29 Nisan 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 114: The Flaming Lips - The Flaming Lips and Heady Fwends (Warner Bros.)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 29 Nisan 2012

80 ve 90’lıyıllarda, belirgin bir şekilde 60’ların saykedelik pop/rock akımının etkisinde kalan grupların müziği, “neo-psychedelia” diye tanımlanmaya başladı. Ben, her şeyin başına “neo” koyup yeni türler icat etmektense, deneysel rock grubu demeyi tercih ediyorum.

Bu grupların kimisi gitar temelli rock soundunu sürdürürken, kimisi elektronik sesleri öne çıkardı. Ne olursa olsun, saykedelik sound, içinde deneysellik ruhunu barındırdığı ve sınırları net bir şekilde çizilmediği için, her zaman ilgi odağımda oldu.

The Flaming Lips de o grupların içinde yer aldığından, yaptığı çalışmaları hep takip ettim. Bir konserlerinde vokalist Wayne Coyne’u seyircilerin üzerine fırlatılan dev bir balon içinde şarkı söylerken görünce, saykedelik etkinin sadece müziklerine değil, sahne performanslarına da yansıdığına bizzat tanık oldum. Gerek grubun şarkılarına seçtiği isimler ve videoları, gerekse Coyne’un sosyal medyadan yazıp çizdikleri, ulaşabilecekleri çılgınlığın boyutunu sergilemesi bakımından da ipuçları veriyor zaten.

1986 tarihli ilk albümleri “Hear It Is” ile yeni yayımlanan “The Flaming Lips and Heady Fwends”e kadar toplam 14 albüm çıkardı TFL. Bunlar arasında “The Soft Bulletin”, “Yoshimi Battles the Pink Robots” ve “Embryonic” beni yakalayan çalışmalardı. Ancak deneyselliğin doğal bir sonucu olarak, albümlerin aynı dinleyicide bıraktığı etki, dramatik şekilde farklı olabiliyor. Hatta bu aynı albüm içindeki şarkılar arasında sa söz konusu olabiliyor. Benim The Flaming Lips konusundaki deneyimim de böyle.

“The Flaming Lips and Heady Fwends” konusunda da benzer duygular içindeyim. Record Store Day için sadece ikili plak olarak yayımlanan albümde toplam 13 şarkı yer alıyor. Bunların hepsi, grubun 2011 ve 2012’de ünlü grup ve müzisyenlerle yaptığı işbirliklerden oluşuyor. İçlerinde severek dinlediklerimin yanı sıra, hiç hoşlanmadıklarım da oldu. Ortak çalışma yapılan isimler arasında, Tame Impala, Edward Sharpe and the Magnetic Zeros, Lightning Bolt ve Prefuse 73 gibi The Flaming Lips sounduyla uyuşabileceği önceden tahmin edilebilecek gruplarla birlikte, Bon Iver, Neon Indian, Ke$ha, Chris Martin, Erykah Badu, Yoko Ono ve Nick Cave gibi şaşırtıcı olanları da var.

Ancak ilginç olan şu ki, önceden TFL ile uyuşabileceğini düşündüklerimin yer aldığı şarkılarda da hayal kırıklığına uğradıklarım oldu. Örneğin elektronik müzikteki deneysel çalışmalarıyla tanıdığımız Prefuse 73 ile kaydedilen “Supermoon Made Me Want to Pee”, dinlemesi işkenceye dönüşebilecek bir kakofoni gibi... Aynı yorumu, Ke$ha’nın vokali üstlendiği “2012 (You Must Be Upgraded)" için de yapmak olanaklı. Üstelik The Stooges’ın “1969” adlı şarkısına referans yapar gözüküp, berbat bir sonuç almışlar. Kayıt sırasında Ke$ha’nın LSD kullandığını medyaya anlatmayı belki bir pazarlama taktiği olarak kullandı Coyne ama bana kalırsa ne yapsa boş...

Bir diğer dikkat çekme tekniği ise, sansasyonel şarkı ismi seçmeyi tatsız bir noktaya vardırmaları oldu. Geçen yıl Neon Indian grubuyla yaptıkları bir şarkıya “Is David Bowie Dying?” ismini verdiler. Bowie’nin sağlığı ile ilgili yayılan dedikodulardan yararlanıp dikkat çekmeyi tasarlamışlardı ve istedikleri bir ölçüde oldu. Aslında hüzünlü sounduyla albümde dinlenebilecek birkaç şarkıdan biri; fakat belli ki Wayne Coyne skandalları ve şok edici işler yapmayı çok seviyor.

Dinlemeye değer bulduğum diğer iki şarkı, “Tame Impala” ile kaydedilen space rock türündeki “Children of the Moon” ile Erykah Badu’nun vokali üstlendiği “The First Time Ever I Saw Your Face”.

Piyano tınılarını açıklıkla duyabildiğim Chris Martin’li “I Don’t Want You To Die”ı, sürpriz bir şekilde tekrar tekrar dinleme isteği duydum. “You and me/ We're both so fucked up / But you're fucked up in the good way / And I'm fucked up in the bad” sözleriyle açılan “Ashes in the Air”, Wayne Coyne’un ekolanan vokaliyle buluşan Bon Iver’in sesiyle ayrı bir güzellik kazanmış. Albümün geri kalanında ise, kanımca, ne yazık ki konuk sanatçılar harcanmış.

Müzikte deneysellik beni her zaman heyecanlandırıyor. Elbette adı “The Flaming Lips and Heady Fwends” olan bir albümün sıradışı olması beklenir; ama iş, altyapıda belli bir dinamikten ve bütünlükten yoksun gürültü boyutuna varırsa tadı kalmıyor.

Wayne Coyne, albüme katkıda bulunanların kanlarından bir miktar alıp plağın özel versiyonunun içine koysa da, bu çılgınlıklar durumu kurtaracak gibi değil. Son tahlilde, bana göre birkaç şarkı dışında ihmal edilebilir bir albüm yapmış TFL. Fakat bundan sonra dümeni yine farklı bir rotaya kıracaklarına göre, endişe edilecek fazla bir şey yok diye düşünüyorum.

“Müzik sektörünü avukatlar ve muhasebeciler ele geçirdi”


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 29 Nisan 2012

Ken Scott, müzik dünyasının en saygın prodüktörlerinden birisi. 60’lardan bu yana, The Beatles, Pink Floyd, David Bowie, Elton John, Jeff Beck, Lou Reed, Duran Duran, Supertramp, Devo gibi başarılı isimlerle çalıştı. 6 Haziran’da Bobby Owsinski ile birlikte yazdıkları “Abbey Road to Ziggy Stardust” adlı kitabı çıkıyor. Bu tarih, aynı zamanda The Beatles’ın ünlü Abbey Road Stüdyoları’nda yaptığı ilk kaydın 50. yılı ve Scott’ın David Bowie ile birlikte prodüktörlüğünü üstlendiği “The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders from Mars” albümünün 40. yılı. Efsanevi müzik adamı Ken Scott’ı Los Angeles’taki evinde bulup konuştum.

