29 Ekim 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - EKİM 2015 EN İYİ KAYITLAR SEÇKİSİ - 28.10.2015


29.10.2015

Açık Radyo'da dün yayınlanan Vegan Logic Ekim 2015 en iyi kayıtlar seçkisi.

1- Penetration - Instumantra
2- Gülşah Erol - sefil
3- Julia Kent - Invitation to the Voyage
4- Tindersticks - We Are Dreamers! (feat. Jehnny Beth)
5- Ólafur Arnalds & Nils Frahm - Four
6- Subheim - Foray
7- Bersarin Quartett - Sanft verblassen die Geschichten
8- Stara Rzeka - Mapa
9- Ensemble Economique - Blossoms In Red (feat. Soft Metals)
10- Rafael Anton Irisarri - Displacement
11- Multicast Dynamics - Muodossa (VC-118A Reshape)
12- Varg - Cardinal Lipstick, Matching Toenails
13- Arash Moori - Flowers of Evil





23 Ekim 2015 Cuma

MORRISSEY - LIST OF THE LOST


23.10.2015

Morrissey'in ilk romanı "List of the Lost", Penguin Books tarafından yayınlanalı bir ay oldu. Romanı ilk haftasında Paris'e giden bir arkadaşım sayesinde edinip okudum ama bir değerlendirme yazısı yazmak için acele etmek istemedim. Okuduklarımı sindirdim, bir daha okudum ve heyecanımı yaşadıktan sonra yazmayı uygun buldum. Ekim 2013'te yayınlanan "Autobiography" adlı kitabından sonra da aynı şekilde bir süre kitap hakkında sakince düşünüp bir yazı kaleme almıştım. Çünkü sabırsızlıkla beklediğiniz bir sanat eseri ile ilk karşılaştığınızda beklentileriniz yoğun olduğundan yorumlarınız çok isabetli olmayabiliyor. Aynı yapıtı sonradan değerlendirdiğinizde daha net bir manzara çıkıyor ortaya.

"List of the Lost" İngiltere'de yayınlandıktan bir gün sonra The Guardian'da gazetenin Müzik Editörü Michael Hann imzalı bir yazı çıktı. Bugüne kadar bir kitap hakkında yazılmış en ağır eleştiriydi diyebilirim; çünkü kitabı uzun uzun kötülemeye başlamadan daha ilk paragrafta "Bu kitabı okumayın; okuyup da kendinize hakaret etmeyin. Bunu basanlar utanmalı; cilasız bir tezek, Morrissey'in hayalgücünün bayat atıklarından ibaret bir kitap bu," diyordu yazar. Twitter'dan kendisine "Tezek cilalanabilir mi?" diye sordum ama beni blokladı. Yazının tümünü okuduğumda ise, nefretin daha çok Morrissey'in kişiliğine yönelik bir karakter katline dönüştüğüne tanık oldum. Aynı gün bu yazıyı okuyan ama henüz kitabı eline almamış birçok insan, sosyal medyada #listofthelost etiketini kullanarak çeşitli aşağılamalarda bulundu. Ama birisi vardı ki, bir yazar/eleştirmen olarak başka bir yazara yapılabilecek en acımasız şovu sergiledi. The Guardian kitap eleştirmeni Lucy Inglis, Twitter'da kitabı canlı tweetleyerek okudu. Yani kitaptan cümleleri yanına dalga geçen yorumlarını ekleyerek, tamamen romandaki konseptten çıkararak tek tek paylaştı. Saatlerce süren bu alay etme seansı sonucunda takipçi sayısını epey artırdı ve çok eğlendi ama ne yazık ki tanık olduğumuz sosyal medyada bir kitap cinayetiydi...

