28 Ekim 2008 Salı

Muhteşem Bir Konser Albümü


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/25 Ekim 2008

Bugünlerde müzik marketlere uğrarsanız, raflarda efsane isimlerin yeni yayımlanan albümlerini göreceksiniz. Bunlardan birisi de, Pink Floyd’un eski gitaristi ve vokalisti David Gilmour’un “Live In Gdansk” adlı albümü.

Geçmişte fırtınalar estirip büyük izler bırakmış müzisyenler yeni albüm yayımladığında bir kuşku düşer insanın içine... “Bu albümde farklı ne olmalı ki almalıyım?” diye düşünerek incelersiniz CD’yi. Hele bir grubun hayranı iseniz ve bu nedenle geçmişte yayımladıkları bütün plaklara, kasetlere, CD’lere sahipseniz, yeni diye piyasaya sürülen albümün eskilerin bir tekrarı olmasından çekinirsiniz.

“Live In Gdansk”ı da biraz bu kuşkuyla elime aldım. Ve defalarca dinledikten sonra diyorum ki; sizin de böyle kuşkularınız varsa, bunların hepsini bir yana bırakıp bir an evvel bu albümü edinin.

DAYANIŞMA HAREKETİ'NİN YILDÖNÜMÜ KONSERİ

David Gilmour, 2006 yılı yazında gerçekleştirdiği dünya turnesinin son konserini 26 Ağustos'ta Polonya’nın Gdansk kentinde vermişti. Çünkü konser, Lech Walesa’nın önderliğinde yakın tarihin en büyük işçi hareketi olarak başlatılan Dayanışma Hareketi’nin 26. yıldönümüne adanmıştı.

İşte yeni yayımlanan “Live In Gdansk” albümü, elli bin kişinin katıldığı bu büyük konserin kayıtlarından oluşuyor. 2 CD olarak piyasaya sürülen albümün ayrıca DVD’li versiyonları da var.

1.CD, Pink Floyd’un 1973 tarihli “The Dark Side of the Moon” albümünden “Speak To Me”, “Breathe” ve “Time” ile açılıyor ve Gilmour’un “On An Island” isimli solo albümünden şarkılarla devam ediyor.

2.CD ise, tamamen Pink Floyd klasiklerine ayrılmış. Bu albümde, David Gilmour’un kendi adını taşıyan ilk solo çalışmasından ve “About Face” adlı ikinci albümünden şarkılara yer verilmemiş olması bir eksikliktir doğrusu. Bu durumda albümün öncekilerin bir tekrarı olduğunu düşünenler olabilir.

Fakat fark şu ki, Gilmour, “On An Island” albümünün tamamını ilk kez bu albümde bir orkestra eşliğinde çalıyor. Ayrıca 2.CD’de yer alan “High Hopes”, “A Great Day For Freedom” ve “Comfortably Numb” da, şef Zbigniew Preisner yönetimindeki Baltik Filarmoni Orkestrası ile birlikte yorumlanmış. Genellikle orkestra eşliğinde gerçekleştirilen rock kayıtlarında orkestra soundu çok belirgin olur. Oysa bu albümde ilginç bir şekilde orkestra öne çıkmamış. Bunu bir artı olarak gördüğümü belirtmeliyim.

Albümün bir diğer konuk sanatçısı, Polonyalı piyanist Leszek Mozdzer. Ünlü sanatçının “A Pocketful of Stones” adlı şarkıdaki performansı gerçekten büyüleyici. “A Great Day For Freedom”daki orkestra düzenlemelerinin de 2003’te yaşama veda eden Amerikalı besteci Michael Kamen tarafından yapılmış olması ayrıca kayda değer.

RICHARD WRIGHT’I ANARKEN...

Bütün bunlara karşın, Gilmour’un 2007’de yayımladığı “Remembering that Night” adlı konser albümünü hatırlayanlar, “Live In Gdansk”ın çok da farklı olmadığını düşünebilir. Gilmour, Royal Albert Hall’da verdiği o konseri de DVD haline getirmişti.

Ama yine de, Gilmour hayranı olmayanlar için bile bu albümün ayrı bir önemi olmalı. Çünkü Gdansk konserinde Roxy Music’in gitaristi Phil Manzanera’nın yanı sıra, Richard Wright da Gilmour’a eşlik ediyordu. Pink Floyd’un efsanevi klavyecisini “Comfortably Numb”ın vokallerinde de dinliyoruz bu albümde. Geçtiğimiz 15 Eylül’de kaybettiğimiz müzisyenin muhtemelen son kayıtlarıydı bunlar... Pink Floyd'un kurucularından Richard Wright’ı bir kez daha saygıyla anıyoruz bu vesileyle...