Bowie için yaptığınız ilk çalışma sanırım “Space Oddity” albümünün ses mühendisliğini üstlenmek olmuştu. Nasıl gerçekleşti bu?

Londra’daki Trident Stüdyoları’nda görevliydim ve albüm kaydı orada yapılınca o iş de bana düştü. O rastlantısaldı ama o sırada iyi anlaştık ki çalışmalarımız sonrasında da devam etti.

Bowie’den önce The Beatles için de “Magical Mystery Tour” ve “Abbey Road” albümlerinde aynı görevi üstlendiniz. Onlarla çalıştığınız dönemde grup üyeleri hakkındaki izleniminiz nasıldı?

Onlarla birlikte olduğum sırada hepsi harikaydı, birlikte çok eğlendik. Bazen tartıştıkları olurdu. Ama bunca yıldır çok sayıda isimle çalıştım ve müzisyenlerin zaman zaman öfkelenip, sinirlerine hakim olamadıkları tek bir albüm çalışması hatırlamıyorum. Sanatçılar eserlerini yaratırken doğal olarak her ayrıntıya odaklanıyor ve bu onları bazen fazla hassas yapabiliyor. The Beatles ile çalıştığım dönemden çok keyif aldım ve bu süre zarfında grup üyelerinin hiçbirisi geçmişte basında yazıldığı kadar kötü değildi.

Pink Floyd ile ne zaman tanıştınız? Onlarla yaptığınız ilk çalışma hangisiydi?

Ben Abbey Road’da görev yaparken Pink Floyd, ilk albümünü kaydetmek üzere stüdyoya geldi. O sırada stüdyoda “mastering” denilen işi yapıyordum. Onlarla ilk olarak Syd Barrett ile kaydedilen son single “Apples and Oranges” ve “Paint Box”ta bir araya geldim. Sonra grupla ilişkim sürdü. Çünkü geçmişte grubun prodüktörü Norman Smith ile uzun süre çalışmıştım. Daha sonra David Gilmour’un yer aldığı albümle çalışmalarımız devam etti.

O dönemde grup üyelerinin arasındaki ilişki nasıldı?

Çok iyiydi. Genel olarak çok eğlenirdik. Roger Waters, her ayrıntıyla çok ilgilenirdi. “Apples and Oranges”ın kaydını hatırlıyorum. Single’ı oldukça hızlı bir şekilde çıkarmak gerekiyordu. O nedenle üzerimizde bir baskı hissediyorduk. Fakat hepsi çok profesyoneldi; önemli bir sorun yaşanmıyordu. Kayıt sırasında stüdyoya ağır bir havanın hakim olduğu işleri sevmiyorum. Pink Floyd ile çalışırken böyle bir durum hiç olmadı.

40 YIL SONRA HÂLÂ ZIGGY STARDUST HAKKINDA KONUŞMAK

Sözü yine Bowie’ye ve Ziggy Stardust’a getirmek istiyorum. Onunla ilk olarak ne zaman ve nasıl karşılaştınız? Ziggy Stardust için yapılan planlarp nasıl ortaya çıktı?

David’le ilk karşılaşmam yine stüdyoda çalışırken bana verilen bir görevle oldu. “Space Oddity” ve “The Man Who Sold the World” albümlerinde ses mühendisi olarak çalışırken, onun çok hoş bir insan olduğunu düşündüm. Kuşkusuz yetenekliydi ama onu hiç büyük bir yıldız olarak görmemiştim. Sonra bana “Hunky Dory” albümünün prodüktörlüğünü birlikte üstlenmeyi önerdi. Eşi Angie ile birlikte bir akşam evime geldiler, bana “Hunky Dory” için elindeki materyali dinletti. Ne kadar üstün bir yeteneği olduğunu o anda anladım. “Hunky Dory”nin kaydını tamamladığımız sırada, birkaç hafta sonra David bana “Yeni bir albüm kaydedeceğiz” dedi. “Şaka yapıyor olmalısın! Hunky Dory daha yayınlanmadı bile...” diyerek hayret içinde karşılık vermiştim ama o ciddiydi. “Sen pek hoşlanmayacaksın ama yeni albümün soundu daha sert, daha rock’n roll olacak” dedi. Ama yanılıyordu, albümü çok sevdim. Ziggy ile ilgili her şey o şekilde başladı ve ardından stüdyoya girdik. Gruptakiler, albümde kullanılacak materyalin bir kısmını önceden biliyordu ama bir kısmını da stüdyoda ilk kez gördüler. İki hafta içinde kaydı tamamlayıp işi bitirdik. Her şey o kadar kısa bir zamanda oldu. O sırada Ziggy Stardust’ın bir karakter olarak tanımlanması üzerine hiçbir konuşmamız olmadı. Bütün o hikaye sonradan şekillendi.

Ziggy Stardust’ın etkisi ve önemi, bir albümün çok ötesine geçti. 40 yıl sonra hâlâ onun hakkında konuşuyor olmamız müthiş. 1972 yılında, böyle bir albüm kaydettiğinizin farkında mıydınız?

Hayır, bunun asla farkında değildik. Ziggy’i seviyorum, çok iyi bir albüm ama 40 yıl sonra onun hakkında konuşuyor olmak benim için de garip. Eskiden müzisyenler, yılda iki tane albüm yapmalarını şart koşan sözleşmeler imzalarlardı. Yani aralarında 6 ay olurdu. İkinci albüm çıktığında insanlar hâlâ ilk çıkanı konuşuyor olursa ne yapacağımız hakkında endişe duyardık. Ziggy çıktığında, 40 yıl sonra onu konuşuyor olacağımız hakkında en ufak bir öngörümüz yoktu. Eğer olsaydı, olan biten her şeyi not alırdık ama almadık...



Bowie ile stüdyodaki deneyimleriniz nasıldı? Çalışması zor bir insan mı?