The Guardian'dan sonra İngiliz medyasında ardı ardına kitap hakkında çok sert eleştiriler çıktı. "List of the Lost", daha ilk haftasında yeni doğmuşken gömüldü adeta. Kitabı elime aldığımda bütün bu duyduklarımdan arınmış bir şekilde okumaya başladım. Elbette Morrissey benim için çok önemli ve ona saygım büyük ama sonuçta ben de bir yazarım; bir roman hakkındaki düşüncelerimi bağımsız söyleyebilecek olgunlukta olmalıyım, kötüyse neden beğenmediğimi ifade edebilmeliyim. Bu yaklaşımla okudum yıllardır beklediğim kitabı.

Gotik romantizm türünde yazılan roman, 1970'ler Amerikası'nda bir koşu takımında yer alan dört gencin kazara perişan bir adamın ölümüne neden olmalarıyla başlayan uğursuz olaylar zincirini anlatıyor. Morrissey'in kitap yayınlanmadan önce verdiği kısa bilgiye göre, öldürülen sefil görünümlü adam, fiziksel bir forma bürünmüş ama aslında bedenden ayrılmış bir ruh. Bu olay sonrasında bir lanet gibi takım üyelerinin yakasına yapışıp her birinin ölümüne yol açıyor. Tahmin edilebileceği gibi, son derece karanlık bir hikaye. Gece gökteki takımyıldızları seçebilmek gibi, kitabı da dikkatli okuduğunuzda bu karanlığın içinde çok parlak düşünceleri fark ediyorsunuz. Ama Morrissey'in şarkılarındaki cevherin farkına varabilmek için olduğu gibi, romanın içerdiği pırıltıları bulmak da önemli ölçüde okuyucuya düşüyor. Bu noktada en isabetli yorumu sanatçı ve müzisyen Linder Sterling yaptı; Morrissey'in romanını okuyunca, annesinin İrlandalıların ölüme karşı takıntılı olduğundan söz edişini hatırladığını söyledi. "Morrissey, bize ölümün gölgesinin karanlık koridorlarında hızlı bir tur attırıyor. Hepimiz geçmişin hayaletleri ve yeni doğanlarla bir tür takım yarışındayız. Boşa geçirecek zaman yok," diyerek felsefi yaklaşımını açıkladı.

"List of the Lost"u tema dışında biçimsel açıdan değerlendirirsek, içerdiği farklı kelimeler ve süslü anlatım nedeniyle kolay okunan bir kitap değil. Bu nedenle de kitabın Oxford sözlüğü ile birlikte satıldığına dair espriler türedi. Ana dili İngilizce olanların bile hiç duymadığı sözcük ve deyimlerin yanında, Morrissey'in kendi türettiği sözcükler var. "Autobiography"de de rastladığımız şiirsel anlatım tarzı, romanda çok daha ileri seviyeye taşınmış ve sanırım insanları kitaba karşı soğutan nedenlerden biri bu. Benim için ise, aksine bu son derece özgün anlatım tarzını keşfetmek çok eğlenceli oldu. Bazı satırlar vardı ki, insanın aklına Morrissey'in neredeyse rap şarkısına söz yazdığını düşündürdü. Mesela "Like the lash of a whip at the starboard tip of a mid-storm ship losing its grip" gibi. Bu tür uyaklar yaratabilmek için yeri geldiğinde yeni kelimeler yaratan bir yazar Morrissey. Onu yaklaşık 35 yıldır izleyenlerin çok iyi bildiği gibi kelimelerle fantastik bir ilişkisi var. Herkesin düşünceleri aynı ifadelerle anlatmasından sıkıldığını söyledi defalarca. Kimisi romandaki dili fazla gösteriş olarak değerlendirse de, bence iyi yapıldığı sürece dilde sadelik kadar gösteriş de takdir edilmeli. Jose Saramago'nun bir sayfayı bulan cümleleri bazı okuyucuları zorlayabilir ve bunu ifade etmekte de özgürler ama sırf bu nedenle ona berbat deme hakkı doğar mı?

