15 Mart 2013 Cuma

Görsel-işitsel ve kavramsal bir sanat: BOWIE* / The Next Day


By on 09:38:00


Artık “Rock tarihindeki gelmiş geçmiş en şaşırtıcı, en güzel ve kusursuz geri dönüşü kim yaptı?” sorusuna verilecek yanıt belli. The Telegraph gazetesinin müzik yazarı Neil McCormick’in de dediği gibi, bunu yapan müzisyen, 8 Ocak 2013’te 66. yaşına girdiği gün yeni şarkısını yayınlayan David Bowie. 10 yıl aradan sonra gerçekleşen geri dönüşe bu gezegende en çok sevinenlerden biriyim. Çoğu kişinin artık inandığı gibi Bowie bir Marslı olabilir; hayran olduğum uzaylının dünyayı terk etmediğini biliyordum elbette ama sessiz kaldığı yıllarda onu çok özledim.

Bu geri dönüşle ilgili garip ama çok güzel iki rastlantı oldu benim açımdan. Bowie’nin kalp rahatsızlığı geçirip sessiz kaldığı dönem içinde zaman zaman sabırsızlanıp ona çok sevdiğim “Slip Away” adlı şarkısının bir mısrasıyla seslenir, “How I wonder where you are!” diyerek kendi kendime nerede olduğunu sorardım. Bowie, o şarkıyı, Amerika’da PBS televizyon kanalında çocuklar için The Uncle Floyd Show adlı komedi programını yapan Floyd Vivino’dan esinlenerek yazmıştı ama aslında geçmişte kalan güzelliklere duyulan özlem için bir metafordu o. 7 Şubat akşamı Dinamo FM’deki programımda Bowie için özel bir yayın yaptım. Son anonsta, biraz da onu aktif olmadığı dönemde unutanlara sitemle, “Bir süredir müzik çalışmalarını durdursa da, artık şarkı söylemese de, ben onu bu dünyada unutanlardan olmayacağım,” demiştim. Ertesi sabah uyandığımda bütün internet yeni Bowie şarkısının şokuyla sarsılıyordu. Çevremde birçok kişi, “Bowie dün gece senin anonsu duymuş olmalı,” diyerek espri yaptı. Ama ben o şokun yanı sıra, şarkı adına da takıldım. “How I wonder where you are!” diyerek adeta isyan ettiğim o efsane müzisyenin yeni şarkısının adı “Where Are We Now?” idi! 

BERLİN DÖNEMİNE DÖNÜŞ 

Meğer son iki yıldır sessizce albüm kaydediyormuş Bowie... Sony Music’in patronuna da, “Hiçbir PR kampanyası yapmayacağız, sadece 8 Şubat’ta single’ı yayımlayacağız,” diyerek herhangi bir bilginin yayılmamasını sağlayan da kendisiymiş. Ben öncelikle, hiçbir şeyin gizli kalmadığı, herkesin her şeyi 140 karaktere sığrıdıp Twitter’dan anında paylaştığı bir dünyada böylesine büyük bir haberin gizlenebilmesine şapka çıkarıyorum. İkincisi de, büyük rock yıldızlarının da dikkat çekmek için türlü reklamlara ihtiyaç duyduğu böyle bir zamanda Bowie’nin sadece müzik yaparak tüm dünyada haber olması, durup düşünmeyi gerektirir. The Rolling Stones’un bile ilgi çekmek için sahneye Lady Gaga’yı çıkardığı günleri yaşıyoruz.

Bu ay yayımlanan 27. stüdyo albümü “The Next Day”, çok açık ki uzun süre bu yönleriyle tartışılmaya devam edecek. İlk şarkı “Where Are We Now?”, bizi Bowie’nin 1976-79 Berlin dönemine götüren enfes bir balad. Hem sound olarak “Low” albümünden izler var, hem de şarkı için çekilen video Berlin görüntüleriyle o etkiyi pekiştiriyor. 66 yaşındaki Bowie, videoda oldukça dinç ve dingin görünüyor. Elbette 30, 40 yıl önce sahneleri yakıp yıkan glam rock günleri geride kaldı ama hâlâ karizmasıyla bir ikon olmayı sürdürüyor.