“Live In Gdansk”ı önemli yapan bir diğer etken de, Pink Floyd’un en güzel eserlerinden “Echoes”un 25 dakikalık versiyonunun albümde yer alması. Tek başına bu bile albümü arşive katmak için yeterli! Bu olağanüstü güzellikteki şarkıyı, hem CD'de hem de DVD'de dinlemek gerçek bir zevk.

Rock tarihinin gelmiş geçmiş en yetenekli gitaristlerden Gilmour’un bütün albümde saksafon ve vokallerdeki hakimiyeti de ayrıca dikkat çekici.

Yaklaşık iki buçuk saat süren iki CD’lik bu muhteşem albümü bir İstanbul-Ankara yolculuğunda dinledim. Bozkırlar daha güzel, gökyüzü rengarenk gözüktü gözüme. Çimenler daha yeşildi, ışık daha parlaktı...
Dünya bir başkaydı... Büyük Umutlar vardı... İki buçuk saatliğine...

18 Ekim 2008 Cumartesi

TV on the Radio'dan Akla Çağrı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/18 Ekim 2008

2003 yılında Brooklyn’in Williamsburg adlı bölgesinde The Stinger Club’dayız. Mekân ufacık ama yeraltı kültüründe ünü büyük... Daracık kapıdan girince kırmızı loş ışıklar altında bakımsızlığı gizlenmeye çalışılmış, salaş bir yer buluyoruz. İçerde adım atacak yer yok ve ortam havasız. Ama o gece için bunların fazla önemi yok. Çünkü farklı kültürlerin müziklerini dinlemek için bulunmaz bir yerdeyiz.

Meksikalılar'ın heavy metal’ini, Kübalılar'ın rap’ini ya da henüz kimsenin keşfetmediği yetenekli grupları mı dinlemek istiyorsunuz? The Stinger Club’a gidiyorsunuz. Roman kahramanı olabilecek nitelikte garip tiplerle mi karşılaşmak istiyorsunuz? Soluğu orada alıyorsunuz. Barın hemen arkasında “Soyun ve Al Bedava İçkiyi” yazan bir tabela duruyor...

Artık kapalı olan o barda bedava içki için soyunan hiç kimseyle karşılaşmadım, ama günümüzün en iyi gruplarından birini orada keşfettim. Brooklyn’in ünlü art rock beşlisi TV on the Radio’dan (TVOTR) söz ediyorum. Onları ilk kez The Stinger Club’ın ufacık sahnesinde çalarken dinledim. O dönemde daha çok, turntable, electronika ve hip-hop ağırlıklı bir müzik yapıyorlardı.

Aradan geçen yıllar, dördü siyah, birisi beyaz ırka mensup beş müzisyenden kurulu grubu, kendilerinin bile düşünmediği yerlere taşıdı. 2003 tarihli albümleri “Desperate Youth, Blood Thirsty Babes” çıktığında, yılın en çok konuşulan albümü oldu. 2006’da yayımlanan “Return to Cookie Mountain”, çok olumlu eleştiriler aldı. O albümde David Bowie ile işbirliği yapmış olmaları nedeniyle ayrıca dikkat çektiler.

ÖFKE VE DANS

Yeni çıkan üçüncü albümleri “Dear Science” ise, kanımca, hem kariyerlerinin en iyisi, hem de yılın en güzel albümlerinden birisi. İlk iki albümlerini de çok severek dinleyenlerden biriyim. Ama grubun bu defa daha geniş bir kesime hitap edebilecek bir albüm ortaya çıkardığını söylemek gerek.

Slant dergisi, “hiper-analitik bir müzik eleştirmeninin dışında herhangi bir insanın da hoşlanabileceği bir albüm” tanımlamasını yapmış. Karışık ve biraz zor bir müzik yaptıkları doğru ama o kadar da değil...

Post-punk, funk, rap, electro, drum & bass, caz, shoegaze, akapella, soul, hepsinin bir tür karışımı TVOTR’nun müziği. “Dear Science”da perküsyonu öne çıkarıp dans ağırlıklı bir albüm yapmışlar. Prince’i andıran gitar riff'leri LCD Soundsystem’i çağrıştıran dans ritimleriyle, çelik nefesliler Afrobeat vuruşlarıyla müthiş bir dinamizm içinde bir araya getirilmiş.