Romanın genel olarak okuyucuyu zorlayan biçimsel özelliklerinden bir diğeri, hiç ara vermeden, bölümlere ayırmadan baştan sona tek bir metin halinde yazılması. Bu noktada Morrissey'in editörlerin müdahalesine izin vermediğinin ortaya çıktığını söyleyerek bunu yüksek ego ile açıklayanlar oluyor. Ancak Morrissey hiçbir eserini kitleler beğensin diye yaratmadı ki... Ondan okuyucuya daha sıcak gelsin diye bazı düzenlemeler yapmasını beklemek, çoğunluğa hoş görünmek için hayvan hakları konusunda artık konuşmamasını beklemekle aynı şey. Bunu umursayacak birisi olsaydı, bunca yıldır her konserinde "Meat Is Murder"ı çalarken dinleyicilere hayvan zulmüne dair şok edici videoyu izletir miydi? Bunu yaptığı sırada salondan toplu çıkışların olduğunu ya da birçok kişinin telefonuyla oynamaya başlayıp sahnedeki ekranı görmezden gelmeye çalıştığını bilmiyor mu sizce? Sanatçı, toplumun duymayı beklediklerini söyleyen değil, toplumu rahatsız etme ve dışlanma pahasına zulme karşı durup düşüncesini söyleyendir. Bunun yaşayan en sağlam kanıtlarından biri de Morrissey. Bu nedenle edebiyat çevrelerinde benimsenmiş kurallara göre kitap yazmasını hiç beklemiyordum ondan. "List of the Lost"un benimsenmiş kuralları yıkan bir roman olması beni hiç şaşırtmadı. İkon statüsüne gelmiş bir sanatçının yıllardır müzik endüstrisine kafa tutuşu ve kodamanlara boyun eğmeyişi gibi, bu da Morrissey'in içinde yaşayan punk ruhunun edebiyattaki yansıması. 

Bu aşamada şu soruyu da soralım: Roman, kitap sektöründe alışılagelmiş biçimlere uygun olarak okuyucuya rahatlık sağlayacak şekilde tasarlansaydı daha mı iyi olurdu? Ben  kendi görüşümü söyleyebilirim elbette. Kitap, okumaya başladıktan sonra "acaba bundan sonra ne olacak?" duygusunu sürekli verdi bana. Evet, olayların arasında uzun analizler yaptığı bölümler var ve bir noktada kopuş yaşayabiliyorsunuz. Fakat analizler öylesine ilginç ki, sıkıcı gelmedi hiçbiri. Mesela Bonanza adlı TV dizisini sayfalarca irdelediği bölüm, 70'ler Amerikası'na dair çok ayrıntılı gözlemler içeriyor. Morrissey'in çocukluk ve gençlik yıllarında tanık olduğu TV programlarından toplumsal kültür analizi yapabilme kapasitesi müthiş. Benzer çarpıcı değerlendirmelere "Autobiography"de de rastlamıştık.