Onun hakkında söyleyebileceğim tek şey, çalışması çok keyifli bir insan olduğu. İşleri kolaylaştıran, gerçek bir profesyonel. Birlikte çalıştığım en iyi vokalist. Sıra vokale gelince her şey kolaylaşırdı. David, kayda başlar ve tek seferde bitirirdi. Herkesin bugün dinlediği de o ilk kayıtlardır. Bir şarkının vokallerini ikinci kez kaydettiği hiç olmadı. Her defasında mutlaka en doğru sesle başlar ve ilk kayıtta tek seferde tamamlardı işini. Benim bazen ikinci mısraya bir daha baksak dediğim olurdu ama o gerek görmezdi. Sonra tekrar dinlediğimde anlardım ki o yine haklı, hiç hata yapmazdı. Gerçekten inanılmazdı.

O nedenle kendisine “One-Take-Bowie” dendiğini okumuştum.

Ben hiç duymadım bu ünvanı.

Paul Trynka’nın Bowie hakkında yazdığı “Starman” adlı biyografide de geçiyor bu ifade.

Ben duymamıştım ama doğru bir anlatım. Aynen öyleydi çalışma tarzı.

Bowie ile hâlâ görüşüyor musunuz?

Ara sıra e-posta ile haberleşiyoruz. En son ocak ayında yaşgününde haberleştik.

Sağlığı hakkında bazı haberler yayılıyor zaman zaman. Kendisi iyi mi?

O dedikoduları ben de duydum ama ne onaylayabilir ne de yalanlayabilirim. Söyleyebileceğim tek şey, David, döneme göre yaşamak istediği karakteri kendisi belirler. Değişmeyi seçmedikçe ona o karakterle ilgili soru sormak olanaklı değil. Benim düşüncem, şu anda seçtiği karakter, kızıyla kurduğu baba ilişkisini sürdürüyor ve bundan yüzde yüz keyif alıyor.

Yeniden konser vermesi konusunda umut var mı?

Bu konuda hiçbir konuşmamız olmadı. Bilemiyorum.

Ziggy Stardust, destansı rock yıldızı düşüncesinin temelini attı. Bütün dünyada etkisi büyük oldu ama Bowie daha sonra, “O karakter yıllarca yakamı bırakmadı” diyerek yakındı. Neden bunu söyledi?

Her başarılı sanatçı, yoluna devam etmek için aynı şarkıları yıllarca söylemek zorunda kalıyor. Bir süre sonra bu sıkıcı olmaya başlayabilir. Ben kendi kariyerim boyunca farklı müzik türlerinde işler yapabildiğim için şanslıydım. Sürekli bir değişim içindeydim. David Bowie ya da Elton John’u düşünün; 40 yıldır aynı şarkıları söylemek bıktırıcı olsa gerek. Eminim David, o sözleriyle bu tür bir hissi yansıtıyordu.

Açık ki Ziggy, Bowie’nin karakterini derinden etkiledi ve sonunda 3 Temmuz 1973’te Londra’nın Hammersmith Odeon adlı salonundaki konserinde yaptığı açıklamayla hem Ziggy’yi hem de kendisini müzik sahnesinden silmek istedi. “Bu sadece turnenin son konseri değil, aynı zamanda bizim de son konserimiz” derken hem kendisine eşlik eden The Spiders from Mars adlı üçlüden hem de Ziggy olmaktan bunalmıştı sanırım.

David işte... O değişimi seviyor. Değiştiği zaman, bir dönem kullandığı karakteri tamamen değiştirir. Bir sonraki yaptığımız albüm “Pin Ups”tı. O zamana kadar kullandığı karakteri tümüyle değiştirmemişti ama ondan sıkıldığı belliydi. Başka bir aşamaya geçmek istedi ve geçti.

Bowie’nin “Five Years” adlı şarkıyı kaydederken ağladığını okumuştum. Nedeni neydi?

“Five Years”, oldukça yavaş ritimle başlayıp giderek hızlanan bir şarkıydı. Biz stüdyoda en iyi soundu elde etmeye çalışıyorduk. Bowie, dramatik sahne eğitimi de almış bir sanatçı. Şarkıyı söylerken kendisini tamamen kaptırdı. Şarkıdaki gibi dünyanın beş yıl içinde sonunun geleceğini düşünen herhangi bir insan, bundan büyük üzüntü duyabilir. Onun da yaşadığı oydu. Şarkıyı söylerken aşırı derecede etkilendiğini hatırlıyorum.



ZIGGY'NİN ETKİSİNİ ZAMAN İÇİNDE ANLADIK

Uncut dergisinin nisan sayısında “Starman, İngiltere’nin Bowie’ye tamamen tutulduğu andı” dediğinizi okudum. Bowie’nin Top of the Pops’a çıkışını sağlayan o şarkıydı ama single listesine 49 numaradan girmişti. “The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders from Mars” albümü yayınlandığında da çok sayıda eleştirmen, konseptten rahatsızlık duymuştu. Hatta Melody Maker, Bowie’yi “süper parodici” olarak tanımlamıştı. Bütün bu rüzgar nasıl tersine döndü ve albümün etkisi 40 yıldır geçmedi?

Zamanla bazı değişiklikler oldu elbette ama bu değişim yavaştı. Biz günlük işlerle uğraşırken yaşananların tam olarak anlamını kavrayamadık o dönemde. Çocuğunuzun büyümesini anı anına fark edememeniz gibi... Sonra birden geçmişten bir fotoğraf görürsünüz ve “Aman Tanrım, ne kadar büyümüş!” dersiniz. Size çok yakın olan her şeyde yaşanır bu durum. Ziggy’nin etkisini biz de ancak zaman içinde fark edebildik.

The Beatles, Pink Floyd ve David Bowie dışında, Elton John, Duran Duran, Jeff Beck, Supertramp, Lou Reed, Devo gibi birçok isimle de çalıştınız. Kariyerinizin en iyi ve kötü anlarını belirleyebiliyor musunuz?

Burada da yine çocuk benzetmesini kullanacağım. Hepsini seviyorum. En iyi ya da en kötü yok. Yaptığım işlerin yüzde 98’ini çok sevdim, içlerinden birisini seçemem. Birisi diğerinden daha kötüydü de diyemem. Şanslıyım ki, onlar zaten çok az.

6 Haziran’da Bobby Owsinski ile birlikte yazdığınız “Abbey Road to Ziggy Stardust” adlı kitabınız yayımlanıyor. Bu çalışmayı yaparken nasıl bir araştırma ve yazma süreci yaşadınız?