Bowie’nin yeniden konser verip vermeyeceği konuşuluyor bugünlerde. Ben onu defalarca sahnede izleyebildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum. Her biri unutulmaz birer anı olarak hafızama kazındı. Canlı izlediğim onca performans arasında kuşkusuz en iyisi onunki. Sahneye onun kadar yakışan, her bir konser için özel olarak tasarlanan kostümleriyle, mükemmel sesiyle, daha profesyonel olanını görmedim.

Bowie’nin farkı, her yönüyle bütünlüklü bir sanatçı olması. “Dünyaya düşen uzaylı” imajını hiç bozmadı, onunla ilgili pek çok şey gizemini sürdürdü, kendi yarattığı farklı dünyada geçen şarkılarında yabancılaşma duygusunu onun kadar güzel anlatabilen başka bir müzisyen daha çıkmadı. Bana göre gelmiş geçmiş en iyi şarkı sözü yazarı Morrissey bile, kendisinin şarkılarında Bowie’nin yaptığı gibi fantastik bir dünya kurgulayamadığını, o nedenle odasına kapanıp kendi duygularıyla boğuştuğunu söyledi. Bowie, olmayanı hayal edebiliyor ve onu müthiş bir estetikle sunuyordu. 

DAİMA YENİLİKÇİ, DAİMA ÖNCÜ

Ben bir müzik yazarı olarak, bugüne kadar müziği geri plana iten her şeye karşı çıktım; bu çerçevede görselliğin çok fazla öne alınmasından da rahatsızlık duydum. Düşününce ilk anda Bowie gibi görsel unsurları müziğiyle bu kadar iç içe geçiren bir isme duyduğum hayranlık yadırganabilir. Fakat bunun bir çelişki olmadığını anlamak için onun bir sanatçı olarak tüm kariyerini yakından izlemek gerekir. 

Müziğin yanında sanatın farklı dallarında, tasarım, sinema ve pandomim alanında da çalışmalar yaptı Bowie. Her yeni albümü için bir konsept belirleyip ona uygun bir karakter yarattı. Acaba siz o karakterlerden hangisini daha çok seviyorsunuz? 60’ların sonunda ilk albümüyle folk-rock ile pop’u buluşturan masum yüzlü genç Bowie’yi mi? 70’lerin başındaki androjen görüntülü glam rock yıldızı Ziggy Stardust’ı mı? Funk/disko/soul ve R&B ile flört eden The Thin White Duke’ü mü? 70’lerin ikinci yarısında minimalist, ambient müziğe yakınlaşıp, Brian Eno ile kariyerinin en iyi albümlerine imza atan Berlin dönemindeki uçuk Bowie’yi mi? 80’lerde Queen, Tina Turner, Pat Metheny gibi isimlerle işbirlikleri yapıp megastar olarak yükselen Bowie’yi mi? Rock ile elektronik müziği bir araya getiren “Outside” dönemindeki halini mi? Müzik tarihinde bu kadar çok alter ego geliştirip, bunca farklı müzik türüyle haşır neşir olan tek müzisyendir Bowie. 15 yaşında ilk grubunu kurduğunu düşünürsek, 50 yıldır müzik tarihinin büyük esin kaynaklarından birisi.

Bu sahne karakterlerinden en çarpıcı olanı, herhalde Ziggy Stardust’tı. Geçen yıl rock müziğin efsane albümlerinden  “The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders from Mars”ın 40. yılı kutlandı. Bugün dinlendiğinde, zamanının ne kadar ötesinde bir yaratıcılık içerdiğine şaşırıyor insan. Bunun arkasındaki önemli nedenlerden biri de, Bowie’nin konsepte uygun olarak üstüne geçirdiği karakterleri ruhen de benimsemesiydi. O albümün prodüksiyonunu Bowie ile ortak üstlenen Ken Scott ile geçen yıl röportaj yaptığımda, bana, Bowie’nin belli dönemlerde belli karakterleri ruhunda yaşadığını anlattı. Her şey o kadar bütünlüklü bir biçimde kaynaşmıştı ki, onu izleyenler üzerindeki etkisi de büyük oldu.