Ama dans deyince, sözlerin neşeli olduğunu düşünmeyin. Müzik hareketli olsa da sözler havadan sudan bahsetmiyor. Çözümü şöyle bulmuş grup: Kızgınlıklarınızı anlatırken dans etmenizi ve dans ederken de gülmenizi öneriyorlar... İçinde yaşadığımız sorunlara gömülmüş dünya düşünülecek olursa, pek de fena bir yöntem değil aslında...

TVOTR, bu albümde de yaşam, aşk, hayaller ve ölüm konularının etrafında dolanıyor. “Love Dog” adlı şarkıda, “Sabır bir değerdir/Sessizliği seni yakana kadar” diyorlar...Yine eleştirel hava seziliyor şarkılarda. Albümün herkesi dansa davet eden şarkısı “Dancing Choose”, kâr peşindeki medyanın haber bombardımanı altında kalan sokaktaki adamdan söz ediyor. Dönen planlarda hiçbir rolünün olmadığını ve görüşlerinin önemsenmediğini bir türlü anlayamayan adamdan...

Albümde yine politik yaklaşımlar var, yine kızgın ve eleştirel, ama Bush döneminin son günlerini yaşayan Amerika’da ortalıkta gezen umudun izleri de seziliyor. Bunun en iyi örneği, “Golden Age” adlı parçadan yansıyan iyimserlik. Mucizeler çağının yaklaşmakta olduğunu duyuran şarkının klibi de bu havayı yansıtıyor. Dans eden polislerin üniformalarının altından kalp motifleri ve gökkuşağı renkleriyle bezeli tişörtler çıkar mı? Şarkının videosunda öyle yapmışlar. Olur mu olur...

Belki fazla analitik olacak, ama bana göre “Dear Science”, 21. yüzyılın saçmalıklar silsilesi halinde gelişen toplumsal ve politik olayları karşısında akla bir çağrı. Albümün adının, grup elemanları stüdyoda çalışma halindeyken, gitarist/prodüktör Dave Sitek’in bir kağıda yazdığı nottan geldiğini düşünürsek, haksız da sayılmam. O notta şöyle yazmış Sitek: “Sevgili Bilim, lütfen sorunları çözmeye ve hastalıkları iyileştirmeye başla ya da kapa çeneni.

11 Ekim 2008 Cumartesi

R.E.M. ve Sonrası


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/11 Ekim 2008



Aranızda kaç kişi İstanbul’dan?” Kalabalıka yer alanların çoğunun eli havada.

Kaç kişi İstanbul dışından bu konser için geldi?” Ellerin bir bölümü havada.

Kaç kişi 1975’ten sonra doğdu?” Ellerin büyük bölümünün yine kalktığını gören R.E.M.’in 48 yaşındaki solisti Michael Stipe, bunun üzerine herkesi güldüren bir karşılık veriyor: “Ben de elimi kaldırıyorum. Çünkü harika görünüyorum!

Doğru söylüyor... Kesinlikle çok iyi görünüyor ve mükemmel sahne performansıyla alkışı fazlasıyla hak ediyor. Ufak tefek, incecik fiziğinden beklenmeyecek kadar enerji dolu. Michael Stipe’ın çekingen ve biraz da soğuk diye nitelenen bir kişiliği olduğu bilinir. Ama sahnede şarkı söylerken hiç de öyle değil. Üstelik kendisine özgü öyle bir dans edişi var ki, işte o ünlü dansı yaptığı zaman çekingenliğinden eser kalmıyor. Geçen hafta sonu Kuruçeşme Arena’da rock grubu R.E.M.’i dinlerken, sahne büyüsü denilen şey bu olsa gerek diyorum içimden...

Pozitif ve İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen S.O.S. İstanbul adlı etkinlik kapsamındaki konser, R.E.M.’in ülkemizdeki ilk performansıydı. 1980’de kurulan bir grup oldukları düşünülürse, oldukça geç geldiler.

Yeni albümleri “Accelerate”de yer alan şarkıların yanı sıra, eskilerden de çaldılar. Ve tabii dinleyicinin şarkılara katılımını da, her konserde olduğu gibi, yine o unutulmaz hitler sağladı. “Man On the Moon”, “Everybody Hurts” ile çoşan kalabalık, “Losing My Religion”ı hep birlikte söyledi. Obsesif ve karşılıksız aşkın adeta marşlarından biri olan bu şarkıyı on bin kişinin birlikte seslendirişi, görülmeye değer bir manzaraydı doğrusu.