Bu bir süredir aklımızda olan bir projeydi. Çünkü insanlar sürekli ne zaman kitap yazacağımızı soruyordu. Ben sadece doğru zamanda olmasını istiyordum. Sonunda yayınevi benimle temas etti ve oturup konuştuk. Çok iyi bir yazar olan Bobby Owsinski ile de anlaşınca, elimde olan materyalle işe başladım. Bazen de o yazdıklarını bana gönderiyor, ben onlar üzerine kendi katkılarımı ekliyordum. İngiltere’de doğdum ama uzun bir süredir Los Angeles’ta yaşıyorum. Yine de kendimi İngiliz hissediyorum. Bu kitabın bir Amerikan kitabı değil, İngiliz kitabı olmasını istedim. O nedenle kendi sesimi, kendi ruhumu koymam lazımdı içine. Müzik sektöründeki çalışmalarım dışında ilk kez bir kitap yazıyorum. Kitabın iyi ya da kötü olup olmadığını ben söyleyemem. Okuyanlar olumlu eleştirilerde bulunuyorlar ama çok heyecanlı ve biraz da tedirginim bu konuda.

"BU İŞE PARA KAZANMAYI BEKLEYEREK GİRMEYİN"

Kitabı yazarken ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Yazma kısmı kolaydı. Çünkü Bobby, yazılanları belli bir forma sokarak işi çok kolaylaştırdı. Zor olan, olaylar hakkında insanların hafızalarını tazeleyip doğru bilgiye ulaşmaktı. Benim anılarım hâlâ taze. Yazdıklarımın olayları aynen olduğu gibi aktarmasına çalıştım. Kitabı yazarken çok sayıda insanla konuştuk. Onların anlattıklarıyla karşılaştırma yapmak yararlı oldu. Hatta geçmişte olanları daha net hatırlamama yardımcı olması için terapiye de gittim ama o pek işe yaramadı. Sonuç olarak işin en zor kısmı, hafızaları çalıştırmaktı.

Siz çalışmaya başladığınızdan bu yana müzik sektörü nasıl değişti?

Muhasebeciler ve avukatlar tarafından yürütülen bir iş haline geldi. Ben yeteneğe ve sonunda onun kazanacağına inanıyorum. En iyi olanı o belirleyecek. Şükürler olsun ki internetle birlikte bu süreç başladı. Eskiden büyük plak şirketleri müzikten anlayan insanlar tarafından yönetilirdi. Birçoğunu yönetenlerin kendisi de sanatçıydı. Günümüzde ise bu şirketler, müzikten hiç anlamayan, tek amaçları bu yolla çıkar sağlamak olan tüccarlar tarafından yönetiliyor. Müzik yapmanın ne demek olduğu, bir müzisyenin sanatını üretirken ne gibi aşamalardan geçtiği konusunda hiçbir fikirleri yok. Bu insanların olan biteni anlamalarını sağlamak gerekiyor. Bu sağlanırsa belki müzik endüstrisi sağlığına kavuşur...

Bugünlerde sizi heyecanlandıran yeni gruplar var mı?

Yeni grup olarak sınıflandıramam ama Foo Fighters’ı ve Dave Grohl’u seviyorum. Kendini fazla ciddiye almayan, hoş bir insan. Ayrıca Carina Round var. İngiliz bir müzisyen ama Los Angeles’ta yaşıyor. Çalışmalarını çok beğeniyorum. Yeni bir albümü çıkacak yakında.

Müziği bir sanat olarak icra etmek isteyen müzisyenlere ne gibi önerileriniz olabilir?

1 numaralı önerim, verebildiğiniz kadar konser verin. Sizi dinleyenin bir kişi ya da 10 bin kişi olmasını önemsemeden her fırsatta çalın. Canlı performansınızı geliştirmeyi ancak bir kitle karşısında çalarak öğrenirsiniz. The Beatles, Hamburg’da bu şekilde haftada altı gece bedava konser vererek iyi çalmayı öğrendi. Onu yapmasalardı, sonradan o kadar iyi olamazlardı. İkinci önerim, bu işe para kazanmayı bekleyerek girmeyin. Öncelikli amacınız iyi müzik yapmak olsun. Eğer şanslıysanız, para da onun arkasından gelir.

http://cumhuriyet.com.tr/?hn=334346

_

22 Nisan 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 113: Patrick Watson - Adventures in Your Own Backyard (Domino)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 22 Nisan 2012



Evinizde nasıl müzik dinlemek istersiniz? Ben müziği tek başına özel olarak anlamlandırdığım için, mekanlardan ve mevsimlerden bağımsız olarak düşünüyorum. Evimde her türlü müziği dinlerim; yazı neşeli, sonbaharı hüzünlü olarak nitelemediğim için, her müzik her mevsime uyabilir bana göre. Çünkü aslolan, içinde bulunulan andaki ruh halidir ve benim ruh halim, hava durumu ya da mekanlardan doğrudan etkilenmiyor. Garip bir şekilde fiziksel koşullardan bağımsız olarak, kendi bildiğini okuyan bir ruha sahibim.

Ama “Bu havada bu dinlenir mi?” ya da “Bu mekana bu müzik gider” türünden ifadeleri sık duyuyorum. Yazının girişini belki biraz uzattım ama bunun nedeni, Patrick Watson’ın yeni albümünü anlatırken, “Evimizde dinlemek isteyeceğimiz türden bir müzik yapmak istedik” demesi oldu. Neden böyle bir ayrım yaptığını ilk okuyuşta anlayamadım. Çünkü müzisyenler zaten evlerinde dinlemek isteyeceği türde müzik yapmazlar mı ya da evlerinde dinlemeyi tercih ettikleri müzik sahnede icra ettikleri müzikten farklı mıdır? Önemli bir sorudur bu.

Belki bu tanımdan çıkarılabilecek anlam şu olabilir: “Grup olarak, başka hiçbir şeyi hesaba katmadan, sadece kendimizi memnun edecek müziği yaptık.” Anlatmak istediği buysa, ticari beklentileri gözetmemiş demektir. Bir sanatçının eserlerini üretirken benimsemesi gereken en önemli ilkedir gerçekte bu. Eğer yaptığınız işle öncelikle kendinizi memnun ediyorsanız, sonuçta mutlaka sizinle aynı düşünen başkaları da olacaktır.

Bu düşünceler üzerine kafa yorarken, Patrick Watson’ın tam olarak ne demek istediğini, Montreal Mirror’da çıkan bir söyleşisini okuyunca anladım. “Herkesin kendine göre bir arka bahçe tanımı var. Bana göre bu, barbekü yaptığınız yer değil, aklınızın içinde sizde iz bırakan insanların hiç çıkmadığı bir yer vardır; benim için arka bahçe orası” diyor. Nitekim albüm kapağında da, bir eve doğru yürüyen genç bir kadının arkadan çekilmiş fotoğrafını görüyoruz. Anlaşılıyor ki, kadının olduğu yer, Patrick Watson’ın arka bahçesi...