Bu nedenle aradan geçen 40 yıla karşın, moda dünyasında Bowie’nin bir ikon olarak görülmesine şaşmamak gerekir. Bugün hâlâ dünyaca ünlü dergilerin kapaklarında modeller Ziggy Stardust makyajıyla ya da The Thin White Duke’a özgü erkeksi bir sadelik içinde pozlar verip Bowie’ye gönderme yapıyorsa, bunu sadece görsel etkilenme ile açıklamak yanlış olur. Sadece görüntüsüyle dikkat çekmeye çalışan içi boş pop yıldızlarından farklı olarak, Bowie’nin imajı, müziğinin bir yansımasıydı. Duyduğumuz şarkılar da, onun ruhunun o dönemde büründüğü alter egonun sesiydi.
David Bowie, 1972’de Top of the Pops programında “Starman”i seslendirdiğinde, toplam 3.5 dakikada İngiltere’yi sarsmasının nedeni, o güne kadar görülmeyen bir görsel-işitsel uyumuydu. Elinde mavi gitarı, incecik bedenine iyice yapışan renkli tulumuyla, o kırmızı saçlı adamın erkek mi kadın mı olduğu ilk anda anlaşılmıyordu. 1970’lerde tüm Avrupa ve Amerika’da uzun saçlı erkek grupları egemenken, Bowie cinsiyetler arası sınırı müzik sahnesinde ortadan kaldıran ilk rock yıldızıydı. Müzikte hard rock/heavy metal fırtınası eserken, o aynı yıllarda yanına Brian Eno’yu da alıp Berlin’de elektronik sesleri keşfe çıkmıştı. Her anlamda bir öncüydü Bowie.

Çok iz bırakan bir oyunculuğu olmasa da, 1969-2009 tarihleri arasında birçok filmde rol aldı. Bazılarında kendi gerçek karakterini ekrana taşıdı ama bazılarında da farklı rollere soyundu. Andy Warhol’u ondan daha iyi canlandıracak bir isim bulunamazdı; nitekim 1996’da Julian Schnabel’in çektiği “Basquiat” adlı filmde Bowie, yakın dostu Warhol olmuştu. 1986 tarihli Jim Henson’ın yönettiği “Labyrinth” ise, Bowie’nin soyunduğu tuhaf yaratık Goblin Kralı Jareth rolüyle unutulmazlar arasına girdi. 

“DAVID BOWIE IS” RETROSPEKTİF SERGİSİ 

Bütün yaptıklarıyla yıllar boyu tasarımcılara, reklamcılara, müzisyenlere, sanatçılara yön verdi Bowie. Bu büyük esin kaynağının kariyerine bir bütün olarak ışık tutmanın, geçmişten bugüne geldiği çizgiyi anlatan bir belge bırakmanın zamanı gelmişti. Bugünlerde Londra’daki Victoria and Albert Müzesi’nde ilk kez Bowie’nin kariyerine bu çerçevede yaklaşan büyük bir sergi açılıyor. 23 Mart-28 Temmuz arasında ziyarete açık kalacak serginin küratörleri Victoria Broackes ve Geoffrey Marsh.

Sergide yer alan 300’ü aşkın materyal arasında Bowie’nin el yazısıyla yazdığı şarkı sözleri, kendisinin çaldığı enstrümanlar, orijinal kostümleri ve sahne tasarımları, özel fotoğrafları ve albüm kapakları bulunuyor. 1947’de Londra’da David Robert Jones adıyla doğup David Bowie haline gelen bu yaşayan efsanenin 50 yıldır, yerleşik düzeni nasıl zorladığını ortaya seren belgeler bunlar. David Bowie’ya ait özel arşivi kullanmak için alınan izinle bu materyallere ulaşılmış. Sergi, bu açıdan da bir ilk oluşturuyor.