Roman yazımı açısından söylenebilecek bir fark da, karakter tanımlamalarındaki belirsizlik. Hikayedeki dört ana erkek kahraman, Ezra, Nails, Harri ve Justy adını taşıyor. Bu kadar az rastlanan isimleri tercih etmesinin nedenini tam olarak bilmiyorum ama kendi romanım "Utanmış Sessizlik" ile bu noktada bir benzerlik buldum. Romanımı yazarken çok uzun süre karakterler için farklı isimler düşünmüş ama hiçbiri içime sinmeyince Svahili dilinden isimler belirlemiştim. O dönemde beni yayınevinden uyarıp, okuyucuların karakterlerle kendilerini özdeşleştirmesinin önemli olduğu ve bulduğum isimlerin bunu zorlaştıracağı hatırlatılmıştı. Yine de ben, romanda anlattığım olayın evrensel olmasını, herhangi bir kültür ya da coğrafya ile özdeşleştirilmemesini istediğimden kararımı değiştirmedim. Sevdiğim romancı, Nobel ödüllü yazar J. M. Coetzee de dinlediğim bir söyleşisinde yazarlığa ilk başladığı dönemlerde evrensellik konusunda aynı çabayı gösterdiğini anlatmış ve sonrasında bunun iyi bir yöntem olmadığını gördüğünü söylemişti. Bunun ilk romanını yazan birçok yazarın düşebileceği bir hata olduğu söylenir. Oysa ben geriye dönüp romanımı tekrar yazsam ya da yeni bir roman yazsam, yine aynı tercihi yapabilirim. "List of the Lost" karakterlerin etrafında dönmüyor; karakterler, Morrissey'in anlatmak istediği hikayenin içinde yardımcı unsur gibiler. İnsana ve topluma dair çelişkiler, haksızlıklar ve saçmalıklar silsilesini aktarırken seçilmiş birer oyuncu gibiler. Nitekim başlangıçta Ezra olarak tanıtılan kahramanın romanın bir yerinde Ezra Pound diye adlandırılması, Amerikalı modernist şair Ezra Pound'a yapılan ince bir atıf. Derin karakter irdelemeleri yok romanda ama insan ve toplum analizi var. O analizlerin içinde de Morrissey'in bunca yıldır sürekli gündemde tuttuğu hayvan hakları, Kraliyet ailesi ve Margaret Thatcher'a duyduğu nefret, çocuk tacizi, din baskısı ve toplumsal tutuculuk var. 1970'ler Amerikası'nda dinci sağa yönelttiği eleştirilerini bu temaları basamak yaparak kurguluyor. "Bir kere olsun şu et konusunu, Thatcher konusunu geride bıraksa, en azından roman yazarken yapmasa!" diyenleri duyar gibiyim. Ben de diyorum ki, bunlar bir insan, bir sanatçı olarak onu en çok yaralayan konularsa neden bıraksın? Çok açık ki, et yiyen bir insanın kitaptaki ağır ifadeleri hazmetmesi zor. Bunlardan biri de Twitter hesabında kendisini "domuz yiyici" olarak tanımlayan The Guardian yazarı Michael Hann olsa gerek.

Ben ise, "List of the Lost"u okurken birçok satırın altını çizip bazı paragrafları tümüyle çerçeveye aldım. "Vahşi çan çiçekleri ehlileştirilebilir mi?", "Bize ait olsunlar diye başkalarını akılsızca zayıflattığımız tümüyle gerçek olabilir," "Hayvanların iyi olmak için tanrıya ihtiyacı yoktur ve karşılıklı özgeciliğe dayalı toplumlarda yaşamazlar. Hayvanların paraya ihtiyacı yoktur ve kendi türleri arasında astlarını bile beslerler. Buna karşın insanlar, tamamen yaptıkları iyiliğe verilecek karşılığa ve ilahi cezalandırmayla beslenen üstünlüğün pahalı gösterişine bel bağlayarak yaşar," bunlardan bazıları.

Satır aralarında keşfedilecek bu tür cevherler, İngiliz medyasında hiç gündeme gelmezken, kitapta geçen sıradışı iki seks sahnesi ve Morrissey'in bu sahneleri açıklarken kullandığı "bulbous salutation" ve "the center zone" ifadeleri epey yer aldı. Oysa bence erekte olmuş penise "bulbous salutation", vajinaya da "the center zone" demek oldukça yaratıcı. Bu ifadelerle öyle çok dalga geçildi ki, Morrissey sayesinde İngilizce iki yeni deyim daha kazandı demek yanlış olmaz. O iki sahne, hayatımda okuduğum en iyi yazılmış tuhaf seks sahnesi. Üstelik olumsuz eleştirenler, romantik düşüncelere konu olsun, "Ne kadar hoş bir sahne!" densin diye yazılmadıklarını da unutuyor. Bazı şeyler rahatsız etse de gerçektir ve birileri cesaret gösterip onları toplumun yüzüne çarpar.

Bunca sözden sonra "List of the Lost" hakkındaki kısa yorumum şu: Okuduğum en farklı roman, sadece Morrissey'in yazabileceği kadar özgün bir kitap. Zorlayıcı, sorgulayıcı, şoke edici, Morrissey'in albümleri gibi karanlık ve aynı zamanda da kara komediye varan anlarıyla güldüren bir roman "List of the Lost". Şarkıları gibi kurgusal yazın eseri de kimsenin başaramayacağı kadar dürüst. Böyle olduğu için gerçekten mutluyum.