Ben, Patrick Watson’ın o bahçede giriştiği yeni maceraları çok sevdim. Bu yıl Austin’deki South By Southwest kapsamında grubu bir kez daha canlı dinleme fırsatım oldu. Festivalin kargaşasından uzakta, sessiz bir kilisenin içinde tahta sıralara oturup yerimizi aldık. Işıklar karardığında Patrick Watson’ın yüzünü ve bedenini görmüyorduk ama parmaklarına geçirdiği ufak lambalardan yansıyan zayıf işıklardan anladığımız kadarıyla piyanoyu çalan oydu. Sonra insana huzur veren pürüzsüz sesini duyduk. Festivalin en etkileyici performanslarından biriydi. Böylece yeni albümden şarkıları ilk olarak canlı performansta dinlemiş oldum.

Multienstrümantalist, vokalist, ozan şarkıcı Watson’ın neredeyse tümünü Montreal’de kendi dairesinde kaydettiği albüm, gitar, keman, perküsyon ve piyano etrafında gelişen melankolik melodileriyle 2012’de alternatif pop’un en güzel işlerinden birisi olarak kayda geçecek.

Patrick Watson’ın 2003’te ilk albümü “Just Another Ordinary Day”den bu yana izlediği çizgi hiç aşağıya inmedi. 2006’da Polaris ödülünü alan “Close to Paradise”dan sonra, 2009’da çıkan “Wooden Arms”, kanımca düzenlemelerde çıtayı daha da yukarı çekti.

"Adventures in Your Own Backyard” ise, “Wooden Arms”a göre enstrümantasyon ve sound açısından daha yalın. Grubun daha önceki çalışmalarında yoğun olarak hissedilen deneysel sesler yaratma çabası bu albümde daha az. Bu tercihin gerisindeki neden, Watson’ın “Wooden Arms”ta kullandıkları bisiklet ve mutfak aletleri gibi eşyalardan elde edilen farklı seslerin, vokalden daha fazla öne çıkmasından duyduğu hoşnutsuzluk. Bana göre o da kendi içinde çok güzel bir albüm ama anlaşılan Patrick Watson bu defa soundu sadeleştirip, falsetto vokalinin baş aktör olmasını amaçlamış. Ne yapmak istediğini anlamak için, “Lighthouse” adlı şarkıda usul usul çalan piyano tınılarına eşlik eden yumuşacık vokali dinlemek gerekiyor.

Sonuçta Watson’ın yaşadığı çevredeki ufak ayrıntıları hikayeleştiren sözleri, şarkıların melodik yapısıyla buluşunca, dinleyene dokunan, duygusal bir albüm çıkmış ortaya. Patrick Watson’ın aklının arka bahçesinde geçen yeni maceraları, şarkı yazarlığı açısından daha incelikli bir çalışma olsa da, doğrusu ben “Wooden Arms”taki deneyselliği de aradım.

15 Nisan 2012 Pazar

İçten, sıcacık ve özel bir konser


Aylar önce indie folk-pop grubu Kings of Convenience’ın Garanti Caz Yeşili Nordik Müzik Festivali kapsamında Babylon’da iki konser vereceği duyurulduğunda, müzikseverlerin yaşadığı büyük sevinci hatırlıyorum. 2005’te Ses Tiyatrosu’nda gerçekleşen konserden bu yana Norveçli grubun Türkiye’de büyük bir hayran kitlesi oluşmuştu. Sonunda yaklaşık yedi yıllık özlem giderilecekti.

Biletlerin satışı da epey tartışmaya neden oldu. Çünkü bir kişiye en fazla iki adet bilet satılmasına karşın, iki konserin biletleri de satışa çıktığı gün çok kısa sürede tükenmiş ve birçok kişi kişi bilet alamamıştı. Ayrıca bütçeleri zorlayan 130 liralık bilet fiyatı da yaygın tepkiye neden olmuştu.

Sonunda beklenen an geldi ama perşembe gecesi konser gerçekleşemedi. Çünkü grubun iki elemanından birisi olan Eirik Glambek Bøe, gözünde oluşan bir rahatsızlık sonucu ülkesine geri dönmek zorunda kalmıştı. Öğleden sonra yapılan erteleme açıklaması, konsere zaten gidemeyecek olan bazı kişileri ilginç bir şekilde memnun etti; bileti olanları ise üzdü. Bana göre en üzücü olan, Eirik’in başına gelendi. Sonuçta Erlend Oye, bütün kibarlığıyla, hiçbir karşılık almadan her iki gece kısa da olsa solo konser vermeyi önerdi. Onu yalnız bırakmayanlar Babylon’da buluştu.

Saat tam 10’da akustik gitarıyla karşımızdaydı Erlend. Yaşanan hayal kırıklığını gidermek için İstanbul’da kalıp sahneye tek başına çıkmayı istediğini anlattı. Bir albüm olarak da yayınlamayı düşündüğü cover şarkıları çalarak farklı bir set sunacağını söyledi. Gecenin açılış şarkısı, Miles Davis’in de davulcusu olan Tony Williams’ın 1971 tarihli albümü “Ego”dan “There Comes a Time”dı.

Ancak konser Babylon’un “sessiz konser” uygulaması kapsamında olsa da, yine seyirciler arasında konuşmalar duyuluyordu. Oysa Pozitif yöneticileri, çok isabetli bir iş yaparak, ses çıkmasın diye içki satışını mekanın içindeki barlar yerine yan taraftaki Babylon Lounge’dan yapma kararı almıştı. Ayrıca Erlend Oye, özellikle rica ettiği için fotoğrafçılar da asma kata alınmıştı.

Bir ara fotoğraf makinelerinden çıkan sesler öyle baskın oldu ki, Oye, üzgün ve yılgın bir şekilde duygularını dile getirdi. “Siz fotoğraf çektiğinizde, konuştuğunuzda ben duyuyorum ve bu benim için eğlenceli olmuyor. Sıkıcı olduğumu düşünmeye başlıyorum” deyince, ilk anda gülenler oldu ama o ciddiydi. Belli ki, bu ülkede insanlar konserde müzik dinleme adabını öğrenene kadar müzisyenlerin sahneden iç burkan yakınması sürecek...

Bu uyarı üzerine dinleyici daha dikkatli olunca, Erlend Oye de rahat göründü. 60’lardan bir Amerikan şarkısını İtalyanca söyledi, Amerikalı rock grubu Big Star’dan “13” ile devam etti. Kings of Convenience şarkıları duymak isteyenler, “Power of Not Knowing” ve “Stay Out of Trouble” ile sevindi.