Küratör Broackes, kendisiyle yaptığım röportajda, Bowie’nin moda, grafik, tiyatro, sinema ve müzik alanında birçok sanatçı ile işbirliklerini de ele alan sergide, 60 ayrı platformda sahne kostümlerinin de yer aldığını belirtti. Bunlar arasında Freddie Burretti imzalı Ziggy Stardust tulumu, Kansai Yamamoto’nun Aladdin Sane turnesi için yapılan parlak tasarımlar, Bowie ve Alexander McQueen tarafından Earthling albümünün kapağı için tasarlanan İngiliz bayraklı ceket de bulunuyor. Bana göre en ilginçleri, Bowie’nin el yazısıyla yazdığı bazı günlük notlar ve kendi çizimleri. Bunların hiçbiri daha önce sergilenmeyen materyaller. Victoria Broackes, David Bowie Arşivi’nde yer alan 75.000 materyal arasından bunları seçmenin çok zorlu ama onurlu bir iş olduğunu söylüyor. Küratörlüğü birlikte üstlendikleri Geoffrey Marsh ile birlikte bu iş için 2011’de New York’ta altı hafta geçirmişler. 
Serginin adının neden “Bowie is” şeklinde tamamlanmamış bir ifade olarak bırakıldığını da sordum Broackes’a. Yanıtı ilginçti. “ ‘David Bowie nedir?’ sorusunun tek bir karşılığı olmadığı için o ifadeyi bitirmedik. Sergiyi de Bowie’nin 1995 tarihli albümü Outside’dan bir sözüyle açıyoruz. ‘Bütün sanatlar değişkendir. Anlamı mutlaka onu yaratanın ima ettiği gibi olmayabilir. Otoriter bir ses yoktur, sadece çok yönlü farklı okumalar söz konusudur.’

Philadelphia Sanat Üniversitesi Beşeri Bilimler ve Medya Çalışmaları Bölümü’nde görev yapan Prof. Dr. Camille Paglia’nın sergi için yayınlanan “Bowie is” kitabında cinsiyet ve toplumsal gerileme konusunu ele alan bir yazısı var. Bowie’nin toplumda cinsiyetlerin algılanışına getirdiği farklı bakışı şöyle anlatıyor: "Bowie ile hiç tanışmadım ve televizyon dışında onu sahnede görmedim. Fakat 1970’lerin başında üniversitenin son yıllarında ve öğretim görevlisi olduğum ilk dönemlerde, beni muazzam derecede etkiledi. Bowie, o sırada sanat dünyasında yükselişe geçen performans sanatının en önemli ve esin verici yaratıcılarından birisiydi. Sadece müziğine değil, görsel sanatçı olarak dehasına, çarpıcı kostümlerine ve albüm kapaklarına da hayrandım. Amerika’da gay erkeklerin sakal ve oduncu gömlekleriyle çok maço bir görünüm aldığı bir dönemde, o ‘drag’ kavramını benimsedi. Cinsiyetler arasında devrimci bir akışkanlığı temsil ediyordu; bu tam olarak ne eşcinsel ne de heteroseksüeldi. Çağımızın önde gelen sanatçısı ve kültür önderi Bowie’ye büyük bir saygı duyuyorum. "

Gucci’nin böyle büyük çaplı bir sergiye sponsor olma kararını almasının arkasında ise, büyük bir Bowie hayranı olan Kreatif Direktör Frida Giannini var. Bir moda tasarımcısı olmasında Bowie’nin büyük etkisi olduğunu söylüyor Frida ve önemli bir tespit yapıyor: “Onun çekincesiz bir şekilde ortaya koyduğu androjenliği, kadınların feminen yönlerini yitirmeden maskülen güçlerini açıklamasına yardımcı oldu. Hem kadınları hem de erkekleri, kendi imajları ve karakterleriyle şaşırtıcı bir şekilde oynamaları konusunda cesaretlendirdi.” 

Bowie’nin bir tasarımcı tarafından giydirilebilecek bir sanatçı olmadığının, daima kişisel yöntemiyle bunu kendisinin gerçekleştirdiğinin altını çiziyor Frida. Bu görüşler, benim Bowie’ye ilişkin yaptığım “görsel-işitsel ve kavramsal sanat” tanımını açıkça destekliyor. 

