundular ama bir vegan için yemek masasını paylaşmak iyi bir fikir değildi. Yemekleri bitene kadar bekleyeceğimi söyleyip, bir bira alarak köşeme çekildim. Yemek bitince Timm Brockmann yanıma gelip hazır olduklarını söyledi. Onların masasına geçtim ama pek de hazır değillerdi; çünkü yanlarında oturan dördüncü bir müzisyen, bize fırsat vermeyecek şekilde hiç durmadan konuşuyordu. Timm birkaç kere uyardıysa da pek başarılı olamadı. O hiç susmayan kişinin deneysel, avangart müzik yapan Napo/Zenlo olduğunu öğrendim; bana Camera'ya sahnede eşlik edeceğini söylediğinde nedense pek inanmamıştım açıkçası. Kendisiyle de ayrıca röportaj yapmam için ısrar etti, albümünü gösterdi. Haberleşmek üzere iletişim bilgilerini aldım ve müziğini araştıracağımı söyledim.

Bu koşullar altında, bir bardaki gürültülü müzik ortamında, bugüne kadar yaptığım en garip ama benim açımdan aynı derecede ilginç röportajlardan birisi oldu. Michael ve Franz ayrıldıktan sonra gruba bu yıl mart ayında katılan gitarist Kevin'in İngilizcesi fazla yeterli olmadığından, daha çok Timm yanıtladı sorularımı. Michael eminim röportaj Almanca olsa çok şey anlatacaktı. Zaman zaman röportajı unutup kendi aralarında espriler yapmaya daldılar, sonra yine bana döndüler; müzikleri gibi kural dışı ve çok rahattı tavırları. Öyle olduğu için de oldukça keyifliydi.



Röportajdan sonra deneysel saykedelik müzik yapan grupların çaldığı Two Headed Dog Festival kapsamındaki performanslarını izledim. Röportaj sırasında bana gruba eşlik edeceğini söyleyen Napo/Zenlo da klarnetiyle sahnedeydi gerçekten ve mükemmel çalıyordu. Çalmadığı zamanlarda da arkada kendinden geçercesine dans ediyor, perküsyon ritimlerine yumruklarıyla eşlik ediyordu. Camera'dan önceki ilk grup Elephantantrum çalmaya başladığında mekanda sadece yedi kişiydik, yavaş yavaş artan dinleyici sayısı ikinci grup Baba Naga sahneye çıktığında artmaya başlamıştı. Camera sahnede göründüğünde ise, salonun kapasitesi tamamen dolmuştu.

Hem ilk albümleri "Radiate!"ten hem de yeni albümden şarkıların yanı sıra, zaman zaman doğaçlamalara da yer veren bir set sundu Camera ama konser kısaydı; sadece 55 dakika sürdü ve tüm ısrara karşın bis yapmadılar. SXSW'da ekibe Alman saykedelik/proto rock grubu Kadavar'ın da katılmasıyla olağanüstü bir performans ortaya çıkmıştı. The Shacklewell Arms'ta da çok sağlam, dinamik ve insanı olduğu yere adeta zımbalayıp afallatan bir coşkuyla çaldı grup. Konser sırasında motorik seslerin, gitar drone'larının, synth'lerin tekrarlara dayanan hipnotik buluşması insanın kanını müthiş alevlendiriyor. Michael'ın ufak bir davul kiti ile neler yaptığını görmek için mutlaka konser deneyimini yaşamak lazım. Napo/Zenlo'nun klarnet sesleri, Camera'nın müziğine daha deneysel, avangart bir nitelik kattı o akşam. Bu nedenle belki de müzik bir açıdan bazıları için daha zor dinlenebilir bir hale geldi denilebilir. Ama sonuçta müziklerinin temelinde Neu!, Can, Tangerine Dream, Cluster, Harmonia, La Düsseldorf gibi krautrock esintileri ve saykedilik rock var. Bu türlere yakın olan herkesi cezbedecek güçlü bir müzik yapıyorlar.

Camera'nın müzik yaşamına devam etmesini ve hak ettiği takdiri, ilgiyi görmesini çok istiyorum. Elimden geldiğince müziklerini duyurmak için çabalamaya devam edeceğim. Bu röportajı da o amaçla yaptım.



