28 Mart 2011 Pazartesi

UNKLE konserinden notlar


Cumartesi gecesi Maslak'taki Refresh the Venue'de uzun zamandır beklediğimiz UNKLE konseri vardı. Bu yılki Avea konserleri takvimi açıklandığında en çok heyecan yaratan konserlerden biriydi bu.

Salona vardığımda kapıda sigara içip sohbet eden gruplar birikmişti. Onların arasından süzülerek içeri girdim. Venue'ye en son ne zaman gittiğimi tam hatırlayamıyorum. Sanırım en son bir Electronica Festival için gitmiştim. Kanımca UNKLE için uygun bir seçim olmuştu bu mekan.

Konserin 22'de başlayacağı duyurulmuştu; ancak UNKLE sahnede gözüktüğünde saat 22:45'ti. Bu arada onlar çıkana kadar kim DJ'lik yaptı bilmiyorum ama şunu söylemek isterim ki, çok başarılı bir setti dinlediğim.

Gelelim UNKLE'a... Gerçekten çok iyi çaldılar. Sahnedeki video ekrandan yansıyan ilginç görüntülerle bütünleşen müziğin yarattığı atmosfer oldukça etkileyiciydi.

Dinleyicilere, "Sonunda İstanbul'a gelebildik!" diyerek kısa da olsa bir merhaba dediler ama bunun ötesinde çaldıkları müziğin aksine sahnede oldukça hareketsizlerdi. Müziğin enerjisi yaklaşık 1.5 saatlik konser boyunca bir türlü kalabalığa geçmedi. O gece aklıma şu soru takıldı: "Böyle bir müzik de burayı yıkmazsa ne yıkar?"

Ekteki videoyu cep telefonu kamerasıyla kaydettiğim için ses ve görüntü çok kaliteli olmayabilir ama konserdeki ortama ilişkin bir fikir veriyor: Harika müzik ve televizyon izler gibi sadece sahnedeki ekrana bakıp duran kalabalık... Konserlerde kulakla dinleyip dans etmek yerine, gözle izleyip sabit durmanın moda olduğu yılları yaşıyoruz.



-

27 Mart 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 62:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 27 Mart 2011

R.E.M.- Collapse Into Now (Warner Bros. Records)

R.E.M. sözünü tuttu. Albüm çıkmadan önce röportajlarda, yeni çalışmalarının klasik R.E.M. soundunu yansıtacağını söylemişlerdi; dediklerini yaptılar.

2004’te çıkan “Around the Sun” albümünün başarısızlığından sonra, Michael Stipe, grup üyelerine “Bir tane daha kötü albüm yaparsak bu iş biter” demişti.

Ardından 2008’de “Accelerate” yayımlandı. Politik sözleri ve ağırlıklı gitar sounduyla öncekine göre bir gelişmeyi gösteriyordu. Ancak R.E.M. gibi büyük bir grup için yetmezdi.

Çare orta tempolu, yarı folk-rock parçalarla baladları buluşturan klasik sounda dönmekti. Bu albümde yeni bir şey icat edilmemiş, bu yapılmış; ayrıca Patti Smith, Lenny Kaye, Pearl Jam'den Eddie Vedder ve Peaches gibi isimlerin albüme katkısı da sağlanmış.

Sonuç olarak, daha canlı bir hava yakalanmış. Ancak beni en çok çeken parçalar başta “Oh My Heart” olmak üzere “Everyday Is Yours To Win”, “Walk It Back” ve “Me, Marlon Brando, Marlon Brando and I” gibi baladlar oldu.

Özellikle "Oh My Heart"ta Stipe'ın sesindeki kararlılığı etkileyici buldum. Patti Smith ve Lenny Kaye'in katkısıyla albümün en güzel şarkılarından birisi de kapanışı yapan "Blue".

Albümdeki şarkı sözlerine bakacak olursak, 2008’de Amerika’da Bush’un yarattığı savaş kabusunun etkisiyle oldukça agresif sözler yazan Michael Stipe belli ki son yıllarda rahatlamış. Hatta “Oh My Heart”ta “Fırtına beni öldürmedi, hükümet değişti” bile diyor.

Ama kanımca bu defa da biraz fazla kolaya kaçmış. “I cannot tell a lie/ It’s not all cherry pie” ya da “It happened today, hooray hooray/ It happened hip hop hooray” gibi ona pek yakışmayacak türden fazla basit uyaklar var sözlerde...

Bu sıkıntının dışında, “Collapse Into Now”, içerdiği bu canlı ve zengin soundla, kanımca grubun 1997’de davulcu Bill Berry’nin ayrılışından bu yana yaptığı en iyi albüm.





-

Füzyon cazla dünya yolculuğu


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 27 Mart 2011



İstanbul son yıllarda festival dışında da sık sık caz efsanelerini ağırlıyor. Bu hafta da öyle oldu. Perşembe gecesi İstanbul Jazz Center’da Ron Carter, Mulgrew Miller ve Russell Malone çalarken, aynı akşam Salon’da füzyon cazın en önemli davulcularından Billy Cobham konseri vardı.

Daha önce canlı dinleme olanağı bulamamıştım Cobham’ı. Caz, rock ve funk’ı bir araya getiren albümlerinden ve internette izlediğim kayıtlardan konserde nasıl bir performansla karşılaşacağımı tahmin ediyordum. Ama itiraf etmeliyim ki, Cobham ve kendisine eşlik eden beş müzisyenin yarattığı etki, tahminimin ötesine geçti.

Salon’un masalı oturma düzeni, yine konser boyunca dinleyicilerin çıt çıkarmadan sadece müziğe odaklanmasını sağladı. Bu oturma düzeninin bir etkisi de, masalar birbirine yakın durduğu için samimi bir ortam yaratması oluyor. Birbirini hiç tanımayan insanlar, konser başlayana kadar az sonra dinleyecekleri müzisyen hakkında konuşmaya başlıyor. İlginç bir samimiyet doğuyor.

Ünlü davulcuya o akşam gitarda Jean-Marie Ecay, basta Michael Mondesir, perküsyonda Junior Gill, tuşlular ve kemanda Christophe Cravero ve tuşlularda Camelia Ben Naceur eşlik ediyordu.

Açılış parçası, "Palindrome" albümünden "Mirage" ve ardından “Fruit of the Loom”dan “Cat in the Hat”ti. Sahnenin ortasına yerleştirilen kocaman bir double bass setin arkasında gözleri kapalı, adeta trans halindeymiş gibi çalıyor Billy Cobham. Gözlerini açtığındaysa ya grup arkadaşlarına bakışlarıyla bir şeyler anlatıyor ya da gülerek izleyicilere bakıyor.

Genellikle davulcular attıkları güçlü sololarla insanların aklında yer eder. Cobham da müthiş sololar atıyor; ama benim aklımda, onların yanı sıra, Cobham’ın yeri geldiğinde arka planda kalıp diğer enstrümanların öne çıkmasına izin veren, dengeli ve yönlendirici tarzı da kaldı. Cobham’ın farkı, sadece vuruşlarının gücünden değil, aynı zamanda son derece ritmik ve melodik çalışından da kaynaklanıyor.

Billy Cobham, caz dünyasında “open-handed drumming” diye adlandırılan tarzın öncülüğünü yapan davulculardan birisi. Yani her iki elini de eşit şekilde geliştirdiği için, sol ayaktaki zil sistemini (hi-hat) ve trampeti, genel uygulamanın tersine, ellerini çaprazlama pozisyona getirmeden çalıyor.

Bunun davulcuyu yavaşlatabileceğini söyleyenler vardır. Oysa Cobham’da tersi söz konusu; gerektiğinde öyle hızlı ki, izlerken gözlerimiz ellerini seçemez oluyor. O akşam konserde güzel bir şov da yaptı. Her iki eliyle ikişer baget tutarak çaldı. Bugüne kadar gördüğüm en etkileyici davul soloyu o gece dinledim.

2007 albümü “Fruit of the Loom” ve geçen yıl çıkan “Palindrome”dan çaldığı parçalarla, konser boyunca bizi Brezilya’dan İsviçre’ye, Güney Amerika’dan Avrupa’ya dolaştırdı Cobham.

Konserin sonunda hayatını puro sarıp içmekle geçiren Kübalı bir kadından esinlenen “Cancun Market”le Küba’ya kadar gittik. O parçayı çalarken müzisyenlerin hepsi gülümsüyordu. Müziğin gücü bu işte; iyi çalındığında hem müzisyenin hem dinleyicinin yüreğine dokunur.

---
Konserden iki kısa video: (Cep telefonu kamerasıyla çekildiği için videolardaki ses ve görüntü kalitesi çok iyi değil ancak az da olsa bir fikir veriyor.)





(Fotoğraflar Ali Güler'e aittir.)

-

21 Mart 2011 Pazartesi

Savaş Gecesinde Aşk Şarkıları


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 21 Mart 2011

Cumartesi gecesi dünyanın iki korkunç haberle sarsıldığı saatlerdi. Japonya, şehir suyu ve yiyeceklerde radyasyon bulunduğunu açıklamıştı. Daha sonra Fransa’nın ardından İngiltere ve Amerika’nın da Libya’ya hava saldırısına başladığı duyuldu. İçimi kaplayan sıkıntıyla Salon’un yolunu tuttum. Açıldığından bu yana müzikseverlerin hayatını daha anlamlı kılan bu ufak mekanda birkaç saat olsun her şeyden uzaklaşabilir miydik?

O akşam sahnede Joan as Police Woman vardı. Amerikalı müzisyen Joan Wasser’ı bu solo projesiyle 2007’de Kilyos’taki Radar Live festivalinde dinlemiştik. Bu yıl üçüncü albümünü yayınladı Wasser. “The Deep Field” adlı bu çalışması için çıktığı Avrupa turnesinin son konserinde de İstanbul’a uğramadan geçmedi.

Saat 22:40’ta Salon’un kapıları kapandı. Davulda Parker Kindred ve synth’lerde Tyler Wood ile karşımızdaydı Joan. Siyah deri tulumuyla geçti klavyenin başına yeni albümden “The Action Man” ile yaptı açılışı. “Şimdi durup beni dansa kaldırma zamanın geldi” diyordu kalbindeki sevgiliye.

The Magic”le devam ettiğinde bu kez “İçimde yaşayan vahşi hayvanlar acaba bir gün özgürleşecek mi?” diye soruyordu.

Ama onun sözünü ettiği vahşiliğin bombalamakla, şiddetle ilgisi yoktu elbette. Yeni albümde bol bol seksüel çağrışımlar kullanmış Wasser ve belli ki şimdiye kadar yaptığı en açık ve içten sözleri yazmış.

Bazı gazetelerde konser öncesi çıkan haberlerde Joan Wasser’ın sesi hakkında tuhaf tanımlamalar yapılmış. Okuduğum bir tanesi “çikolatalı puding sesli kadın” demiş mesela. Böyle zorlama tanımlamalara hiç gerek yok; soul şarkılarını söylerken yumuşacık, funk esintili şarkılarda eğlenceli ve seksi, rock söylerken çok güçlü çıkıyor Joan’ın sesi.

Ayrıca onun sesini tek bir karaktere indirmek de doğru değil; o geceki konserde de bir kez daha kanıtlandığı gibi, başka kişiliklere bürünebilen, esnek bir sese sahip.

Nitekim klavye çalarken farklı, gitarı eline aldığında da farklı duruyor sahnede. Gitarı çalarken daha çok rock gitaristi, şarkıcı Joan Jett’i andırıyor. Hatta gitarda solo atarken öylesine hırsla çalıyor ki, gitar telleri bile dayanmıyor.

O gece konserde iki kere gitar teli koptu. Dinleyicilere “Gitar çalan ve bunu düzeltebilecek olan var mı?” diye sordu Joan. Kalabalığın arasından “Ben varım!” diye bağıran Hürriyet Daily News’tan arkadaşımız Çetin Cem’di. Gitar telini iki kez takarak konserin devam etmesini sağlayan Çetin, gecenin kahramanı oldu.

Bu sayede müthiş bir “Christobel” ve “Say Yes” dinledik. Teknik aksaklıklar bununla da bitmedi. İki aydır turnede kullandıkları aletlerden bazılarının yerine o akşam sahnede ilk kez çaldıkları aletler vardı. Müzisyenler için zor bir geceydi, “Bu konseri hiç unutmayacağız” dediler.

Biz de unutmayacağız. Dünyada bir yerlerde radyasyon bulutları yayılıyor, bombalar uçuşuyordu. Biz Salon’un kapısını kapadık; Türk, Amerikalı, İngiliz, Fransız, hepimiz iki saatliğine Joan’ın aşkla dolu alternatif dünyasına girdik.



Joan as Police Woman from zülal on Vimeo.



(Videolar bana, fotoğraflar Ali Güler'e aittir.)

-

20 Mart 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 61:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 20 Mart 2011

DEAF CENTER- Owl Splinters (Type Records)

Albüm eleştirilerinde genellikle en son söyleneni “Owl Splinters” için ilk başta söyleyeceğim: Bugüne kadar dinlediğim en iyi albümlerden birisi. Çok iddialı bir söz biliyorum; ama beni daha ilk dakikasında olduğum yere adeta çivileyip esir aldı bu albüm.

Norveç’in müstesna ikilisi Deaf Center, Erik Skodvin (çello) ve Otto Totland’dan (piyano) oluşuyor. 2005’te çıkardıkları “Pale Ravine” adlı ilk albümleriyle, modern klasik ve dark ambient türünün unutulmazları arasında girdiler. Ancak geçen altı yılda, her ikisi de solo çalışmalara yönelince yeni bir Deaf Center albümü çıkmadı.

Ama sonunda bu yıl Berlin’de bir araya gelip bu yeni albümü kaydettiler. Bir hafta Nils Frahm'ın stüdyosunda buluşup, albümün nasıl olacağı konusunda önceden kararlaştırılmış hiçbir düşünce olmadan kayda başlamışlar. Piyano, çello ve synth'lerle deneysel birkaç saatin ardından kendiliğinden organik bir şekilde gelişmiş albümün soundu.

Öncelikle albüm hakkında belirtilmesi gereken nokta, prodüksiyon kalitesi belli bir çizginin epey üzerine çıkmış. “Pale Ravine”e göre, bu defa daha analog bir stüdyo kaydı var elimizde. “Field recording” denilen arazi kayıtları daha az. Bunun nedeni, akustik bir altyapıyla canlı doğaçlamanın ve stüdyo temelli bir kaydın tercih edilmiş olması.

Karanlık bir atmosfer yaratan albümün, sinemasal ve hipnotize edici bir soundu var. Tamamen enstrümantal ama çello ve piyano öylesine güçlü ki, hiçbir söze gerek yok; sizin öykünüz neyse ona soundtrack oluyor. Gizemli birtakım olayların yaşanacağı belirsiz bir yere sürükleniyor gibi hissettiriyor.

“Bunun nesi güzel?” derseniz, David Lynch ya da Stanley Kubrick filmlerini izlemenin nesi güzelse, bunda da o güzel derim. İşin ilginci, kimi anlarda ürpertici bir atmosfer yaratsa da, insanı rahatsız etmiyor; aksine büyük bir merak uyandırıyor.

Ayrıca genel olarak albüme hakim olan karanlık yapı, ana karakterin piyano olduğu "Time Spent" ve "Fiction Dawn" adlı parçalarla son derece rahatlatıcı bir havaya bürünüyor. Süresi iki dakikanın biraz üzerinde tutulan bu kısa parçalar, adeta "her karanlığın sonunda aydınlık vardır" mesajı veriyor. Bu mesaj olmasa, toplam 43 dakika 17 saniye süren albüm, daha dibe doğru vuran çok yoğun bir etki yapardı kuşkusuz. O nedenle bu nefes almaların şarkı sıralamasında yeri çok önemli.

Benim albümdeki sekiz parça arasında favorim "The Day I Would Never Have". 10 dakika 42 saniye süren parça, cama vuran yağmur damlacıklarının yarattığı tıkırtılara benzer seslerle başlıyor ve piyano ile çellonun sürüklediği diyalogla giderek gerginleşiyor.

Dikkat çekmek istediğim bir diğer parça "Animal Sacrifice". Bu parçaya ilham olan ve adını veren korkunç olay, sözsüz olarak herhalde ancak bu kadar güzel ve etkili yorumlanabilir...

Deaf Center, ambient türünde canlı doğaçlama kaydın en çarpıcı örneğini verdi. Her zevke hitap etmeyeceği kesin ama deneysel, minimalist dark ambient’tan hoşlananlara mutlaka öneririm. Olanaklıysa yaptığınız her işi bir yana bırakıp, bir yere oturun ve albümü baştan sona yüksek sesle dinleyin. Farklı bir deneyim olacağı kesin.

Albümü buradan dinleyebilirsiniz:

Deaf Center - Owl Splinters by _type

-

11 Mart 2011 Cuma

Rock Star


Bob Lefsetz: "A rock star is not someone with money who flies in a private jet. That's a banker. A rock star is someone who speaks from the heart and puts her/his fans first. Who won't do anything for a buck. Who uses her bully pulpit to highlight injustices and lobby for change."

Bir süre önce "Rock star kimdir?" tartışması olmuştu. Aynen benim dediklerimi tekrarlamış Bob Lefsetz. Rock starlık kriteri budur işte; uyuşturucu çekip sahnede küfretmekle ya da sigara içmekle hiç ilgisi yok. İşte bu yüzden Axl Rose ile Patti Smith aynı kaba konmaz. Bu nedenle artık "bad boy" tavırlı herkesi "rock star" diye niteleyen köhnemiş anlayıştan vazgeçmeli. Benim rock star tarifim aynen Bob Lefsetz'in tanımladığı gibidir.

8 Mart 2011 Salı

Interpol performing @ Heineken Hall in Amsterdam, 21 November 2010






(Videolar cep telefonuyla çekildiği için ses kalitesi pek iyi değil ama yine de sevenleri için buraya koyuyorum.)

2 Mart 2011 Çarşamba

Radiohead, yine özgür yine deneysel


© Zülal Kalkandelen / 2 Mart 2011

14 Şubat günü müzik dünyası, internete düşen bir haberle bir anda büyük bir heyecan yaşadı. Rock grubu Radiohead, dört yıllık aradan sonra yeni albümünü beş gün sonra yayınlayacağını açıkladı. “The King of Limbs” adı verilen albüm için bir internet sitesi hazırlanmış; albümü önceden sipariş etmek isteyenlerin, o site üzerinden alabilecekleri duyuruldu.

Sabırsızlıkla 19 Şubat’ı beklerken, bir gün önce siteden ön sipariş verenlerin albümü indirebileceği bildirildi. Aynı saatlerde de ilk single “Lotus Flower”ın videosu yayınlandı. O gün sosyal medyada herkes Radiohead’i konuştu. Dünyanın her yerinden insanın aynı anda katıldığı ortak bir müzik dinleme seansıydı bu.

Aynı zamanda geleneksel uygulamanın tersine, daha önceden bazı müzik dergilerine ya da gazetelere bir kopya verilmediği için, kimse neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Hayranlar, gazeteciler hep birlikte ilk kez duydular albümü. Bu eşitlik duygusu da ayrıca güzeldi.

Devrimlerin bile internette örgütlendiği dijital çağa çok uyan bir albüm tanıtma stratejisi izliyor Radiohead. Aslında büyük bir plak şirketine bağlı olmadan yayımladığı önceki çalışması “In Rainbows”dan bu yana zorunlu olarak gelişti bu yöntemler. Ama bu defa albümün satışında önemli bir değişiklik yapılmış.

2007’de “In Rainbows” çıktığında, büyük plak şirketleriyle sözleşmesi bittiğinden, yine internet üzerinden dijital olarak satılmıştı albüm. Ayrıca dinleyiciye albüm için ödeyeceği karşılığı kendisinin belirlemesine olanak tanıyan bir yöntem izlenmiş; hatta isteyenin hiçbir şey ödemeden indirmesi sağlanmıştı.

Bu yönteme karşı çıkanlar çok oldu; oysa grup, batmakta olan müzik sanayisinde klasik plak şirketi mantalitesini sorguluyordu. Elbette ancak Radiohead kadar kendine güvenen, büyük bir grubun izleyebileceği bir stratejiydi; ama alışılmış kuralları yıkan, devrimci bir uygulamaydı.

Yıllardır “In Rainbows”un satış gelirinin, önceki albümlerden daha az olmadığı söylense de, bu konudaki spekülasyon hiç bitmedi. Bu nedenle grubun yeni albümde nasıl bir strateji izleyeceği merak ediliyordu. Albüm, duyurulandan bir gün önce, 18 Şubat’ta satışa çıkınca, bir öncekinin aksine sabit ücret politikasına dönüldüğü anlaşıldı.

Ancak bu kez, sadece 9 dolarlık MP3 ya da 14 dolarlık CD kalitesinde WAV dijital versiyonlar değil, 48 dolarlık bir başka versiyon da önerildi dinleyicilere. “Newspaper album” denilen ve doğada çözünebilir bir maddeden yapılan bu paket, iki plak, çeşitli çizimler, yayınlanmamış bir CD ve MP3 versiyonunu da kapsıyor.

Gitarist Ed O’Brien, bir süre önce müziğin daha ulaşılabilir olması için dinleyicilere farklı alternatifler önermek gerektiğini söylemişti. Anlaşılabilir bir durum; geçen defa da sonradan CD ve LP olarak yayınlandı albüm.

Ama burada asıl konu, ücretlendirme politikası. Madem geçen defaki “pay-what-you-want” politikası yeterince iyiydi, o zaman neden vazgeçildi diye sormadan da edemiyor insan?

Bu konuda altı çizilmesi gereken bir başka nokta, plak şirketi baskısı olmayınca, dijital platformda müziğin daha ucuza satılması ve gerçek hayranların her zaman CD ve LP almaya gönüllü olması. Plak şirketlerinin yapamadığı doğru hesap da budur...

KID A/AMNESIAC ÇİZGİSİ DEVAM EDİYOR

Gelelim albümdeki şarkılara...

Sekiz parçanın yer aldığı “The King of Limbs”, toplam 37 dakika 29 saniyelik kısa bir çalışma. Albüm çıkmadan önce en merak edilen konu, Radiohead’in "OK Computer" dönemindeki tarzına mı, yoksa "Kid A"deki gibi elektronik seslerle flört ettiği döneme mi yakınlaşacağıydı. Yanıtımızı aldık; “The King of Limbs”, grubun en iyi albümü olan Kid A ve ondan sonra çıkan Amnesiac sounduna yakın.

Grubun daha gitar odaklı eski albümlerini sevenler için bu belki iyi bir haber değil; ama kanımca, Radiohead’i bugünün en iyi alternatif rock grubu yapan şey, yıllar ilerledikçe genel beğeniye daha kenarda kalmış bir alana yönelmesi. “The King of Limbs”, “Kid A” ya da “Amnesiac” kadar uçta ve o kadar çarpıcı değil elbette; onlara göre genel dinleyici açısından daha kolay alışılabilir bir soundu var.

Gitar geri plana alınırken, bas soundunun baskın olarak kullanılması dikkat çekici. İçinde hem organik sesler var, hem de glitch, synth ağırlıklı sesler; akustik gitar da var dubstep ve deep funk da. Ama sonuçta duyduğunuz müzik, grubun 2000’li yıllarda girdiği yolun izlerini çok başarılı ve özgün bir kolaj içinde yansıtıyor.

Bu anlamda şaşırtıcı bir yön değişimi içermiyor “The King of Limbs”. Sadece çok sayıda farklı olasılıklar öneren özel bir ses dünyasının içine sokuyor dinleyeni.

Thom Yorke'un vokali, yine bazen mırıldanırcasına, kendinden geçercesine söylediği belli belirsiz sözlere dayanıyor. Şarkılar, başından sonuna tek bir anlamlı öykü anlatmıyor. Duyduğunuz metaforlardan çıkarsama yapıyorsunuz çoğunlukla. Dünya meseleleri de var, doğanın dertleri de, kişisel olaylar da... Yalnızlık, kayıplar, depresif ruh halleri yine odak noktası...

Medyaya yansıyan bilgilerden, albümün isminin “In Rainbows”un kaydedildiği stüdyonun yakınındaki Wiltshire Ormanı’nda bulunan bir meşe ağacına referans yaptığını öğrendik. Yok olmakta olan dünyada o ağacın dertlerini de duyabilirsiniz, intiharın eşiğine gelmiş bir insanın iç seslerini de...

Thom Yorke, o insanın iç seslerini o kadar güzel duyuruyor ki, belki de bu nedenle beni en çok etkileyen parça “Codex” oldu. Piyanoyla çelik üflemelilerin mükemmel bir hüzün yansıtan diyaloğu bana epey dokundu.

Albümün satışa çıktığı gün videosuyla adeta olay yaratan “Lotus Flower”, hepsinin içinde en melodik olanı. Thom’un videodaki sıra dışı dansı çok tartışıldı. Ben, müziğin algılanışını etkilediği için, genel kural olarak, müzisyenlerin kendilerinin göründüğü videoları; özellikle de kadın şarkıcıların güzel kıyafetler giyip yatakta bir o yana bir bu yana döndüğü videoları sevmem.

Ancak bu video baştan sona Thom Yorke’a odaklansa da, diyecek herhangi olumsuz bir sözüm yok. Çünkü bugüne kadar gördüğüm en içten, en dürüst videolardan birisi. Thom, sempatik gözükmeye ya da genel beğeniye oynamaya çalışmamış. İçinden geldiği gibi, çılgınca, garip bir şekilde dans ediyor. Dansta da deneysel bir tavır içinde aslında. O gariplik, deneysellik albümün genel yapısıyla da uyuyor.

Sözünü etmek istediğim bir diğer şarkı, “Morning Mr Magpie”. Thom Yorke’un yıllar önce (2002) bir webcast sırasında sadece gitarla canlı çaldığı, önceden duyduğumuz bir parçaydı bu. Ancak yeni versiyona bir loop eklenmiş. Mükemmel bir bas ve perküsyon bileşimi sunan şarkının albüm versiyonu, çok daha canlı ve ritmik olmuş.

“The King of Limbs” çıkmadan önce acaba ikinci bir “Idioteque” olacak mı diyorduk. Doğrusunu söylemek gerekirse, öyle bir parça yok ve kanımca “Kid A” hala Radiohead’in en iyi albümü. Ancak bu, yeni albümün de belli bir çıtanın üstünde olduğu gerçeğini değiştirmez.

Radiohead, “satar mı satmaz mı, konserde canlı çalmaya uygun olur mu olmaz mı?” diye düşünmeden istediği müziği yapıyor. Kariyerleri ilerledikçe müziklerinin deneysel bir alana yönelmesi, beni kişisel olarak memnun ediyor.

The Guardian’ın sorduğu gibi, “The King of Limbs müzik endüstrisini kurtaracak mı?” bilmem ama bugünün en heyecan verici müziğini bu cesaretli yaklaşım ve deneysel ruh yaratıyor.

(Not: Duymayanlar için şu bilgiyi de vermek isterim. Yayılan dedikodulara bakılırsa, abümün sonundaki “Separator” adlı şarkı, grubun kısa bir süre sonra ikinci bir albüm çıkaracağını müjdeliyor. “Kid A”den hemen sonra çıkan “Amnesiac” gibi bizi yeni bir albüm bekliyor olabilir. Hem “The King of Limbs”in kısalığı hem de Separator’de Thom’un “If you think this is over/ Then you are wrong” demesi de bu iddiayı güçlendiriyor. )



Translate