Frida Giannini, Bowie’yi 1980’lerin başında amcasının plak koleksiyonu sayesinde keşfetmiş. Müziğinin yanı sıra, sürekli değişen tarzından ve sahne karakterlerinden etkilenmiş. Aynı dönemde ben de büyüleyici bir Bowie sarsıntısı yaşıyordum. Plaklarını dinler, iki gözü farklı renkteki bu sıradışı müzisyenin gerçekten başka bir dünyadan gelmiş olabileceğini düşünürdüm. Bugün artık son video klibinde olduğu gibi üzerinde bir blue jean ve tişört olsa da, kırışıklıkları biraz daha artsa da, yüzüne, bakışlarına geçen anlam hiç değişmedi. 

Bowie, bir röportajında, bir zamanlar glam rock döneminde ayağında parlak kırmızı renkli, yüksek platform tabanlı çizmeler, yüzünde makyaj ve kırmızıya boyanmış saçlarıyla dolaştığını düşününce biraz utandığını söylemişti gülerek. Bugün için abartılı bir görüntü olabilir ama ben ne zaman o dönemin fotoğraflarına baksam hep yaratıcı bir cesaret görüyorum. Öyle bir cesareti olan insanın, rock tarihinin en güzel erkek seslerinden birine ve en karizmatik görüntüsüne sahip olması ise, sanırım hem onun hem de bizim şansımız. 

David Bowie üzerine kitaplar yazan Kevin Cann, ünlü müzisyen hakkındaki araştırmalarına 1970’lerin ortalarında başlamış. Bugün 90 yaşındaki yazar, Bowie’nin idollerinin Edith Piaf ve Anthony Newley olduğunu, Elvis Presley’den ise büyülendiğini söylüyor. Cann’e göre, Bowie, onların izinden giderek sahne performansını tiyatroya dönüştürmüştü; aynı zamanda bir yıldız olmak istiyordu.  

Bütün bir kariyerine bakınca Bowie’nin kendisi ne düşünüyor dersiniz? Müzik yazarı Paul Trynka’nın 2011’de yayımlanan “David Bowie: Starman” adlı kitabı şöyle başlıyor: 

1991 yılında çocukluğundaki gibi soğuk ve yağışlı bir kasım ayında, David Bowie şoförüne Brixton Academy’ye giden manzaralı yolu izlemesini söyledi. Son birkaç haftadır konuşkan, açık ve şaşırtıcı şekilde kırılgandı, ama camdan bakarken birkaç dakika sessiz kaldı. Sonra arkasına döndüğünde, yanında oturan gitarist Eric Schermerhorn, yanaklarına düşen gözyaşlarını gördü. ‘Bu bir mucize,’ diye usulca mırıldanıyordu Bowie. ‘Muhtemelen muhasebeci olmam gerekirdi. Her şey nasıl oldu bilmiyorum.’

Benim Bowie’ye bir yanıtım var: 1970’lerde onun yaptıklarını yapmak için toplumun genel kabul gören koşullamalarına karşı çıkabilecek radikal bir benliğe sahip olmak gerekiyordu ama sadece o da yetmezdi; düz gideceğinize yan yola sapıyorsanız, ondan sonra ne yapacağınıza dair bir vizyonunuz da olmalıydı. Onun adı da işte dehaydı. O sayede Binbaşı Tom gibi ileriye doğru atılarak farklı dünyalara doğru süzüldü ve kendisini  bir sanat eserine dönüştürdü.


"THE NEXT DAY" VE JONATHAN BARNBROOK İMZALI KAPAK FOTOĞRAFININ ANLAMI

David Bowie’nin Sony Music etiketiyle yayımlanan albümü “The Next Day”in kapak tasarımı Jonathan Barnbrook'un imzasını taşıyor. “David Bowie is” sergisinin kitapçığını da tasarlayan İngiliz sanatçı, Bowie ile “Heathen” ve “Reality” albümlerinde de çalışmıştı.

Barnbrook, Bowie'yi ilk kez 7 yaşındayken “Aladdin Sane” albümünün kapağında görmüş; kendi deneyiminden yola çıkarak şu ilginç saptamayı yapıyor: “O kadar farklı bir ‘erkek’ sunumuydu ki önce anlayamadım. Ama sonra ilk kez fark ettim ki, toplum tam olarak televizyonda bize anlatıldığı gibi değil, cinsiyetler insanların söylediği kadar kesin değil. Dinlediğim o heyecan verici müzik de bir anlamda onun bir uzantısıydı.” 