Şarkı sözlerini gün boyunca İstanbul’da başına gelenleri anlatarak değiştirdiği dakikalarda espriliydi Erlend Oye; sanki evinin salonunda arkadaşlarına çalıyor gibiydi. 45 dakikalık konseri, salondaki kadınlar için, Joe Cocker’ın meşhur ettiği “You’re So Beautiful”u söyleyerek tamamladı.

Son anda yaşanan bir şanssızlığı, yeteneği ve yumuşacık sesiyle olumlu yönde dönüştürdü. Gerçek sanatçı budur dedim içimden. Perşembe gecesinden aklımda kalan son kare, sahnede mutlulukla gülümseyip imza dağıtan genç bir müzisyen oldu. İçten ve özel bir konserdi.

Vitrindeki Albümler 112: Sleep Party People - We Were Drifting on a Sad Song (Blood and Biscuits)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 15 Nisan 2012

Sleep Party People’ı ilk dinlediğinde aklına hemen “Donnie Darko” gelenlerden biriyim. Richard Kelly’nin karanlık, garip, kışkırtıcı ve son derece ilginç filmi, bana göre tüm zamanların en yaratıcı filmleri arasında. Sleep Party People ise, multi-enstrümantalist Brian Batz’ın bir projesi. Danimarkalı müzisyen Batz, bütün şarkıları kendisi besteleyip, aletlerin büyük kısmını çalıyor ve kaydediyor, şarkı sözlerini de yazıp albüm prodüktörlüğünü yapıyor. Yani bir elinde 10 marifet olanlardan kendisi.

2010’da “Sleep Party People” adıyla yayımlanan ilk albümden sonra, dört müzisyenle birlikte oluşturdukları grupla Efterklang, Trentemoller ve The Antlers ile turneye çıktılar. Albüm sounduna göre konserlerde sergiledikleri daha sert ve güçlü performanslarıyla beğeni kazandılar. Canlı performanslarına ait videoları Youtube’a konulunca yoğun ilgi gördü ve daha ilk albümle önemli bir hayran kitlesi edindiler.

Sleep Party People ile “Donnie Darko”yu özdeşleştirmemin tek nedeni, grup elemanlarının konserlerde utangaçlıktan taktıkları tavşan maskesi değil; post-rock ile shoegaze karışımı, “dream-gaze” diye anlatılabilen ama tam bir nitelemesi yapılamayan müzikleri. Tavşan maskesi ilk fişeği çaksa da, insan müziği dinledikçe, gerçeküstücü bir anlayışı yansıtan filme bundan daha çok uyan bir müzik düşünülemez diyor.

Brian Batz’ın elektronik aletlerle işlenerek neredeyse ürkütücü bir tona erişen ince sesi, uyanık olma ile uykuya dalma arasındaki geçiş halindeki mırıldanmalar gibi. Sanki bir rüyanızda gittiğiniz partiyi görüyorsunuz; bazı görüntüler geçiyor zihninizden ama ne olduklarını net göremiyorsunuz. Böyle bir ruh halinin izdüşümleri var şarkılarda. Vokaller, bana kimi zaman Bon Iver’in kırılganlığını, kimi zaman da Sigur Ros’un yoğun melankolisini anımsatıyor.

Şarkılar, elektronik ile organik seslerin kaynaşmasıyla ambientvari bir havada başlayıp, gitar ve davulların girişiyle post-rock deneyselliğine geçerek ivme kazanıyor. Albümün açılışını yapan “A Dark God Heart”, “Melancholic Frog” ve “Heaven Is Above Us”ın belirleyici unsuru, Erik Satie’yi hatırlatan minimalist piyano ve yaylı tınıları. “Chin” ve “We Were Drifting on a Sad Song”da ise, elektro pop/disko soundu devreye giriyor.

Ancak ilginç olan nokta, albüm boyunca şarkıların başıyla sonu arasında sound konusundaki belirsizlik. Şarkılar kendi içinde de değişim gösterip, aniden tamamen farklı bir kulvara da dönebiliyor. Erik Satie gibi başlıyor ama Sigur Ros ya da Mogwai gibi sonlanabiliyor.

Bir kaleidoskopun içine baktığınızda gördüğünüz renk ve imaj çeşitliliği karşısında adeta hipnotize olmanız gibi, bu albümü dinlerken de ses karmaşası içinde aynı duyguyu yaşıyorsunuz. Ancak bu dağınık, bütünlükten yoksun bir karmaşa değil. Burada karmaşayı olumlu anlamda kullanıyorum. Organik ile dijitali birleştiren, karanlık ama depresif olmayan, sanki başka bir dünyaya aitmiş hissi verecek kadar garip ama aynı anda da gerçek dünyaya ait yoğun bir duygusallık içeren, melodik ama alabildiğine deneysel bir müzik söz konusu.

Toplam 43 dakika süren dokuz şarkıyı dinlerken zaman zaman bu müziği yapanlar uzaylı ya da farklı bir yaratık mı diye kendinize sorabilirsiniz. Yanıtı bulmak için albüm kartonetine bakarsanız, Roby Dwi Antono tarafından yapılan çizimleri görürsünüz. Kulakları olan insan kalbi, garip bir yaratığın üstüne binmiş örgü ören tavşan ve onun alnından fışkıran insan başı aklınızı iyice karıştırır. David Lynch’e yaraşır çekici bir tuhaflık vardır çizimlerde ve müzikte. Sonuçta o soruya yanıt bulmak zor olabilir; ama bence Sleep Party People yanıtı çok daha önce “I’m Not Human At All” diyerek verdi zaten.



8 Nisan 2012 Pazar

'Patron' Dimdik Ayakta


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 8 Nisan 2012

NEW JERSEY - Bruce Springsteen’i hayatımda ilk kez salı gecesi New Jersey’de canlı dinledim ve konser sonrasında söylediğim ilk cümle şu oldu: Bugüne kadar ‘Patron’u konserde görmemiş olmak, ne kadar büyük bir kayıpmış!

Elbette albümlerini uzun yıllardır dinliyorum ama onu kendi memleketinde izlemek tek kelimeyle muhteşem bir deneyimdi. New York’a arabayla yaklaşık 20 dakika uzaklıkta bulunan, 20 bin izleyici kapasiteli Izod Center’a konserden saatler önce vardığımda tam bir parti havası vardı. Özel arabalarıyla gelenler bagajları yiyecek ve içecekle doldurmuş, portatif masalarını, sandalyelerini açmış bir tür piknik yapıyorlardı. Arabalardan etrafa yayılan Springsteen şarkılarını dinleyerek bekledik konseri.