22 Ekim 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - MİMARİ VE MÜZİK ETKİLEŞİMİ - 21.10.2015


22.10.2015

"Mimari müzik aracılığı ile algılanabilir mi?" sorusuna yanıt ararken mimariden esinlenen şarkıları bir araya getirdiğim ve dün akşam Açık Radyo'da canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.





1- Hisham Akira Bharoocha & patten - Industrial
2- Alias - In Hope of Witchless Attics
3- DM Stith - Your God Is a Lion Recently Fed, Drowsy
4- Ero Gray - Staircase and Waterpipes, 42 Broadway
5- Aspects of Physics - utiliterranean
6- Jim Guthrie - Little Furnace
7- Kiln - Marigold Bunker
8- Kristin Miltner - The Barn Flock
9- Alfred Brown - SphericalType GasHolder
10- 900X - BGM
11- Brian Eno - 2/1



15 Ekim 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - DARK 80S - 15.10.2015


15.10.2015

Dün akşam Açık Radyo'da canlı yayınlanan programın kaydı.

1- DZ Lectric & Anthon Shield - La Nausée Et L'Angoisse
2- Remain In Silence - Hope in Fear
3- Lost Desert - L'arme De Sang
4- Weimar Gesang - Torn Souls
5- Second Decay - No Time To Wait
6- A Modest Proposal - Rain Disturbs
7- Tanit - Eyes Scream
8- Hymn - Comin' Home
9- Juju - Silent in the Shadow of the Sun
10- Paul Nova - You Are
11- The Mid's - The Fog-Bound Men
12- Teenage Brain Surgeon - Under One Flag




VEGAN LOGIC - DARK 80S - 15.10.2015 by Veganlogic11 on Mixcloud

8 Ekim 2015 Perşembe

TARİHİ MEKANDA TARİHİ KONSER!


8.10.2015

(Bu yazı ilk olarak turne açılış konserinin ertesi günü redbullcom.tr'de yayınlandı.

PULA - Pink Floyd’un efsane gitaristi ve vokalisti David Gilmour, 18 Eylül’de yayınlanacak dördüncü solo albümü “Rattle That Lock” için çıktığı dünya turnesinin açılış konserini dün gece Hırvatistan’ın Pula kentinde verdi. 5 Eylül’de Brighton’daki hazırlık mahiyeti taşıyan konserin ardından merakla beklenen Pula konseri, 1. yüzyılda inşa edilen ve bugün Pula Arena olarak bilinen muhteşem bir amfitiyatroda gerçekleşti. 20 yüzyıl önce gladyatör ve hayvan dövüşlerinin yapıldığı bu tarihi tiyatroda dün akşam 20 bin kişi insan uygarlığının yetiştirdiği en nadide müzisyenlerden birini ayakta alkışladı.



David Gilmour’un gitarından çıkan eşsiz melodileri dinlerken bir ara gökyüzünde kayan bir yıldız gördüm. 1. yüzyılın şiddet dolu ilkel etkinliklerine sahne olan bu olağanüstü yapı, 21. yüzyılda artık insanları müzik etrafında buluştursa da; ne gariptir ki, David Gilmour’un şarkılarında söz ettiği kimi gerçekler insanlığın hâlâ şiddetin pençesinden kurtulamadığının da bir kanıtı. Bunu özellikle yeni albümde yer alan “In Any Tongue” adlı şarkıyı dinlerken çok yoğun hissettim ve benim açımdan konsere damgasını vuran an da bu oldu. Islık sesiyle başladı şarkı; “What he has done/God help my son” sözlerini duyduğum sırada sahnedeki dev yuvarlak ekranda şarkı için özel yapılan bir animasyon video yayınlanıyordu. Ellerinde taramalı tüfeklerle bir köyü basan askerlerin karşısına aniden kucağında bir koyunla birlikte bir adam çıkıyor. Yalvaran gözlerle ateş etmemelerini istiyor. Köylünün hem kendisinin hem de koyunun hayatını kurtarmak için koşup kaçarken yaşadığı korku, askerlerin onun peşinden giderken yüzlerinde beliren ürkütücü ifade, sonra köy sokaklarında askerlerin karşısına çıkan çocuklar ve titreyen görüntüler eşliğinde insanın ruhunu derinden sarsan sahneler... En sonunda patlayan silahlar ve bombalarla herkesin öldüğü, tüm yaşamın yok edildiği görüntüler... Böyle iç yakan bir dehşeti anlatan şarkı, belli ki David Gilmour’un (belki de daha çok sözleri yazdığı için eşi Polly Samson'un) son yıllarda dünyada olup bitenlere yanıtı. Şarkının insan ruhunda yarattığı dalgalanma öylesine güçlü ki, uzun zamandır bir konserde bu kadar sarsılmamıştım. Türkiye’de son haftalarda yaşanan acı verici olayların aklımdan hiç çıkmadığı bir döneme denk geldiğinden etkisi iyice arttı sanırım. Albüm kaydında David Gilmour’un oğlu Gabriel’in piyano çaldığı bu şarkının orkestrasyonunu Polonyalı müzisyen Zbigniew Preisner yapmış.

Konseri anlatmaya, sıradışı bir şekilde, doğrudan beni en çok etkileyen anla başladım ama 20 dakikalık ara ile birlikte toplam üç saat süren konserde çalınan 21 şarkının her birisi de tek kelimeyle şahaneydi. Profesyonelliğin en üst seviyeye çıktığı, David Gilmour ile birlikte sahnede ona eşlik eden Phil Manzarena (gitar), Guy Pratt (bas gitar), Steve DiStanislao (davul, perküsyon), Kevin McAlea (klavye), Theo Travis (saksofon, klarnet), Jon Carin (klavye), Bryan Chambers (geri vokal) ve Louise Marshall (geri vokal), birbirini mükemmel tamamlayan bir ekip oluşturmuştu. “Rattle That Lock”un enstürmantal açılış şarkısı “5 AM”in kuş sesleri ile başlayan konser, albüme adını veren şarkı ile devam etti. Bir kafesten ardı ardına hızla çıkan kargaların özgürlüğe uçuşunu izledik sahnedeki video ekranda. Gilmour’un eşi ve birçok şarkısının söz yazarı olan Polly Sampson’un seylediğine göre, yeni albümün temel teması “zamanın tadını çıkar, günü yakala, geleceğe bak, korkma ve kendini tutma” diye özetleniyor. Şarkı da hem sözleriyle hem de videosuyla bu hissi tam anlamıyla yakalamış.

Klavye ve klarinet tınılarıyla hafif bir Akdeniz/Balkan havası estiren yeni şarkı “Faces of Stone”dan sonra dinleyicileri “İyi akşamlar. Güzel Pula kentine geldiğiniz için teşekkür ederim. Benim buradaki ilk konserim. 18 Eylül’de yayınlanacak yeni albümden şarkılarla başladık. Ona yine döneceğiz ama daha iyi bildiğiniz bir şarkı var sırada,” diyerek selamlayan Gilmour, Pink Floyd’dan “Wish You Were Here”i çaldı. Tahmin edilebileceği gibi, Pink Floyd klasikleri konserde en çok heyecanı yaratan şarkılar oldu. Konser boyunca çalınan 21 şarkının 8’i yeni albümdendi; 12’si “Money”, “Time”, “Us and Them”, “High Hopes”, “Shine on You Crazy Diamond”, “Fat Old Sun”ın da aralarında olduğu Pink Floyd klasikleriydi ve biri de Gilmour’un 2006 solo albümü “On An Island” ile aynı adı taşıyan şarkıydı. Dinleyici kitlesinin içinde Pink Floyd tişörtlü izleyicilerin çoğunlukta olduğunu düşünürsek, herkesin umduğu gibi kusursuz bir konser deneyimi yaşadığını söyleyebiliriz.

20 dakikalık aradan önce ilk yarıda çalınan yeni şarkılardan birinden özellikle söz etmek istiyorum. Çünkü “A Boat Lies Waiting”, Gilmour’un 2008‘de yaşamını kaybeden Pink Floyd üyesi Richard Wright’ın anısına yazdığı bir piyano baladı. Aslında 18 yıl önce oğlu için bir mini CD çalar üzerinde kaydedip bestelediği ve o zamandan beri duran bir melodiyi Phil Manzanera’nın teşvikiyle arşivden alıp şarkı haline getirmiş. Deniz yolculuğunu çok seven Wright’ın anısını yaşatan şarkı, dokunaklı müziğiyle albümün en özel şarkılarından birisi kuşkusuz.

David Gilmour’u ilk kez canlı dinlediğim bu konserden sonra aynı şarkıları Roger Waters’dan da canlı dinlemiş birisi olarak ister istemez bir karşılaştırma yaptım. Set arasında yanımda oturan ve konsere kızıyla gelen Hırvat bir müziksever babanın sorusu üzerine bu konuda konuştuk. Roger Waters’ın 2006”da İstanbul’da verdiği “The Dark Side on the Moon” konserinde “Money”i dinlerken, kullanılan surround ses sistemi nedeniyle paralar sanki başımdan aşağıya dökülüyor gibi hissetmiştim; etkisi çok yoğundu. Waters’ın sahne tasarımları, videoları her zaman daha gösterişli oldu. Gilmour’un sahne tasarımı daha sade görünüyor ama video ekran çok akıllıca tasarlandığından renkli ışık oyunları ve çarpıcı videolarla sahneyi çok etkili kullanıyor. Waters’ın sesinde agresyon daha belirgin; Gilmour’un üstünlüğü ise gitardaki tartışılmaz ustalığı. Sonuçta her ikisi de müzik tarihine geçen unutulmaz Pink Floyd soundunun ayrılmaz bir parçası ve bana göre ikisi de o eşsiz mirası sahneye büyük bir başarıyla taşıyor.

Pula Arena’nın tribünlerinde ve zemine yerleştirilen sandalyelere oturarak konseri dinleyen kitlenin topluca ayağa kalktığı an, konserin en güzel dakikalarındandı. 1987 tarihli Pink Floyd albümü “A Momentary Lapse of Reason”da yer alan David Gilmour imzalı “Sorrow’un etkisiyle iyice dağılıp adeta başka bir dünyaya geçiş yaptığımız bir anda “Run Like Hell”in ilk notalarıyla birlikte ayağa fırladık. Sanki bir şok yaşamış gibiydi kitle. Yabancılaşmış, huysuz bir rock yıldızının kendisinin faşist bir diktatör, dinleyicilerin ise öfkeli bir kalabalığa dönüştüğünü gördüğü halüsinasyonu anlatan şarkının, 34 yıl sonra 20 bin kişi üzerinde yarattığı etki görülmeye değerdi.

“Run Like Hell”in bitişiyle sahneden teşekkür ederek ayrılan Gilmour ve ekibinin bis yapması için gösterilen yoğun tezahürat gerçekten inanılmazdı. Yerdeki tahta platformlara ayakkabılarıyla vuranların çıkardığı seslere ıslıklar, alkışlar karışınca sağır edici bir gürültü yaşandı. Ama buna gerçekten değdi. Çünkü birkaç dakika sonra “Time”, “Breathe” ve kapanışı yapan “Comfortably Numb”ı dinledik. Roger Waters, David Gilmour, Nick Mason ve Richard Wright’ın 2005‘te Pink Floyd olarak birlikte son çaldıkları şarkıydı bu. Pink Floyd artık tarihe mal oldu ama David Gilmour’un bu şarkıdaki gitar solosunu canlı dinlemek, uzun yıllardır hayallerimden biriydi. Bu hayali onca yıl sonra yaşayan bir müziksever olarak Pula Arena’dan ayrılırken içimdeki hissi kelimelerle anlatamam. Sohbet ettiğim Hırvat baba aradaki sohbetimizde, “Onca yolu bu konser için mi geldiniz?” diye sormuş ve evet yanıtını alınca biraz şaşırsa da beni takdir etmişti. Konserin sonunda kendisi de Gilmour’u ilk kez canlı dinleyen birisi olarak bana döndü ve “Ne düşünüyorum biliyor musunuz; değil İstanbul’dan dünyanın öbür ucundan gelmeye bile değerdi!” dedi. Tarihi Pula Roma amfitiyatrosunda tarihi bir gece biterken benim de ruhum artık daha zengindi.


Setlist:

--1. Set

5am
Rattle That Lock
Faces Of Stone
Wish You Were Here
A Boat Lies Waiting
The Blue
Money
Us And Them
In Any Tongue
High Hopes

--2. Set

Astronomy Domine
Shine On You Crazy Diamond
Fat Old Sun
On An Island
The Girl In The Yellow Dress
Today
Sorrow
Run Like Hell

--Bis

Time / Breathe(reprise)
Comfortably Numb

(Fotoğraflar Robert Hinterleitner'e aittir. Bir karşılık beklemeden bana fotoğraflarını kullanma izni verdiği için kendisine müteşekkirim.)

VEGAN LOGIC - THE ORB - 7.10.2015


8.10.2015

Dün akşam Açık Radyo'da canlı yayınlanan The Orb konulu Vegan Logic'in kaydı.

1- The Orb - Sleeping Tiger & The Gods Unknown
2- The Orb - Little Fluffy Clouds
3- The Orb - To Battersea With Bunches (HFB Remix)
4- The Orb - Asylum (single version)
5- The Orb - Plum Island
6- The Orb - Once More
7- The Orb - Falkenbrück
8- The Orb - Rolo
9- Lee "Scratch" Perry & The Orb - Police & Thieves
10- The Orb - Edelgrun
11- The Orb - Katskills
12- The Orb - Oopa



3 Ekim 2015 Cumartesi

VEGAN LOGIC SALON MIX


3.10.2015

Dün akşam kentimizin nadide canlı müzik ve performans mekanı Salon'un açılışında birçok kişi DJ setin başına geçip beğendiği şarkıları çaldı. Ben de kısa setim için 15 dakikalık bir mix yaptım. Durup konuşmak yerine dans edilsin diye geceyi başlatmak için elektro-endüstriyel, dark electro ve minimal techno odaklı biraz sert bir sound belirlemiştim. Madem yaptım ilgilenenler için burada da paylaşayım dedim. (İmaj tasarım: Rahşan Koçoğlu)

1- Carter Tutti - Obsession (Carter Tutti Plays Chris Cosey)
2- John Foxx - Underpass (Oh The Gilt Remix)
3- Die Wilde Jagd - Wah Wah Wallenstein
4- Blixa Bargeld & Gudrun Gut - Die Sonne (Black Sunrise Remix)
5- Blanck Mass - No Lite (Genesis Breyer P-Orridge Dreamachine Remix)
6- Ben Frost - No Sorrowing (Kangding Ray Remix)




1 Ekim 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - EYLÜL 2015 EN İYİ KAYITLAR SEÇKİSİ - 30.9.2015


1.10.2015

Dün akşam Açık Radyo'da canlı yayınlanan Vegan Logic'te Eylül 2015'in en iyi kayıtlar seçkisi vardı.

1- King Midas Sound & Fennesz - On My Mind
2- Blanck Mass - No Lite (Genesis Breyer P-Orridge DreamMachine Mix)
3- Sexwitch - Helelyos
4- Tropic of Cancer - Stop Suffering
5- Carter Tutti Void - f = (2.7)
6- Jóhann Jóhannsson - Melancholia
7- John Lemke - Grass Will Grow
8- Rival Consoles - Looming
9- Moon Zero - A Bevan Rotation



Translate