İki saatlik konser sırasında, her zamanki gibi politik mesajlar vermeyi de ihmal etmedi Michael Stipe. Bir Amerikalı olarak bu yıl sonunda hükümetlerinin değişecek olmasından mutluluk duyduğunu söyledi; Barack Obama’ya ve yürüttüğü kampanyaya teşekkür etti. Yaklaşık 8 yıldır Bush hükümeti altında yaşamak, birçok Amerikalı için utanç nedeni gerçekten... Stipe’ın sevincini anlamak hiç zor değil.

S.O.S.’İN ÖNEMİ

Aynı zamanda Kuruçeşme Arena’nın sezon kapanış etkinliği olan S.O.S. İstanbul hakkında da söylenmesi gereken bazı konular var. Öncelikle biz de Michael Stipe gibi birincisi gerçekleştirilen bu organizasyonu düzenleyenlere teşekkür ediyoruz.

R.E.M.’le birlikte, İngiltere’den Spiritualized, ülkemizden Ayyuka ile Mor ve Ötesi’nin de katıldığı, bütün güne yayılan bir ilk buluşma oldu S.O.S. İstanbul. Etkinlik sayesinde birçok sivil toplum örgütünün projelerini tanıtma olanağı bulması önemliydi. Konserler arasında sahnenin bu kuruluşların temsilcilerine bırakılması ve böylece dinleyiciler arasında bir “farkındalık” yaratılmaya çalışılması iyi bir fikirdi.

Fakat kanımca, konuşmaların yapıldığı sırada ses düzeyinin yetersiz kalması bir eksiklikti. Çünkü arkalara doğru gidildiğinde konuşmacıların anlattıklarını duymak neredeyse olanaksızdı. Tabii, sanki R.E.M. her hafta sonu orada konser veriyormuş gibi, müziği dinlemek yerine arkadaşlarıyla bağırarak konuşmayı tercih edenlerin, bir sivil toplum örgütünün temsilcisi konuşurken susmasını beklemek fazla iyimserlik... Dinlemeyi bilmeyen bir toplumda yaşıyoruz. Öğrenemememizin en önemli nedenlerinden biri de bu. Bir toplantıya katılanların dinlemesini bilmesi eğitim meselesi... Dinleyip anlamak ise bir başka mesele...

TEMA Vakfı’nın temsilcisi çevreyi korumaktan söz ederken, bir gencin, uzayan tuvalet sırasına bakarak, “Beklemektense ben denize işemeyi tercih ederim,” diye dalga geçişi inanılır gibi değildi. İnsan Hakları Örgütü’nün projeleri aktarılırken, kadınların yüzde yetmişinin partnerleri tarafından dövüldüğünü duyan delikanlının, “Bak bunu sevdim işte!” diye bağırışına ne demeli?

Elbette o etkinliğe gelen herkesin bu kadar bilinçsiz olduğunu söylemiyorum. Ama olaylara bu şekilde yaklaşan gençler de azımsanmayacak sayıda. Geçenlerde Baskın Oran, gençlerin 12 Eylül’de neler olduğundan haberlerinin bile olmadığını söylerken haksız değildi. Bunda suç kimindir? Giderek eğitimin içini boşaltanların tabii ki!

İşte bu nedenle S.O.S. İstanbul gibi, müziğin eğlenceden öte toplumsal duyarlılığı geliştirmeye de yarayabileceğini gösteren etkinliklere özellikle ihtiyaç var. Tepki göstermek, silkinmek ve inisiyatif alabilmek için! Hani belki uyku fizyolojizisinde REM Uykusu denilen duruma benzer bir şey olur... Hızlı göz hareketleri ile karakterize edilen, beyin aktivitesinin arttığı dönemdir bu. Bu evrede görülen rüyalar hatırlanır. Genel olarak bunun sonrasında birçok kişi uyanır. R.E.M. uzun süredir beklenen bir rüyaydı, sıra artık uyanışta...

5 Ekim 2008 Pazar

Kentler ve Kültür


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/4 Ekim 2008

Her gece yüzlerce konserin verildiği sayısız performans mekanına sahip bir kent New York; adeta bir "Jukebox" (müzik kutusu) gibi... Sokaklarda, metroda, restoranlarda sürekli değişik müzikler geliyor kulağınıza.