Saat 20.30’da rock müziğin ‘Patron’u Bruce Springsteen ve emektar grubu E Street Band, 16 kişilik bir ekip olarak sahnedeydi. Açılışı geçen ay yayımlanan albümleri “Wrecking Ball’dan “We Take Care of Our Own” ile yaptıklarında 20 bin kişiden çıkan alkış ve ıslık seslerinin, Izod Center’ın temelini değilse de duvarlarını titrettiğini tahmin ediyorum.

Piyano, akordeon, keman, beş kişilik bakır nefesliler grubu, iki davul, klavye, gitarlar ve vurmalı çalgılardan oluşan E Street Band’in profesyonelliği Springsteen’in sahnedeki karizmasıyla birleşince, tüm salon üç saate yakın süren konseri neredeyse başından sonuna ayakta dinledi.

Bir ara herkesin “Bruuuuce!” diye bağırmasıyla, siyasi parti kongrelerinde liderin konuşmasını dinleyen delegelerin heyecanını anımsatan anlar da yaşandı ama Patron’la hayranları arasındaki ilişki onların çıkar ilişkisiyle kıyaslanamayacak kadar içten ve dürüst.



Toplam 2 saat 45 dakika süren konserde yeni ve eski şarkılarından 25 tanesini hiç ara vermeden çaldı Springsteen ve ekibi. “Because the Night”, “The Rising”, “Born to Run”, “Dancing in the Dark”, “Thunder Road” gibi çok sevilenlerin yanı sıra, Jimmy Cliff’in “Trapped” ve Smokey Robinson ile Boby Rogers’ın 1964 tarihli bestesi “The Way You Do the Things You Do” adlı şarkılarını yorumladılar.



Bir dakika yerinde durmadı Patron; sahnenin dört bir yanına koştu; izleyicilerin arasına daldı, eller üzerinde kaldırılıp gezdirildi, bir bardak birayı çenesinden aşağıya akıta akıta bir dikişte içti, kalabalığın içinden küçük bir kızı sahneye çıkarıp ona “Waitin’ on a Sunny Day”i söyletti.

30 yıl önce açılış konserini verdiği salonda yeniden sahneye çıkıp, hemşerilerinden aynı derecede yoğun ilgi görmek, onu duygulandırmıştı belli ki. “Sizi özlemiştik. Bu akşam sizleri uyandırıp, sarsmak istiyoruz. Yüreğiniz yanmadan, elleriniz acımadan, sırtınız ağrımadan eve göndermeyeceğiz sizi. Bizim de göğe doğru yükselmek için size ihtiyacımız var. Değişmeyin!” dedi.



Duygusal anlar en yoğun düzeyine, Springsteen’in grubun geçen yıl ölen saksafoncusu Clarence Clemons’u andığı dakikalarda ulaştı. “Wrecking Ball” albümüne ilham veren Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) eylemine de atıf yaparak politikadan uzak kalmadı Patron. “Biz burada eğlenceli bir gece geçiriyoruz ama dışarda çok zor şartlar altında yaşayanlar var; insanlan işlerini, evlerini kaybediyor, emekli olup geçinemeyenler var, temel hizmetlere ait ödenekler bütçeden çıkarılıyor, hayatımız boyunca tanık olduğumuz en zorlu dönemdeyiz” diyerek gerçeklerin altını çizdi.

Konserden önce beklerken 20’li yaşlarındaki Aaron ve babası Charles ile tanışmıştım. Baba, Ohio’dan kalkıp konser için gelmiş, New York’ta gazetecilik okuyan oğluyla birlikte soluğu New Jersey’de almışlar.

Springsteen’in sizi en çok etkileyen yanı ne?” diye ikisine de sorduğumda, Aaron, “Doğrusu ben önce babamla daha fazla zaman geçirebilmek için onu dinlemeye başladım ama sonra bırakamadım” dedi. “Bırakamadı; çünkü sağlam duruşu, rock’n roll’dan ödün vermeyişi oğlumu da etkiledi” diye devam etti babası.

Doğru söylüyordu; hem müzik hem de politika açısından dik duruyor Patron.



http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=328492

-

Vitrindeki Albümler 111: Paul Weller - Sonik Kicks (Island)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 8 Nisan 2012

Paul Weller, müzik dünyasındaki saygınlığını, bugüne kadar hep bir süzgeçten geçirerek en iyi yönlerini dinleyiciye sunduğu çalışmalarla kazandı. 53 yaşında ama her çıkardığı albümle heyecan yaratıyor; çünkü gerçek sanatçıların yaptığı gibi kendini yenilemeyi her zaman bildi, garantili bir yol tutturup orada takılı kalmadı.

Mod dönemine The Modfather olarak damgasını vurup, The Jam ve The Style Council’den sonra 1990’da başlayan solo kariyerine başarı grafiğini düşürmeden devam etmesinin nedeni de bu oldu.

Geçen yıl Mercury Ödülü’ne aday gösterilen “Wake Up the Nation” albümünün ardından, uzun bir hastalığın sonunda babasını kaybetti ve ardından The Style Council’de geri vokalde yer alan Hannah Andrews ile evlendi. Alkol bağımlılığıyla mücadele ve ikiz çocukların doğumu derken hızlı seyreden bir özel hayatı sürdürdü.

“Wake Up the Nation” gibi belli bir çizginin epey üzerindeki albümden sonra Weller’ın ne yapacağını merak ediyordum. 11. solo albümü “Sonik Kicks” çıkınca gördük ki, yine değişiklik yapıp beklenmeyen bir yola sapmış. Bu defa elektronik seslerle her zamankinden daha çok haşır neşir olmuş. Bu, Weller elektronik bir albüm yapmış demek değil, şarkıların altyapısı yine rock elbette ama elektronik unsurlar albüm soundunda oldukça belirgin. “Bu albüme ne kazandırmış?” derseniz, yanıtın albüm adında olduğunu söylerim. Ses paleti çok genişlemiş ve ortaya çok enerjik bir sound çıkmış.

70’lerden bu yana müzik yapan bir sanatçının kendisini geçmişe hapsetmeyip çağdaş müziğe uyum sağlayışı gerçekten etkileyici ama asıl takdir ettiğim farklı tarzları aynı albümde böylesine organik bir şekilde buluşturması. Baladlar, krautrock, saykedelik rock, caz, reggae ve pop esintili şarkılar da var albümde, belli bir türe sokulamayan deneysel işler de... Sound konusundaki bu farkı, bazen Blur’ü, bazen de yeni dünyaya gelen ikizlerinden birine adını verdiği David Bowie’yi anımsatan vokaliyle gögüslemiş Weller.