SXSW'da sizi canlı dinledikten sonra gecenin ilerleyen saatinde otel odasına dönüp internette sizi araştırdım. Camera ismini seçmeniz internette bulunmanızı çok güçleştirmiş, sizinle ilgili hiçbir şey çıkmıyor ilk anda. Bu ismi tercih etmenizin özel bir nedeni var mı?

Michael: Berlin'de solcu bir tiyatronun oyunuydu bu. Başlangıçta "We Are Camera" diyorlardı. Bu çok hoşumuza gidiyordu. Ona atıf yapmak istedik.

Timm: İlk önceleri adımız "We Are Camera" idi. Daha sonra plak şirketi ile anlaşınca adımızı kısaltıp Camera yaptık ama kaynağı, Michael'ın dediği gibi o tiyatro oyunu.

Grubun ilk kuruluşunun Timm'in Michael'ı Berlin'de sokakta perküsyon çalarken görmesiyle olduğunu biliyorum. Sonra da 3. üye Franz katılmış aranıza ama şimdi ayrıldı diyorsunuz. Ne oldu?

Timm: Aslında tam ayrılık değil belki de. Biraz dinlenmek istedi. Daha sonra yine katılabilir.

Kevin siz nasıl katıldınız gruba?

Kevin: Klasik Facebook ilanıyla. Gitarist arıyorlardı, ben de başvurdum.

Michael: Bize ilk kez yazdığında tembellikten yanıt vermemiştik, sonra bir daha yazdı. Birlikte çaldık, uyumlu olduğumuzu görünce devam ettik.

İlk gençliğinizde dinleyip esin aldığınız müzikler nelerdi?

Timm: İlk başlarda neredeyse tümüyle klasik rock müzik dinliyordum. 10-11 yaşlarındayken Guns'n Roses'ı çok dinlerdim. 1990'larda tekno ve hip-hop ağırlık kazandı.

Michael: Her şeyden az çok dinliyorduk. Hepsinin karışımı oldu sonuçta.



Müziğinizi "saykedelik enstrümantal müzik" diye anlattığınızı okumuştum. Genel olarak krautrock grubu diye anılıyorsunuz. Sizin bu tür ve klasik krautrock grupları hakkındaki görüşünüz ne?

Michael: Zenlo, daha dün bize "Echtzeitmuzik"e karşı epey ilgi duyduğunu anlatıyordu. Biliyor musunuz bu terimin anlamını?

Hayır, bilmiyorum.

Timm: 1990'ların ortalarında Almanya'da gelişti bu kavram. Emprovize, Free Jazz, Deneysel Müzik ile Berlin'deki gençlerin yaptığı müzik arasında bir ayrım yapmak için ortaya atıldı. Berlin'de bu isim altında düzenlenen konserler var. İngilizce anlamı "Real Time Music", yani gerçek zamanlı, içinde bulunulan ana özgü, kendi karakteri olan müzik.

Michael: Müziğimizi açıklamak için Echtzeitmuzik doğru terim olabilir. Çünkü biz tür sınırlamalarına bağlı olmadan aynı zamanda tekno, hip-hop, elektronik vb. müzikler de yapmak istiyoruz.

Timm: Krautrock ile ilişkilendirilmemizin bir nedeni de, Michael Rother ve Dieter Moebius ile çalmış olmamız. Michael Rother bizim için elbette çok büyük bir esin kaynağı. Can'in vokalisti Damo Suzuki ile de çalıştık.

Ben de bunu soracaktım. Onlarla çalmak nasıl bir duyguydu?

Timm: Mükemmeldi. Çok eğlenceliydi. Farklı kuşaklar bir araya gelmiş oldu. Jam session ruhuyla çaldık. Ama biz onlarla çalmak için fırsat kolluyor değildik. Her şey kendiliğinde oldu, herkes kendine düşeni yaptı sahnede.

Sahnedeki jam session tarzı performansları çok sevdiğiniz belli. İlk albümünüz "Radiate!" de bir stüdyo emprovizasyonu sonucunda kaydedilmiş. İkinci için de durum aynı mıydı?

Timm: Evet, bu tür doğaçlamaları çok seviyoruz ama ikincide durum farklıydı. Şarkı yazmak için daha fazla vaktimiz vardı. Bazen doğaçlamalara yer versek de, tümüyle o yöntemi kullanmadık. Şarkılar üzerinde düşünmek için farklı yaklaşımlara başvurduk. Kullandığımız ekipman temelde aynı olsa da, birinci ile ikinci arasındaki temel fark, sahip olduğumuz zamandı. İkinci albümü kaydederken ben sakin bir dönemimdeyken, Michael için durum farklıydı.

Michael: Evet, ben eski kız arkadaşımdan kaynaklanan stresle boğuşuyordum.

Stüdyoda işler nasıl gelişiyor? Şarkı yazma süreci açısından demokratik bir grup mu Camera?

Michael: Hayır değil. Son düzeltmeleri Timm yapar ve son sözü de o söyler genellikle.

Timm: Ben mixing, editing gibi safhalarda, elektronik seslerde daha fazla uğraşıyorum. Şarkıları canlı kaydediyoruz, sonra cut-up tekniğiyle loop'lar kullanarak ayırıyoruz ve sonra da birleştiriyoruz. Ben bunlarla epey uğraşıyorum. Ondan öyle görünüyor. Bazen bu konuda tartışma çıkıyor tabii.

Michael: Tartışma sonucunda demokratik bir karar alındığında o yine gelip bir yeri değiştirirse bu iyi bir şey değil. Sonuçta demokratik karar almak pek kolay olmuyor. 



Yeni albümün adı nereden geliyor?

Timm: William S. Burroughs'nun "Nova Express" adlı romanında geçiyordu bu ifade. İkimiz de romanı okuduğumuz için aklımıza yattı. Önce haftalarca konuştuk üzerinde ve sonra birden "Tamam bu!" dedik. Soyut olması hoşumuza gitti, soyut ama aslında her birimizin ufacık bir element şekline dönüşebileceğimizi de anımsatıyor.

Berlin yeraltı müzik sahnesinin üzerinizde nasıl bir etkisi var? Başka bir kentte olsaydınız aynı müziği yapıyor olur muydunuz?

Timm: Hayır, sanmıyorum. Başlangıç noktasına bakınca, başka bir kentte bu müziği yapmazdık. Bizim için doğru zamanda doğru yerdeydik. İlk başlarda müziğimiz çok gürültülüydü, Hamburg ya da Köln sokaklarında çalamazdık onu. Berlin gerçekten doğru yerdi. Berlin'de doğmadık, Almanya'nın farklı yerlerindeniz ama orada buluştuk. Bize verdiği enerji ile yola devam ettik.

Sıradışı yerlerde beklenmedik konserler vermekle ünlüsünüz. Bunu yapmanıza neden olan temel dürtü ne?

Michael: Her yerde müzik yapmak mümkündür. Biz bu olasılıkları seviyoruz.

Timm: Bir kilisede çalmakla sokakta çalmak arasında enerji açısından çok büyük fark var. İnsanların enerjisi size geçiyor sokakta ve müthiş keyif alıyorsunuz. Müzik aletlerinizi istediğiniz yere taşıyıp her yeri sahneye çevirebilirsiniz. Bu heyecan verici ve aynı zamanda underground bir yaklaşım! Müziği garip konseptlerin içine taşımayı seviyoruz.

Bazı gruplar çaldıkları zaman her şeyi kontrol altında tutmak istiyor. Siz bu tavrınızla sanki tersi bir yaklaşım sergiliyorsunuz. Beklenmeyen konserler verdiğinizde pek fazla kontrol olanağınız kalmıyordur...

Michael: Evet ama sound her zaman iyi olmak zorunda. Buna dikkat ediyoruz. Sokakta çaldığımızda bile her yeri uygun bulmuyoruz. Mesela Alexander Palace'a gittiğimizde iyi bir sound yok orada, o nedenle başka yerleri tercih ediyoruz. Akustik, seslerin yankılanışı gibi faktörler önemli.

Ama bazen partileri basıp çaldığınızı biliyorum. Orada bir seçme yapmak zor olmalı. Berlin Film Festivali'nde bir partiye aniden gidip çaldığınızı duymuştum.

