30 Aralık 2006 Cumartesi

2007'nin İlk Heyecan Verici Konseri: Art Brut




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/30 Aralık 2006

Ülkemiz, özellikle İstanbul, 2006 yılında birçok önemli konsere sahne oldu. Fakat “geçip gitti işte” diye düşünüp anılarınızla teselli bulmaya çalışmanıza gerek yok. 2007, heyecan verici yeni konserlerle geliyor. Bunlardan ilki, 13 Ocak’ta İstanbul Babylon’da gerçekleşecek olan Art Brut konseri. Yılbaşı, bayram derken telaşa kapılıp konser biletinizi almayı unutmayın. Çünkü Art Brut, art-punk akımının en parlak topluluklarından biri.

Londra’da yaşayan beş genç müzisyen tarafından kurulan grubun günümüzdeki konumuna geliş öyküsü gerçekten ilginç. İlk olarak “We Formed A Band” adlı bir şarkı kaydedip internet sitelerinde yayınlıyorlar. Bir gazeteci toplama bir albümde rastladığı bu şarkıyı MP3 olarak bir plak şirketine gönderince, şarkı single olarak yayımlanıyor ve grup birden bire bütün müzik basınının dikkatini çekiyor. Mart 2004’te single olarak yayımlanan bu şarkı, Amerika’nın en önemli müzik dergilerinden Blender tarafından yılın en iyi single’larından biri olarak değerlendiriliyor. Bugün ünlü müzik dergisi NME tarafından Art Wave akımı içinde Franz Ferdinand ve Bloc Party ile aynı grupta gösterilen grup, kısa zamanda birçok yeni şarkı yayımlayarak herkesi şaşırtmayı başardı ve 2005 yılında çıkan “Bang Bang Rock & Roll” adlı ilk albümleri büyük beğeni topladı.

İsim Kaynağı 20. Yüzyılın Sanat Akımlarından Art Brut

Grubun isminin kaynağı, Fransız ressam Jean Debuffet’nin 20. yüzyılda Londra’yı kasıp kavuran marjinal sanat akımı Art Brut (Ham Sanat). Debuffet, eserlerinde boya ve tuvalin yanı sıra kum, çakıl, çiçek, kurutulmuş otlar, ağaç kabukları gibi sıra dışı malzemeleri de kullanarak çağdaş sanata farklı bir soluk getiren, deliliğin insan görüşünü zenginleştirdiğini savunan ve kendi kendisinin öncüsü sayılan bir sanatçıydı. Grup, bu ismi rastlantı sonucu seçmemiş. Solist Eddie Argos, tam bir sanat tutkunu; özellikle kimilerince Pop Art’ın ilk eserlerini yaptığı kabul edilen İngiliz sanatçı Richard Hamilton’a ve Van Gogh’a hayran. Nitekim, grup birinci yıldönümlerinde, Argos’un sık sık sergiler dolayısıyla ziyaret ettiği Londra’daki ünlü Tate Modern’de bir konser verdi.

Art Brut’ün çok konuşulan ikinci single’ı ise “Modern Art” adını taşıyor. “Modern Sanat, bende çılgınca rock müzik yapma isteği uyandırıyor” diyor Argos. Tate Modern’de bir Hockney eserine ya da Pompidou’da bir Matisse tablosuna bakarken kalbinin nasıl hızla çarptığını anlatıyor bu şarkıda.

Post-punk ile Brit-pop karışımı

Art Brut’ün oldukça enerjik ve bir o kadar da eğlenceli müziği, özellikle The Stranglers, The Fall, Pulp ve Blur gibi grupları akla getitiyor. Bir tür post-punk ve brit-pop karışımı ve belki de bu nedenle o kadar ilginç. Eddie Argos’un kimi zaman yarı konuşur gibi söylediği çarpıcı şarkı sözleri de büyük ilgi topluyor. Örneğin, “We Formed A Band” adlı şarkıda şöyle diyor: “Süpermarketlerden albüm almayı bırakın/ Orada yalnızca listelere giren albümler satılır/ Biz İsrail ile Filistin’in iyi geçinmesini sağlayacak şarkıyı yazan grup olacağız/ Biz doğum günü şarkısı kadar evrensel bir şarkı yazacağız/ Bu şarkıyı sekiz hafta arka arkaya Top Of The Pops’da çaldıracağız.” Tabii, onlar böyle söyleyince, o kadar ünlü ve popüler olurlarsa adları hala Art Brut mü kalacak diye merak edebilirsiniz. “O zaman Art Naif (Naif Sanat) oluruz” diyor onlar da.

“Emily Kane” adlı şarkı, bir müzisyenin, 10 yıl, 9 ay, 3 hafta, 4 gün, 6 saat, 13 dakika ve 5 saniyedir görmediği ilk kız arkadaşına nasıl hala aşık olduğunu anlatıyor. El ele tutuşmaktan başka bir şey yapmayı pek bilmeyen 15 yaşındaki iki gencin aşkının saflığından söz ediyor. “Bad Week End”de ise, popular kültürün artık ilgilerini çekmediğini, televizyonda kayda değer hiçbir şey olmadığını söylüyorlar. Bütün bu sözler size tanıdık geliyor ve bu tavrı kendinize yakın hissediyorsanız, Art Brut’ü bir de sahnede izleyin derim. Onlar aynı zamanda günümüzün en eğlenceli konser gruplarından biri.

24 Aralık 2006 Pazar

Her Daim The Beatles!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/23 Aralık 2006



Müzik tarihinin gelmiş geçmiş en önemli topluluklarından The Beatles yeni bir albümle yine aramızda! Üyelerinin ikisi yaşama veda etmiş olan bir grubun nasıl yeni albümü olur? Böyle düşünerek “yeni” sözcüğüne karşı çıkabilirsiniz ve çok da haksız sayılmazsınız.

20. yüzyılın hem popüler kültürüne ve hem de müziğine büyük etki yapan The Beatles’ın yayımlanan son albümü “Let It Be” 1970 tarihini taşıyordu. Aradan geçen 26 yıl içinde grubun şarkılarını bir araya getiren birçok toplama albüm yayımlandı. İngiltere’de ve Amerika’da bir numara olan single’ları toplayan “The Beatles 1”, yeni bir milenyuma girerken yayımlandığında, grubun müziğinin geçen zamana karşı eskimediğini bir kez daha ortaya koymuştu. Şimdi ise elimizde bu ay piyasaya çıkan 26 şarkılık “Love” adlı heyecan verici yeni bir albüm var. Albümün yeniliği, herhangi bir toplama albüm olmayışı. Artık her biri klasikleşmiş olan The Beatles şarkıları yeni düzenlemelerle, yepyeni bir dokunuşla tekrar mikslenmiş.

Albüm projesi, dünyaca tanınan gösteri grubu Cirque du Soleil’in, albümle aynı adı taşıyan şovlarında The Beatles şarkılarının yeni yorumlarını kullanmak istemesiyle gündeme gelmiş. Sonuçta, The Beatles’ın prodüktörü George Martin ve yine kendisi gibi bu alanda ün kazanan oğlu Giles Martin, bu proje için stüdyoya girerek grubun özgün kayıtlarını yeniden düzenlemişler. Ve ortaya öyle bir canlı sound çıkmış ki, dinlerken sanki John Lennon, Paul McCartney, George Harrison ve Ringo Starr tekrar bir araya gelip yeni bir albüm yapmışlar gibi hayal kurduruyor insana.

İç İçe Geçen Şarkılar

Albümün en dikkat çeken özelliği, The Beatles şarkılarının değişik partisyonlarının ve akorlarının aynı parçada bir araya getirilmesi. Örneğin, “Get Back” adlı şarkının yeni versiyonu, baterist Ringo Starr’ın “The End” parçasındaki solosu ile “A Hard Days Night”ın özgün kayıtlarının açılış akorlarını birleştiriyor. Bana göre sonuç tek kelimeyle mükemmel.

Bir diğer ilginç düzenleme, “Being For The Benefit Of Mr. Kite!”ın kapanış kısmı ile “I Want You (She’s So Heavy)”nin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkmış. “Blackbird” adlı şarkının akustik gitarıyla başlayan şarkı ise, birden “Yesterday” parçasına dönüşüyor. “Sun King” adlı şarkının toplam 55 saniyelik yeni yorumu oldukça yaratıcı. Şarkının bir bölümü tersten çalınıp, vokaller de tersten alınınca, adı da doğal olarak “Gnik Nus” olmuş! Albümde yer alan tek yeni kayıt, “While My Guitar Gently Weeps” için, akustik gitar versiyonunun üzerine yaylı partisyonları yazılarak yapılmış. Benim favorim ise, “Strawberry Fields Forever”ın yeni düzenlemesi. Özellikle son kısmı öylesine hareketli bir hale dönüştürülmüş ki, adeta bir dans şarkısı havasında.

Eskimeyen The Beatles Müziği

Kimi The Beatles hayranlarının bu projeye olumsuz baktıklarını biliyorum. The Beatles’ın müziğinin yeniden düzenlemeyi gerektirmeyecek kadar iyi olduğunu belirterek, bu tür projelerin grubun mirasından ticari kazanç sağlamak için yapıldığını söylüyorlar. “Love” projesi, grubun yaşayan iki üyesi Paul McCartney ve Ringo Starr ile, John Lennon’ın eşi Yoko Ono ve George Harrison’ın eşi Olivia Harrison’ın desteğiyle gerçekleştirilmiş. Projenin mimarları prodüktör George Martin ile oğlu Giles Martin’in hayli yüklü miktarda kazanç sağlayacakları kuşkusuz. Fakat televizyon kanallarında sürekli video kliplerini izlediğimiz kimi popüler şarkıcıların berbat müzikler eşliğinde sadece bedenlerini sergileyerek elde ettikleri kazançlara bakınca, insan, “varsın böyle yaratıcı projeler kazansın milyonları” diyor.

“Love” albümü, son derece yaratıcı ve teknik açıdan çok başarılı bir proje. Üstelik The Beatles’ın müziğinin hiç eskimediğini, tersine yeniliklere nasıl açık olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca bu tür yeni düzenlemeleri ve miskleri dinlemek, eskileri dinlemeye de engel değildir.

Prodüktör Giles Martin, albüm kapağındaki yazısında, “Tomorrow Never Knows” ile “Within You Without You” adlı şarkıların bas ve davul partisyonlarının birleştirilmesiyle ortaya çıkan şarkının miksini yaparken, kendisini “Mona Lisa’ya bıyık çiziyormuş” gibi hissettiğini yazıyor. Ortaya çıkan sonucu da “Beatles açık görüşlülüğü”ne borçlu olduğunu belirtiyor. Ben, bıyıklı Mona Lisa’yı oldukça ilginç buldum. Tabii, Mona Lisa olmasa, bıyıklısı da olmazdı…

17 Aralık 2006 Pazar

Faithless’dan Mesaj Var


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/16 Aralık 2006



Elektronik dans müziğinin en uzun soluklu gruplarından Faithless yeni bir albümle geri döndü. “Geri döndü” ifadesini özellikle kullanıyorum; çünkü geçen yıl yayımladıkları “Forever Faithless” adlı albümden sonra gerçekleştirdikleri konser turnesinin kendileri için final olacağını belirtmişlerdi. Fakat grubun en sevilen şarkılarını bir araya getiren bu albüm bir milyondan fazla satılıp, konserlere büyük bir ilgi olunca, bu yıl yeni bir albüm yayımlamaya karar verdiler. İyi ki de verdiler!

Faithless, “To All New Arrivals” adlı bu son albümüyle, elektronik dans müziğinin dünya sorunlarına karşı duyarsız kalmayabileceğini bir kez daha kanıtladı. Maxi Jazz’ın sosyal bilinç sahibi olmanın önemini vurgulayan şarkı sözleri, bu defa terörizm, küresel yoksulluk, göç, savaş, ekolojik dengeler ve sorunlarla dolu dünyaya yeni gelenler gibi temalar etrafında toplanıyor. Hip-hop, trip-hop ve dans müziğini başarıyla birleştiren şarkılarıyla tanınan Faithless’ın bu beşinci stüdyo albümü, önceki çalışmalarına göre müzikal açıdan daha yavaş tempolu. Bu albümde, Faithless’tan duymaya alıştığımız ve dans müziğinin marşları haline gelen yüksek tempolu şarkılara benzer şarkılar yok. Yani bir “Insomnia”, bir “God Is A DJ” ya da bir “We Come 1” yok.

Grubu konserlerinde izlemiş olanlar bilir; kitleleri ayağa kaldırıp hiç durmadan saatlerce dans ettiren grupların en önde gelenlerinden biridir Faithless. Yeni albümdeki şarkılar bu etkiden yoksun olsa da, verdikleri mesaj bütün dünya sorunlarına duyarlı insanları ayağa kaldırabilecek cinsten.

Bütün Yeni Gelenlere: Hoş Geldiniz!

Yeni albümle ilgili bir diğer özellik ise, etrafında toplandığı “yeni gelenler” konsepti. Albüm çalışmalarını sürdürdükleri sırada hamile olan grup elemanı Sister Bliss, stüdyo kayıtlarını bitirdikleri hafta ilk çocuğunu dünyaya getirdi. Aynı dönemde, grubun kendi isteğiyle konserlere çıkmayan ve ortalıkta görünmeyen diğer elemanı prodüktör Rollo’nun da ikinci çocuğu doğdu. Şarkı sözlerini yazan ve vokallerde yer alan Maxi Jazz’ın aklında ise, 1950’lerde Jamaika’dan İngiltere’ye göçen anne ve babası ile “Forever Faithles” adlı albümle ulaştıkları yeni hayranları vardı. İşte “yeni gelenler” konsepti, hepsinin birleşimiyle ortaya çıkmış.

Albüme adını veren şarkı, Maxi Jazz’ın söylediği korkutucu gerçeklerle başlıyor: “Dünyamızda sıtma, her 30 saniye içinde bir çocuğu öldürüyor. Her yıl 11 milyon çocuk gıdasızlıktan ölüyor. Bizim dünyamızda 15 milyon çocuk AIDS yüzünden öksüz kalmış durumda. Her gün 30 bin çocuk önlenebilir hastalıklar nedeniyle yaşamını kaybediyor. Bizim dünyamızda 2 milyon çocuk seks ticaretinde çalıştırılıyor.” Maxi Jazz’ın etkileyici sesiyle söylediği bu sözlerin arasında, indie müzik topluluğu Kubb’un solisti Harry Collier’in “Bütün Yeni Gelenlere: Hoş Geldiniz!” diyen sesi duyuluyor.

Bombalar Patlarken Devam Eden Yaşamlar


Albümün ilk single’ı “Bombs” adlı şarkı ise, bombalar dünyanın kimi bölgelerini cehenneme çevirip, insanları sevdiklerinden sonsuza kadar ayırırken, kimi yerlerde de diğer insanların normal yaşamlarını sürdürmeleriyle ilgili. Yine Harry Collier’ın vokalde eşlik ettiği şarkının videosu da, patlayan bombaların arasında devam eden yaşam görüntüleriyle son derece çarpıcı. (YouTube üzerinde izlemek isteyenler için link: www.youtube.com/watch?v=eihN22PPO5M)

Sözünü etmek istediğim üçüncü şarkı, albümün müzik anlamında en deneysel çalışması olan “Spiders, Crocodiles & Kryptonite”. Faithless, bu şarkıda 80’lerin post punk grubu The Cure’un solisti Robert Smith’le işbirliği yapmış! Hem de benim en sevdiğim The Cure şarkısı “Lullaby”dan sample kullanarak! Birlikte öylesine garip seslerle dolu ve ilginç bir şarkı yapmışlar ki, daha önce dinlediğim hiçbir şeye benzemiyor.

Albümün diğer konuk sanatçıları ise, Rollo’nun kardeşi ünlü şarkıcı Dido, Amerikalı indie rock şarkıcısı Cat Power, İngiliz müzisyen Cass Fox ve One Eskimo. “To All New Arrivals”ın, Faithless’ın müzikal açıdan belki en başarılı albümü olmayabilir. Fakat “Music Matters” adlı şarkıda verdikleri şu mesajın önemi tartışılmaz: “Ayağa kalkıp ortaya çıkanlara/ Parayı itici güç olarak görmeyenlere/ Müziği bir mesaj olarak alanlara/ Sizlere teşekkür etmek istiyorum.” Teşekkürler Faithless!

10 Aralık 2006 Pazar

Nouvelle Vague Bir Kez Daha İstanbul'da



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/9 Aralık 2006

Bu akşam İstanbul’daysanız ve iyi müzik dinlemek istiyorsanız, Taksim’deki Yeni Melek’e uğramanızı öneririm. Çünkü Fransız müzisyenler Marc Collin, Olivier Libaux ve çeşitli solistlerden oluşan Nouvelle Vague ve konser sonrası Jazzanova “DJ set” müzikseverlere unutulmaz bir gece yaşatacak.

Nouvelle Vague, 80’lerin ünlü new wave parçalarına yaptıkları bossa-nova cover’lardan oluşan ve grupla aynı adı taşıyan ilk albümüyle dünya çapında büyük bir yankı uyandırdı. Joy Division’dan The Clash’e, Depeche Mode’dan Blondie’ye kadar birçok kült grubun parçalarını kendine özgü tarzda yorumlayan grup, bu yıl yeni albümleri “Bande A Part”ı yayımladı. Dinamo 103.8 (www.dinamo.fm) tarafından düzenlenen Radar etkinlikleri çerçevesinde bir kez daha İstanbul’a gelen grubun yaratıcılarından Marc Collin, konser öncesinde sorularımı yanıtladı.

Nouvelle Vague ilk olarak bir proje şeklinde başladı ve ilk albümünüzle dünya çapında ün kazandınız. Öncelikle “proje” denilmesini mi, yoksa “cover grubu” olarak mı anılmayı tercih ediyorsunuz?

Bu bir proje, tam anlamıyla bir grup değil. Bütün konsepti ben tasarladım, vokalistlerle ve diğer prodüktörlerle temas ettim vs. Sahnede gördüğünüz grup albümdeki şarkıların kaydını yapmadı.

Eski şarkıları yeni düzenlemelerle yeniden yorumlamak müzik endüstrisinde yeni bir şey değil. Fakat siz Brezilya kökenli bossa nova’yı Fransız enstrümantasyonu ve tanınmamış kadın vokalistlerin sesiyle buluşturdunuz. Echo and the Bunnymen’in “The Killing Moon” adlı şarkısını sizin yorumunuzla ilk dinlediğimde biraz tuhaf buldum ama o tuhaflığı da sevdim. Projenin tüm konseptine ilişkin bu ilginç fikir nasıl gelişti?

Temel fikir, post punk dönemi gruplarının hala esin kaynağı olan, muhteşem şarkılar yazdıklarını ortaya koymaktı. Bu bir tür o döneme övgü aslında, ama aynı zamanda da benim için yeni düzenlemeler ve prodüksiyonlar yapmak bakımından iyi bir olanak.

Bu projeye ilk başladığınızda, dinleyicilerden ne tür tepkiler almayı umuyordunuz ve ilk albümden sonra nasıl tepkiler aldınız?

Büyük bir new wave hayranı olarak ben de öncelikle bir dinleyiciyim. Bu nedenle, eğer yaptığım şeyden kendim ikna olmuyorsam bırakırım. Dinleyicilerin çoğunluğunun da benim gibi olduğu ve projeyi onayladığı görülüyor.

Rock müziğe eğilimli olan ama aynı zamanda sizin yavaş ve rahatlatıcı müziğinizden de hoşlanan insanlar var. Bunun nedenini neye bağlıyorsunuz? Müziğinizin yansıttığı çeşitlilikten olabilir mi?

Bilmiyorum ama belki orijinal şarkılardaki ruhu, kızgınlığı, politik tavırları hissediyorlardır. Belki de biz kalipso’dan Fransız popuna kadar birçok farklı etkileşimi bir araya getirmeye çalışarak iyi bir iş yapmışızdır.

Cover şarkılar her zaman risklidir. Siz albümüzdeki şarkıları nasıl şetçiniz? Hangi şarkının cover’ını yapmak daha zordu?

Japan’in “Ghost” adlı şarkısında başarılı olamadım. Muhteşem bir şarkı gerçekten! Bauhaus’un “Bela Lugosi’s Dead” ve Frankie Goes To Hollywood’un “Relax” adlı şarkıları kolay değildi. Çünkü müzik olarak çok yoğun değiller, daha çok içinde bulunulan moda ve prodüksiyona bağlı orada yapılan iş. Albümdeki şarkıları, çoğunlukla daha gençken dinlediğim ve yeni düzenlemeler yapmam için beni esinlendiren şarkılar arasından seçiyorum.

Şarkıları yeniden düzenleyip yorumlarken herhangi bir endişe taşıyor musunuz? Örneğin, The Clash’ın “The Guns Of Brixton” adlı şarkısını yorumladınız, ki bu şarkıda belirli bir öfke vardır. Fakat sizin versiyonunuzda oldukça rahat bir hava yansıtıyor.

Fakat temel fikir bu; yani sakin bir şekilde çok sert şeyler söylenebileceğini göstermek. Bu da şarkı sözlerine yeni bir şey ekliyor, özellikle erkekler yerine kadınlar tarafından seslendirildikleri zaman.

Vokalistlerinizi nasıl seçiyorsunuz? Yalnızca şarkıları daha önce hiç duymamış kadın vokalistlerle çalıştığınız söyleniyor. Bu doğru mu?

Hayır, doğru değil. Bu birkaç kere oldu ama amacımız bu değil.

İkinci albümünüz “Bande A Part” bir Godard filminin adı. (İngilizce’de “Band Of Outsiders” anlamına gelen ve Türkiye’de “Çete” adıyla gösterilen 1964 yapımı film). Bu filmin üzerinizde özel bir etkisi oldu mu?

Özelikle etkilendiğimden değil ama o ifadeyi seviyorum. Çok şey anlatıyor, ayrıca bizim projemiz bakımından da oldukça anlamlı.

Nouvelle Vague için bundan sonra sırada ne var?

2007’de dünyanın birçok yerinde konserler vereceğiz ve eylül ayında bir konser dvd’si çıkacak. Ayrıca gruptaki herkes kendi albümünü yayınlayacak.

İstanbul’da daha önce de konser verdiniz? İzleyiciden aldığınız tepki nasıldı?

Pek iyi değildi. Sanırım projeyi gerçekten bilmeyen ama moda olduğu için gelen birçok insan vardı. Fakat bu defa çok iyi olacağından eminim.

3 Aralık 2006 Pazar

Hediyeler En İyilerden Seçilir


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/2 Aralık 2006

Yeni yıl yaklaşırken siz de etrafınızdakilere ufak da olsa ne hediye alacağınızı düşünenlerdenseniz, bir önerim var. Ben her türlü kutlama vesilesiyle armağan olarak kitap ya da cd almaktan ve vermekten çok mutlu oluyorum. Nedeni basit; bir kitap ya da müzik cd’si armağan ettiğiniz kişinin dünyasına kültürel anlamda katkıda bulunmuş oluyorsunuz. Bir kazak, çorap ya da çanta gibi değildir onlar. Zaman geçse de atılmaz saklanırlar; bir kere okunup dinlendikten sonra artık o insanın zihninde yaşarlar. Bu düşünceyle, son dönemde çıkan bazı “best of” albümleri sıralamak istedim. Çünkü bu albümler, “Acaba nasıldır?” kaygısına kapılmadan alabileceğiniz, sanatçıların en iyi şarkılarını bir araya toplayan çalışmalar.

Depeche Mode- The Best Of Depeche Mode Volume 1: New wave akımının önde gelen temsilcilerinden Depeche Mode, tartışmasız günümüzün en başarılı gruplarından biri. 26 yıl önce kurulmuş olmalarına karşın, MTV’nin bu yılki en iyi grup ödülüne layık görülmeleri de bunun bir kanıtı. Yeni yayımladıkları bu en iyiler albümü, grubun kariyerlerindeki en sevilen şarkıları bir araya getiriyor. “Martyr” adlı tek bir yeni şarkının bulunduğu albümü baştan sona dinleyince, grubun geçen yaz Kuruçeşme Arena konserindeki enerjiyi bir kez daha hissediyorsunuz içinizde.

Moby- Go-The Very Best Of Moby: Onu tanıyanlara söylemeye gerek yok ama, şimdiye kadar bu sıra dışı müzisyenin müziğiyle tanışmamış olanlar için bu albüm kaçırılmaz. Moby, elektro’dan rock’a, hip-hop’tan blues’a kadar birçok farklı müzik türünü elektronik altyapılar eşliğinde eşsiz biçimde yeniden biçimlendirmekle ünlü. 2006 tarihli bu albüm, sanatçının “Porcelain”, “Natural Blues”, “In My Heart”, “Feeling So Real” gibi en sevilen şarkılarını içeriyor. Albümün sürprizi ise, 80’lerin alternatif pop gruplarından Blondie’nin solisti Debbie Harry’nin vokalde yer aldığı “New York, New York” adlı yeni şarkı. Tam bir arşiv albümü.

Jamiroquai-High Times Singles 1992-2006: 1990’larda acid jazz akımıyla funk ve disco’yu birleştirerek dünya çapında ün kazanan İngiliz grup Jamiroquai’ın son albümü. İngiltere albümler listesinin bir numarasında yer alan bu çalışma, grubun 1992-2006 arasında yayımladığı en iyi single’ları bir araya getiriyor. Albümde, grubun aralarında “Deeper Underground”, “Virtual Insanity”, “Cosmic Girl” gibi sevilen 16 şarkısının yanı sıra, “Runaway” ve “Radio” adlı iki yeni single’ı da bulunuyor.

George Michael- Twenty Five: George Michael’a da bu yakışırdı! Bugüne kadar birbirinden güzel şarkılara imza atan sanatçı, müzikteki 25. yılını çift cd’den oluşan bir albümle kutluyor. “For Living” adlı ilk cd, hızlı ritimli şarkıları toplarken; “For Loving” adlı ikinci cd, tüm zamanların en romantik aşk şarkılarından birisi olan “Careless Whisper”, “Last Christmas”, Elton John ile düet yaptığı “Don’t Let The Sun Go Down On Me” ve Paul McCartney ile birlikte yorumladığı “Heal The Pain” gibi duygusal şarkıları bir araya getiriyor. Ayrıca çift cd’lik bu muhteşem albümün tek cd fiyatına satıldığını da söylemeliyim.

Sarah Brightman- Diva: The Singles Collection: Tüm zamanların albümleri en çok satan sopranosu olan Sarah Brigthman’ın şimdiye kadar yayımladığı single’lar bu albümde toplandı. Sanatçının 30 yılı aşkın kariyerinin görkemini sergileyen enfes bir albüm. Steve Harley ile düet yaptığı “Phantom Of The Opera” ve Andrea Bocelli ile birlikte seslendirdiği “Time To Say Goodbye” gibi ünlü hit’lerin de yer aldığı albüm, klasik müzik ve opera severlerin çok ilgisini çekecek bir çalışma.

Aerosmith- The Very Best Of Aerosmith: Amerika’nın adı efsaneleşmiş rock gruplarından biri Aerosmith. Otuz yıldır müzik sahnesinden inmediler, 100 milyonu aşkın albüm satışları var. Grubun klasikleşmiş şarkılarının toplandığı bu albüm, Aerosmith hayranlarının dışında rock müzik severler için de iyi bir fırsat sunuyor. Albümde, “Sedona Sunrise” ve “Devil’s Got A New Disguise” isimli iki yeni şarkının yanı sıra, grubun 1998 tarihli Armageddon filmi için seslendirdiği “I Don’t Want To Miss A Thing” adlı şarkının değişik bir remiks’i de yer alıyor.

FAITHLESS HAYRANLARINA ÖNEMLİ DUYURU

Dans müziğinin dünyaca ünlü grubu Faithless’ın bu ay piyasaya çıkacak olan yeni albümü “To All New Arrivals”ı herkesten önce dinleyebilirsiniz! “Bombs” adlı muhteşem single’ı ile dönüşünü müjdeleyen Faithless’ın beklenen albümü, bütün dünyada piyasaya sürülmeden önce internet kullanıcılarının takip ettiği gençlik platformu Yonja.com üzerinden dinleyicilere ulaşacak. Albümde yer alan bütün şarkılar, 5 Aralık tarihine kadar www.yonja.com/faithless adresinde dinlenebilecek. SONY BMG tarafından gerçekleştirilen ve Türkiye’de bir ilk olan bu uygulama, bana göre müzik dünyası açısından önemli bir gelişme. Çünkü, bir albümü almadan önce dinleyebilmek bir lüks değil, bir haktır.

26 Kasım 2006 Pazar

İtalyan Göçmeni Bakkalın Dünyaca Ünlü Müzisyen Oğlu


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/25 Kasım 2006

New York’ta yaşayan İtalyan göçmeni bakkal bir babanın, 3 Aralık 1926 tarihinde bir oğlu dünyaya gelir. Adını Anthony Dominick Benedetto koyarlar. Delikanlı New York’un kozmopolit ortamında büyürken, gençlik idolleri Nat King Cole ve Bing Crosby’den etkilenir. Manhattan’daki Endüstriyel Sanatlar Okulu’na devam eder ve 2. Dünya Savaşı sırasında üç yıl orduda görev yapar.

1949 yılında Long Island City’deki kulüplerde şarkı söylerken hayatının teklifini Bob Hope’dan alır. O güne dek “Joe Bari” adıyla sahne alan Benedetto, Hope’un fikriyle “Tony Bennett” adıyla Paramount Tiyatroları’nda şarkı söylemeye başlar. Ertesi yıl ilk hit şarkısı “Boulevard of Broken Dreams”i yayınlar. 1950 yılında Columbia Records ile anlaşma yapar ve aradan geçen 55 muhteşem yıla 50 milyondan çok satılan 100’den fazla albüm sığdırır, toplam 13 Grammy ödülü kazanır.

Tony Bennett’ten 80. Yaşında Muhteşem Bir Düet Albümü

Bugün artık 80. doğum gününü kutlayan Tony Bennett’in bir filmi andıran kısa yaşam öyküsü böyle. Sanki o hep anlatılan Amerikan rüyası hikayelerinden biri gibi: Göçmen ve kendi halinde bakkal bir babanın oğlu, Amerika’da başarı kazandıktan sonra ünü tüm dünyaya yayılır ve müzik dünyasının en saygın isimlerinden biri haline gelir…

İster bir Amerikan rüyası deyin, ister şansı yaver gitmiş diye düşünün; Tony Bennett’in hikayesinin arkasında büyük bir yetenek ve inanılmaz bir tutku var. İşte yine bu nedenle, ilerlemiş yaşına karşın hala üretmeye devam eden Bennett, bu yıl “Duets/An American Classic” adlı bir albüm yaptı. Sanatçı, Sony Music tarafından ülkemizde de yayımlanan bu albümde, bugüne kadar tek başına yorumladığı aşk şarkılarını, bu defa Bono, Elton John, Elvis Costello, Michael Bublé, Dixie Chicks, Juanes, Billy Joel, Diana Krall, Tim McGraw, k.d. lang, John Legend, Paul McCartney, George Michael, Sting, Barbra Streisand, James Taylor ve Stevie Wonder gibi müzik dünyasının en önemli isimleriyle birlikte söylüyor.

Albümle ilgili olarak dikkatimi çeken beş husus var:

1. Tony Bennett’in sesi hala çok güzel.

2. Bennett, albümdeki şarkıların hepsini, düet yaptığı müzisyenlerle stüdyoda bir araya gelerek kaydetmiş. Bu nedenle, albümü dinlerken sanatçıların arasındaki etkileşimi hissedebiliyorsunuz. Örneğin, Barbra Streisand’la seslendirdikleri “Smile” adlı şarkıda, Bennett Streisand’a, “I love your style, Barbra” deyince, Streisand da ona flört eder bir havayla gülerek, “I love your smile, Tony” şeklinde karşılık veriyor. Stevie Wonder’la yaptıkları düette ise, şarkının sonunda birbirleriyle konuşmaları duyuluyor. Bütün bunlar albüme ayrı bir güzellik katmış.

3. Albümdeki şarkıların kimisi hafif hüzünlü aşk şarkıları olsa da, tümünü dinleyince insanda garip bir neşe uyanıyor.

4. Bennett’le düet yapan sanatçılar, Celine Dion dışında, onun tarzına çok iyi uyum göstermişler.

5. Tony Bennett ve George Michael’ın seslendirdikleri “How Do You Keep The Music Playing?”, bana göre albümün en başarılı şarkısı. Bugüne kadar iki erkek müzisyenin gerçekleştirdiği en başarılı düetlerden birisi kesinlikle.

Ayrıca albüme trompeti ile ünlü müzisyen Chris Botti’nin ve kemanı ile Pinchas Zukerman’ın da konuk olduğunu belirtmek gerek. 60’ların ve 70’lerin romantik caz şarkılarından hoşlanıyorsanız, usta yorumcu Tony Bennett’in bu son çalışması, içinizi hoş bir duyguyla dolduracak enfes bir albüm.

19 Kasım 2006 Pazar

Kadınlar İstanbul Modern’e!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/18 Kasım 2006

Geçtiğimiz hafta yolum yine İstanbul Modern’e düştü. Nasıl düşmesin ki? Modern sanat tutkunuysanız, ülkenizde modern ve çağdaş sanata ayrılmış ilk özel müze sizin adeta mabediniz olur. Üstelik dünyanın en önemli sanat etkinliklerinden 51. Venedik Bienali’nden bir seçki bir süreliğine İstanbul’a taşınmış ve ayağınıza kadar gelmişse, sizin de mutlaka zaman yaratıp müzeyi ziyaret etmeniz gerekir. Evet, bienaller çarpıcıdır; sıra dışı sanat eserlerini, sanatçıların tartışmalı çalışmalarını ortaya çıkarır ve geleceğe farklı bir pencereden bakarlar. Yalnızca bu nedenle bile ilgi çekerler. Heyecan vericidirler. Çünkü insan aklının ve yaratıcılığının belli kalıplara sokulmadığında nerelere varabileceğini hiç bilemezsiniz.

Küreselleşme Sürecinde Çağdaş Kadın

Bütün bu sebepler bu sergiyi gezmek için yeter de artar bile. Fakat bir de kadınsanız, o zaman bu sergiyi kaçırmanız büyük bir kayıp olur. Neden? Birincisi, Venedik Bienali, erkek yöneticilerin egemenliğindeki 110 yıldan sonra, geçen yılki bu 51. sergisinde ilk kez olarak iki kadın küratörün öncülüğünde düzenlenmiş. İkincisi, sergiye katılan sanatçıların yapıtları, yaşam, ölüm, sürgün, tüketim toplumu, cinsel kimlik baskılarına karşı direniş vb. çeşitli temaların yanı sıra, küreselleşme sürecinde dünyada özellikle çağdaş kadının toplumsal, kültürel konumunu ve sorunlarını irdeliyor.



Örneğin sergiye çarpıcı poster çalışmalarıyla katılan Guerrilla Girls (Gerilla Kızlar), kadınların ve beyaz olmayan sanatçıların kariyerlerine engel olan yaklaşımı kınamak, sanat ve popüler kültürdeki cinsiyet ayrımcılığını protesto etmek için New York’ta bir araya gelen bir grup sanatçıdan oluşuyor. Bu sanatçıların kimliklerini bilmiyoruz; çünkü ilginin sorunlara odaklanması için gerçek kimliklerini gizliyorlar. Kendi deyimlerince, “feminizmi yeniden icat etmek” istiyorlar. Posterlerinden birinde, “Metropolitan Müzesi’ne girmek için kadınların çıplak olması mı gerekir?” diye soruyorlar. Bu soruya temel olan gerçek ise şu: Modern sanat bölümlerinde eserleri yer alan sanatçıların yüzde üçünden azı kadın. Fakat eserlerdeki çıplak insanların yüzde 83’ü kadın.

Sergide yer alan ilginç çalışmalardan bir diğeri, genç Portekizli sanatçı Joana Vasconcelos’a ait. Vasconcelos, 25 bin adet tampon ve paslanmaz çelik kullanarak “Gelin” adını verdiği kocaman bir avize yaratmış. Müzede gezerken avize birden karşınıza çıktığında, ilk önce onun gerçekten taşlardan yapılmış olduğunu sanıyorsunuz. Fakat bir de yaklaşıyorsunuz ki, binlerce tampon büyük bir özenle bir araya getirilerek avize şekline sokulmuş! Nesnelerin kullanımına ilişkin son derecede yaratıcı bir fikirle oluşturulan bu eser, kadının konumuma dikkat çekerek, gelenekle modernlik arasındaki ilişkiyi sorguluyor.




Dünyanın Çeşitli Ülkelerinden 20 Sanatçının 56 Eseri

İstanbul Modern’in tüm alt katını kapsayan “Venedik-İstanbul” sergisi, izleyiciyi daha otopark alanından başlayarak sanat yapıtlarıyla buluşturuyor. Müzeye geldiğinizde dış mekandaki bahçede, 2001 yılında ölen İspanyol sanatçı Juan Munoz’un bronz ve çelikten yapılmış “Birbirine Gülen 13 Kişi” adlı eseri karşılıyor sizi. Karşılıklı basamaklara yerleştirilmiş 13 adet gülen insan figüründen oluşan eser, ayrıntılardaki ustalığıyla hayranlık uyandırıyor.

Bahçede dolaşırken, tel örgülere dolanmış, uçuşan rengarek plastik torbalar görüyorsunuz. Uzaktan bakıldığında sanki bir resmi andıran bu eser, Kamerun doğumlu Pascale Marthine Tayou tarafından yapılmış. Sanatçı, mekana özgü yerleştirmeleriyle küreselleşmeyi, kültürlerarası etkileşimi ve bunun dünya çapındaki etkilerini ele alıyor. Ayrıca Rem Koolhaas’ın izleyiciyi mimari metaforlar üretmeye yönelten “Genişleme” adlı projesi, Semiha Berksoy’un 51. Venedik Bienali’ne katılan eserleri, William Kentridge’in ve Nikos Navridis’in video çalışmaları gerçekten görülmeye değer.

Sergiyi gezerken, kendinize “Bienaller seyahat eder mi?” diye sorabilirsiniz. 2005 Venedik Bienali’nin yöneticisi, aynı zamanda İstanbul Modern’in başküratörü olan Rosa Martinez, sergi girişinde yer alan yazısında bu soruya yanıt veriyor. Fakat ne dersiniz, sorunun yanıtını müzeye gidip kendiniz bulmak ister misiniz? 20 sanatçıdan 56 eserin yer aldığı “Venedik-İstanbul” sergisi, 28 Ocak’a kadar açık; tüm sanatseverleri ama özellikle kadınları bekliyor.

5 Kasım 2006 Pazar

Spektrum'la Disco-Punk!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/4 Kasım 2006



28 Ekim’de post-rock’ın önde gelen temsilcilerinden İskoç topluluk Mogwai’nin konseriyle açılan Phonem By Miller, elektronik müzik, alternatif rock ve indie-pop meraklılarını buluşturmaya devam ediyor.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve Kod Müzik işbirliğiyle düzenlenen ve 11 Kasım’a kadar sürecek olan etkinlik kapsamında gelecek hafta da müzik dünyasının en yenilikçi isimleri ağırlanacak. Bunlardan birisi de, 10 Kasım Cuma akşamı Babylon’da konser verecek olan İngiliz grup Spektrum.

2004 yılında ilk albümleri “Enter the Spektrum”u yayımlayan grup, punk, funk, disko ve R&B ritimlerini başarıyla birleştiren müziğiyle derhal ilgimi çekmişti. Spektrum’un müziğindeki bu enerjinin arkasında, grup elemanlarının farklı kültürlerden gelmesinin etkisi de var. Basçı Teia Williams ve perküsyoncu Isaac Tucker Yeni Zelandalı, solist Lola Loafasoye Nijeryalı, prodüktör, keyboardçu ve vokalist Gabriel Olegavich ise Rus.

Eğer ESG, Grace Jones ve Prince’in müziğini seviyorsanız ve yeni müzikler keşfetmekten hoşlanıyorsanız, bu konseri izleme fırsatını kaçırmamanızı öneririm. Çünkü Spektrum, aynı zamanda eğlenceli performanslarıyla da adından çok söz ettiriyor. Son single’ları “Don’t Be Shy”ın YouTube üzerinden izlenebilen videosu da bunu açıkça ortaya koyuyor. (Videoyu izlemek isteyenler için link: http://www.youtube.com/watch?v=ImCoLUrTqQM)

Geçtiğimiz günlerde “Fun at the Gymkhana Club” adlı yeni albümlerini yayımlayan grubun basçısı Teia Williams, konser öncesinde sorularımı yanıtlayarak Spektrum’u biraz daha yakından tanımamıza olanak sağladı.

Müziğiniz birçok farklı müzik türünü bir araya getiriyor. Şarkılar üzerinde çalışırken izleyeceğiniz yolu kendi içinizde grup olarak önceden belirliyor musunuz? Yoksa kendiliğinden gelişip şekillenen bir süreç mi söz konusu?

Spektrum’un birçok farklı müzik yapma yöntemi var. Bu konuşarak, jam şeklinde ya da stüdyoda yalnızca iki grup elemanının beste yapması şeklinde de olabilir; veya bir konserden önce ses kontrolü yaptığımız sırada da gelişebilir.

Etkilendiğiniz belli müzisyenler ya da gruplar var mı? Yoksa daha çok farklı etkileşimlerin karışımıyla ortaya çıkan bir durum mu söz konusu?

Müzikal esin kaynaklarımız, Japan, Duran Duran, The Police ve Talking Heads’ten The Mars Volta, Ricardo Villalobos ve T. Raumschmiere’e kadar uzanıyor. Çok eklektik ve geniş bir çeşitlilik içeriyor. Bu da provalarda farklı sesleri bulmak bakımından çok ilginç olabiliyor.

Günümüzde kendilerini punk olarak tanımlayan birçok grup var. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizin punk’a yaklaşımız ne?

Önceden belirlenmiş bir yaklaşımımız yok. Punk kavramı zamanla ve farklı enerjilerle gelişim gösteriyor. Almanya’dan Amerika’ya kadar birçok yerden çıkan çok iyi punk gruplar var. Biz hep yeni bir şeyler denemeye çalışıyoruz; ki bu da iyi bir şey. Bazen ortama uygun olarak, şarkılarımızı punk tarzına uygun bir şekilde daha hızlı çalıyoruz.

“May Day” adlı şarkınız dünya çapında ün kazandı. Bu şarkıdan söz eder misiniz?

“May Day”, dünyada kutlanan 1 Mayıs Dünya İşçi Günü hakkında. Aynı zamanda, “Evet, hepimiz önemliyiz ve hepimizin yaşamla ilgili ortak görüşleri var” deme şansını anlatıyor ve bu hakları pozitif bir yönde savunmak için düzenlenen gösteriye çok sayıda insanla birlikte bisikletle katılmaktan söz ediyor.

Sizce müzik devrim yaratmak için kullanılabilir mi?

Müzik bugüne kadar hem savaş hem de barış için kullanıldı. Kanımca, bu devrim yaratmak için de söz konusudur. Çünkü müzik sayesinde çok sayıda insan etkilenebilir; yerinde ve doğru kullanıldığında büyük bir hareket başlatılabilir. Bob Dylan’dan The Fugees’e kadar müzik her zaman değişimlere yol açmıştır.

Albümleriniz bağımsız bir plak şirketi tarafından yayımlanıyor. Bugünkü amansız ticari ortamda bunun size sağladığı en önemli avantaj nedir?

Bağımsız plak şirketleri en iyi arkadaşlar gibidir; sizi aklından hiç çıkarmaz, ilgi alanlarınıza göre sizi geliştirip ilerletir ve zaman geçip de sahneye çıkma konusunda kendinize yeterince güvendiğinizde, sizi daha büyük şeylere doğru iterler. Bu tamamen güvenle ilgilidir.

Phonem By Miller kapsamında İstanbul’da konser vereceksiniz. Bu etkinlik hakkında ne düşünüyorsunuz?

İstanbul gerçekten güzel bir kent. Daha önce 2005 yılında üç günlüğüne gelmiş ve bir festivalde çalmıştık. Topkapı Müzesi’ne gittik; bütün o antikalar ve mücevherler büyüleyiciydi. Boğaz’da tekne gezisi yaptık, Sultanahmet Camisi’ne gittik. Ayrıca akşam deniz kenarında yemek yiyip, gündüz çarşıları dolaşmak çok güzeldi. Evet, yeniden gelmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz!

Spektrum için gelecekte en çok neyin gerçekleşmesini istersiniz?

Belki bir Türkiye turnesi hoş olabilir. Yakında çıkan “Fun at the Gymkhana Club” adlı bir albümümüz var. Belki daha çok yeni albüm ve güzel günler olabilir… İstanbul’da görüşmek üzere!

29 Ekim 2006 Pazar

Dumanlı Caz Barlarından Dünya Turnesine


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/28 Ekim 2006

Daha önce İstanbul’da da birkaç defa konser veren Amerikalı caz piyanisti/şarkıcı/besteci Patricia Barber, kariyerinin dokuzuncu albümünü yayımladı. Ülkemizde yeni piyasaya çıkan “Mythologies” adlı albüm, Romalı şair Ovid’in yazdığı, Batı edebiyatının ünlü eserlerinden “The Metamorphoses of Ovid” üzerine kurulmuş. Şarkıların esin kaynağı, Morpheus, Orpheus, Persephone, Oedipus, Phaeton, Narcissus gibi ünlü Yunan mitolojisi karakterleri. Barber, şarkıları yazmak için iki sene sürekli çalışıp araştırma yapmış. Örneğin “The Moon” adlı şarkı için Ay hakkında eline geçen her şeyi, bulabildiği bütün şiirleri okumuş.

Albümde yer alan 11 şarkı, sanatçının mükemmel piyanistliğinin yanı sıra, entelektüel konsepti, çarpıcı şarkı sözleriyle çok etkileyici bir müzik-ebediyat birlikteliği ortaya koyuyor. Barber’ın müzikal esin kaynaklarının çeşitliliği de albüme belirgin şekilde yansımış. “Orpheus” adlı şarkıda karşımıza müthiş bir gitar solo çıkarken, “Phaethon”da Chicago Çocuk Korosu’yla gerçekleştirilen ilginç bir rap bölümü yer alıyor.

Patricia Barber’ın, unutulmaz caz şarkıcısı Nina Simone’a adadığı “Icarus” adlı şarkı, albümün en güzel şarkılarından biri. Mitolojiye göre, Daedalus ve oğlu İkarus bir adaya hapsedilirler. Kaçabilmelerinin tek yolu gökyüzünden geçmektir. Baba-oğul günlerce düşünürler ve sonunda kendilerine birer kanat yapmaya karar verirler. Daedalus, haftalarca uğraşarak kendisi ve oğlu için balmumundan kanatlar yapar. Artık hapishaneden kaçma günü geldiğinde baba-oğul yaptıkları kanatlarla gökyüzüne doğru süzülürler. Fakat İkarus kendini o kadar kaptırmıştır ki, uçmanın heyecanıyla aklı başından gitmiş, yükseğe çıkmıştır. O kadar ki, güneşin sıcaklığından balmumu erimiş, kanatlar dağılmış ve bugün adını taşıyan denize düşüp ölmüştür. Barber, “Benim şarkımda İkarus hiç düşmüyor, uçmayı sürdürüyor” diyor. Philadelphia’da bir kulüpte şifon elbisesi içinde şarkı söyleyen Nina Simone ve İkarus, ancak büyük risk alırlarsa uçabileceklerini biliyorlar.

Patricia Barber, bir bayan partneri olduğunu çekinmeden açıklayabilen, hem özel yaşamında hem de müzikte riskler almayı göze alabilen çok yetenekli bir sanatçı. Müzik serüvenine Chicago’nun dumanlı barlarında başlayan sanatçı, bugün dünya çapında konserler veren ünlü bir müzisyen. Son albümü “Mythologies” ise, sadece gece yarısı mum eşliğinde dinlenecek bir caz albümü değil, çok daha fazlası. Hem müzik hem de lirik açısından son dönemde dinlediğim en orijinal ve farklı çalışma diye niteleyebileceğim albüm hakkında Barber’a bazı sorular sorma fırsatını buldum.

Ovid’in Metamorfoz adlı eserinden hareketle bir albüm yapma fikri nasıl gelişti?

Metamorfoz’un bir tiyatro versiyonunu izledikten sonra kitabını aldım. Kitabı okuyunca da karakterlerin, alışılmışın dışına çıkmak isteyen bir besteci için zengin bir konsept ve mükemmel bir kaynak oluşturduğunu gördüm.

“Mythologies”, oldukça eklektik bir müzikal palete sahip; caz, klasik müzik, pop, rock, hip-hop, füzyon ve R&B türlerinden esintiler taşıyor. Açık ki, beste yapmak için zor yolu tercih etmişsiniz. Size göre müzikte sınırları zorlamanın riskleri neler?

Daha kolay olanların yanında gözden kaçma ya da dikkat çekmeme gibi riskler var. Her şeyin çok hızla tüketildiği bir dünyada yaşıyoruz ve insanlar beklentilerini çok hızlı bir şekilde karşılamayı istiyorlar. Oysa yeni bir şey yaratıldığında, bunun anlaşılıp tam olarak sindirilmesi zaman alır. Bunun için ayrıca entelektüel merak ve ihtiyaçlara da sahip olmak gerekiyor.

Albümdeki şarkıları yazarken nasıl bir ruh hali içindeydiniz?

Her şarkı kendi dünyasını yarattı. Masamın üzerinde çok sayıda şiir kitabı yayılmış durumdaydı. Fakat bunun ötesinde bu benim işim. Sabah kalkarsınız, kahvenizi içersiniz ve çalışmaya başlarsınız.

Şarkı sözleri için neler size esin kaynağı oluşturuyor?

Bu çalışma için doğrudan Ovid’den esinlendim. Ovid, çok komik ve zeki; karakterleri de hayat dolu ve oldukça tutkulu. İlk ve en büyük esin kaynaklarım ise Amerikan şarkı yazarları. Joni Mitchell, Cole Porter, Rodgers and Hart, Henry Mancini, Johnny Mandel… Fakat popüler şarkı sözü yazma tekniğini geliştirmek için büyük şairlerin çalışmalarını da ayrıca inceledim.

Seksüel tercihiniz herhangi bir şekilde kariyerinizi etkiledi mi?

İyi ya da kötü, kariyerim üzerinde herhangi bir etkisi olduğunu düşünmüyorum.

Daha önce İstanbul’da birçok kez konser verdiniz. Yakın gelecekte yine konser planınız var mı?

Öyle umuyorum. İstanbul en favori şehirlerimden birisi.

22 Ekim 2006 Pazar

Kaçırılmayacak Arşivlik Albümler


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/21 Ekim 2006

Bugün müzikseverlerin dikkatini yeni çıkan bazı albümlere çekmek istiyorum.

Caz sever misiniz?

Öyleyse kesinlikle kaçırmamanızı tavsiye edeceğim bir toplama albüm var: Best Jazz 100.


EMI tarafından çıkarılan Best 100 serisinin son halkası olan bu çalışma, altı adet CD’de caz müziğinin önemli isimlerini bir araya getiriyor, üstelik tek CD fiyatına! Bu altı CD’de yer alan toplam 100 unutulmaz şarkıyı, Chet Baker, Ella Fitzgerald, Dianne Reeves, Duke Ellington, Cassandra Wilson, Herbie Hancock, Miles Davis, Joe Lovano, Billie Holiday, Kurt Elling, Bobby McFerrin, Thelonious Monk ve caz dünyasının pek çok önde gelen sanatçısı seslendiriyor.

CD’lerin her birinde ayrı bir caz türü bir araya getirilerek şu şekilde gruplandırılmış:
1. Klasik caz vokalleri;
2. Swing klasikleri;
3. Latin caz;
4. Relaxing caz;
5. Jazz Ballads
6. Legends of Jazz.

Gerçekten müzikle ilgilenen herkesin arşivinde bulunması gereken benzersiz bir çalışma bu. Ben altı CD’yi arka arkaya dinleyip bir caz gecesi yapmak istedim ama gece yetmedi… Akşam 8’de başladım dinlemeye; saat 03:00 olmuştu ama müzik hala bitmemişti. Çünkü toplam süresi 438 dakika 28 saniye! Tabii bu toplama albümdeki CD’lerin her gün birisini dinleyerek zevki bir haftaya yaymak ya da dinlemeye öğlen başlayıp hiç ara vermeden akşam bitirmek de mümkün. Sonuçta söylemek istediğim, Best Jazz 100 adlı bu çalışmayı ne şekilde dinlerseniz dinleyin ama mutlaka dinleyin. Kendinize büyük bir iyilik yapmış olacaksınız.

Söz etmek istediğim ikinci çalışma, 15 ülkenin müziklerinin yer aldığı “The Greatest Songs Ever” serisi.

Afrika, Arjantin, Brezilya, Küba, Fransa, Yunanistan, İtalya, İrlanda, Portekiz, Ortadoğu, Jamaika, İspanya, Şili, Gypsyland ve Türkiye olarak gruplanan bu toplama albümler de benzersiz bir arşiv malzemesi oluşturuyor. Avustralya merkezli bağımsız plak şirketi Petrol Presents ile EMI işbirliğinde yayımlanan bu albümler, insanı dünya çapında müzikal bir geziye çıkarıyor. Fakat bununla da kalmıyor; albümleri alanlar için CD’lerde ayrıca hoş bir sürpriz de var. Her bir albüm kitapçığında ilgili ülkenin geleneksel yiyecek ve içeceklerine ilişkin tariflere yer verilmiş. Örneğin Brezilya CD’sini alırsanız, muz ve rom ile yapılan iki özel içki ile Brezilya usulü pilavın nasıl yapılacağını öğrenebilirsiniz.

Ülkelerin hem geleneksel hem de çağdaş müziklerinden örnekleri bir araya getiren albümlerin kapaklarında farklı meyve-sebze resimleri kullanılmış. Üzerinde karpuz resmi bulunan Türkiye CD’sinde şu şarkılar yer alıyor: “Nükleer Kış”-“Yarım Kalan Hayaller”/Nem, “Uyan Sunam”-“Gücüm Yetene Kadar”/Şükriye Tutkun, “Yaşım 17”/Fuat Güner, “Arap Çiftetellisi”-“Üsküdar’a Gider İken”/Esin Engin Orkestrası, “Şehri İstanbul”/ Cengiz Teoman, “Çal”/ Aydilge, “Gurbet Halayı”/Ali Nafile. “The Greatest Songs Ever” serisi, değişik müziklerle dünya kültürlerini daha yakından tanımak için oldukça ilginç bir proje.

Ve arşivlerde bulunması gereken üçüncü albüm ise “The Very Best Of Freddie Mercury”.

Ünlü rock grubu Queen’in karizmatik solisti Freddie Mercury’nin doğumunun 60. yılında solo kariyerinden örnekleri bir araya getiren bu çalışma, iki CD’lik özel bir set halinde yayımlandı. Birinci CD, birkaç şarkı dışında, ağırlıklı olarak Mercury’nin “In MY Defence”, “The Great Pretender”, “Love Kils”, “Time”, “Barcelona”, “Mr. Bad Guy”, “Made In Heaven” gibi unutulmaz şarkılarının orijinal kayıtlarından oluşurken; ikinci CD’de az bilinen ya da yeni remikslere yer veriyor.

İlk CD’de, “Guide Me Home” adlı şarkının hem Freddie Mercury ile sanatçının dünyanın en tanınmış sopranolarından Montserrat Caballe’nin birlikte seslendirdikleri versiyonunun yanı sıra, ayrıca bir de Thierry Lang piyano versiyonu bulunuyor. İsviçreli caz piyanisti Thierry Lang, Freddie Mercury’nin anısına bu parçanın düzenlemesini yeniden yapıp kaydetmiş. Rock tarihinin gelmiş geçmiş en güçlü seslerinden biriydi Freddie Mercury. AIDS hastalığına yakalanıp öldüğünde henüz 46 yaşındaydı. Ne yazık ki, çok genç öldü ama şarkıları daha uzun yıllar yaşayacak.

15 Ekim 2006 Pazar

Karanlık Romantizmin İmge Cambazı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/14 Ekim 2006



“Ne diyeyim sana kardeşim, katilim,

Ne diyebilirim sana?

Galiba özledim seni, galiba affettim

İyi oldu çıktın yoluma.

Bir gün gelirsen buraya,
Jane için ya da bana,

Düşmanın uyuyor olacak, kadınıysa özgür,

Teşekkürler yok ettiğin için sıkıntıyı onun gözlerinden,

Hiç geçmeyecek sanmıştım, bu yüzden dokunmamıştım hiç.”


Bu sekiz mısrada koskoca bir roman yatıyor. Kim bu kadar az sözcükle bu kadar çok şey anlatabilir? Elbette Leonard Cohen.1971 tarihli “Famous Blue Raincoat” adlı şarkının sadece bir bölümü bu.

Bugün büyük bir heyecanla Kanadalı şair/yazar/besteci Leonard Cohen hakkında yazıyorum; çünkü İstanbul’da dün başlayan Film Ekimi kapsamında gösterilecek bir belgesel filme dikkat çekmek istiyorum. İstanbul’da yaşıyorsanız ve 16 Ekim Pazartesi saat 11:00’de ya da 18 Ekim Çarşamba 19:00’da vaktiniz varsa, Beyoğlu Emek Sineması’ndaki bu filmi kaçırmayın derim. (Tabii eğer hala bilet kalmışsa… Film Ekimi’nde gündüz seanslarının biletleri bu yıl da 2.5 YTL!)

Lian Lunson’ın yönettiği 2005 yapımı “Leonard Cohen: I’m Your Man” adlı belgesel, hayatı, aşkı, hüznü ve sosyal adaleti eşsiz bir şekilde anlatan bu alçakgönüllü, vakur sanatçının etkileyici bir portesini çiziyor. Film hem Cohen’le yapılan röportajlarla birlikte, kendi çizimlerini ve arşivinden fotoğrafları yansıtırken, aynı zamanda Sydney’de onuruna verilen bir konserde ünlü sanatçıların Leonard Cohen şarkılarını seslendirdikleri performansları da içeriyor. Bu sanatçıların arasında, başta Nick Cave, U2 grubu, Rufus Wainwright, Martha Wainwright, Beth Orton, Jarvis Cocker ve Antony and the Johnsons grubundan Antony olmak üzere müzik dünyasının birçok başarılı ismi var. Çağımızın en büyük ozanlarından Leonard Cohen’in şarkılarını dinlemek bile tek başına bu filmi görmek için yeterli bir neden. Nick Cave’in seslendirdiği “I’m Your Man” ve “Suzanne”, U2 grubunun Leonard Cohen’e eşlik ettiği “Tower Of Song” ve Beth Orton’un yorumladığı “Sisters Of Mercy” en dikkat çekici performansların başında geliyor. Fakat en çarpıcı ve dokunaklı olanı, “If It Be Your Will”i söyleyen Antony’e ait. Bugüne kadar bir şarkının böylesine içten söylenişine çok ender rastladım.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın hazırladığı Film Ekimi broşüründe şöyle yazıyor: “1960’ların karşı kültür hareketinin simgelerinden, günümüzün en etkili ve saygın sanatçılarından Leonard Cohen, çok fazla göz önünde olmaktan hoşlanmayan, neredeyse içine kapanık bir kişiliğe sahip.” Belgeselin önemini bu cümle oldukça iyi özetliyor aslında.”I’m Your Man”, teknik ya da kurgusal açıdan üstün bir çalışma değil; önemi Leonard Cohen’e odaklanmış olmasından geliyor. Artık yaşayan bir efsane haline gelen bu ender yetenek, filmde merak edilen birçok soruyu kendi ağzından yanıtlıyor.

Leonard Cohen’i akustik folk’tan elektro pop’a kadar uzanan farklı tarzlardaki şarkılarından tanıyor olabilirsiniz. Birçok kişi onun “Dance Me To The End Of Love” adlı şarkısı eşliğinde sevdiğiyle veya bir başkasıyla ama kalbindeki gerçek sevgiliyle dans etmiş olabilir. Ya da Cohen’in bir aşk üçgenini anlattığı 1966 tarihli “Beautiful Losers” (Görkemli Kaybedenler) adlı etkileyici romanı okumuş olabilirsiniz. Müzisyen olarak tanınmadan önce sözcüklerle oynadığı şiirleri okudunuz belki de.

Fakat onun neden 1960’larda Yunanistan’ın Hydra adasında 1500 dolara bir ev alıp orada yaşadığını biliyor musunuz? Evde elektrik yoktu, su akmıyordu. Bütün bir yıl sadece 1000 dolar harcayarak yaşamını sürdürüyor, sonra parası bitince yine Kanada’ya gidiyor, yazılarıyla yeterli parayı toplayınca da yine adaya dönüyordu. Neden?

Hayatı boyunca manik depresif ruh halinden sıyrılamayan Cohen, neden New York kulüplerindeki yıllarından sonra kendisini Los Angeles’taki bir zen manastırında buldu ve orada beş yıl boyunca yaşadı?

“The Future” adlı şarkısında dediği gibi geleceğin katliamla dolu olduğunu mu görmüştü gerçekten?

Yeni bir din arayışında olmadığı halde neden Budizm’i öğrenmeye çalıştı?

Birçok kadının tanışmak için peşine düştüğü müzisyene “Ladies’ Man” denildi. Öyleyse neden o, bunu yalnız geçirdiği binlerce gece boyunca gülmesine neden olan bir şaka olarak niteliyor?

Kimilerinin dediği gibi, yalnızca “kötümserliğin, umutsuzluğun şairi” mi Leonard Cohen?

Onun yazdıklarındaki sözcük oyunları, belirsizlik ve alaycılık unsuru kimi zaman da güldürüp zevk vermiyor mu insanlara?

Bono neden onun “karanlığın içinde çeşitli tonlar yakaladığını ve bunların da renk hissi verdiğini” söylüyor?

Son bir soru daha: O muhteşem “Suzanne” adlı şarkısında neden, “Senin kusursuz bedenine aklımla dokundum” dediğini biliyor musunuz?

Yanıtlar belgeselde.

8 Ekim 2006 Pazar

Primal Scream'den Bu Defa Blues Rock


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/7 Ekim 2006

Doksanlı yıllarda İngiliz rock tarihinin en iyi albümlerinden biri olarak tarihe geçen “Screamadelica” ve 2000’li yıllarda “XTRMNTR” adlı albümleriyle müzik dünyasını etkileyen Primal Scream grubu, dokuzuncu stüdyo albümünü kısa bir süre önce yayımladı.

“Riot City Blues” adını taşıyan albüm, grubun 2002 tarihli “Evil Heat”teki elektronik soundunu geride bıraktığının kanıtı. Solist Bobby Gillespie önderliğindeki grup, dans müzik etkisindeki rock’tan ilk yıllarındaki blues etkisindeki rock’a dönmüş. Farklı müzik türlerini denemekten hiç kaçınmayan grup, bugüne kadar psychedelic funk’tan glam rock’a, electro-punk’tan klasik rock’a kadar her türde örnekler verdi. Primal Scream’in beni en çok çeken özelliklerinden biri de müzikteki bu deneysel anlayışları.

Her ne kadar grubun elektronik müzikle flörtünün etkisiyle ortaya çıkan tarzı tercih ediyor olsam da, Riot City Blues’u da önyargısız bir şekilde dinledim ve diyorum ki; Rolling Stones sevenler bu albümü kaçırmasın. Özellikle albümün ikinci şarkısı “Nitty Gritty” çalarken, sanki gerçekten Rolling Stones’u dinlediği duygusuna kapılıyor insan.

Hayranları bilir; Primal Scream hiçbir zaman şarkı sözleri için dinlenen bir grup olmamıştır. Bu albümde de sözler özel bir dikkat gerektirmiyor. Hatta fazlasıyla basit ve sıradan denilebilir. Fakat iddiasız bir şekilde “sadece rock and roll yapmak adına” yapılan şarkılar bir o kadar da ilginç.

Adını, Dr. Arthur Janov’un psikoterapide acının tartışılarak değil yeniden yaşanılarak tedavi edilmesini öneren yöntemi “Primal Therapy”den esinlenerek alan grup, ilk başlardan bu yana her zaman müziklerinin de içlerinden geldiği gibi olmasını amaçladı. O nedenle, sözlerde ya da müzikte bir şeyleri kanıtlama adına hiçbir zorlama yapılmaması rastlantı değil. Kimileri ciddiye almayacak olsa da, onlar içlerinden geldiği gibi söylüyor, istediklerini çalıyor.

Britanya adasının bu sivri dilli grubu, 20 yılı aşan kariyerleri boyunca her zaman merakla izlendi. “Swastika Eyes” adlı o ünlü şarkılarında Amerika’daki aşırı sağ tehlikesinden söz eden, “Kill All Hippies” gibi şarkılarda sosyal konulara eğilen Primal Scream’in bu albümünde politik mesajlar ön planda değil. Eğer bu tür şarkılar bekliyorsanız, hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz.

Fakat yine de sendikacı babasından otoriteye baş kaldırmayı miras aldığını söyleyen Bobby Gillespie’nin bu konulara az da olsa bulaşmaması pek olanaklı değil gibi görünüyor. Örneğin, albümde yer alan favori şarkım , “When The Bomb Drops”, molotof kokteyllerini anlatıyor. Bu şarkıda özellikle mükemmel çalınan gitarlara dikkat etmenizi önereceğim. Zaten müziğe duyarlı kulaklar hemen yakalayacaktır bunu. Eh, ne de olsa gruba burada Echo and the Bunnymen’den gitarist Will Sergeant eşlik etmiş.

Will Sergeant’ın yer aldığı bir diğer şarkı ise, Doğu müziğinden etkiler taşıyan “Little Death”. Bu şarkı ayrıca, Primal Scream’in deneysel çalışmalardan öyle kolay kolay vazgeçmeyeceğini de gösteriyor. Albümün diğer ünlü konuk müzisyenleri ise, Nick Cave & The Bad Seeds’den kemancı Warren Ellis ve The Kills’in vokalisti Alison Mosshart.

Müzik dünyasının en ilginç gruplarından Primal Scream girintili çıkıntılı, inişli çıkışlı yoluna, bu defa eğlenceli albümleri “Riot City Blues” ile ve yine Bobby Gillespie’nin çığlıklarıyla devam ediyor.

17 Eylül 2006 Pazar

Aşk felaket, ölümsüzlük ve Bob Dylan


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/16 Eylül 2006

Bob Dylan’ın 44. albümü “Modern Times”, son günlerde müzik dünyasında en çok konuşulan albümlerden biri.

Ülkemizde de yaklaşık on gün önce satışa sunulan albüm, Amerika’da ilk haftasında 192.000 adet satarak Billboard Albümler Listesi’ne 1 numaradan giriş yaptı. Bununla da kalmadı; Avustralya , Kanada , Belçika, Danimarka , İrlanda , Yeni Zelanda, Norveç ve İsviçre’de de albüm listelerinin 1 numarasına oturdu.

Bob Dylan, adı artık efsaneleşen, dünyaca ünlü bir Amerikan folk şarkıcısı, yıllara meydan okuyan, hakkında kitaplar yazılıp belgeseller yapılan bir müzisyen.

Elli yıla yaklaşan kariyeri boyunca tüm dünyada şimdiye kadar 100 milyondan fazla albümü satıldı. Bu yüzden belki bu ilgiye şaşırmamak gerek ama, şu bir gerçek ki, bir numaraya çıkan en yaşlı müzisyen oldu Bob Dylan.

“Modern Times”, Dylan’ın büyük başarı kazanan önceki iki albümü “Time Out Of Mind” ve “Love And Theft”in ardından bu serinin üçüncüsü olarak görülebilir.

Ünlü sanatçı, 1990 yılından sonra, 1997 yılında üç Grammy ödülü kazanan “Time Out Of Mind”a kadar olan sürede hiçbir yeni şarkı yayımlamamıştı. Aslında bu son albümde müzikal anlamda büyük bir yenilik sunmuyor Dylan. Hatta Muddy Waters’dan, Merle Haggard’dan, Carl Perkins’den eski folk ve blues şarkılarını alıp, rock and roll ve country müzik öğeleriyle harmanlayıp kendine özgü yorumuyla seslendiriyor. Zaten Bob Dylan, folk baladlarının geleneksel biçimde söylenişine tutkun ve dijital kayıtları da değersiz işler olarak değerlendiriyor.

Dylan’ın sesi yine o bildiğimiz çatallı ses, fakat 65 yaşında artık daha rahatlamış bir müzisyenin kendinden emin söyleyişi hakim tüm albümde. Ancak bana göre, bunların hiçbiri “Modern Times”ın iyi bir albüm olarak görülmesinin nedeni değildir.

Dylan’ın asıl cevheri, o gerçekçi, alaycı, zaman zaman da esprili diliyle, Amerikan deyimlerini son derecede incelikle kullandığı şarkı sözü yazarlığındadır. İçinde yaşadığı toplumu büyük bir ustalıkla resmeder albümlerinde. Her şarkısı baştan sona ayrı bir hikayedir. O hikayeleri dinledikçe seversiniz onun şarkılarını.

Sanatçının prodüktörlüğünü de kendisinin yaptığı “Modern Times”da öne çıkan temalar aşk, din, ölümsüzlük ve dünyasal meseleler. “When The Deal Goes Down” adlı şarkıda ölümsüz aşktan söz ediyor usta müzisyen. “Yarın etramızda dolaşıp duruyor/Yaşar ve ölürüz, neden bilmeyiz/Fakat herşey bitip sona erdiğinde ben senin yanında olacağım” diyor.

Her ne kadar internet üzerinden yayın yapan Slate dergisinin müzik eleştirmeni Jody Rosen’in dediği gibi, “yılın en iyi sevişme albümü” olmasa da, Bob Dylan’ın bu albümü epeyce romantik ve elbette kadınlar şarkıların başrolünde. Evet, kadınlar… O kadar ki, “Thunder On The Mountain”de şaşırtıcı bir şekilde R&B’nin genç yıldızı Alicia Keys’i düşündüğünü bile itiraf ediyor Dylan.

1960’ların ünlü protest müzisyeninin bu son albümünde tek politik mesaj veren şarkı ise “Workingman’s Blues # 2”. Merle Haggard’ın şarkısına kendi sözlerini yazmış Dylan. “Para giderek azalıp eriyor/Yeni bir yolda yürüyoruz/Yurtdışında yarışırsak düşük ücretlerin bir gerçek olduğunu söylüyorlar” diyerek emekçilerin küreselleşme karşısındaki koşullarından söz ediyor.

Amerika’da geçtiğimiz yıl meydana gelen Katrina kasırgasına gönderme yapan bir felaketi anlatan “The Levee’s Gonna Break”, gerçekte daha önceleri Led Zeppelin’in de yorumladığı bir Memphis Minnie klasiği. Dylan, yazdığı yeni sözlerde krizin aşılması için aşka ve sevgiye sarılmayı öneriyor.

Bu noktada iyimser bir bakış açısı var. Fakat yine de albümü dinleyince asıl öne çıkan duygu, modern zamanlara getirilen eleştirel bakış açısı ve eski günlere duyulan özlem. Bu bakımdan, Charlie Chaplin’in 1936 tarihli filmi “Modern Times”a atıf yapan albüm adı da bir tür ironi olsa gerek.

Bob Dylan’dan hoşlanmayabilirsiniz, müzikal yaklaşımını beğenmeyebilirsiniz. Benim gibi, şarkı sözlerini fazla ruhani bulabilir ya da Dylan’ın kısa bir zaman önce neden ünlü iç giyim markası Victoria’s Secret’ın reklam filminde rol aldığını da anlamamış olabilirsiniz. Bob Dylan’ın müziği sizi heyecanlandırabilir ya da sıkabilir; sesini sevebilirsiniz ya da dayanamayabilirsiniz. Fakat bunlar onun şarkılarıyla hikayeler anlatıp, yaşadığı çağa ayna tutan büyük bir ozan olduğu gerçeğini değiştirmez.

“Modern Times”, felsefi, dini, ruhani, dünyevi meseleler üzerine çarpıcı, akıllıca ve kurnaz ifadelerle yoğrulmuş bir country blues albümü ve Dylan’ın kariyerinin en başarılı çalışmalarından biri.

9 Eylül 2006 Cumartesi

Fotoğraflarla Zamanda Yolculuk


Gökşin Sipahioğlu 'nun ''Doğru Yerde Doğru Zamanda'' başlıklı retrospektif sergisi 6-7 Eylül'ün yıldönümünde İstanbul Modern'de açıldı. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir Türk ve dünya basın fotoğrafçılığının en önemli isimlerinden biri olan Sipahioğlu'nun 127 adet siyah-beyaz fotoğrafından oluşan sergi, 26 Kasım'a kadar sürecek.

Foto muhabirliğine yaptığı katkılarla tarihe geçen Sipahioğlu, Sipa Press Fotoğraf Ajansı'nın kurucusu ve yöneticisi olarak dünya çapında başarı kazandı. 1955 yılında meydana gelen 6-7 Eylül Olayları sırasında İstanbul Ekspres'in yazı işleri müdürüydü. Gazetede olayla ilgili yayımlanan haber nedeniyle eleştirilere hedef oldu.

1956'da yaşanan Süveyş Krizi'ndeki ''Sina Çatışması''nı izledi. 1962'de ''Füze Krizi'' sırasında, giriş çıkışların yasaklandığı Küba'ya, denizci pasaportuyla giden tek gazeteciydi.

1960'larda Enver Hoca 'nın diktatörlüğünde kimsenin giremediği Arnavutluk'a 1961'de savaştan sonra giden ilk Batılı gazeteci oldu. 1958'de komünist ülkelere savaştan sonra giren ve 1949'da Mao Zedung'u iktidara taşıyan devrimden sonra 1965'te Çin'e giden ilk Türk gazetecisiydi.

Bugünlerde anılarını yazan Sipahioğlu'yla gazetecilik ve fotoğraf üzerine söyleştik.

Sizin biyografinize baktığımda dünya ölçeğinde çok başarılı bir meslek hayatınız olduğunu görüyorum. Merak ediyorum, acaba hiç içinizde kalan, ''Şunu da yapsaydım'' dediğiniz bir şey var mı?

Doğrusu tekrar bir akşam gazetesi çıkarmak isterdim. Fakat akşam gazetesi eskiden çok önemliydi. Tabii televizyon çıktıktan sonra bu önemini kaybetti. Ama şimdi de buna biraz olanak var aslında. Avrupa'da, Paris'te buna benzer projeler var. Ücretsiz satılan, akşamları 400 bin basan gazete çıkarmak istiyorlar, ki çok önemli Fransa için. Belki onu yapmak isterdim.

Fransa'da mı Türkiye'de mi?

İki yerde de olabilir. Burada dağıtma olanağı daha kolay. Fransa'da o kadar kolay değil. Burada vapurla, trenle, tramvayla gelip giden çok. Dağıtma yerleri çok olduğu için daha ilginç.

Burada en büyük sorunlardan biri de dağıtım konusunda yaşanıyor aslında...

Öyle mi? Ama şimdi yasaklayabilirler mi böyle dağıtmayı? Türkiye'de önemli olan bitaraf, yani hiç kimseye bağlı olmayan bir gazetenin çıkması.

Akşam gazetesi çıkarmak dışında yapmayı istediğiniz başka bir şey var mı?

Tekrar fotoğraf çekme imkanı vardı ama, onu da yapamadık. Sipa'dan ayrıldıktan sonra en büyük isteğim, Irak'a gidip Saddam 'ı bulmaktı, fakat ben daha gidene kadar Saddam hop diye yakalandı, bütün fotoğraflar çekildi. Çekilmeyen resim kalmadı.

Keşke yapmasaydım dediğiniz bir şey var mı?

Zannetmiyorum, yok.

6-7 Eylül Olayları'nın büyümesinde size sorumluluk yükleniyor.Bu konuda görüşünüzü alabilir miyim?

O tabii çok iğrenç ve yalan bir şey.

Bir süre önce de Hürriyet gazetesinin eski genel yayın yönetmenlerinden Muammer Kaylan'ın yazdığı ''Kemalistler'' adlı kitapta okudum. Orada da bu olaydan söz ediliyor. Atatürk'ün Selanik'teki evinin bombalandığını duyuran haberinizin yayınlanmasıyla İstanbul Ekspres'in satışının 30 binden 300 bine çıktığı yazıyor.

Ne vakit çıktı bu kitap?

Türkiye'de bu yıl yayımlandı. Fakat siz daha önce bu yöndeki iddialara yanıt verdiniz. Ben onları tekrar sormak istemiyorum. Sormak istediğim şey, siz bunların doğru olmadığını söylediniz, fakat bir yandan da bunu yaptığım için pişmanım, şimdi olsa yapmayabilirdim diyorsunuz...

Bunlara en güzel cevabı bu serginin kataloğunda Tufan Türenç yazdı. Bu şimdi şey gibi; geçenlerde Lübnan'da Hizbullah ne dedi; bu iki kişiyi kaçırdık. Eğer böyle bir sonuç olacağını bilseydik yapmazdık, dedi. Bizim habere gelirsek, zaten olaylar başlamıştı. Böyle bir haberi vermemek gazetecilik yapmamak demek. O vakit televizyon yoktu. Biz bu haberi nereden aldık? Ajanstan ve radyodan aldık. Abartılmış denmesi de yalan. Gayet tabii ki, cinayet olduğunda ya da bir adam idam edildiğinde haber büyük veriliyor. Atatürk'ün evine bomba konuldu. Bombayla hasara uğradı. Bütün gazetelere yalan attılar, bomba atıldı diye haber verdirdiler. Yalan. Manşetin altında da Yunan hükümetinin verdiği tebliği yayınladık. Yunan hükümetinin bu işle hiçbir ilgisi yoktur diye. Ama tabii elli yıl sonra bana telefon eden iki kişi oldu. Bir Altan Öymen , bir de Zaman gazetesi. Bir de Özgen Acar'la konuştuk. Onun dışında bu olayın 50. yılı vasıtasıyla bütün yazılanlar benimle konuşulmadan oldu. Kimse bana telefon bile açmadı. Halbuki gazetede benim dışımda başka insanlar da vardı, onlar aranabilirdi. Ben, böyle olacağını bilseydim o haberi vermezdim dedim. Gayet tabii. Türk tarihinin en feci bir olayı. Türkiye'ye daha büyük bir kötülük yapılamazdı. Elbette ki böyle olacağını bilseydim, belki es geçilebilirdi bu dedim. Ama yine de diyorum ki, böyle bir olay olduğu vakit bunun üzerinde durmak şarttır gazetecilikte. Düşünmeden böyle 300 bin bastı deniyor. Şimdiki rotatiflerle bile 300 bin zor. Biz o haberi saat 01.00'da aldık. Gazete 04.30'da baskıya çıktı. O kadar zamanda zaten nasıl olacak? Söyledim onu daha önce, bilmem okudunuz mu?

Okudum, evet.

Her gün bankaya para yatırılıyordu. İki bobin, iki bobin.... Bir kere 300 bin basabilmek için o kadar kağıt bile bulmak imkansız. Sonra o kağıtları nereye getirecekler, nereye koyacaklar, kim taşıyacak? Saat 5'te başladı baskı. 8'de bitti. Zaten hava karardıktan sonra gazete basılmaz ki. Üç saatlik bir sürede oldu. Bizim o günkü tirajın otuz bine vardığını bile sanmıyorum. 20-25 bin filandır en fazla. Gazetenin o vakit saatte 10 binden fazla basan bir makinesi yoktu. 50 senelik bir rotatifti o. Neler yazmadılar o konuda? Gazete daha önceden basılmış. Yunan hükümetinin tebliğini nasıl koymuşuz.

Bu konu üzerindeki tartışma elbette konunun önemi nedeniyle hiç bitmeyecek.

Doğru dürüst bir gazetecilik olsa, böyle diyenlere karşı bir de onların dediklerinin neden olmayacağına bakmak lazım. Ben güya Mithat Perin'le beraber Adnan Menderes'le buluşmuşum, öyle karar verilmiş. Ben Adnan Menderes'e hayatımda bir defa rastladım. O da, bir basın toplantısında. Ona sual sorduğum için ertesi günü beni gazeteden attırdı. 1956 senesiydi. 1955 senesindeki olaylardan dolayı onunla bir ahbaplığımız olsa, beni gazeteden attırmazdı. Dünya kupası için futbol maçımız vardı. Ona biz katılmadık ve hükmen mağlup olduk. Onu sordum, niçin böyle yaptık dedim. Orada aramızda bir münakaşa çıktı. Ertesi gün Mithat Perin'e telefon edildi, ben yazı işleri müdürü olduğum gazeteden ayrılmak durumunda kaldım. Sonra 6-7 Eylül'ün bir tertip olduğunu bana ilk söyleyen Fahrettin Kerim Gökay oldu. İhtilalden sonra İsviçre'de büyükelçiyken onunla röportaj yapmıştım. Sonra Yassıada'da fazla bir şey açıklamadı ama biliyordu ama ne olduğunu.

Yıllar önde Sipa'yı 16 metrekarelik odada kurarken bu kadar büyüyeceğini hayal etmiş miydiniz?

Evet. Haldun Simavi bir gün Paris'te benimle beraberdi. ''Ne diye kuruyorsun böyle bir şeyi şimdi?'' diye sordu. Ben bunu Avrupa'nın en büyük ajansı yapacağım dedim.

Başarıyı yakalamanızı sağlayan temel neden sizce ne?

Benim işe gazetecilikten başlamam. Hem fotoğrafçı hem gazeteci hem de idareci olmam.

Hâlâ düzenli olarak fotoğraf çekiyor musunuz?

Hayır. Sipa'dayken fotoğrafçılığa devam etmemi fotoğrafçılar istemediler.

Neden?

Başında bulunduğunuz bir ajansta aynı zamanda fotoğraf da çekerseniz rekabet yaratırsınız, o bakımdan.

Aslında bir özveri gibi geldi bana bu.

Maalesef öyle.

Bugünkü Türk basınında fotoğrafın kullanımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün Türk basınında bana en çok acı çektiren şey, hala fotoğrafa yeterli önem verilmemesi. Bir de gazetelerde foto editörü yok. Yani diğer memleketlerde, mesela Time mecmuasında yalnızca kapak resimlerini seçen bir yazı işleri müdürü var. Burada gazetelerde resim altı bile koymuyorlar. Fotoğrafçının ismini yazmıyorlar. Yoksa Türkiye'de çok iyi fotoğrafçılar var.

-

3 Eylül 2006 Pazar

Kulağınız İçin Sinema


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/2 Eylül 2006

Bazı albümler vardır; grubu tanımasanız da içindeki şarkılara bakar alırsınız. İşte bunlardan biri, Nouvelle Vague adlı grubun kısa bir süre önce yayımlanan ikinci albümü “Bande A Part”. Listedeki bazı şarkıları görünce ne demek istediğimi anlayacaksınız: Echo and The Bunnymen’den “The Killing Moon”; The Buzzcocks’tan “Ever Fallen In Love?”; Visage’dan “Fade To Grey”; Bauhaus’dan “Bela Lugosi’s Dead”; New Order’dan “Blue Monday”; The Sound’dan “Escape Myself”; Blondie’den “Heart Of Glass”; Yazoo’dan “Don’t Go”; Billy Idol’dan “Dancing With Myself”; The Cramps’den “Human Fly”; Blancmange’dan “Waves”…

Nouvelle Vague’u hiç tanımıyor olsaydım bile, benim böyle bir listeyi görüp es geçmem mümkün olmazdı. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi albümde “The Killing Moon”u görürsem o albümü tereddüt etmeden alırım. Çünkü nasıl yorumlanmış diye merak ederim. Eh, benim kadar şarkı takıntınız yoksa bile, albümde yer alan şarkı listesinin çok iyi olduğunu kabul etmeniz gerek.

Kendi isimlerini taşıyan ilk albümleri ile tüm dünyada haklı bir üne kavuşan grup, yeni albümünde, punk, post-punk, new wave gibi müzik türlerinin sevilen şarkılarını bossa nova tarzında yeniden yorumlamış. Fransızca’da “yeni dalga” anlamına gelen “Nouvelle Vague”, gerçekte Marc Collin ve Olivier Libaux adlı iki müzisyen tarafından kurulmuş; fakat albümdeki cover’ları o şarkıları daha önce hiçbir yerde duymamış olan kadın şarkıcılar seslendiriyor. Bu yöntemin amacıysa, her bir yorumun kendine özgü olmasını sağlamak. Kimi şarkıları dinlerken, “Ben bunun orijinalini tercih ederim,” demeniz mümkün olsa da, bu durum albümün bir bütün olarak kayda değer bir çalışma olmasını engellemiyor.

Geçtiğimiz yıl İstanbul’da Babylon sahnesinde bir konser veren Nouvelle Vague, eminim müzikle yakından ilgilenenlerin dikkatinden kaçmamıştır. Eğer şu ana kadar onları duymadıysanız, “Bande A Part”ı dinlemenizi öneririm. Özellikle buğulu seslerin söylediği Fransız şansonlarının cazibesine kapılarak dış dünyadan bir süre için sıyrılıp başka yerlere gitmek istiyorsanız… Biraz melankoli, biraz hayal, biraz sinema… Hepsi “Bande A Part”ta.

Albümün ismi tanıdık mı geliyor kulağınıza? Haklısınız. Fransız yeni dalgasının müstesna ismi, yönetmen Jean-Luc Godard’ın 1964 tarihli ünlü filminin adıydı bu. Ne diyordu Godard filmin açışında; “İşte benim hikayem burada başlıyor!”. Nouvelle Vague da bu albümün her bir şarkısında ayrı bir hikaye anlatıyor. Visage’ın 1981 tarihli hiti “Fade To Grey”i şöyle açıklıyor Marc Collin: “Aklımda belli bir sahne vardı: Gözleri görmeyen genç bir kız Paris metrosunun içinde akordeon çalarak ‘Fade To Grey’i söylüyor ama kimse ona ilgi göstermiyor… Bu kulağımız için sinemadır.”

MOBY- DEBBIE HARRY İŞBİRLİĞİ

Modern müziğin ikonlarından Moby’den haber var: Ünlü müzisyen, 6 Kasım 2006 tarihinde “Go-The Very Best Of Moby” adlı bir best of albümü yayımlayacak. Bu yeterince iyi bir haber ama dahası da var. Albümün bir de sürpriz konuğu olacak: Debbie Harry! Evet, doğru okudunuz. 1970’lerin sonları ve 1980’lerde erkek egemen punk ve new wave sahnesinde ünlenen ve o dönemin en popüler rock and roll gruplarından Blondie’nin solisti olan Debbie Harry. Moby’nin yazıp bestelediği ve Debbie Harry’nin vokalde eşlik ettiği yeni şarkının adı “New York, New York”.

Müzikseverler bu yaz Manhattan’da gerçekleşen bu ilginç işbirliğinin sonucunu görmek için şarkının single olarak yayımlanacağı 23 Ekim tarihine kadar beklemek zorunda. Moby’nin bu ilk best of albümünde, sanatçının “Go”, “Why Does My Heart Feel So Bad?”, “Porcelain”, “In My Heart”, “Natural Blues”, “Lift Me Up”, “James Bond Theme” ve “Feeling So Real” gibi artık klasikleşmiş şarkılarının da aralarında olduğu toplam 15 şarkı yer alacak. Albümün Fransa’da yayınlanacak versiyonunda ise bir başka yenilik var. Moby, “Slipping Away” adlı şarkısında Fransızların Madonna’sı denilen Mylene Farmer ile düet yapmış.

Elbette, “Albümde şu da olsaydı keşke,” dediğim şarkılar da var ama best of albümlerin zorluğu da şarkıların seçimi olsa gerek; hele bu Moby gibi eklektik müzik anlayışıyla sayısız güzel şarkı bestelemiş bir müzisyenin albümüyse... Bugüne kadar Moby ne yayımladıysa hepsini dinledim, fakat bana onun en iyilerini 15 şarkılık bir albümde topla deseler, herhalde epeyce zorlanır, hangi şarkıları eleyeceğime karar veremezdim. Bu albüm, radyolarda ve televizyonlarda sıkça çalınan daha popüler olan şarkılara yer veriyor gözükse de, ünlü müzisyeni yeni dinlemeye başlayacaklar için oldukça iyi bir karışım sunuyor.

Yazıyı bitirmeden bir heyecan verici haber daha: Moby’nin ilk single’ı için çektiği video klipte başrolde disko kıyafetleri giymiş chihuaha cinsi bir köpek rol alıyor! Bunun yanı sıra, videoda oldukça ilgi çekici başka görüntüler de yer alacak. O da sürpriz olsun.

Translate