30 Aralık 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 145: Scott Walker - Bish Bosch (4AD)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 30 Aralık 2012


1960’lardan bu yana müzik dünyasının esin kaynaklarından birisi oldu Scott Walker. The Walker Brothers ile yaptıkları albümler, pop müziğin en esin verici çalışmalarındandı. Duyar duymaz ayırt edilen kendine özgü bariton sesiyle yorumladığı şarkıların gücü, solo kariyerinde de en güçlü yanı oldu ama asıl belirleyici olan avangart, deneysel alana duyduğu ilgiydi. Scott Walker’ın doğup büyüdüğü Amerika’yı terk edip İngiliz vatandaşlığına geçişiyle, solo çalışmalarında da bu rotaya yöneliş net bir şekilde ortaya çıktı. Scott, Scott 2 ve Scott 3 adıyla yayımlanan albümlerinde Broadway hitleriyle birlikte, Jacques Brel şarkılarını ve kendi bestelerini de yorumladı. 

Ünden, yüzüne patlayan flaşlardan hiç hoşlanmadı Scott Walker; sık sık kimsenin bilmediği yerlere gidip izini kaybettirdi. O kayboluşlar sırasında çağdaş ve klasik müzik üzerine yoğun çalışmalar yaptı. Sadece bir vokalist olarak değil, şarkı yazarı ve prodüktör olarak da yetkinliğini kanıtladı.

1969’da yayımladığı Scott 4’un başarısızlığından sonra plak şirketinin ticari albümler yapması için uyguladığı baskıya boyun eğdi. 1970’lerde arka arkaya çıkardığı bir dizi albüm, işleri daha da kötüye götürdü. O sırada çareyi alkolde aradığı günler oldu. 75-78 arasında yeniden bir araya gelen The Walker Brothers ile 75, 76 ve 78 yıllarında üç albüm yayınladılar. O yıllarda canlı performansa ilgisini de yitirmeye başlamıştı. Grubun plak şirketi ile anlaşması sona erince de, Scott Walker yeniden sessizliğe gömüldü. 

1974’te çıkan “We Had It All” adlı solo albümünden 10 yıl sonra 1984’te “Climate of Hunter” ile yeni bir solo çalışmasını yayımladı. Albümün kaydı yapılırken, hiçbir müzisyen daha önceden melodiyi bilmeden sadece kendi bölümünü çalmıştı. Önceden hiçbir demo kayıt yapılmamıştı. Çünkü Scott Walker her müzisyenin birbirinden bağımsız olarak kendi yoluna odaklanmasını istiyordu. Bu albüm de fazla ilgi görmeyince Virgin plak şirketi, onunla sözleşmesini iptal etti. 80’lerde başka albüm çıkarmadı Scott Walker. 

11 yıl sonra, rock ile klasik müziğin özgün bir bileşiminden oluşan, minimalist ve karanlık karakteriyle dikkat çeken bir art-rock şahaseri “Tilt” geldi. Bu aynı zamanda 2006’da “The Drift” ve 2012’de “Bish Bosch” ile devam eden üçlemenin de ilki oldu.

Walker’ın 2006’da 4 AD’den çıkan “The Drift”ten itibaren bu etiketle işbirliği devam ediyor. The Drift’te işkence, hastalık, Elvis Presley ve 11 Eylül gibi konulara odaklanıp deneysel çizgisini karışık ve anlaşılması daha zor bir aşamaya getirmişti. Üçlemenin sonuncusu “Bish Bosch”, ondan bir adım bile geri atmadığı gibi bana kalırsa daha da ileri gitmiş. 

Benim Scott Walker’ı uzun yıllardır takdirle izlememin ana nedenlerinden birisi olağanüstü sesiyse, bir diğeri de müziğe olan deneysel yaklaşımı; 50 yıldan fazladır müzik yapıyor ve artık öyle bir noktada ki, hiç kimse umurunda değil; sadece kendi kafasındaki neyse onu yapıyor. Yaratıcılığını tamamen özgür bırakan ender sanatçılardan birisi o. 


“Bish Bosch” çıkalı neredeyse bir ay oldu aslında ama yazı yazmadan önce haftalarca dinleyip iyice sindirmem gerekiyordu. Albümün tanıtım videosu kasım ayında yayınlanmıştı. 27 Kasım’da Twitter’a bir not düşüp şöyle demişim: “Scott Walker’ın yeni albümüne ait videoyu izleyince, sadece seslerle tiyatro oyunu yazdığını, oyunu zihnimizde canlandırdığını düşünüyorum.” Ben bunu yazdıktan üç gün sonra Pitchfork’ta bir Scott Walker röportajı yayınlandı. Orada röportajı yapanla Walker arasında aynen şu konuşma geçiyor: 

Pitchfork: Then there's all the other material-- this exotic and unusual instrumentation-- which I think of as a theatrical response to the lyrics.

SW: I think 'theater' is a very good word for it, because the lyrics call for that. The way we approach musicians calls for that as well, because we use the same guys, more or less. They're very good at receiving description and then being able to do it. They're great actor players in that sense. I think of the string section that way too. When we're in there, I always say, ‘Look, you're a character and you have to be individual.’ So even the strings have that kind of role, they're just not anonymous things.

“Climate of Hunter”ı kaydederken amaçladığını bu albümde de sürdürüyor Walker. Müzisyenleri “büyük oyuncular” olarak görüyor ve her birinin kendisine ait bir karakter taşımasını amaçlıyor. Yaylıların içinde yer alan bir kemancının bile diğer kemancılardan farklı olmasını arzuluyor. Bu bakış açısı, başlı başına bir devrimdir.

Albümün çıkış noktasında yine şarkı sözleri var. Eğer bir kağıda yazdığı sözler, ona yeterince canlı görünüyorsa, ancak o aşamadan sonra bir sonraki adımını planlıyor Scott Walker. Sesleri, yazdığı sözleri anlatmada birer araç olarak gördüğünden düzenlemeleri bir kenara bırakmış. Stüdyoda kendiliğinden kazalar yaşanmasını istiyor. Alışılmadık enstrümantasyonun ardındaki neden de bu. Mesela tubax denilen bir alet kullanılmış albümde. Bu arada tuba ile saksofonun bir tür karışımı olan bu aletten İngiltere’de sadece iki adet olduğunu öğrendim.


“Bish Bosch”u anlamak için öncelikle şarkı sözlerinde anlatılanlara bakmak gerekiyor. Albümün adı yani “Bish Bosch”u oluşturan iki kelimenin bir araya geliş öyküsü de ilginç. İngilizlerin bir işin yerine getirildiğini anlatmak için kullandıkları “Bish bosh bash” şeklinde bir deyim var. Oradan esinlenilmiş ama “bosh” kelimesinin “Bosch”a dönüşmesinin nedeni, 1450-1516 arasında yaşayan Hollandalı ressam Hieronymus Bosch. Albümde onun resimlerine referans yapılmadığını söylüyor Scott Walker ancak Bish ile Bosch’u yan yana getirip, dev bir evrensel kadın sanatçı hayal etmiş. Dil ile oynama çabası, en çok bu albümde bariz bir nitelik kazanıyor. Bunun işaretini daha baştan albüm adında veriyor.

Şarkılara ilham verenler arasında, Scott Walker’ın sıklıkla üzerinde durduğu hastalık, diktatörler, elini kana bulayan politik figürler ve ‘brown dwarf’ adıyla bilinen gök cisimleri var. Videosu yayınlanan teş şarkı "Epizootics!", 1940'larda hipster'ların bir şeyden hoşlandıklarında söyledikleri yaygın bir ifadeden alıyor ismini. İnsana özgü halleri bazen esprilerle, bazen de ürkütücü gerçeklerle anlatıyor şarkılar. “Bish Bosch”, Scott Walker’ın her zaman yaptığı gibi dinleyicinin yüzüne çarpıyor. Bu açıdan albümü Kafka’ya benzetiyor Walker. Okunan her satır, anlatılan her olay gerçekleri bir denge gözetmeden yüzünüze vuruyor. Bish Bosch, müziğin dinleyiciyi alışık olmadığı yerlere çekmesi amacını taşıyan bir müzisyen için oldukça tatmin edici bir kayıt. 

Scott Walker, sesini her zamanki gibi insanda istediği duyguları uyandırabilecek kadar büyük bir ustalıkla kullanıyor. Albümün karanlık yapısına uygun olarak bende en çok panik, korku, dehşet hislerini uyandırdı. Bu belki herkese hitap etmeyebilir ama ben dinlerken büyük haz aldım; aklımın içinde de ilk kez gördüğüm bir oyun sahnelendi. Kafam bazen karıştı ama merak ettim, ona 21 dakikalık şarkı yaptıran nedenlerin peşine düştüm. Olmadı bir daha dinledim. Bunları yaparken çok şeye şaşırdım ama tek bir şey tanıdıktı: Hiçbir zaman kolay yolu seçmeyen Scott Walker değişmemişti. Albümün arkasındaki entelektüel birikime, müzik endüstrisinin kurallarına karşı duran cesarete ve özgüvene saygı duydum. Her yönüyle yılın en yaratıcı albümü Bish Bosch. 

-

23 Aralık 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 144: Vladislav Delay - Kuopio (Raster-Noton)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 23 Aralık 2012

Farklı isimlerde farklı plak şirketlerinden birbiri ardına yayınladığı albümler ve Moritz von Oswald Trio gibi yer aldığı projelerle son yıllarda elektronik müziğin en saygın, en üretken isimlerinden biri haline geldi Sasu Ripatti. Finlandiyalı prodüktörün Luomo, Sistol, Uusitalo, Conoco gibi takma isimle yürüttüğü projelerinin arasında Vladislav Delay de var. Bugüne kadar ambient, house, tekno, glitch gibi elektronik müziğin türevlerine yayılan geniş bir ses paleti kullanan müzisyen, o palet üzerindeki renklerle insanı daha ilk bakışta içine çeken hipnotik bir müzik yapıyor.

Vladislav Delay adıyla Raster-Noton’dan çıkardığı “Kuopio”, ses macerasını 2011 tarihli albümü “Vantaa”nın bıraktığı yerden daha ileriye taşıyor. Birkaç ay önce çıkan 2 şarkılık “Espoo” EP’sinden sonra gelen bu yeni albüm, bana göre yayınladığı en iyi çalışmalardan birisi. Toplam 65 dakika süren 9 parçada minimal ve atmosferik bir soundu ritim ile melodiler arasında sıradışı bağlantılar kurarak elde etmiş.

Önceki albümlere göre daha geniş bir kitleye hitap etmesi muhtemel yeni bir rota belirlenmiş albümde. Ancak bu demek değil ki, Delay dinleyiciden büyük bir dikkat bekleyen müzik yapmayı bıraktı; aksine bu albüm de müziğe odaklanmayı gerektirecek kadar incelikli ama ritimler daha sürükleyici. Organik ve elektronik ortamda işlenmiş seslerin yarattığı birlikteliğe, ısrarlı ses tekrarlarına (Osottova ve Kuuluuko’daki gibi) özel ilgi göstermek gerekiyor.

Albümün basın bülteninde müzikte kendini hissettiren minimal yaklaşımın, Finlandiya’nın Kuzey Savonia bölgesindeki Kuopio kentinin ıssız çekiciliğini yansıttığını belirtilmiş. Kapaktaki sadelikle de örtüşen bir imajı var kentin. O kenti görmedim ama müziğin bana tanıttığı kadarıyla kendime yakın buldum. Issız çekicilik deyince hüzün ya da melankoli gelmesin aklınıza. Kuopio’yu dinlerken içinizi iyimser hislerle dolu bir enerji kaplıyor. Hatta “Hitto” adlı şarkıda kendinizi bedensel hareketlerle ritimlere eşlik ediyor bulmanız da şaşırtıcı olmaz.

Kuopio'yu dinlerken sanki çıkışa ulaşmak için birbiri ardına kapıları açıyorsunuz ama kapılar hiç bitmeyecek gibi hissediyorsunuz. Yine de bu his germiyor dinleyeni; herhangi bir baskı altında değilsiniz, bir sonraki kapıya büyük bir merakla uzanıyor eliniz. Arada kapıların rengi ve şekli değişiyor; yapıldıkları malzeme değişiyor, kimisi ağır kimisi hafif... Bir süre sonra eğlenceli bir hal alıyor bu çaba. Şu kesin ki ilerleme için o kapılara elinizi uzatmanız gerekiyor.

Ben Kuopio’yu dinlerken böyle bir oyun hayal ettim. 65 dakika boyunca insanı sarmalayan bir ses evreninde ana oyunculardan biriydim. Güzel bir deneyimdi.

21 Aralık 2012 Cuma

Günün Şarkısı: Penetration - Silent Community



Dinamo FM'deki (103.8 www.dinamo.fm) ilk Vegan Logic programımda Penetration'dan "Don't Dictate"e yer vermiştim. En sevdiğim punk rock gruplarındandır. Punk'ın akıllı yüzüdür Penetration; bana göre nihilist The Sex Pistols'dan çok daha önemlidir. Sözlerini özellikle okumanızı öneririm. Neden bunu günün şarkısı seçtiğim daha iyi anlaşılıyor o zaman.


There’s a lot of freedom
But not enough choice
Habits never change
And there’s only one voice
Fifty odds under 25’s
Are past the caring age
What will have to happen
Before the place can change

Nothing to do
And nothing to say
The silent community
Is here to stay
Opinions exhausted
But healthy and needed
Wake up to the future
You can’t over look it

Frightened to speak
Yeah, freedom of speech
Means nothing to most
And trouble if you preach it
Punished for speaking
And praised for the silence
Pent up emotion
Or modern day violence

Nothing to do...

Shout if you want to
Fight if you need to
Hesitations surging into view
Secret societies encouraged but untrue
Just say something
We all want to hear you

Nothing to do...

19 Aralık 2012 Çarşamba

Video: Dark Dark Dark @ Salon / 18.12.2012




16 Aralık 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 143: X-TG - Desertshore / The Final Report (Industrial Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 16 Aralık 2012 


1960’ların ünlü ikonu, şarkıcı, besteci, oyuncu ve model Nico’nun 1970 yılında yayımlanan “Desertshore” adlı albümü, 42 yıl sonra yeni bir yorumla karşımıza çıktı. Bu girişimin ardındaki isimler ise, endüstriyel, avangart ve görsel sanatlar grubu Throbbing Gristle’ın eski üyeleri; yani Peter “Sleazy” Christopherson, Chris Carter ve Cosey Fanni Tutti. Albüm kapağında grup adı olarak X-TG geçmesinin nedeni, Genesis P-Orridge’in 2010 yılında aniden gruptan ayrılması ve ardından da Sleazy’nin vefat etmesi.

Aslında TG’ın “Desertshore” projesi, 2007 yılında tam 3 gün süren stüdyo kayıtlarıyla başladı. 12 saat boyunca devam eden stüdyo çalışmaları halka açıktı ve sonuçta yapılan kayıt The Desertshore Installation adıyla 12 CD’lik bir box set olarak yayınlandı. Bu kayıtları elden geçirirken sonuçtan pek de memnun kalmadıklarından, Sleazy’nin isteğiyle “Desertshore”u tümüyle yeniden kaydetmeye karar verdiler. Sleazy ölünce de, onun isteğini gerçekleştirme işi geride kalanlara düştü. X-TG adıyla yayınlanan “Desertshore”da eski kayıtlar yer almazken, “The Final Report” adıyla çıkan ikinci CD’de Sleazy ile yapılan son çalışmalar var. Dolayısıyla Throbbing Gristle’ın perdeyi indirirken yaptığı bir albüme bu ismi vermesi çok anlamlı.

Genesis P-Orridge’in gruptan ayrılmasından sonra, Chris ve Cosey’in vokalist sorununu nasıl çözeceğini merak ediyordum. Bir süre sonra albümün konuk vokalistler ile kaydedileceği duyurulunca o isimlerin kim olacağı merak konusuydu. Sonuçta Antony Hegarty, Marc Almond, Blixa Bargeld gibi müzik dünyasının en özgün sesleri ve eski porno yıldızı/şarkıcı Sasha Grey, Fransız film yönetmeni Gaspar Noe ile çalışmaya karar verdiler, iki şarkıda da Cosey Fanni Tutti vokali üstlendi.

Bu şekilde çok vokalli bir albüm olunca zaten Nico’nun yorumlarından oldukça farklı sonuçlar alınması beklenen bir durumdu. Throbbing Gristle gibi bir grubun üyelerinin yaptıkları bir işe kendi ruhlarını koymamasını düşünemezdim. Chris ve Cosey’in vokalistlere şunu söylemiş: “Şarkıları nasıl istiyorsanız öyle söyleyin ama şunu da bilin ki biz albümü bitirdiğimizde sizin söylediğinizden tamamen farklı olabilir”. Nico’nun orijinal materyaline sadık kalma diye bir amaç hiç güdülmemiş; orijinal materyal tümüyle farklılaştırılıp yeni bir kimlikle anılmış.

Bu durumda bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Nico’nun “Desertshore”unda onun sesindeki duygusal derinlik ve kırılganlık belirginken, X-TG’nin “Desertshore”unda değişen karakterlerin karmaşıklığı ön planda. Nico’nun albümünde John Cale’in yaptığı neoklasik düzenlemeler, X-TG’nin albümünde elektronik dokular, güçlü bas rifleri ve sarsıcı ritimlerle çok daha karanlık ve agresif bir sounda bürünmüş. Ama işin içine var olduğu sürece insanın en karanlık ve zayıf yönlerini, ölümü, baskıyı, zulmü, pornografiyi konu edinen bir endüstriyel müzik grubu girince başka bir gelişme beklenemezdi zaten.

Antony Hegarty’nin “Janitor of Lunacy”deki vokal performansı, bana göre bugüne kadar duyduklarımın en iyilerinden. Sesi hüzünle eşleşen yorumculardan birisi Hegarty ama bu defa dinledikçe insana garip bir ürperti veriyor. Müzikteki huzursuzluğun, bakır nefeslilerin ve elektronik seslerin yarattığı gergin dokunun etkisi de var mutlaka ama Hegarty’nin sesini farklı işlemiş X-TG. 

Kontrabas ve perküsyonun ruh sıkıştıran (bu yanlış anlaşılmasın; müziğin ruhu sıkıştırmayı başarması benim nezdimde güzeldir) diyaloguyla başlayan “Abschied” adlı şarkıda Blixa Bargeld’ın yorumu beni olumlu anlamda şaşırrtı. Ondan çok daha sert bir vokal beklerken, sakin yorumuyla Nico’nun ruhunu en iyi o yakalamış. Anadilinin Almanca olmasının da buna katkıda bulunduğu söylense de bence Bargeld’ın sesindeki tınıların ustalığı sadece onunla açıklanamaz.

Marc Almond’un yorumunu Nico’dan bağımsız olarak çok beğendim. Nico’nun bu şarkıda piyano ve yaylılar eşliğindeki vokalinde kırılganlık değil, güç hissediliyordu. Marc Almond, romantik, sıcacık ve kırılgan. Bence her ikisi de olağanüstü güzel. Almond’un “The Falconer”ı bu yıl kulaklarımın duyduğu en güzel vokal performanslarından birisi.

Gaspar Noe ve Cosey Fanni Tutti’nin vokal performansları müziğin gerisinde kalmış, Sasha Grey’inki ise albümün zayıf noktası kanımca. Nico, Alman aksanıyla “You are beatiful and you are alone” derken ne kadar içtense, Grey aynı dizeleri söylerken o kadar yapay. “Neden diğer şarkıların kişilik değiştirmesine olumlu bakıyorsun da bunda farklı düşünüyorsun?” diye sormak hakkınızdır. İtirazım değişime değil, değişimin sonunda ortaya çıkan sentetik dokuya. Grey, kafası iyi bir haldeyken ne dediğini bilmeyen birinin bilinçsizce mırıldanmaları gibi söylemiş şarkıyı; oysa yapısı itibariyle özellikle çok bilinçli bir haldeyken içten söylenmesi gereken bir şarkı. Grey’in versiyonu hiç acıtmadı içimi... 

Sonuç olarak X-TG’nin “Desertshore”u, müziği tamamen bozup yeniden yapılandırmanın iyi bir örneği. Çıkış noktası Nico ama ondan epey uzakta. Nico gibi avangart, deneysel bir isme de böyle bir anma yakışırdı.


-

9 Aralık 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 142: Robin Guthrie - Fortune (Soleil Apres Minuit)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 9 Aralık 2012 


Cocteau Twins olmasaydı hayatım farklı olurdu” dersem abartmış olmam. Haklarında bu kadar iddialı bir sözü söyleyebileceğim birkaç isimden birisi bu grup. Neden bu kadar etkilendim onlardan? Elbette Elizabeth Fraser’ın sesinden yansıyan olgun melankolizmi ve yeri geldiğinde de tüm dünyaya meydan okuyan gücü çok sevdim. Ama o ses kadar etkili olan, ruhuma diğer müzik türlerinden çok daha fazla dokunan karanlık post-punk soundu idi. Gitara insani duyguları sözsüz anlattırma sanatında en yetkin müzisyen Vini Reilly. Robin Guthrie de onun yolunu izleyenler arasında. John Frusciante’nin açıklıkla ortaya koyduğu gibi, sadece teknikleriyle değil, enstrümanlarını çalarken yarattıkları duygusal dokuyla farklarını belli eden gitaristler bunlar. 

Cocteau Twins’in 1997’de dağılışı, benim gibi Robin Guthrie’nin gitarından çıkan tınılara tutkun olanlar için gerçek bir travmaydı. Ancak onun müzik yapmadan yaşayabileceğini hiç düşünmedim. Nitekim grup dağılınca Simon Raymonde ile Bella Union plak şirketini kurup, çeşitli işbirlikleri yaparak EP’ler yayınlamaya devam etti, remiksler yaptı, prodüksiyonu üstlendiği albümler oldu. Özellikle Harold Budd ile yaptıkları albümler, Guthrie sevenleri mutlu etmeye yetti. 2003 yılında çıkardığı ilk solo çalışması “Imperial” ile, işe çok daha sıkı sarıldığını, ambient/dream pop rotasında aynı kararlılıkla yürüdüğünü gösterdi. O günden bu yana, plak şirketi değişse de, 2-3 yıl aralıklarla solo çalışmalarını dinleyicileriyle paylaştı. 

Geçen yıl çıkardığı "Emeralds"tan sonra bu kadar kısa sürede yeni bir albüm daha beklemiyordum aslında. Yılın en güzel sürprizlerinden birisi oldu "Fortune". "Emeralds" için yazdığım yazıda, "Albümü dinlerken kendinizi bir rüya aleminde sanıyorsunuz; duvarlarda ağaç resimleri, tavanda gökyüzü görünüyor adeta. Guthrie'nin gitardaki olağanüstü yeteneği, size kendi filmizi hayal ettiriyor" diye yazmışım. Fortune”, Guthrie’nin solo albümlerini bilenler için benzer bir sıcaklığı ve ustalığı yansıtıyor. Müziğinin temel çıkış noktası yine kendi duyguları, her zamanki gibi olanca içtenliğiyle onları melodilerle aktarıyor. 

Basın bülteninde Guthrie’nin müziğe yaklaşımının bir ressamın ya da fotoğraf sanatçısının yaklaşımına benzediği yazılmış. Bir ressam/fotoğrafçı nasıl ışık ve gölgeler, çerçevede yer alacak unsurlar, onların pozisyonları ve renkler konusunda ayrıntılı çalışmalar yaparsa, o da, enstrümandan çıkan her bir tını, iç içe geçen melodiler ve düzenlemeler konusunda aynı özeni gösteriyor. Derin bir duyarlılıkla öyle kendine özgü dokular kuruyor ki, dinlediğiniz anda “Bu, Robin Guthrie!” diyorsunuz. 

Toplam 40 dakikalık albümde “Tigermilk”, “Perfume and Youth”, “And So to Sleep, My Little Ones” gibi atmosferik sounduyla insanı hayal dünyasına sürükleyen şarkılar da var, “Circus Circus”, “Kings Will Be Falling” gibi shoegaze tarzı gitarın bir adım öne çıkıp sesini daha güçlü duyurduğu şarkılar da. Bu şarkılar, kapaktaki zarların da işaret ettiği gibi, belirsiz bir geleceğe doğru akan zaman içinde her türlü duyguyu barındırıyor; daha umutlu anları da (Like Water in Milk), geçip giden ve belki de bir daha asla yaşanmayacak olan anlara duyulan özlemi de (Forever Never)... 

Beni 10 şarkının  içinde en çok etkileyen “Forever Never” oldu. Robin Guthrie yine yaptı yapacağını; yine o çok sevdiğim kırılganlığı atmosferik bir soundla en güzel şekilde hissettirdi bana. Herhangi bir söze gerek yok ne demek istediğini anlamam için. 4 dakikada bana hayatın özetini yaptı. Bunu gitarla bir Vini Reilly yapıyor, bir de o. 19 Ocak’ta Borusan Müzik Evi’ndeki konserinde buna canlı tanık olmayı umut ediyorum. Eşsiz bir an olacak; başımı öne eğip yavaş yavaş akan bir film şeridi gibi yine ve yeniden izleyeceğim o özeti. 

-
-

“KONUŞMADAN SÜREN BİR SÖYLEŞİ”



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 9 Aralık 2012 

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın 40. yıl etkinlikleri cuma akşamı verilen bir konserle son buldu. Haliç Kongre Merkezi’ndeki konserde, çağımızın en saygın şeflerinden Zubin Mehta yönetimindeki Floransa Maggio Musicale Orkestrası, ünlü piyano ikilisi Güher ve Süher Pekinel’e eşlik etti. Konserden önce 76 yaşındaki Hint asıllı Şef Mehta ile sahne arkasındaki odasında konuşma olanağımız oldu.

Konsere az vakit kaldığı için sadece 15 dakikamız vardı. Teknik bir sıkıntıya aklı takıldığı için röportajın başında biraz canı sıkkın gibiydi Mehta'nın. Herkesin çevresinde "Maestro!" diye koşuştuğu ünlü orkestra şefiyle konuşurken başlangıçtaki o sıkıntılı halinden eser kalmadı. İlginçtir; kendi ailesi hakkında konuşmaktan pek hoşlanmıyor ama konu ne zaman politikaya ve kurduğu vakfa gelse büyük bir heyecanla dile getiriyor sözlerini. Bana göre söyleşimiz boyunca söylediği en ilginç söz, "1600'lerin, 1700'lerin rock'ını çalıyoruz!" oldu. Klasik müziği hiç o şekilde düşünmemiştim. Benim için farklı bir bakış açısı oldu.

Bombay’da (Mumbai) kısa bir tıp eğitiminden sonra, başka bir kariyer yapmayı seçtiniz ve 18 yaşında Viyana’ya gidip profesyonel müzik çalışmalarınıza başladınız. Müziğin peşinden giderken hissettiğiniz neydi?  

Hindistan’da çocukların hangi eğitimi alacağına aileler karar verir. Benim ailem de müzikle çok iç içe olmasına karşın doktor olmamı istiyordu. Evde bütün gün müzik çalardı, babam kendisi müzisyendi, annem piyano çalıyordu ama iş bana gelince tıp eğitimi almamı istemeleri gerçekten tuhaftı. Babamın yolundan gitmem gerekirdi, kendisi beni öyle yetiştirmiş, içime müzik sevgisini zerketmişti. Tıp eğitimi almam hiç doğal bir durum olmazdı. 

Önce piyano çalışıp, sonra kontrbas çalmışsınız. Orkestra şefliğine geçişiniz nasıl oldu?
Tıp eğitimi değil müzik eğitimi almaya karar verdiğim anda aklımda orkestra şefi olmak vardı. 

Hindistan’da 5-6 yaşlarındayken sebze tarlalarında durup hayali orkestraları yönettiğinizi okumuştum bir yerde. Doğru mu bu?

Yapmışımdır ama tam hatırlamıyorum o dönemleri. Orkestra babamın asıl işiydi. Kemancıydı ama Bombay Senfoni Orkestrası’nı o kurdu ve şefliğini yaptı. Benim de başka seçeneğim yoktu.

"1600'LERİN, 1700'LERİN ROCK'INI ÇALIYORUZ!" 


Size göre bir orkestra şefinde olması gereken nitelikler nedir?

Önce bilgi gerekir. Esin verici olmalı. İletişim kurma gücüne sahip olmalı. Biz orkestra ile bir eser çaldığımızda iletişim kuruyoruz. Tabii bunu ellerle yapıyoruz ama bu görünüşte öyle; esas olarak gözlerle konuşuyoruz. Provalarda orkestra üyelerinin bana ne verebileceği, benim onlara ne verebileceğim ortaya çıkıyor. Mesela bu akşam birlikte çalacağımız Floransa Maggio Musicale Orkestrası’nda şu anda her solist dünya çapında kaliteye sahip. Daha önceleri öyle değildi ama 25 yıl sonra kurduğumuz iletişim sayesinde her solist, diğerinden daha iyi duruma geldi. Hepsi çok iyi müzisyen ve bana ne istediklerini de gösteriyorlar. Eğer tamamen benim aklımdaki konseptten farklı bir şey yaparlarsa, onlara saygı içinde bunu istemediğimi anlatırım ve onlar da beni ikna etmeye çalışır. Benim bütün kapılarım açık. Aramızdaki iletişim, konuşmadan sürekli devam eden bir söyleşidir. İnanın bana bu daima gizemini koruyan bir deneyim. Ama sorunuza yanıt olarak, bütün bunların öncesinde şart olan bilgidir. Farklı tarzlar hakkında bilgimiz olmazsa olmaz. Biz 1600’lerden de çalıyoruz. Avrupa’da her 50 yılda bir tarzlar değişti. Bütün bu farklılıklara hakim olmamız lazım. Çünkü biz dün yazılıp bugün çalınan bir müziği yorumlamıyoruz. Bazı rockçılar bunu yapıyor, dün yazdıklarını bugün çalıyorlar ama onların ne kadar kısa sürede ortadan yok olacağı bilinmez. Biz 1600’lerin 1700’lerin rock’ını çalıyoruz! O dönemlerin tarzına hakim olmak zorundayız.

Sahneye çıkmadan hemen önce kendinizi konsere hazırlarken aklınızdan neler geçiyor?

Bu iyi bir soru. Hazırlık sadece o anda olmuyor, bir süreç bu. İsteğiniz dışında bütün bu deneyim aklınızda yer ediyor. Bazen bir şeyi hatırlamaya çalışıyorum ama yanıtı aklıma gelmeyince açıp kitaba bakıyorum. Konserlerden önce aklımın içinde sürekli dönüp duran şeyler var. Sahneye çıkmadan önce de aynısı oluyor. 

Bir orkestra şefinin performans sırasında yapmaktan kaçınması gereken şey ne?

Bestecinin eseri yaratırken yansıttığı histen, düşünceden uzaklaşmamak. Biz bestecinin kağıda döktüklerini yorumluyoruz. Bazen onun düşüncesinden uzaklaşılarak farklı bir yöne doğru gidilebiliyor. Her zaman olmaz bu ama özellikle gençler yapar. Teknik yönlerini göstermek isterler ve ondan sonra “Beethoven nerede?” diye sorarsınız. Gençlere de olabilir bana da. İnsanın bunu aklında tutması lazım. 

Konserlerin sonunda yüzünüzü dinleyicilere döndüğünüzde ayakta alkışlayan insanları gördüğünüzde ne hissediyorsunuz?

Birisinin size teşekkür etmesi harika. Yaptığınız işin takdir görmesi çok sevindirici. Ama işin gerçeği şu ki, kendimi en sert şekilde yargılayan da benim. Herkes ayakta alkışlasa da performans iyi değilse iyi hissedemem. Bu bazen oluyor. 

1995’te  Bombay’da babanızın adını taşıyan Mehli Mehta Vakfı’nı kurdunuz. Hayatınızda şu anda büyük yeri olan bu kurumla ne yapmayı amaçladınız?

Hindistan’ın her yeri müzikle dolu; Çin ve Japonya’dan da fazla. Onların da müzikleri var elbette ama müzik Hindistan’da her yerden, dört bir yanından fışkırıyor. Fakat Batı müziği Çin ve Japonya’nın kendi müziği gibi oldu. Beethoven’ın 9. Senfonisi’ni o ülkelerde çaldığınızda bilet bulamazsınız. Çünkü kendi müzikleri fazla gelişemedi. Edebiyat ve resim alanında geliştikleri kadar müzikte gelişemediler. Japon klasik müziği deseniz, sokaktaki Japon bilmez. Bu anlamda tamamen batılılaştırıldılar. Bugün herhangi bir Çin kentine gittiğinizde sokakta hep kot pantolonlu ve tişörtlü insanlar görürsünüz. Herhangi bir Hint kentine giderseniz, ara ara o tarz giyinenler de görürsünüz ama yüzde 80’i geleneksel kıyafetler içindedir. Çin’de Guangzhou’ya gittiğinizde kendinizi Pittsburg’da sanabilirsiniz. Hindistan’da müzik atmosferi de büyük çapta sadece Hint müziğiyle bezeli. Büyük kentlerde bazı aileler, çocuklarının Batı müziği eğitimi almasını da arzuluyor. Okulda Hint çocuklarına Batı klasik müziği konusunda da eğitim verilmesi için kurduk vakfı ve şu anda bu tür eğitimi almak için sırada bekleyenler var. Ne yazık ki çok iyi öğretmenlerimiz yok. Avrupa’dan ya da Amerika’dan öğretmenlerin oraya giderek 6 ay ya da 1 yıl kalması, böylece hem öğretmenleri hem de çocukları eğitmesi gerek. Bu tür insanları bulmak zor. Çünkü Avrupa’da kariyerlerine ara verip bunu yapmak istemiyorlar. 

Vakıftan bahsederken heyecanınızı hissedebiliyorum.
Evet, öyle. Benim babam hayatı boyunca çocukları, gençleri eğitti. Ben Hindistan’da yaşamıyorum ama onun başlattığını bir şekilde devam ettirebilirsem bu büyük mutluluk olur. 

İSRAİL'DEKİ BU HÜKÜMETLE BARIŞ ZOR


Orkestra şefi Daniel Barenboim yakın arkadaşınız ve kendisiyle müzik aracılığıyla İsrail ve Filistin arasında barış sağlamak için çalışmalar yaptınız. Sizce müziğin insanların farklı bakış açılarındaki mantığı görmeleri konusunda nasıl bir yardımı olabilir?

İsrail’deki bu hükümetle hiçbir şekilde yardımcı olamaz bence. Hükümetteki insanların hepsi çok akıllı insanlar ama yaptıklarının torunlarının geleceğini mahvettiğini görmüyorlar mı? “Bunları güvenliğimiz için yapıyoruz” diyorlar, buna inanmıyorum. Her iki tarafı da tanıyorum. Her iki tarafta da büyük oranda insan bir arada yaşamak istiyor. Çok basit bir soru var aslında: “Komşunla bir arada yaşamak istiyor musun, istemiyor musun?” İsrail’deki arkadaşlarımın hepsi yan yana yaşamak istiyor. Oğullarının Filistinli bir kızla evlenip evlenmeyeceğini bilmiyorum tabii. Bu herhalde başka bir kuşakta gerçekleşir. 

Sanırım problemin en büyüği politikacılar.

Evet, ama dürüst olmam lazım; diğer tarafta da beraber yaşamak istemeyenler var. Neden İsrail’i daha çok suçluyorum? Çünkü onlar daha güçlü ve zengin; daha bağışlayıcı ve daha az kaygılı olabilirler. Kalk köyünden gel evime, beraber yiyip içelim denmeli. Eskiden böyleydi inanın bana. 

İsrail’in kültürüne katkılarınızdan dolayı ekim ayında İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez tarafından size Başkanlık madalyası verildi. O devlete karşı uygulanan kültürel boykot hakkında ne düşünüyorsunuz?

İsrail’i seviyorum. 50 yıldır orada çalışıyorum. O ülkenin kültürüne katkıda bulunmaya da devam edeceğim. Kim boykot ediyor?

"BÜTÜN MÜZİSYENLER FAZIL SAY'A DESTEK OLMALI"


Bazı müzisyenler orada çalmayacaklarını söyleyip, Filistin politikasından dolayı protesto ediyor. 

Orada demokrasi var; istemeyen gelmez. İsrail’e gelen çok büyük sanatçılar da var. Mesela Fazıl Say çok popüler. 

Fazıl Say’a karşı açılan davalardan haberiniz var mı?

Evet, ayrıntıları tam olarak bilmiyorum ama o benim dostum ve onunla çalışmayı seviyorum.  Fikrini neden söyleyemiyor? 

Sosyal medyada Ömer Hayyam’ın bazı şiirlerini yazan kişilerin mesajlarını kendi takipçileriyle paylaştığı için açtılar davayı. “Dini değerleri aşağılama” suçundan 18 ay hapis cezası istemiyle yargılanıyor. 

Tam olarak ne yazılıp paylaşıldığını bilmiyorum. O nedenle o konuda yorum yapmak istemem. Fakat demokrasi içinde yaşıyor muyuz, yaşamıyor muyuz? Buna karar vermek gerekiyor. Eleştirmiyorum ama şöyle bir soru sorayım. Eğer ben aynı şeyleri İsrail’de söylemiş olsam ne olur? Onlar da sadece beni eleştirir. İsrail’i beğenmeyebilirsiniz ama orada demokrasi var. İsrail’de her sabah gazeteleri aldığınızda, az önce size söylediğim lafları yazan bir sürü gazete bulursunuz. Orası açık bir toplum. Bütün müzisyenler Fazıl’a destek olmalı.

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=384300&kn=12&ka=4&kb=12
-


7 Aralık 2012 Cuma

Destroyer @ Salon (video)


Destroyer'ın geçen salı akşamı Salon'da verdiği konserde iki şarkıyı videoya kaydetmiştim. Konsere gelemeyenler belki izlemek ister.
-


-


-

3 Aralık 2012 Pazartesi

Sosyalizm, Egoizm ve Deneysellik


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 3 Aralık 2012 

Borusan Müzik Evi, geçen hafta sonunda müzik dünyasının önde gelen iki deneysel ismini ağırladı. Elektronik müzik bestecisi/görsel sanatçı Carsten Nicolai, diğer adıyla Alva Noto (AN) ve ses sanatçısı Blixa Bargeld’ı (BB) buluşturan ANBB projesine canlı tanık olmak, özel bir deneyimdi. Endüstriyel müziğin Batı Berlinli temsilcisi Einstürzende Neubaten’in kurucularından Bargeld’ı, ayrıca Nick Cave and the Bad Sees grubunda yer aldığı yıllardan da tanıyoruz. Carsten Nicolai ise, ses algısı ve frekansları üzerine teroriler geliştirip, ürettiği grafik analizler sayesinde sesleri ritmik dokunuşlarla bezeyen Doğu Almanya doğumlu bir besteci. 

Borusan’daki konser sırasında 2010 tarihli tek albümleri “Mimikry”den parçaların yanı sıra, albümde yer almayan doğaçlamaları da dinledik. Blixa Bargeld, bir yandan yerdeki loop pedallar ve elindeki kumanda aracılığıyla canlı ve önceden kaydedilmiş vokallerini manipüle ediyordu. Bargeld’ın attığı çığlıklar, hırlamalar, fısıldarcasına çıkardığı seslerle oynayıp işleyen Alva Noto, yarattığı anlık elektronik titreşimleri zaman zaman düşük tempolu tekno ritimleriyle, zaman zaman da glitch’e varan altyapılarla buluşturdu.

Blixa Bargeld’ın olağanüstü bir konsantrasyonla kontrol ettiği güçlü sesine, sahnedeki karizması ve delici bakışları da eklenince, dinleyiciler üzerinde hipnotik bir etki yaratıyor. Bir de bu karakter, Alva Noto’nun adeta başka bir dünyada kurgulanan ses dünyasına girince, tanık olduğumuz benzersiz bir konserdi. Zevkli bir ürperti ile sarsıcı bir büyülenme arasında gidip gelen duygular uyandırdı içimde. 
Konseri birlikte dinlediğimiz Sevin Okyay, bir ara espriyle Mesela ikisi de sapık olsa, ben Blixa’yı tercih ederim; Carsten daha korkunç görünüyor!” dedi. Tamamen kendi dünyasına kapanmış, başka bir şeyle ilgilenmiyordu Alva Noto; bir an gözlerimin buluştuğu Blixa Bargeld daha sert gelmişti bana. 

Ertesi sabah röportaja gittiğimde ikisinin de sahne dışında daha farklı olduklarını gördüm. Blixa Bargeld’ın röportajlarda aksi davrandığını, hatta beğenmediği sorularda insanı tersleyebileceğini çok duyduğumdan her zamankinden biraz daha fazla heyecanlıydım. Ama The Marmara Pera’da buluştuğumuzda her ikisi de güleryüzlüydü, hatta röportaj sırasındaki gülüşmeler etraftakileri ve açıkçası beni de şaşırttı. 

Blixa Bargeld, Alva Noto’ya göre çok daha baskın bir karakter; sorulara daha kapsamlı yanıt veren de o oldu. Alva Noto, oldukça çekingen ve sakin birisi. Blixa, hızlı hızlı neredeyse gürleyerek konuşurken, o kısık bir ses tonuyla adeta mırıldanarak konuşuyor. Birisi Batı Almanya’dan, diğeri Doğu Almanya’dan... Çok farklı görünüyorlar, farklı müzik yapıyorlar ama iyi ki buluşmuşlar. 

Röportaj için ayrılan 20 dakikada konuştuklarımız aşağıda. Biz konuşmaya başlamadan önce, tur menajeri Blixa Bargeld'ın önceki projelerden, özellikle Nick Cave and the Bad Seeds ile ilgili soru sorulmamasını istediğini iletti. Ben zaten o konuda soru sormayı planlamamıştım ama röportajda kendisi ilginç bir şekilde konuyu oraya getirdi. Alva Noto birkaç dakika gecikince, onu beklerken Blixa Bargeld'a konser sırasında İstanbul hakkında söylediği sözü sorarak sohbeti başlattım.

Blixa, siz dün konserde “Bir süredir buraya gelmemiştim. İstanbul ilginç bir kent” dediniz. Ne gibi değişiklikler gözlemlediniz?

BB: Buraya hangi aralıklarla geldiğimi tam olarak hatırlayamıyorum ama her geldiğimde bir öncekine göre büyük farklar oluyor. 2001’de buradaydım, en son 2004’te gelmiştim. O arada gelip gelmediğimi anımsayamıyorum. Kentin bir aşamadan diğerine geçişini görebiliyorum. Özellikle 2001 ile bugün arasında çok fark var. 

Ne gibi farklar?

BB: Şarkı söyleyen bir dansçı olarak (bunu söylerken güldü) çok yer geziyorum. Bana kentin doğası hakkında fikir veren birtakım incelikli ipuçları var. Bugün çok daha fazla şık restoranlar, güzel tasarlanmış yerler, modern binalar görüyorum. 

Ama özellikle bu bölgede onların önemli bir kısmı seçkinleştirme (gentrification) politikasının bir sonucu...

BB: Seçkinleştirme, bir yeri kısa bir süre ziyaret edenlerin değil, o bölgenin, kentin içinde yaşayanların fark edebileceği bir değişim. Daha önce nasıl olduğunu bilmiyorum. İstanbul’un topografisi hakkında da bir fikrim yok. Farklı bölgelerini gördüm. Beni havaalanından alıyorlar. Aslında bir numaralı ipucu orası. Artık tamamen farklı görünüyor. Sonra otele geliyorum. Otel çok başka. 2001’de bir otelde kalmıştım. Pek iyi değildi. Odanın kapısını açar açmaz, “Autobahn tarzı!” demiştim. Ayrıca 2004’te herkes bana Türkiye’nin Avrupa Topluluğu macerasını soruyordu. Artık kimse sormuyor.

Çünkü hükümetin politikaları sonucunda kimsenin o konuda umudu kalmadı. 

BB: Evet, ama 2004’te de katılmak gerektiğini düşünmeyenler epey vardı. 



“ZORLUK OLMASA DENEMEYE DEĞMEZDİ”

ANBB projesi nasıl başladı? Bu işbirliğinin olabileceğini ne zaman, nasıl düşündünüz?

BB: Aslında farklı iki ülkeden olduğumuz için birbirimizi çok eskiden tanımıyorduk. 

AN: İlk olarak birkaç kere akşam yemeğinde buluştuk. Birbirimizi tanıdıkça birlikte bir şeyler yapma fikri doğdu ama ilk başta bunun bir parça için ya da albüm için olup olmayacağı belli değildi. 

BB: Önce beraber çalışmanın zorluklarını konuştuk. Ben artık daha fazla albüm yapmak istemediğim bir dönemdeydim. Bunu yapmak istemiyordum.

Ama yaptınız. 

BB: Evet, sonunda yaptık! (Burada ikisi de kahkaha attı. Anlaşılan ikisi de bunu beklemiyormuş.)

Blixa Bargeld, bilgisayarla müzik yapan tek bir insanla çalışmak sizi nasıl etkiledi? Alva Noto’nun müziği bir vokalist olarak size hangi açıdan zorluk getirdi?

BB: Bilgisayarla çalışmaktan kaynaklanan bir zorluk olmadı. Modern dünyada herkes bilgisayarla çalışıyor. Ama tek bir insanla çalışmak, grupla çalışmaya göre tamamen farklı bir süreç. Grupta müzisyenler arasında kimyasal ve sosyal bir etkileşim söz konusu. Keman çalan tek kişiyle de çalışsanız yine gruptaki gibi olmuyor. İki insanın bir stüdyoya girip müzik yapması çok farklı ve zor. Ama eğer zorluk olmasaydı, bunu denemeye de değmezdi. 

AN: Bizim müziğimizle ilgili bilinmesi gereken şu. İlk başta canlı performansla başladık işe. Deneysel çalışmalarımızı doğrudan o performanslar sırasında yaptık. Ondan sonra stüdyoya girip parçaları tekrar çaldık. Müziğin doğuşu böyle oldu.

Ben de stüdyodaki çalışma şeklinizi soracaktım. Şarkı sözleri ve sound açısından birbirinize önerilerde bulunuyor muydunuz, yoksa kesin bir ayrım var mıydı?

BB: Berlin’de internet üzerinden canlı performans yayınlarının da yapılabildiği özel bir stüdyoda kayıt yaptık.Ben vokal manipülasyonu için gereken aletlerimi getirdim. Carsten elektronik aletlerini kurdu. Canlı performans yapıyormuş gibi bir atmosfer yarattık. 

AN: Bazen durup “Bu ilginç. Bunu şöyle de yapabiliriz” diye konuşup tekrar kayda geçtiğimiz de oldu. 

BB: Dün konserdeydiniz. Orada dinlediğiniz şarkılardan birisi bu albümde bile yok. Kaydedip albüme almadıklarımız var. 3 parçayı hiç canlı çalmadık. 

Doğaçlama önemli yer tutuyor müziğinizde.

BB: Evet, öyle. Birbirini tekrar eden parçalar kaydetmemeyi garanti altına almak için, müzik yapma sürecinde tüm kapıları açık bıraktık. 

Alva Noto, Blixa ile çalışmak sizi ne yönde etkiledi? Çünkü daha önce yaptığınız işbirliklerinden çok farklı. Bir de merak ediyorum; insanları bilgisayarlardan daha eğlenceli buluyor musunuz? (Bu soruya çok güldüler.)

AN: Evet, evet... Bu işbirliği çok farklıydı. Çalışmaya başlamadan önce konuşup halletmemiz gereken şeyler vardı. Bu tür bir çalışma benim için yeni bir durumdu. Grup fikri bana çok uzak. İki kişi bile olsa benim buna alışmam için bir süre gerekti. 

BB: Raster Noton’un yayımladığı en pahalı albümü yaptık. Her şey çok zaman aldı. Normalde bunu başkası yapsa kovulurdu.

Yıpratıcı mıydı sizin açınızdan?

AN: Hayır, ben gerçekten keyif aldım. Ses mühendisimiz vardı. Normalde onu da ben yaparım. 

BB: Yaylıları da kattık albüme. Yaptıkları kaydı manipüle edip kullandık. Bunlar önemliydi. 



BLIXA BARGELD’IN NEFRET ETTİĞİ İKİ SORU

Müziğinize yansıttığınız estetiği hangi kültürel dinamikler, ideoloji ya da akım besliyor?

BB: Bu soruya zekice bir yanıt vermek isterdim ama bu konuda düşünmemiştim. Hmm... Bilmiyorum. Egoizm? (Bunu duyunca Alva Noto ile ben kendimizi gülmekten alamadık.)

AN: Benim için sosyalizm. Sosyalist bir ülkede doğup büyüdüm ve bütün eğitimimi etkiledi bu. Doğu Almanya’da hayat, sosyal algı tamamen sosyalizme göre şekillendi. Blixa senin de benzer deneyimlerin oldu...

BB: Evet, ama Berlin Duvarı ile ilgili sorular benim en nefret ettiğim röportaj soruları. Bir de “Nick Cave ile yeniden çalışacak mısınız?” sorusu... İkisi beni delirtiyor ama yine de karşıma çıkar. 

Ben onları sormadım, bu konuyu siz açtınız. 

BB: Batı Berlin varlığını sürdürdüğü sürece, yaptığım işlerde kentin önemli rolü olduğunu hiç düşünmedim. Ama ne zaman ki Batı Berlin ortadan kalktı ve oraya büyük bir akın oldu, o zaman içinde bulunduğum durumun benim düşünce sistemimde etkili olduğunu gördüm. Bunu işi estesizm olarak adlandırmaya vardırmayacağım; duvarın varlığından kaynaklanan bir estetik algısı olduğunun farkında değildim. Duvarın etkisi ancak o yıkıldıktan sonra belirdi. Bence her ikimiz de şunu söyleyebiliriz: Doğup büyüdüğümüz ülke artık yok. 

Konser sırasında müziği dinlerken sizinle ilgili aklımda bazı düşünceler belirdi. Alva Noto sizi sesi resimleyen olarak gördüm. Blixa Bargeld, sizi de dev bir ses evreninin içinde farklı karakterleri canlandıran bir aktör olarak düşündüm. İkinizin ortaya koyduğu performans ise, bilimkurgu, korku, cut-up tekniği, fantazi ve büyülü gerçekçiliğin topluca devreye girdiği, sese dayalı bir tür kurmacaydı. Bu doğru bir gözlem mi?

BB: Evet, benim durumum tabii Carsten’ınkinden farklı. Elektronik seslerin ve manipülasyonun yaratabileceği olasılıklar var. İşi tamamen berbat edebilirim, farklı bir şey ortaya çıkabilir ya da sesimle yapabileceğim her şeyi istediğim gibi yaparım. Bu tür bir belirsizlik, herhangi bir enstrümanın önerebileceğinden çok daha farklı. Bu her şeyi otomatik olarak değiştiriyor. Sahnede görünmüyor olsam bile bu bütün enstrümanların durumundan ayrı bir şey. Diğerlerinin hepsinde önceden belirlenmişlik söz konusu. 

Sizin vokalinizin içinde farklı karakterler, hatta farklı türler vardı. Mesela maymun, yarasa sesleri duydum ben. 

AN: O 'mimikry' işte. 

KENDİ KENDİNE ÖĞRENMENİN AVANTAJI

Brian Eno’nun bir sözü var. “Müzik alanında akademik eğitime sahip olmamanın en ilginç yanlarından birisi, bazen şaşırtıcı sonuçlar elde etmektir; öyle bir an gelir ki daha iyi biliyor olsaydınız varmayacağınız yerlere varırsınız” diyor. Her ikinizin de akademik bir müzik geçmişi yok. Bu konuda katılır mısınız Eno’nun görüşüne?

AN: Evet, yani belli bir eğitim almadıysanız daha özgürsünüz anlamına geliyor bu. 

BB: Hayatım boyunca öğrendiğim her şeyi kendi kendime öğrendim, hiçbir akademik eğitim almadım. Ne yaparsanız yapın, öğrenmeye ilginiz yoksa kesinlikle bir yerde sıkışır kalırsınız. Birçok genç sanatçı, sadece tek bir şey buluyor ve sürekli onu tekrar ediyor. Ben asla bunu yapamam. Her yaptığım işte yeni bir şey öğreniyorum. Bu da bir sonraki yapacağım şeyi etkiliyor ve hep yeni yollara giriyorum. O nedenle bilgilenme yöntemimi akademik kariyerle kıyaslayarak bir şey söyleyemem. Tamamen farklılar çünkü. Benim sesimle yaptıklarımı bir hoca görse, “sesini mahvedeceksin” diye tutturur. Oysa ben uzun zamandır bu sesle şarkı söylüyorum ve gayet de mutluyum. 

Alva Noto siz bu anlamda deneyselliğe nasıl yaklaşıyorsunuz? 

AN: Benim de akademik geçmişim yok. Bizim yolumuz zor. Her şeyi kendi kendinize öğreniyor, sürekli yanlışlar yapıyor ve düzeltiyorsunuz. Ama bunun sonucunda kendinize özgü bir sound da ortaya çıkarma şansı oluyor. Belki herkesin bildiğini baştan bilseniz, o soundu bulamayacaksınız. İşte o anda önceden bilmemenin ya da kendi kendine öğrenmenin avantajını görüyorsunuz.

BB: Kesinlikle hemfikirim.

Peki neden bütün bu zorlukların peşinden gidiyorsunuz? Müzik yapmaya sizi çeken ne? Bunu soruyorum; çünkü siz aynı zamanda görsel bir sanatçısınız.

AN: Yaratıcılık güdüsü...

BB: Eskiden sanat camiasında söylenen bir söz vardı. “Biz metalle çalışıyoruz; o metalin ne olduğu önemli değil” derlerdi. Bana “müzisyen misin?” diye sorulunca düşünüyorum da müzisyen denilen çoğu kişiyle ortak noktam yok. O zaman “sanatçıyım” diyorum. Heykeltraşı düşünün mesela, herhangi bir metalle de heykel yaratılır, seslerle de...

Müzik sanatçının duygu ve düşüncelerini açıklamak için kullandığı yollardan birisi demek en iyisi bu durumda.

BB: Vergi formuma müzisyen de yazsam, sanatçı da yazsam aynı vergiyi ödüyorum. Benim açımdan kesin çizgiler çizmek anlamsız. Sesle de çalışabilirim, ışıkla da... Yıllar içinde öğrendiklerinizi farklı yerlerde, farklı materyallerle çalışırken uygulayabilirsiniz. Burada önemli olan, o çalışma sürecinin arkasındaki yaratıcılık faaliyeti. Onu ses ile sınırlamıyorum.

Birlikte yine albüm kaydetmeyi planlıyor musunuz?

BB: Eğer bu dünyada hâlâ bunu yapmanın yolları varsa kaydedebiliriz. 

2002’de hayranların internet üzerinden üye olarak albüm yapımına katkıda bulundukları bir model geliştirmiştiniz. Sizin için nasıl bir deneyimdi?

BB: Evet, crowdfunding (kitle fonlaması) deyimi bulunmadan önce biz onu yapmıştık. İyi bir deneyimdi ama zordu. Finansal ve teknik olanaklar sınırlıydı. İnternet bu kadar gelişmiş değildi. İlginç bir süreçti, kurduk, yaptık ama sonra bıraktık.

(Yazının girişinde kullandığım ilk fotoğraf Özge Balkan tarafından çekildi. Çok beğendiğim için burada kullandım. Diğerleri ve videolar bana ait. Konser öncesinde Borusan'daki görevli arkadaşlardan çekim için izin almıştım ama kimse Blixa Bargeld'ın tepkilerini tam olarak tahmin edemediğinden, makineyi çekinerek kullandım. Bir şarkıyı baştan sona çekemememin nedeni o. Ne yazık ki meşhur çığlıklara da denk gelmedi.)

-

2 Aralık 2012 Pazar

"SOSYAL ADALET MÜCADELESİ SÜREKLİ"



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 2 Aralık 2012 

1980’den bu yana müzik yapan, folk/post-punk akımının önde gelen gruplarından New Model Army, gelecek hafta iki konser vermek üzere Türkiye’ye geliyor. İngiliz grup, 6 Aralık’ta İstanbul ve 7 Aralık’ta Ankara Jolly Joker’larda bir kez daha hayranlarıyla buluşacak. Grubun kurucusu, vokalist Justin Sullivan, Türkiye’yi de yakından tanıyan, bilgili, yetenekli ve dürüst bir müzisyen. Kendisine telefonla ulaşıp hem müzik hem de politika hakkında konuşma olanağı buldum. 

Nasılsınız? Gelecek hafta konserler vermek üzere yeniden Türkiye’ye geliyorsunuz. 

Merhaba (Türkçe söyledi bunu). Hatırlayabildiğim tek Türkçe kelime bu; daha fazlasını öğrenmeye çalışıyorum. Evet, yine geliyoruz. Konser vermeyi seviyoruz elbette ama pek seyahat etmiyoruz. Türkiye, sevdiğimiz bir ülke.

Bir keresinde tek başınıza Kars’ta Ani Harabeleri’ni görmeye gittiğinizi duymuştum. Nasıl bir deneyimdi? 

Büyüleyici bir yer. Tarihi tam hatırlayamıyorum ama 2008 olabilir. Yaz aylarında bir festivale katıldık. Türkiye’de geçirebileceğim bir hafta vardı. Bir süre sahilde arkadaşlarla zaman geçirdim ama sonra başka yerler görmek istedim. Bütün kıyı kasabaları insanla doluydu, o tarihte çok kalabalıktı ve hava inanılmaz sıcaktı. Yanımdaki rehber kitapta “Kuzeydoğu’daki dağlar yazın serindir, İngilizce konuşan yoktur” yazıyordu. Bunun benim için mükemmel olacağını düşündüm ve Erzurum’a gittim. Dağların etrafında üç gün geçirdim, sonra Ani Harabeleri’ne gittim. Bugüne kadar kalan yapılar, büyük uygarlıklarda neler yaşandığını ortaya koyması bakımından önemli. Ani de bu açıdan muhteşem bir örnek. 

Bölgedeyken kimlerle karşılaştınız?

Bütün bir günü orada geçirdim ama sadece Türkiye’den iki aile gördüm. Yabancı yoktu. Bir gün mutlaka turistler tarafından keşfedilecektir ama o sırada pek bilinen bir yer gibi değildi. 

Bu defa Türkiye içinde gitmeyi düşündüğünüz yerler var mı?

Ne yazık ki hayır. İstanbul’dan sonra Ankara’da konser vereceğiz ve tekrar İstanbul’a döneceğiz. Birçok arkadaşım var orada, onları göreceğim.

32 yıldır müzik dünyasının içindesiniz, hala çok enerjik konserler veriyorsunuz. Bunca yıl sonra sizi bu kadar tutkulu kılan ne? 

Sevgi... Müzik yapmayı, konser vermeyi çok seviyoruz. Bu işe başlamamızın nedeni buydu. Her zaman konserleri çok seven, ciddiye alan bir grup olduk ve bizim gibi düşünen insanlarla çalıştık. Kimse hiçbir zaman “Bu da herhangi bir konser işte...” demedi. Herkes daha iyi olması için yapabileceği ne varsa yaptı. İyi konser vermeye bayılıyoruz. Bizimle ilgili bir diğer nokta da şu: Asla hit şarkılara takılıp kalmadık. Bazı gruplar vardır hep hit şarkıları çalar. Biz bunu reddettik. Çok sevilen şarkılarımız da var ama bir konserde onları çalmak istemiyorsak çalmayız. Biz daima içimizden gelen neyse onu çaldık.

Kariyerinizin ilk yıllarına dair bugün özlediğiniz bir şey var mı?

Kariyerimin ilk dönemlerini pek hatırlamıyorum aslında. Yaşınız ilerledikçe olanlara alışıyorsunuz. Ben değişiklikten hoşlanan bir insanım. Olduğum yerde sürekli kalmayı hiç istemedim. Zaman ilerledikçe her şey değişiyor, sonsuz bir değişim içindeyiz. Yeni insanlarla tanışıyoruz, yeni perspektifler ediniyoruz. Bunu seviyorum.


"KONSERLER GÜÇLÜ HİSSETMENİZİ SAĞLAR"

Siz aynı zamanda sosyal ve politik değişimin müzik dünyasındaki en kararlı savunucularından birisiniz. Hep tartışılan bir konudur ama sizin görüşünüzü öğrenmek istedim. Müzikle bu anlamda değişim sağlanabilir mi? 

Müziğe ilk başladığımız dönemde açık bir şekilde politik bir tavrımız vardı. Müziğin bence bu anlamda bir rolü var. Çünkü aynı yönde hisleri olan insanları birleştiren bir unsur. Toplumsal, politik bir fikri olan şarkıyı çaldığınızda bunu hissediyorsunuz. Evde yalnız başınıza oturup televizyon seyrettiğinizde, gördükleriniz karşısında dünyanın aklını kaçırdığını düşünen tek insan olduğunuzu sanırsınız. Ama bir konsere gittiğinizde, sözünü ettiğim gibi bir şarkı çaldığında, herkes o şarkıya eşlik ederken yalnız olmadığınızı, o sırada etrafınızdaki herkesin sizinle aynı görüşleri paylaştığını duyumsarsınız. Bu sizin daha güçlü hissetmenizi sağlar. Müziğin yaptığı en iyi şey budur. 

New Model Army, post-punk’ın en görkemli döneminde ortaya çıkıp tanınan gruplardan birisi. O dönemle kıyaslayınca, post-punk’ın 2000’lerde yeniden canlandığı dönemde eksik hissettiğiniz bir yön var mı?

Her şey değiştiği gibi müzik de değişiyor. Ben müziği türler içinde tanımlamıyorum ama her geçen gün bu tanımlamalar da artıyor. Çünkü müziği satan insanlar onu tür içine koymayı seviyor. Eğer metal grubu olarak tanımlanırsanız, metal müzikten hoşlanan bir kitle konserinize gelecektir ve bu o konserin organizatörlerinin işini kolaylaşacaktır. New Model Army, asla bunların aracı olmadı. Birkaç yıl önce bir yaz arka arkaya metal festivalinde, folk festivalinde, gotik festivalinde ve hippie festivalinde aynı şarkıları çaldık. 

Dinleyicilerden nasıl tepki aldınız?

“Bu metal değil”, “Bu folk değil” diyenler oldu ama hiç umurumuzda değildi. Biz müzik yapıyoruz. Tür kısıtlamalarına hayır diyoruz.



"ERDOĞAN İYİ ADAM DEMEDİM"

Politik ve toplumsal sorunları kendine dert edinen bir müzik yapıyorsunuz. Kariyeriniz boyunca İngiliz işçi sınıfının en sağlam savunucularından oldunuz. Toplumdaki parazitleri eleştirdiğiniz için bir karşı tepkiyle karşılaştınız mı?

Bazen oldu. Eğer bu dünyayı yönetenleri gerçekten rahatsız edecek şeyler söylerseniz, karşılığında onların size karşı harekete geçeceği kesindir. O nedenle bir yerde çalarken protestoyla karşılaşırsanız şaşırmamanız lazım. İnsanlardan garip tepkiler almayı da bekliyor olmanız lazım. Sosyal değişimle ilgili ilginç olan şu: Gücü olmayan insanlar onu elde etmek için mutlaka bir şeyler yapar. Fakat çoğu zaman, yaşanan durumların % 99’unda, güce sahip insanların onu elinde tutmak için gösterdiği kadar çaba göstermiyorlar. Şu anda dünyayı yönetenler bu gücü bırakmamak için aklınıza gelen her şeyi yapar. Bu yüzden 2008’deki ekonomik krizden sonra kapitalizmin bir şekilde yürümesinin nedenlerinin açıkça ortaya çıktığını düşündüm. Fakat o tarihten bu yana değişen bir şey de yok. 

“Another Imperial Day” adlı şarkınızda, küreselleşmenin sunduğu sahte cenneti eleştiriyorsunuz. Sizce bu akımı etkisizleştirmek olanaklı mı? Çünkü biliyorsunuz, dünyanın hemen her yerinde insanların politikaya güveni kalmadı. Başka bir şey olmalı.

Politikaya ben de güven duymuyorum ama insanlara güvenimi kaybetmedim. Özgürlük temel hedef olmalı. Türkiye bu konuda ilginç bir örnek. Birkaç yıl önce İstanbul Avrupa kültür başkentiydi. O projede çalışan bazı insanları tanıyorum. Avrupa’ya gitmek için vize alamıyorlardı. Bu gerçekten çok tuhaf. Eğer İngiliz, Amerikalı ya da Batılı bir ülkedenseniz, “Türkiye’yi, Güney Amerika’yı ziyaret etmek istersem ederim” anlayışıyla yetişiyorsunuz. Ama mesela Türkiye, Yemen ya da Kongo vatandaşıysanız, istediğiniz zaman istediğiniz bir Batılı ülkeye giremiyorsunuz. Dünyada çok sayıda insanın seyahat özgürlüğü yok. Sadece şanslı Batılılara ait bir özgürlük bu. 

Türkiye’nin şu andaki Başbakanını ilginç bulduğunuzu okumuştum. Son yıllarda ölüm cezasını geri getirmek isteyen bir diktatöre dönüştü kendisi. İzleyebildiniz mi gelişmeleri?

Bence ilginç bir adam. Ama dikkatinizi çekerim; iyi bir adam demedim. Machiavelli nasıl ilginçse o da o açıdan ilginç. Politika doğası gereği kirli bir alan. Erdoğan’ın ordunun gücünü kırmak için dinci bir partiyi kullandığını biliyorum. Geçen defa Türkiye’ye geldiğimizde referandum dönemiydi. Çoğunluğu kendini dindar olarak tanımlamayan, solcu hayranlarımızla konuştuğumuzda durum karışıktı. Bazısı “evet” diyor, bazısı “hayır” diyordu. Bir kısmı, dinci tarafın çok fazla güç kazanması tehlikesine dikkat çekiyor, bir kısmı da öyle olsa bile ordunun gücünün azalması için buna değer diyordu. Türkiye aslında genç bir ülke. 1918’de dünyanın diğer egemen güçleri tarafından tamamen paylaşılmış, darmadağın olmuştu. Bu nedenle modern Türkiye’nin kuruluşunda milliyetçi bir paranoya gelişti. Bunun nereden kaynaklandığını anlamak için tarihinize bakmak yeterli. Ayrıca çok özel bir coğrafi konumu var ülkenin. Hem Asya’da hem Avrupa’dasınız. Çok farklı güç alanlarının bir arada olduğu bir yapı. Suriye ile sınırdaşsınız, savaş çıkarsa işin içindesiniz. Çok karışık bir durum. Ama yine de bana göre Türkiye, 20 yıl öncesine göre daha az paranoyak görünüyor. 

Şarkılarınızda sıklıkla emperyalizm, göçmenlik, eğitim ve sosyal adaletten söz ediyorsunuz. Batı’nın başını çektiği bu ekonomik ve militer terörizm çılgınlığında dünyanın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Sosyal adalet mücadalesi sürekli bir mücadele. Ben ütopyalara inanmıyorum. 

Kendinizi hala sosyalist olarak tanımlıyor musunuz?

Bazı açılardan evet... Hala öyleyim tabii. Yaşınız ilerledikçe herkesin her şeye sahip olmak istediğini görüyorsunuz. Her şey değişiyor ve bu değişim dünyaya yayılıyor. Sosyal adalet mücadelesi, zorbalığa, baskıya, tiranlığa karşı yapılacak mücadele, günlük hayatımızda hep var olacak, daima sürecek. Tamamen adaletli bir dünya kurulabileceğini sanmıyorum. Zorbalığın kazanacağını da sanmıyorum.  Bu nedenle devam edecek tek şey mücadele. 



"AMERİKA İÇİN ÇALIŞIP DURUYORUZ"

“51st State” adlı şarkınız Britanya’nın Amerika ile yakın ilişkisine karşı bir eleştiri. Şarkı sözlerinizi siz yazmadınız ama sonuçta sizin şarkınız. Amerika’nın yeni Roma İmparatorluğu olduğunu düşünürsek, Britanya’nın 21. yüzyılda bu ülkeyle aşırı derecede yakın ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nefret ediyorum. Amerika için çalışıp duruyoruz. Amerika’nın iyi yanları da var ama biz hep kötü yanlarını alıyoruz. O şarkı ilginç. Nerede söylesek oradaki halk onu sahipleniyor. Türkiye’de söylüyoruz, “Bu sizin değil, bizim Türkiye’nin ulusal marşı olmalı” diyorlar; Kanada’da söylüyoruz, “Hayır, bu tam Kanada’nın ulusal marşı olacak şarkı” deniyor. Ama biliyorsunuz bir süre sonra herkesin marşı Çin’le ilgili olacak.

Britanya'da geçen yıl olan isyanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumu giderek artıyor. Çokkültürlülük politikası da işe yaramadı.

Benim yetiştiğim dönemde savaş sonrasının getirdiği bir iyimserlik anlayışı vardı; her şeyin daha iyi olacağına, o uçurumun azalacağına inanırdık. 80’lerde Thatcher ile birlikte bu tersine döndü, zengin daha zengin olmaya başladı. Dünyayı yöneten insanlar ellerindeki gücü korumak adına o kesime yatırım yaptılar. Sadece sokaktaki aç insan azalırsa bununla yetinileceği düşünülüyordu. Şu anda Batı’da insanlar giderek fakirleşiyor ama çoğu bir devrim çağrısı yapacak kadar fakir de değil.  

Gerçek bir devrime ihtiyaç var.

Öyle ama bunun olması için tamamlanması gereken aşamalar var. Geçen sene Londra’da olanlar 2005’te Paris’te yaşananlara çok benziyordu. Bu konuştuklarımızı umursamayan koskoca bir jenerasyon var. Şu anda hemen çok paraya sahip olmak istiyorlar. Bu tür yetişen genç insanlar ülkenin geleceği için iyi değil. Ama “neden isyan ettiklerini anlıyor musunuz?” derseniz, evet kesinlikle anlıyorum.

JOOLZ DENBY, BOB DYLAN, EMINEM, MORRISSEY

Biraz da şiirden konuşalım. Öykü ve şiire olan ilginizin sloganlardan daha çok olduğunu biliyorum. En sevdiğiniz şair kim?

Joolz Denby. Uzun zamandır yaratıcılığını bizimle paylaşan birisi. Her zaman onun çalışmalarına saygı duydum.

Onun çalışmalarında sizi çeken neydi?

Şiirlerindeki kirlilik; yani dili beklenmedik bir şekilde kullanma yöntemi. Bana göre bu, bir tür şiirin tanımı da aslında. Bu açıdan Eminem de iyi bir şair, kelimeleri çok akıllıca kullanıyor. 

Ben de bunu soracaktım. Şarkı sözü yazarı olan ama şair diye nitelediğiniz birisi var mı diyecektim, Eminem’i söylediniz. Başka var mı?

Bob Dylan. Herhalde çoğunluk onu söyler. Morrissey. Evet, Eminem’le aynı yönde kullanmıyor dili ama onun da çok iyi sözleri var.

Bugün müzik sektörüne yeni girecek olsanız, hangi yöntemleri izlerdiniz? Son 30 yılda çok şey değişti. Bugün büyük isimler haline gelenler çoğunlukla arkalarına sektörün tanınmış figürlerini alıyorlar ve internet de çok etkili. Siz her zaman bu anlamda farklı bir grup oldunuz ama sizce bugün eski yöntemlerle başarılı olunabilir mi?

Ben iş dünyasından hiç anlamıyorum. Korkarım bu soruya verebileceğim tam bir yanıt yok. New Model Army, sadece iyi olduğunu düşündüğü şeyi yapacak kadar şanslıydı. Ne yaptıysak büyük reklam kampanyaları olmadan ortaya koyduk ve insanlar onu buldu. Daha akıllıca pazarlama yöntemleri izlesek, daha fazla albüm satar mıydık? Evet, satardık. Ama bu pek umurumuzda olmadı. Bunun için müzik yapmadık. Buzdolabında yiyecek olduğu sürece, bu bizim için yeterli. 

Müzik hayatınızı değerlendirince, istediklerinizin çoğunu yaptığınızı düşünüyor musunuz?

Hayır... 200’ü aşkın şarkı yaptık ama belki %10’u tam olarak benim istediğim gibiydi. Muhteşem konserler vermek isterdim.

Bence verdiniz.

Doğru, bazı konserlerimiz muhteşemdi ama hepsi değil. Hayalinizde bir şey geliştirip onu aynen gerçekliğe dönüştürmek, birbiri ardına büyüleyici şarkılar yazmak oldukça zor bir iş. Yaptığımız şarkıları düşününce bazen mükemmel iş çıkardığımızı görüyorum, fakat bazılarında onu hissedemiyorum. 

Yeni bir albüm planı var mı?

Evet, % 80’i bitti ve epey farklı. Son iki albümde sound bir odaya kapanmış rock grubu gibiydi. Saf bir hali vardı. Canlı çalmayı da çok sevdik. Bu yeni albüm biraz daha kavramsal. Farklı seslerin peşinden gittik, Sadece gitar ya da davul yok, yeni seslerle farklı atmosferler yarattık.  Karakteri şiddetle güzellik arasındaki bir yerde. Orada sıkışıp kalmayı seviyoruz. Gelişimini izlemeyi sevdiğimiz duygusal bir atmosfer bu. Aynı zamanda romantik tarafımız da var. Sonuçta yine New Model Army olacak ama tam olarak anlatmak da zor. 

Zamanınızı ayırdığınız için teşekkür ederim. Konseri heyecanla bekliyorum.

Görüşmek üzere...

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=382582&kn=27&ka=4&kb=27
-

Translate