Bowie’nin avangart fikirleri ana akıma taşıdığının altını da çizen Barnbrook, kendisini toplumdan dışlanmış hissedenlerin onunla özdeşleşebileceği bir kimlik yarattığını söylüyor. "The Next Day”in kapağını tasarlama aşamasında Barnbrook’un şarkıları duyması gerekince, bunun için ilginç bir yol bulmuşlar. Albüm haberinin hiçbir şekilde dışarı sızmaması istendiğinden, David Bowie kendisi şarkıları Skype üzerinden ona dinletip her birinin arkasındaki düşünceyi anlatmış ve sonunda kapak için 1977 tarihli "Heroes" albümünün farklı bir versiyonu çıkmış ortaya. Bildiğimiz ikonik fotoğraf, bu kez sadece Bowie’nin yüzüne gelen kısmı beyaz bir bantla örtülerek değiştirilmiş. “Where Are We Now?”da verdiği mesajı görsel olarak da veriyor böylece. Ben hâlâ rock bukalemunu Bowie’yim ama artık “Heroes” günleri geçmişte kaldı diyor. Öyle dese de, 66 yaşında yaptığı şahane bir albümle herkesi kendine yine hayran bıraktı Bowie.

Albümle birlikte yayınlanan tek promo fotoğrafının önemine de mutlaka değinmek gerek. 1974 yılında William Burroughs ile sırt sırta verdikleri siyah beyaz fotoğrafı arkasına alıp bir sandalyeye oturmuş Bowie ve oradaki şapkalı halini anımsatan yeni bir fotoğraf çektirmiş. Yine siyah beyaz olan bu fotoğraf, Burroughs'dan cut-up tekniğini öğrenen genç Bowie'nin yeni hali bu diyor.

Bunun ne anlama geldiğini Bowie'yi yakından izleyen herkes tahmin edebilir. The Next Day ile yeni bir sayfa açıldığını ve o sayfada kendi geçmişinden parçaları buluşturduğunu önce bu imajla anlattı Bowie. Nitekim albümü baştan sona dinleyince hem sözlerde hem de müzikte bu daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor.

BOWIE, "THE NEXT DAY" İLE KENDİSİNİ YENİDEN YARATTI

Bowie'nin albümden yayımlanan ilk şarkı olarak “Where Are We Now?”ı seçmesi, onu çok iyi tanıyan prodüktör Tony Visconti’yi bile şaşırtmış. 1976-79 Berlin dönemi albümlerindeki havayı yansıtan son derece dokunaklı, hüzünlü bir balad ile hayranlarına yeniden merhaba demesinin arkasında ne olabilir? Aslında çok akıllıca bir tercih yapmış. Şarkının sözlerine kulak verince, güneş, yağmur, ateş var olduğu sürece, sen olduğun sürece ben varım mesajı çıkıyor. Aradan zaman geçti, Bowie artık glam rock günlerindeki Bowie değil; sade bir tişört ve kot pantolonla gözüküyor yeni videoda ama sesi ve yaratıcılığı sapasağlam. Ben bunları düz cümle ile söyleyip geçiyorum ama Bowie melankoliyle karışık umudu o şarkıdaki gibi insana çok dokunan bir şarkıyla aktarıyor.

Tony Visconti, albüm çıkmadan önce “Where are We Now?”ın geri kalan şarkıları sound yönünden temsil eden bir şarkı olmadığını, “The Next Day”in sağlam bir rock albümü olduğunu söylemişti. Albüm, 12 Mart’ta yayımlandı ama ondan önce tümü iTunes üzerinden stream yoluyla dinlemeye açıldı. Aynı gün yayımlanan ikinci video ise, Bowie’nin “celebrity” denilen ünlüler dünyasına yönelik gözlemlerini yansıtan “The Stars (Are Out Tonight)” adlı şarkıya çekilmişti. Oyuncu Tilda Swinton’ı Bowie’nin eşi rolünde izlediğimiz video, yıllar geçince yitirilen ünün, fiziksel güzelliğin ardından girilen bunalımı anlatıyor. Belki albümün en çarpıcı şarkılarından birisi değil ancak daha ilk dinleyişte insanı yakalayan dinamik bir melodisi var.