Timm: O tamamen bir meydan okuma. Alışılagelmiş yapıları, kuralları yıkmakla ilgili. Berlin'de festivalde birkaç kere yaptık bunu. Düşünsenize, bir partidesiniz ve birileri aniden çeri girip gürültülü bir müzik çalmaya başlıyor! Bir tür oyun gibi bizim için, aklımıza geliyor ve birden yapıyoruz.



Bir yerde "enstrümanlarımız silahımızdır" dediğinizi okumuştum. Neye karşı silah?

Michael: Köktenciliğe karşı. Hem müzikte hem de hayatın genelinde. Yarım saat önce müzikle ilgili bir konuda Timm ile tartıştık. Aynı zamanda kendime karşı, benim kendimin yansıtabileceği tutuculuğa karşı da bir silah bu.

Şu anda bağımsız müzik sahnesinde kendine özel bir yeri olan Bureau B plak şirketine bağlısınız. Bazı yeni gruplar bu durumu büyük şirketlerle anlaşmak için bir basamak olarak görüyor. Sizin bakış açınız ne?

Timm: Bureau B, gerçekten sanatçıyı düşünen, öncelikleri onların tercihlerine bırakan bir kurum. Üzerimizde baskı kurmuyor, bizi anlamaya çalışıyorlar. Büyük plak şirketlerinin önceliği hep başka insanların sizin müziğiniz hakkında ne düşüneceği yani pazarlama oluyor ve bu da baskı yaratıyor. Oysa önemli olan müzisyenin istediğini yapması yani özgürlük. Sonuçta bağımsız şirketler de iş yapıyor ama yaklaşımları sanatçıya daha yakın. Şu anda mutluyuz Bureau B'de.

Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.

Timm: Biz de teşekkür ederiz. Konsere kalacak mısınız?

Elbette! Kaçırır mıyım hiç?!


(Fotoğraflar ve bu sayfadaki Londra konser videosu bana aittir.)

14 Ekim 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXXXIX - DAVID LYNCH - 13.10.2014


13.10.2014 tarihinde Dinamo'da yayınlanan programın kaydı.

1- David Lynch - Noah's Ark
2- David Lynch, John Neff - Thank You, Judge
3- David Lynch, John Neff - Pretty 50's
4- David Lynch, Julee Cruise - Pinky's Bubble Egg 
5- David Lynch, Dean Hurley - Blurred Dancer Music
6- Fox Bat Strategy - Almost An Angel
7- Chrysta Bell, David Lynch - Polish Poem
8- David Lynch - Ghost of Love
9- David Lynch - The Ballad of Hollis Brown
10- David Lynch - Bad the John Boy
11- David Lynch - Blue Frank
12- David Lynch - The Big Dream (Moby reversion feat. Mindy Jones)




Coşkulu Bir İçsel Deneyim: The Necks @ Cafe Oto


14.10.2014
Londra seyahatine The Necks konseri denk gelmesi, herhalde bir müzik yazarının başına gelebilecek en muhteşem rastlantılardan biridir. Ekim ayının ilk haftasında bu şans bana da vurdu. Nicedir canlı dinlemek için fırsat kolladığım grubu üstelik Londra'nın en güzel canlı konser mekanı Cafe Oto'da dinleme olanağı buldum! Aynı gece çok sevdiğim The Twilight Sad'in konserine biletim olmasına karşın, The Necks ağır bastı. Açıkçası TTS'i kaçırdığım için epey üzüldüm ama onları bir yerlerde yakalayacağımı biliyorum.

Konser akşamı Cafe Oto'nun önünde kapılar açılmadan bir saat önce soğukta beklemeye başladık ama sanırım içimdeki heyecan soğuğu kırmada yardımcıydı. Dalston'daki bu mekana giderseniz, erken gidip sıraya girmenizi öneririm. Çünkü içerde sahne önünde sınırlı sayıda sandalye var; onlar dolunca konser boyunca biraz daha arkada ayakta dinliyorsunuz konseri. Bir rock ya da pop konseri olsa ayakta kalmakta sorun görülmeyebilir ama The Necks'i oturarak dinlemenin müziğe yoğunlaşma açısından önemi var. Biz kapılar açıldığında içeri ilk girenlerdendik ve böylece en önde yer bulduk. Ancak yaklaşık bir saat kadar da içerde konser başlayana kadar bekledik.

Sonunda Chris Abrahams (piyano), Tony Buck (davul, perküsyon) ve Lloyd Swanton'dan (kontrbas) kurulu Avustralyalı deneysel caz grubu, bir metre önümüzdeki sahneye gelip enstrümanların başına geçti. Kısa bir sessizlik yaşandı; çünkü grup üyeleri emprovize çalacağı için kendi aralarında konsantrasyonu sağlıyorlardı. İlk nota duyulduğu andan bitene kadar 40 dakika hiç ara vermeden çaldılar; kimi zaman sanki sık ağaçların yer aldığı bol dallı budaklı bir ormanda yolunu kendiliğinden bulan, bazen yavaşlayan bazen de hızlanan bir su akıntısı gibiydi müzik. Hiçbir zaman çok hızlanmadı; müzisyenlerin enstrümanlara dokunuşları gibi kararlı bir dinginlik içinde ilerledi.

Chris Abrahams'ın piyanosu Harold Budd'u andıran romantik melodiler yaydığında davul ve kontrabas buna itiraz etmedi; Buck, zil ve diğer perküsyon aletleriyle usulca eşlik ederken, Swanton da gözleri kapalı usulca kontrbasın tellerine dokundu. Aralarındaki uyumun büyüsüne kapılmış bir halde, bir yandan müzisyenlerin yüz hatlarını inceleyip bunun sırrına dair gözlerimle ipucu yakalamaya çalışırken, bir yandan da müziğin ruhumu teslim alışıyla gözlerim istemdışı kapanıyordu. Buck'ın yayı bir yana bırakıp parmaklarıyla kontrbasın tellerini daha sert bir şekilde titrettiği anlarda öngörülemez gerilimlerin içine çekildik. Bir inip bir çıkan, adeta solukları yavaşlayıp hızlanan canlı bir organizma yaratmışlardı sahnede ve biz dinleyiciler de onun bir parçasıydık. Çıt çıkmayan salonda dinleyicilerinin nefes alış ve veriş dengesini bile kontrol altına alabilen, minimalist ama içinde hiçbir boşluk barındırmayan bir müzikten söz ediyorum...

40 dakikanın sonunda bizi sanki hipnotize olmuş gibi bir ruh hali içinde bırakarak 20 dakikalık ara verdi The Necks. İkinci kısımda, yine emprovize çaldılar ama sürprizler daha azdı. Zaman zaman tekrarlanan, kimi zaman birbirine kafa tutan, bazen de usulca söyleşen ama bunları herhangi bir kurala bağlı olmadan yapan ritim ve riff'lerle oluşturdukları melodileri kurgularken gösterdikleri ustalık hayranlık uyandırıcıydı. Ne olduğunu tam olarak çözemediğim ama son derece merak uyandıran gizemli bir film gibiydi dinlediğim müzik. "Hikayeni kendin yaz, ben sana atmosferi yaratıyorum" diyordu belki de. Bu açıdan olabildiğince soyuttu ve beni en çok cezbeden yanı da bu. Herhangi bir duygu dikte etmedi müzik; aralıksız 50 dakika süren ikinci kısımdan sonra hissettiğim yoğun duyguyu bana özel olarak tamamen içsel etkilerle gelişti. Bunu anlatacak tek bir kelime yok ama coşkulu bir içsel deneyim diyebilirim.

Konser bitiminde elimde The Necks'in son albümü "Open" ile grup üyelerine yaklaştım, teşekkür edip imza aldım. Tony Buck, "Fransız mısınız?" diye sorunca, ben de soru sorma cesareti bulup, "İstanbul'dan geldim. Bir gün orada da çalacak mısınız?" dedim. "Çok isteriz orada çalmayı! Bir gün mutlaka" diye yanıtladı. Bu yazıyı tesadüfen okuyan bir organizatör çıkarsa, mesajı iletmiş olayım. Ama Cafe Oto gibi dinleyiciyle yoğun etkileşime olanak veren, caz bar gibi ufak bir mekanda olmalı konser; büyük salonda etkisi farklı olur. Eğer bir gün bulunduğunuz yerde The Necks konser verirse kaçırmayın. Hayatta en azından bir kere yaşanması gereken deneyimlerden birisi.





(Fotoğraflar bana aittir.)

Translate