New York’un birçok karakteristik özelliği var; ama bana sorarsanız birincisi, müzik konusunda içinde barındırdığı seçeneklerin çeşitliliğidir derim. Öyle ki, Amerikalı gençlerin işlettiği bir Brooklyn kafesinde oturup bu yazıyı yazdığım sırada, Aşık Veysel’den “Uzun İnce Bir Yoldayım” çalıyor... New York’u tanıyanlar için şaşırtıcı değil tabii. Bu kentin her tür müziğe açık oluşunun demografik, sosyolojik ve ekonomik nedenleri var.

ÇOK KÜLTÜRLÜLÜĞÜN GETİRDİĞİ ÇEŞİTLİLİK

En önemlisi bir göçmen kenti New York. Kentte yaşayan her üç kişiden birisinin Amerika dışında bir ülkede doğduğu düşünülürse, durum daha iyi anlaşılır. Bu farklı insan grupları New York’a gelirken, elbette başta yemek ve müzik olmak üzere, kendi kültürlerine ait özellikleri de beraberinde getiriyor. Bu nedenle, kentin sokaklarında dolaşmak bile, insana kendisini müthiş bir çeşitlilik içinde hissettiriyor.

Bizim kentlerimizde eksik olan da bu... Kentlerde yaşayan farklı etnik gruplar yok oldukça, kültürel ortam tekdüze bir hal alıyor... Rant uğruna Sulukule’nin yok edilmeye çalışılması da, bunun son örneklerinden birisi. Kesin olan şudur ki, Sulukule ortadan kalkınca, sadece orada yaşayanlar değil, hepimiz kaybedeceğiz...

Çünkü diğer kültürlere kapalı bir ortamda doğup büyüyenler, farklılıklara tahammül gösteremiyor. Oysa demokrasi, farklılıkları zenginlik olarak yorumlayıp onlardan beslenen toplumlarda gelişiyor. Çinlisi, Japonu, İtalyanı, Meksikalısı, Afrikalısı, İspanyoluyla New York, herkesin kendi kültürünü yaşatıp diğerlerininkini de tanıyabildiği kocaman bir platform. Her yerden farklı melodiler yükselirken, parklar, sokaklar, meydanlar, aklınıza gelebilecek her yer performans mekanı...

PARAN KADAR KÜLTÜR

Diğer yandan, kentlerin kültürel ortamını belirleyen faktörlerin en önemlilerinden birisinin ekonomik etkenler olduğu da açıktır.

Son yılllarda en büyük kentimiz İstanbul’da konser ve festival organizasyonları oldukça hareketlendi. Bu sayede değişik grupları canlı dinlemek -tabii parası ve olanağı olanlar için- daha kolay hale geldi. Fakat İstanbul dışındaki kentlerin durumu kültürel faaliyetler açısından hiç de iç açıcı değil. Ankara bile bunca yıldır bu alanda gelişme gösterememiş, bir başkente yakışmayacak kadar kısır kalmıştır. Anadolu’daki diğer kentlerin hali ise çok daha vahimdir...

Akşam eve götüreceği ekmeğin parasını nasıl kazanacağını düşünen insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda, doğal olarak kültürel ihtiyaçlar bir lüks haline geliyor. Hayat standardının bizdeki gibi düşük olduğu ülkelerde, insanların yaşamdan beklentileri de asgari düzeye iniyor. Tek bir konsere gitmek, hatta tek bir CD almak bile, birçok kişinin aylık bütçesinde sarsıntıya yol açıyor.

Ülkemizde alım gücünün düşüklüğüne ek olarak, bilet fiyatlarının yüksek olması da düzenlenen etkinliklere ilgiyi azaltıyor. Kültürel faaliyetlere yatırım yapmak isteyen firmaların azlığı bir sorun... Yeterli mekanların olmayışı bir diğer sorun...

Ama bu ikisinin yanında bir tane daha sorun var ki, onun aşılması epeyce zor gözüküyor... O da, televizyon önünde zaman geçirmeye alışmış insanlarda bu tür etkinliklere katılma kültürünün gelişmemiş olması... Bir konser ya da tiyatro salonu bile bulunmayan kentlerde başka ne beklenebilir?

Kültürsüz kalkınma olmayacağını bilen Atatürk'ün direktifiyle kurulan Halkevleri'ni kapatanlar yanıt versin!

Translate