“The Next Day” ile ilgili en dikkat çekici nokta, Bowie’nin sessiz kaldığı dönemde aslında hiç de sanıldığı gibi kendi içine dönmediğini ortaya koyması; tüm kariyeri boyunca olduğu gibi yine toplum hakkında derin gözlemler yapmayı sürdürmüş. Şarkılarında ölüm, yaşadığımız dünyanın acı gerçekleri, savaşlar, silahlar, sona eren iktidarlar, biten ilişkiler, insanoğlunun zayıflıkları, paranoya, yalnızlık var ama seks, tutku ve aşk da var.

Sound olarak bakıldığında farklı alter egolarının temsil ettiği dönemlerin her birinden bir parça bulmak mümkün; albümün standart versiyonundaki 14 şarkıda hepsinden iz olsa da sonuç olarak bu artık 60’lı yaşların Bowie’si. "The Next Day"i dinlerken en çok "Scary Monsters", "Low" ve "Heathen" albümleri aklıma geldi; ama albümün tamamen onların bir karışımı olduğunu söylemek de fazla iddialı bir laf olur. Bana göre, Bowie, "The Next Day" ile yeni bir sound ya da alter ego yaratma peşine düşmemiş; aklında biriken hikayeleri anlatmak istemiş. Bunu yaparken de elbette yine farklı türlere dalıp çıkmış ve kendisini hiç kısıtlamadan şarkı için en uygun ton, ses neyse onu yakalamış.

Bowie’nin sesi, 66 yaşın doğal bir sonucu olarak 10 yıl öncesine göre yaşını daha çok yansıtır hale gelmiş; bunu en çok hissettiğim şarkı "Where Are We Now?, diğeri de “The Stars (Are Out Tonight)”. İkisini de 10 yıl önce seslendirseydi duyabileceğim farkı hayal edebiliyorum. Ancak bu sesinin gücünü yitirdiği anlamına gelmemeli; aksine sesindeki o olgun hissi de sevdim. Ayrıca bunun şöhretli günlerini geride bırakanların halet-i ruhiyesini anlatan, geçmişe dönüp bakan şarkıların konseptine de uygun olduğuru  düşünüyorum. Kariyeri boyunca her şarkıya uygun en doğru ses tonunu bulan bir vokalist oldu Bowie. “The Next Day” de, onun farklı karakterleri sesiyle dinleyicinin zihninde canlandırma sanatının en yeni kanıtı oldu.

Bana kalırsa, adeta Scott Walker’a saygı duruşunda bulunduğu o meşhur baritonuyla söylediği “Heat” ile albümü kapatırken, müzik sahnesindeki macerasının henüz bitmediği açık. "The Next Day"deki 14 şarkı arasında beni en çok çarpan da "Heat" oldu. Bu şarkıdaki ses tonu benim favorimdir; tek şikayetim, albümde o tonu bir kere duymam. Şarkıyı özel yapan sadece bu değil ama o da önemli bir nedendi benim için. Karanlık atmosferik soundun içinden Bowie'nin "And I tell myself I don't know who I am" diyen sesini duyduğum an sanki nefesim daralıyor  ama o duyguya garip bir bağımlılığım var. Babasından söz ediyor şarkıda Bowie. "Ondan daha çok nefret ederek seni daha çok sevebilirim" diyor  şarkıda. Bunun tam olarak ne anlama geldiği açık değil fakat şarkıya ayrı bir gizem katmış bu belirsizlik. Akustik gitar ve yaylılar eşliğindeki müziğin kurgusu ise albümün geri kalanından belirgin şekilde ayrılıyor. Dingin hüznüyle "Outside" albümündeki "The Motel"i çağrıştıran bu şarkı, gerçek bir başyapıt.