“Sonik Kicks”te ünlü isimlerin de anılması gereken katkıları var. Blur gitaristi Graham Coxon, üç ayrı şarkıda katkıda bulunmuş; saykeledelik rock sounduyla albümün en dikkat çeken şarkılarından “Dragonfly”da hammond org çalıyor. Noel Gallagher, “The Attic” ve “When Your Garden’s Overgrown”da bas gitarda yer almış.

Albüm, Weller’ın babasına adadığı “Be Happy Children"da, ilk evliliğinden olma kızı Leah ile oğlu Mac’in vokalleriyle çok dokunaklı bir pop şarkısıyla sona erse de, ses çeşitliliği ve farklı tarzlarıyla belli bir türe ait değil; ama kuşkusuz Weller’ın rock müziğin hâlâ en büyük şarkı yazarlarından birisi olduğunun kanıtı.

Ayrıca, bu albümle David Guetta’yı İngiltere’de albümler listesindeki 1 numaradan indirmiş The Modfather. Birçok iyi albümün hiç yer alamadığı satış listelerine göre değerlendirme yapan bir müzik yazarı değilim ama bu durum hoşuma gitmedi de değil. Bu yakıştı Paul Weller’a!

7 Nisan 2012 Cumartesi

My Brightest Diamond - @ Salon


Dün akşamki konserde çektiğim videolar.
"We Addes It Up"


"Apples" (2. dakikadan itibaren Shara Worden'ın dansı başlıyor.)


Shara Worden'dan ilginç bir dans.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Bruce Springsteen Video 5 : "Because the Night"


New Jersey Izod Center'daki konserde çektiğim bu videoda özellikle 02:55 ile 05:00 arasındaki gitar düetine dikkatinizi çekerim.

Bruce Springsteen Video 4 : "Prove It All Night"


New Jersey Izod Center'daki konserde yaptığım kayıt.

Bruce Springsteen crowd surfing


Bruce Springsteen konseri Video 2:


Konserin açılış şarkısı:

Bruce Springsteen Video 1


Bu akşam New Jersey'de Izod Center'daki konserden ilk video. Springsteen kalabalık içinden küçük bir kızı sahneye alıp ona "Waitin' On A Sunny Day"i söyletti.

1 Nisan 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 110: The Twilight Sad - No One Can Ever Know (Fat Cat Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 1 Nisan 2012



İskoç grup The Twilight Sad, vokalist James Graham’in gitarist Andy MacFarlane ile lisede tanışmasıyla kurulmuş. Belki de kurulmakta geç bile kalınmış. Çünkü James Graham gibi müthiş bir canlı performansı ve sesi olan insan zaten başka bir iş yapmamalı; var olduğu ve gücü yettiği sürece sahnede olmalı. Bu ay Teksas’ın başkenti Austin’de düzenlenen South By Southwest (SXSW) kapsamındaki konserlerini izlerken aklımdan bu düşünceler geçiyordu.

Karanlık, ufak bir salonda, üzerine yansıyan kırmızı ışığın altında gördüm James Graham’i. Mikrofonu iki eliyle sıkıca tutmuş, gözleri kapalı, adeta bedenine elektrik verilmiş gibi titriyor, dizlerinin üzerine çöküp kendini sahneden ve dinleyicilerden soyutlayarak ayrı bir dünyaya ışınlanıyordu. Şarkı söylerken, hafifçe araladığında gözlerinin kaydığına tanık oldum. Ian Curtis’i hatırlatan bu son derece etkileyici performansın ardındaki asıl neden, Graham’in içinde kopan fırtınalar. Onları hiç saklamadan, olduğu gibi dinleyiciye yansıtıyor. Şarkıyı sadece söylemiyor, sahnede yeniden yaşıyor.

Aslında Ian Curtis referansı sadece Graham’in sahnedeki fiziksel varlığından kaynaklanmıyor; grubu canlı görmeseniz de müzikleri sizi Joy Division’ın soğuk ama cezbedici karanlığına sürüklüyor. The Twilight Sad, yeni albümünde içimize işleyen o isyan ve melankoli dolu sesleri hafif pop ve shoegaze unsurları katarak daha melodik bir hale getirmiş.

Önceki albümlerine göre krautrock etkisinin belirgin hale geldiği, daha güçlü bir sound var bu albümde. Öyle ki dinledikçe dinlemek istiyor obsesif bir hale geliyorsunuz; sonra bir de bakıyorsunuz ki müziği gerçek anlamda dinlemeseniz de şarkılar kafanızın içinde dönüp duruyor.

Kocaman bir kanca gibi The Twilight Sad’in müziği; yakanıza bir yapıştı mı bırakmıyor, tişörtünüz yırtılıyor, bu defa pantolonunuzdan yakalayıp tepe üstü düşecek pozisyonda havada bırakıyor sizi, pantolonunuz yırtılırken de kemerinizden tutuyor.

Kanca, yırtmak, havada asılı bırakmak... Bunları okuyan “İşkence mi var?” diye sorabilir haklı olarak. Hayır, gönüllü tutsaklık var. En azından ben “No One Can Ever Know”a gönüllü olarak kaptırdım yakayı. Bırakacak gibi de değilim. Günlerdir “Nil” adlı şarkıyı dinliyorum.

Grup şarkılarını yazarken, kendilerinin ve çevrelerindeki insanların hayatlarından ilham aldığı için sözlerin ne kadarı gerçek ne kadarı metafor tam bilmek olanaklı değil elbette ama bir ayrılık, bir yok oluş ya da bir ölümün ardından yazıldığı açık. James Graham’in bariton sesiyle özellikle “r” harfini vurgulayan İskoç aksanı mı desem, müziğin insanı bir anda yakalayan can yakıcı tınıları mı desem bilmiyorum ama aklımdan çıkmıyor bu şarkı.

Konserde albüme göre çok sert çalıyor The Twilight Sad. Onları canlı görmeden yaşanacak deneyimin ne kadar çarpıcı olabileceği tahmin edilemeyebilir. Grubun diğer üyeleri sahnede Graham’in aksine son derece sıradan bir iş yapıyormuş gibi görünse de, vokalist ruhunuzu terk etmiyor; elini bile sürmeden sizi havada asılı bırakıyor. Nitekim Fat Cat Records’ın sahibi de grubun albümünü dinledikten sonra onları konserde görmeye karar vererek Glasgow’a gitmiş ve tabii derhal anlaşma imzalamış.

“No One Can Ever Know”, kuşkusuz bu yıl indie rock'ın bize bahşettiği en güzel albümlerden birisi.



Translate