Albümdeki hiçbir şarkı doğrudan Bowie'nin kendisiyle ilgili değil demiş Visconti ama "Heat"te oldukça kişisel referanslar var sözlerde, “Where Are We Now?” ise kuşkusuz Berlin’de geçirdiği dönemden ilham almış. Bana kalırsa, The Next Day, Bowie'nin en kişisel albümü; şarkıların özündeki gerçek Bowie'yi, onun kendi hayatına dönük endişelerini görebiliyorum ben. Bowie'nin özelliklerinden birisi, şarkılarında anlattıkları kendi hayatından kaynaklansa bile onları toplumsal boyutta değerlendirip tüm insanlığa mal edebilmesi. Belki de dünya starı olmanın bir gereği bu. 

"You Feel So Lonely You Could Die"da Bowie'nin yalnızlığa dair sözleri söylerken sesiyle birlikte ruhu da titriyor. "Kapıyı kapamadan önce seni net bir şekilde görmek istiyorum. Bir direkten sallanan ceset olarak görebiliyorum seni. Düşüşünü görebiliyorum, odanda inlediğini görüyorum" derken ruhunun şiddetle savrulduğunu hissettiriyor. "Five Years"daki kadar yoğun bir duygusallığı bu şarkıda bir kez daha yakalamış Bowie. Vurgulanması gereken bir diğer nokta, Bowie'nin bu albüm için yazdığı sözlerin daha karanlık bir atmosfer yansıtması. "Valentine's Day" adlı şarkıda bile "buz gibi kalpten" söz ediyor. 

Albümde gitar soundunun ve ritmin en vurucu olduğu şarkı ise "Love Is Lost". Kaybolan aşkın arkasından duyulan hüzün ve öfke karışımını  Bowie'nin vokali kusursuz yansıtıyor. Tüm zamanların en iyi Bowie şarkılarından birisi kuşkusuz. İlk önce albümün adının “Love is Lost” olması düşünülmüş ancak sonradan kapak tasarımı ve Bowie’nin uzun süren sessizliğine atıf yapan “The Next Day” tercih edilmiş. Bence de albümün konsepti açısından doğru bir karar olmuş bu.

"Dancing Out in Space", "Scary Monsters"ı anımsatan soundu ile albümün en enerjik şarkılarından birisi ve olası bir hit adayı. Deluxe versiyonda yer alan üç şarkıdan en zayıf olanı, albümün geri kalanına göre hafif kalan "So She". Tamamen enstrümantal iki dakikalık "Plan", "The Stars (Are Out Tonight)"ın girişinde de duyduğumuz melodinin üzerine oturmuş; kısa olsa da vurucu gitar sounduyla insanı ilk dinleyişte yakalayan bir şarkı. Bowie üzerinde sık kafa yorduğu Amerika'ya gelen göçmenler ve değişen kimlikler konusunu bu kez "I'll Take You There"de sorgulamış. "Amerika'ya gelip yaşam mücadelesi veren milyonları temsilen seçtiği Sophie ve Lev, gelecekte ne olacağını bilmeseler de isimlerini değiştirip yeni bir hayata başlıyorlar.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, 2003’te “Reality” albümünde durduğu yerden daha ileriye geçti David Bowie. "The Next Day", çok sağlam bir art rock albümü olmasının yanında, kapak tasarımından yayınlanmasına kadar üzerinde ince düşünülmüş bir sanat eseri. Rock ikonu Bowie'nin sürekli evrilişini izlemek her zaman çok heyecan verici. NME dergisinin kapağındaki maskeli fotoğrafını da yorumlamak olanaklı; o maskenin ardından ne çıkacağı belli olmaz, bir gün yeni bir albümde bambaşka bir Bowie ile de tanışabiliriz. The Next Day'in kaydettiği son albüm olduğunu duyursaydı bile bu müthiş bir son olurdu ama umarım bir daha bu kadar uzun ara vermez.

Bowie için radyoda yaptığım ilk programın kaydı:


(David Bowie için bu yıl yaptığım ikinci programın kaydını dinlemek için: http://www.veganlogic.net/2014/01/vegan-logic-lii-david-bowie-ozel-ii.html)
* Yazının bir kısmı, Vogue dergisinin mart sayısında yayınlanan makalemden alındı. Albüm çıktıktan sonra ayrıca değerlendirmelerimi de ekleyerek genişletilmiş bir Bowie yazısı haline getirdim.

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate