31 Ekim 2010 Pazar

Vitrindeki Albümler 42:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 31 Ekim 2010

BRIAN ENO- Small Craft on a Milk Sea (Warp Records)

Brian Eno’nun, Warp Records’tan albüm çıkaracağı haberi duyulur duyulmaz müzik dünyasında büyük bir heyecan dalgasına neden olmuştu. Ambient müziğin babası, deneysel elektronik müziğin en büyük destekleyicilerinden bir plak şirketi ile anlaşırsa elbette beklentiler çok yükselir.

Ayrıca son haftalarda bu albümle ilgili beklentileri üst seviyeye çıkaracak işaretler de geldi. Albümden iki parçanın internette stream yoluyla dinlenmesine olanak tanındı. “Horse” ve “2 Forms of Anger”ı kaç defa üst üste dinlediğimi hatırlamıyorum. Bağımlılık yaratıcı bir albüm geldiğini tahmin etmiştim ve yanılmadım.

Small Craft on a Milk Sea”, ilk anda bende sanki bir ormanda tek başıma yürüyormuşum gibi bir his yarattı. Önceden tahmin edilemez gelişmeler olabileceği için bazen ürperti yaratan, bazen de doğanın verdiği rahatlık hissini sonuna kadar hissettiren bir ormandı bu.

Albümün dinleyicide bıraktığı duygu, mutlaka kişiden kişiye değişir; ama açık ki temel hedefe ulaşılmış. Çünkü Eno ve bu albümde işbirliği yaptığı müzisyenler Jon Hopkins ile Leo Abrahams’ın amacı, kişiye özel bir ana, duyguya soundtrack yapmak.

Albümdeki parçaların besteleme yoluyla değil, doğaçlama ile ortaya çıkmış olmasının nedeni de bu; bir yeri ya da bir olayı duyumsatacak sesler olarak düşünülmüş müzik. Hiçbir parçanın şarkı formunda olması planlanmamış. Sonuçta ne hissedeceğinizi söyleyen bir anlatıcı ya da yol gösterici yok.

Kendi içinde barındırdığı duygu geçişleriyle herkesin yaşaması gereken içsel bir deneyim öneriyor bu albüm...

Ambient müziğin babası, yıllar geçse de hala yaşayan en yenilikçi, en modern müzikleri yapıyor. Beş yıl arayla yayınladığı bu yeni solo albümüyle müzikteki dehasını tartışılmaz biçimde bir kez daha kanıtlayan Brian Eno'ya şapka çıkarıyorum!

"Horse" ve "2 Forms of Anger"ı aşağıdaki linklerden dinleyebilirsiniz. (Bu arada bir not; albümde en çok beğendiğim parçalardan birisi de "Dust Shuffle" oldu. Onun linki yok ama siz en iyisi bir an önce albümü alıp tümünü dinleyin.)

http://soundcloud.com/warp-records/brian-eno-horse-small-craft-on-a-milk-sea

http://soundcloud.com/warp-records/brian-eno-2-forms-of-anger-small-craft-on-a-milk-sea

28 Ekim 2010 Perşembe

Salon'da Marcus Miller-Miles Davis Buluşması


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 28 Ekim 2010

Güzel bir konserden çıkınca kendinizi ruhen daha zenginleşmiş hissedersiniz ya, işte bize bunu yaşatan konserlerden birini dinledik bu hafta! Salı ve çarşamba akşamları Şişhane’deki Salon’a giden müzikseverler, dünyanın en iyi basçılarından Marcus Miller’ı “Tutu Revisited” turnesinde canlı dinleme olanağı buldu.

Uzun süredir dünya turnesini sürdüren Miller için bu proje ayrı bir öneme sahip. Çünkü bu kez, trompetin efsane ismi Miles Davis’e saygı duruşunda bulunuyor. Turne, adını Davis’in 1986 tarihli “Tutu” albümünden alsa da, konserlerde albümün tümü çalınmıyor.

Bu Davis’i hoşnut etmezdi” diyor Marcus Miller. O nedenle turnede albümün hepsini değil ama bazı şarkıları yeni bir ekip ve ruhla çalmayı uygun bulmuş. Bir zamanlar Davis’in grubunda en genç kendisiyken, şimdi kendisinin en yaşlı olduğu bir grupla aynı parçaları yorumluyor...

ALEX HAN ÖNE ÇIKTI

İstanbul konserlerinde Miller’a trompette Sean Jones, saksofonda Alex Han, davulda Louis Cato ve klavyede Federico Pena eşlik etti.

Turnenin Amerika ayağında Sean Jones’un yerine Christian Scott yer almış ve basında çok olumlu eleştiriler çıkmıştı. Hatta Miller, trompetin dev ismi Miles Davis’i andığı bu projede özellikle Scott’ı ön plana çıkarmıştı.

Ancak kanımca, İstanbul’da öne çıkan Sean Jones yerine Alex Han’dı. 22 yaşındaki bu müthiş yetenek, gerek sololarıyla gerekse Miller’la yaptığı düetlerde olağanüstü bir performans sergiledi.

Saat tam 22:00’de sahneye çıkan ekip, açılışı “Tutu” albümünden “Tomaas” ile yaptı. Ardından yine aynı albümden George Duke imzalı “Backyard Ritual” geldi. Aynı albümden “Tutu”nun yanı sıra, Miller bestesi “Splatch” da çalındı.

ORİJİNAL KAYITTAN FARKLI YORUMLAR

Ancak dinlediğimiz şey, gerçekten de orijinal albüm kaydından farklıydı; notası notasına aslına sadık kalınarak çalınan bir yorum dinlemedik. Marcus Miller’ın gruptaki müzisyenleri içlerinden gelen sesi takip etmeleri konusunda teşvik ettiği anlaşılıyor. İyi ki de öyle yapmış; çünkü ancak bu şekilde “Tutu Revisited” isminin hakkını verebilirdi.

Konserde duyduğum bir diğer ilginç yorum, “Jean Pierre”di. Miller’ın 2007 albümü “Free”de yer alan bu parçanın daha enerjik bir versiyonunu dinledik.

Miles Davis’i anmak için seçilen en güzel parçalardan birisi de, 1981 tarihli “The Man with the Horn” adlı albümde yer alan “Aïda” oldu.

Gecenin en romantik kısmı ise, popüler müzik tarihinin en sevilen şarkılarından “When I Fall in Love”ın çalındığı dakikalardı. Geçmişi 1950’lere kadar giden ve bugüne kadar yüzlerce farklı kaydı yapılan şarkıyı, Marcus Miller da “Free” albümüne almıştı. Salon’da çalınan versiyonu ise, Miller’ın bas klarnet çaldığı, Alex Han’ın saksofonda tam anlamıyla döktürdüğü kusursuz bir yorumdu.

Grubun sahneye çıkışı 1.5 saati henüz geçmişti ki, Marcus Miller “İstanbul sizi seviyoruz. Yine görüşmek üzere!” diyerek ayrıldı. Yoğun alkışlarla geri geldiklerinde, “İngilizce’yi anladığınız için teşekkür ederim. Benim artık biraz Türkçe öğrenmem lazım. Çünkü hiçbir şey bilmiyorum. Ama müzik müziktir değil mi?” dedi.

Doğru; Marcus Miller eline bas gitarı alıp konuşturunca onu anlamamak mümkün mü? O, sahneden ikinci kez ayrılırken, kulaklarımıza ve yüreklerimize teşekkür etti; ama asıl yürekten teşekkürü hak edenler, bu müthiş müzisyenlerdi!

----------

İlk günkü konserden görüntüleri içeren videoları aşağıda izleyebilirsiniz:







(Fotoğraflar ve videolar: Zülal Kalkandelen)

_

25 Ekim 2010 Pazartesi

"AT OLMAK İSTİYORUM!"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 25 Ekim 2010

Yenilikçi ve genç müzikleri sekiz yıldır İstanbul’a taşıyan Phonem By Miller etkinliği, bu yıl çarpıcı bir açılış yaptı.

Cumartesi gecesi İKSV binasındaki Salon’un sahnesinde deneysel rock’ın önemli gruplarından Liars vardı.

Birçok kişi yaptıkları müziği dans-punk diye nitelendirse de, bence istedikleri müziği hiçbir sınır tanımadan yaptıkları için en uygun tanımlama deneysel rock.

Angus Andrew (vokal ve gitar), Julian Gross (davul) ve Aaron Hemphill’den (vurmalı çalgılar, gitar ve synth) kurulu Liars’ın bugüne kadar yaptığı her şey sıra dışı. Bir albümden diğerine değişen soundlar, bir cümle uzunluğunda şarkı isimleri, kimi zaman minimalist kimi zaman sofistike CD tasarımları ve elbette vahşi gitarlarla ses deneylerini buluşturan müzikleri, onları diğerlerinden belirgin şekilde ayırıyor.

ÜRKÜTÜCÜ AMA EĞLENDİRİCİ

Gece 23:15’te sahneye çıktı Liars ekibi. Bu arada yeri gelmişken bir noktaya değinmek isterim. Neden Türkiye’de bu tip konserler yurtdışında olduğu gibi 20:30 ya da 21:00’de başlamıyor? 23:15’te sahneye çıkan bir grup yaklaşık iki saat çalınca, dinleyicinin İstanbul trafiğinde eve dönmesi gece saat 2’yi buluyor. Liars’dan önce ön grup olarak Türkiye’den Ayyuka çaldı ama onlar da sahneye 22:00’de çıktı. Üstelik bu durum hafta içi etkinliklerde bile aynı. Organizatörler, konserlerin saatini biraz öne almayı düşünürler umarım.

Angus Andrew, sahnede sergilediği çılgın tavırlarıyla ünlü. “Acaba bunu şovun bir parçası olarak mı yapıyor?” diye merak ediyordum. Ancak canlı gördükten sonra kararımı verdim; onlar sahnedeyken her şey kendiliğinden gelişiyor.

Angus, adeta yaramaz çocukları andıran bir edayla sahnede o kadar kontrolsüzce geziniyor ki, bir ara davulu düşürdü, bira şişesine çarpıp zemine bira döktü, gitaristin bacağına dolandı. Bazen çok ciddi gözükerek, bazen kurnazca gülümseyerek kalabalığı etkilemesini de çok iyi biliyor. Grubun diğer elemanlarının sadece enstrümanlarını çalmakla ilgilendiğini düşünürseniz, Liars’ın ürkütücü ama eğlendirici müziğini ancak böyle bir vokalist sunabilirdi.

YALNIZLAŞAN İNSAN

Üstelik o müzikle neler anlattıkları da belli. Yeni albümleri “Sisterworld”, son yıllarda Amerika’ya pompalanan mantıksız iyimserliğe bir tepki olarak ortaya çıkmış. Müziğin, çevrelerinde gelişen dünyadan kopma noktasında alternatif bir dünya yarattığını söylüyor Liars. Genişleyen nüfus ve gelişen iletişim teknolojilerine karşın giderek yalnızlaşan insanın kurduğu yeni bir dünya bu...

Böyle bir düşünceden yola çıkan bir grubun müziği elbette agresif olacaktır. Bunu anlatmasını sağlayacak en iyi müzik türü de tabii ki punk’dır.

Bazıları Liars’ı fazla uçuk bulur. Ancak bis sırasında çaldıkları “Broken Witch”de Angus’un neden “At olmak istiyorum” diye bağırdığını anlamak için onları biraz tanımak lazım. Savaşlarla kana bulanan dünyada insanlığından utanıp at olmak isteyen birinin çığlığıdır o...

Yaklaşık iki saatlik konserde hem “Sisterworld”den hem de önceki çalışmalarından şarkılar çaldı Liars. Sahne mükemmel bir şekilde kaotik, müzik doyurucuydu.

Gecenin sonunda insanlar at olmak istediğini haykırıyordu. Bundan daha fantastik konser olur mu?

(Fotoğraflar: Zülal Kalkandelen)

-

24 Ekim 2010 Pazar

Vitrindeki Albümler 41:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 24 Ekim 2010

ERIC CLAPTON- Clapton (Reprise Records)

Eric Clapton, kısa bir süre önce “Clapton” adını verdiği 19. stüdyo albümünü yayınladı.

Ünlü gitar ikonu, prodüktörlüğü uzun süreli ortağı Doyle Bramhall II ile paylaştığı bu albümde, Steve Winwood, Wynton Marsalis, Sheryl Crow, Allen Toussaint, Derek Trucks ve J.J. Cale’in de aralarında bulunduğu önemli müzisyenlerle çalıştı.

İlk anda, yaklaşık 50 yıldır müzik kariyerini sürdüren büyük ustanın, bu kadar yaratıcılıktan yoksun bir albüm adı seçmesine şaşırmadım değil. Ancak bunun, belki de sıradanlığın ötesinde bir anlam taşıyabileceğini de düşündüm. Nitekim Clapton, albümün nasıl ortaya çıktığını açıklarken, “Bu albümün böyle olması planlanmamıştı. Ortaya çıkan şey, hayranlarımı şaşırtabilir ama beni de şaşırttı” diyor.

Aslında bana göre Clapton, belki biraz iddialı da olsa, bu çalışmasını “Beni Ben Yapan Müzikler” adıyla da çıkarabilirdi. Çünkü albümde, blues, caz ve rock’ın gelenekselden moderne doğru giden çizgisinde eklektik bir şarkı koleksiyonu var.

Örneğin, Melvin Jackson’dan “Travellin’ Alone”, Hoagy Carmichael’den “Rocking Chair”, J.J. Cale’den “River Runs Deep” ve “Everything Will Be Alright”, Irving Berlin’den “How Deep Is the Ocean” gibi klasiklere yer verilmiş.

Bunlar şaşırtmasa da, kanımca kapanışı biraz fazla uzatan “Autumn Leaves” pek iyi bir tercih olmamış. En sağlam parçalardan birisi ise, Crow’la Clapton’ın düet yaptığı “Diamonds Made From Rain”. Sonuçta bu kadar büyük yeteneği bir araya getiren bir albüm, elbette ki dinlenmeyi fazlasıyla hak ediyor.

"Diamonds Made From Rain"i aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz:




-

18 Ekim 2010 Pazartesi

Vitrindeki Albümler 40:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 17 Ekim 2010

TOKİMONSTA- Midnight Menu (Listen Up/Art Union)

Müzik dünyasında Tokimonsta adıyla bilinen Jennifer Lee, Los Angeles’ta doğup büyümüş, Kore kökenli 24 yaşında bir müzisyen. 10 yıllık klasik piyano eğitiminin ardından, önceleri hobi olarak başladığı DJ’lik işini ilerletmiş ve kendi müziğini yapma yolunu seçmiş.

2009’da çıkardığı “Cosmic Intoxication” adlı EP’nin ardından, bu yıl ilk albümü “Midnight Menu”yü yayımladı. Sadece geceleri müzik yapabildiği için seçmiş bu adı.

Genç yaşta çıkardığı ilk albümüyle dünya çapında ismini duyurması, Flying Lotus olarak tanıdığımız elektronik müzik prodüktörü Steven Ellison sayesinde oldu. Ellison, Tokimonsta’nın müziğini BBC yapımcısı Mary Anne Hobbs’a dinletmiş; o da programında yayımlayınca herkesin dikkatini çekti.

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, alışılmışın dışında çok farklı sesleri bir araya getiren bir albüm bu. Belirgin bir soundu yok. Hip-hop, deneysel caz, elektro-pop, soul ve dans müziklerini oldukça özgün bir enstrümantasyonla kaynaştırmış. Canlı çalınan aletlerle yapılan müziği ve plaklardaki retro sesleri dijital manipülasyonun ileri teknolojisi sayesinde buluşturmuş.

Aynı albümde romantik, agresif, hüzünlü ve neşeli olabilmeyi başarmış Tokimonsta.

Albümün tümünü dinlemeden tam bir fikir edinmek olanaklı değil ama yine de internet üzerinde araştırırsanız, Kore enstrümanları ile elektronikayı harmanlayan “Sa Mo Jung” ve space funk tarzındaki “Look-A-Like”ı dinleyin. Aradaki çarpıcı fark, büyük olasılıkla “Midnight Menu”ye olan merakınızı daha da artıracaktır.

(Şarkıları dinlemek için aşağıdaki player'ı kullanabilirsiniz.)



Bu tanıtım videosunda fonda çalan parça, albümde yer alan "Cheese Smoothie".

Syndicate 10-Tokimonsta teaser from brandon tay on Vimeo.




-

16 Ekim 2010 Cumartesi

Çok kültürlü, bol yıldızlı bir konser


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 16 Ekim 2010

NEW YORK- 90’lı yılların sonunda, Gorillaz ilk kurulduğu günlerde bir gün New York’un devasa salonlarından Madison Square Garden’da konser vereceği söylense inanır mıydınız?

Acaba grubun kurucuları İngiliz müzisyen Damon Albarn ile karikatürist Jamie Hewlett inanır mıydı?

1998’de bir proje olarak başlayan ve karikatür karakterleriyle ünlenen Gorillaz’ı “Escape to Plastic Beach” turnesinin New York ayağında izleme fırsatı buldum.

SEKİZ YILIN ARDINDAN

İlk albümleri çıktığında, 2002’de yine New York’ta ama bu kez daha ufak bir salonda görmüştüm grubu. O konserde, müzisyenler sahneyi kapatan dijital bir perdenin arkasında kaldığından görünmemişlerdi. Onların yerine perdeye yansıyan karikatür karakterleri çalar gibi algılamıştı seyirci. Fikir ve teknik olarak çok akıllıca bir tasarımdı.

Aradan geçen sekiz yılın ardından, grubun karakterleri 2-D, Murdoc, Noodle ve Russel müzik dünyasında iyice ünlendi. Son albümlerinde yeni kurgusal dünyaları “Plastic Beach”e götürdüler bizi. Ama artık sahnede perde arkasında değiller; kanlı canlı karşımızdalar.

İlk konserde kullanılan teknik herkesi büyülemişti. Bu defa sahneye yerleştirilen büyük bir ekran ve oynatılan videolardan başka çarpıcı bir teknoloji yoktu. Ama video görüntülerinin içinde biri vardı ki, seyirciler üzerinde oldukça etkili oldu.

White Flag” çalmaya başlamadan önce şunları söyledi Damon Albarn:

Bizler, bu yaz Şam’da konser verdik. Orada konser veren ilk İngiliz grup olduk. Bu, bizim için çok büyük bir ayrıcalık. Şimdi çalacağımız şarkıda da, Amerikalı ve İngiliz müzisyenlere Lübnan Ulusal Arap Müziği Orkestrası eşlik edecek. Amerikalılar, alkışlayın bu müzisyenleri!

Arkasından da Arapça altyazıların belirdiği ekranda birden semazenler göründü. Sonra dansöz görüntüleri rapçilerin görüntülerine karıştı. Müzik türleri birbiriyle kaynaşırken, sahnenin ortasında duran Damon, kocaman beyaz bir bayrağı sallıyordu. Müslümanlara karşı ırkçılığın giderek arttığı Amerika’da, büyük kesimi 20’li yaşlarında olan seyirci kitlesinin bu manzarayı alkışlarla karşılaması önemliydi.

Toplam iki saat süren konserde, “Plastic Beach” albümünün tümünün yanı sıra, grubun çok sevilen hitleri “Dare”, “Feel Good Inc.” ve “Clint Eastwood” da çalındı.

MUHTEŞEM BİR YILDIZLAR GEÇİDİ

“Hip-hop, soul, alternatif rock, pop ve elektronik müzik gibi birçok ayrı tür bir araya gelince kaos olmuyor mu?” diye sorabilirsiniz. Gorillaz’da olmuyor; aksine kendine özgü bir uyumu var yaptıkları müziğin.

Bir ara saydım; tam 25 müzisyen gördüm sahnede. Çelik üflemeliler, 7 kişilik yaylı grubu, gitaristler, geri vokaller, bateristler derken, büyük bir cümbüş havası vardı.

Üstelik, o cümbüşün içinde kimler yoktu ki! “Plastic Beach”e katkıda bulunan ünlü isimlerden Lou Reed, Mos Def, Bobby Womack, The Clash’dan Mick Jones ve Paul Simonon, Little Dragon, De La Soul, Bootie Brown, Kano, Miho Hatori ve Roses Gabor!

Bu grup ve müzisyenlerin hepsi ayrı ayrı konsere çok şey kattı ama belirtmem gerekir ki Bobby Womack olağanüstüydü. Sesinin o koca salona yaydığı enerjiyi hissetmeden anlatmaya olanak yok. Ölmeden önce canlı dinlenmesi gereken isimlerden birisi kesinlikle!

Bu kadar farklı ve önemli ismi aynı konserde sahneye çıkarmak, başlı başına bir iş. Sadece bu yönüyle bile müzik tarihine geçecek, çok kültürlü ve çok eğlenceli bir konserdi. Keşke yıl sonuna kadar sürecek dünya turnesinde İstanbul’a da uğrayabilseydi Gorillaz...

-

10 Ekim 2010 Pazar

Vitrindeki Albümler 39:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 10 Ekim 2010

DEERHUNTER-Halcyon Digest (4 AD)

Atlantalı indie rock grubu Deerhunter, kendilerini 2005 tarihli ilk albümlerinden bu yana takip edenleri şaşırtacak bir albüm yayınladı.

Bugüne kadar gruptan duymaya alıştığımız gitar odaklı noise rock, art rock ve post punk gibi türlerden farklı bir sound var “Halcyon Digest”ta. Bu dördüncü albümde, daha çok 60’ların progresif rock müziği ve ambient etkisinde kalmışlar.

Özellikle 2008’de çıkan ikili albüm “Microcastle/Weird Era Cont.” düşünülecek olursa, sound olarak fark edilir derecede bir yalınlık dikkat çekiyor. Microcastle’daki ağırlıklı gitar kullanımı, burada yerini arp, armonika, saksofon gibi farklı aletlerin de yer aldığı bir elekro-akustik bir prodüksiyona bırakmış. Bu albümde Deerhunter’ın bilinen sürükleyici gitarlarını öne çıkaran tek parça “Desire Lines”.

Şarkı yazarı/vokalist/gitarist Bradford Cox’u aynı zamanda solo projesi Atlas Sound’dan da tanıyoruz. 2000’lerin indie sahnesinin en yetenekli müzisyenlerinden birisi olarak deneysel çalışmalara imza atıyor. Bu albümdeki şarkı sözlerinde yine bütünlüklü öyküler anlatmadan, bazı görüntüleri hayalimizde canlandırıp anlamlandırmamızı sağlıyor Cox.

Albümde bunun dışına çıkan iki şarkı var. Birisi, eskortluk yapan bir Rus eşcinselin dramatik hayat öyküsünü anlatan “Helicopter*; diğeri de geçen yıl 29 yaşında ölen Memphisli rock müzisyeni Jay Reatard’ın anısına adanan 7.5 dakikalık “He Would Have Laughed”.

Prodüksiyondaki yaratıcılık ve müzikal zenginlik açısından yılın kayda değer indie rock albümlerinden birisi.

-

9 Ekim 2010 Cumartesi

YIKILSIN BÜTÜN DUVARLAR!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 9 Ekim 2010

Roger Waters, ‘The Wall’un 30. yıl turnesini çarpıcı bir savaş karşıtı etkinliğe dönüştürüyor


NEW YORK- Bugüne kadar çok savaş karşıtı gösteriye tanık oldum ama en etkileyicisini bu hafta New York Madison Square Garden’da izledim. Gösterinin ev sahibi, efsanevi progresif rock grubu Pink Floyd’un ana şarkı yazarı, vokalist ve gitaristi Roger Waters’dı. Gelmiş geçmiş en önemli rock albümleri arasında yer alan “The Wall”un 30. yılını kutlamak amacıyla çıktığı turneyi müthiş bir savaş karşıtı etkinliğe dönüştürmüş Waters!

“The Wall”u uzun uzun anlatmaya gerek yok elbette. 1979 yılında yayınlanan bu olağanüstü rock opera, müzik tarihine tüm dünyada en çok satılan ilk beş albümden birisi olarak geçti.

Ancak kısaca söylemek gerekirse, Pink Floyd’un diğer çalışmaları gibi, bir konsept albümdür bu da. Toplumdan soyutlanmış, çeşitli korkuları ve yetersizlikleri olan Pink adlı bir rock yıldızının bunalımını konu edinir. Babasını savaşta kaybetmiş, aşırı korumacı annesinin baskısı altında kalmış, okulda herkesin dalga geçtiği bir figür olmuştur. Yaşadıklarının etkisiyle yavaş yavaş akıl sağlığını kaybeder ve kendisi ile dış dünya arasında hayali bir duvar örmeye başlar.

Roger Waters’ın hayatı ile pararellik gösteren olayları anlatır “The Wall”. Ancak albüm kişisel bir öyküden yola çıksa da, temayı bu turnede daha geniş ve siyasi bir yorumla ele almış ünlü müzisyen.

Gençken korkuları yüzünden kendisi ile toplum arasında kurduğu duvarın benzerini, bugün bütün insanların dinsel, ideolojik ve etnik farklılıkların etkisiyle diğerlerine karşı kurduğunu söylüyor. 30 yıl önce bir müzisyenin ardına gizlendiği duvar, bu turnede artık farklı olanı ötekileştiren herkesin duvarı...

Sahneye Kurulan Dev Duvar

Konser salonuna girdiğimiz anda sahnede bir bölümü inşa edilmiş beyaz bir duvarla karşılaştık. Zaman ilerledikçe o duvar yükseldi ve “Goodbye Cruel World”ün sonuna doğru Waters, “Fikrimi değiştirmem için söyleyebileceğin hiçbir şey yok” dediği anda son tuğla da yerine kondu. Ve 73 metre eninde, 10.5 metre boyundaki duvar, müzisyenlerle izleyicilerin arasında kocaman bir set oldu...

Aynı zamanda üzerine görüntülerin yansıtıldığı dev bir ekran görevi gören duvarda, “Bring the Boys Back Home” çalarken eski ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower’ın 1953 yılında yaptığı “Barışa Bir Şans” başlıklı konuşmadan alınan savaş karşıtı sözler yer aldı.

Savaşta ölenlerin fotoğrafları ekranda görününce, her bir tuğla, kaybedilen bir insanı temsil eder hale geldi. Afganistan ve Irak savaşlarına büyük tepki duyan Amerikalıların en çok alkışladığı anlardan birisi de buydu...

"Comfortably Numb”ı bir stadyum dolusu insan birlikte söyledi. Bu parçanın muhteşem gitar solosunda Waters’ın tuğlalara yumruğuyla vurmasıyla duvar dijital olarak yıkılmış gibi göründü ama aslında yerinde duruyordu. Asıl yıkılışı, albümde Pink’in korkularıyla yüzleştiği “Trial” parçasının sonunda Waters’ın “Yıkın duvarı” diye bağırmasıyla oldu. İki saat boyunca üst üste dizilen tuğlalar, bir anda dumanlar arasında yerle bir oldu.

Roger Waters’ın umduğu gibi insanlık, dini, siyasi ve etnik köken farklılıklarına dayalı nefrete son verip duvarları yıkabilecek mi bilmiyorum; ama dilerim herkes bu büyük gösteriyi izleyebilsin.

Ben turnenin New York’taki iki konserinden birine yer bulmak için beş ay önceden harekete geçtim. Ama bütün çabaya değdi. Daha önce gördüğüm hiçbir şeyle kıyaslayamayacağım bir deneyimdi. Çalınan her notası, kullanılan her ışığı ve görüntüsüyle bir konserin çok ötesinde, baştan sona mesajlarla dolu eşsiz bir gösteriydi. İnsan aklının ve yaratıcılığının önünde bir kez daha saygı ile eğildim.

------

KONSERDEN NOTLAR

Savaştaki insan kaybını protesto


-Konserde, sivillerin ve askerlerin savaştan sonra nasıl benzer şekilde travma geçirdiklerini anlatan “Goodbye Blue Sky” çalarken, dev ekranda bombardıman uçağı B-52’lerden bomba yerine bazı semboller atılıyor. Bunlar arasında, haç, orak çekiç, mercedes ve shell logoları, dolar işareti, ay ve yıldızın yanı sıra, Museviliğin sembolü olarak bilinen “Davud’un Yıldızı” da var. Bu nedenle Roger Waters, ABD’nin ünlü Yahudi örgütü Anti-Defamation League’in (İftira Karşıtı Birlik), anti-semitizm suçlamalarına hedef oldu. Waters, buna karşı verdiği yanıtta, bu sembollerde gizli bir amaç olmadığını, asla belli bir grup insanı hedeflemediğini; ancak dini, politik ve kültürel çatışmaların insanlar arasında sadece düşmanlığı teşvik ettiğini anlatmaya çalıştığını söyledi.

-Kendi babasını 1944’te 2. Dünya Savaşı’nda kaybeden Roger Waters’ın bu turnedeki ana hedefi, günümüzde hâlâ devam eden savaşların yıkıcılığına dikkat çekmek ve yakınlarını yitirenlerle evrensel bir dayanışma yaratmak. Waters, bunun için kendi sitesinde bir duyuru yayınlayarak, savaşta sivil ya da asker yakınını kaybedenlerden, kısa bir mektupla birlikte ölenlerin fotoğraflarını göndermelerini istedi. Bu fotoğraflar, konser sırasında Waters’ın babasının fotoğrafıyla birlikte ekranda savaş protestosu olarak yayınlanıyor.

ROGER WATERS'IN SON BÜYÜK TURNESİ

-Pink Floyd’un 11. stüdyo albümü “The Wall”, 30 Kasım 1979’da yayımlandı ve bugüne kadar tüm dünyada 30 milyon kopyası satıldı.

-Pink Floyd, 1980-81 arasında çıktığı turnede, dünyada sadece dört kentte Los Angeles, New York, Dortmund ve Londra’da albümü canlı yorumladı. Fakat o dönemde biletleri 12 dolardan satılan konserler, dev prodüksiyon masraflarını ve turne giderlerini karşılamaya yetmedi. Sonunda grubun zararı yarım milyon dolara ulaşınca turnenin devamı gelmedi.

-Pink Floyd’un dağılmasından sonra, Roger Waters, The Wall’un tümünü ikinci kez, Berlin Duvarı’nın yıkılışı nedeniyle 21 Temmuz 1990’da Potsdamer Platz’da verdiği konserde çaldı.

-Roger Waters, bu yıl albümün 30. yılını kutlamak amacıyla 15 Eylül’de Kanada’nın Toronto kentinde son The Wall turnesini başlattı. 29 Haziran 2011’de Manchester’daki konserle bitecek olan turne, aynı zamanda 66 yaşındaki Waters’ın da son büyük turnesi olacak.

-Bu turnede Roger Waters’a eşlik eden müzisyenler şöyle: Graham Broad (bateri); Dave Kilminster (gitar); G.E. Smith (gitar ve bas); Snowy White (gitar); Jon Carin (klavye); Harry Waters (hammond org); Robbie Wyckoff (vokal); Jon Joyce, kuzen müzisyenler Mark Lennon, Pat Lennon ve Kipp Lennon (geri vokal).

----

4 Ekim 2010 Pazartesi

Vitrindeki Albümler 38:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 3 Ekim 2010

LES SAVY FAV-Root for Ruin (Wichita Recordings)

15 yıllık bir kariyeri arkalarında bırakmalarına karşın, adı son yıllarda sık duyulan indie rock gruplarından birisi Les Savy Fav.

Art-punk esintili, enerjik gitarlarıyla dans etmeye uygun müzikleri, vokalist Tim Harrington’ın sıra dışı sahne performansı ile bütünleşince, çok çarpıcı bir etki bırakıyor insanda. Canlı dinlenmesi gereken gruplar listesi yapmam istense, Les Savy Fav kesinlikle ilk sıralarda yer alır.

İşin ilginci, müziklerini CD’den dinlediğinizde, konserde olabilecekleri tahmin etmeniz pek de mümkün değil. Tim Harrington sahnede kostüm değiştirirken adeta kişilik de değiştiriyor ve görebileceğiniz en çılgın performanslara imza atıyor.

Grubun büyük beğeni ile karşılanan 2007 tarihli bir önceki albümü “Let’s Stay Friends”de yeni albüme göre daha sert bir sound vardı. Bu beşinci stüdyo albümlerinde ise, radyoda çalınmaya daha elverişli, akılda kalıcı şarkılar yer alıyor. Sözlerse aşk, seks, uyumsuzluk, dışlanma ve başkaldırı ruhuyla dolu yine...

Les Savy Fav elemanları da, 90’ların indie gruplarını hatırlatan sounda doğru bir yöneliş olduğunu kabul ediyorlar. Çok açık ki, “Root for Ruin”, grubu ana akıma biraz daha yaklaştırmış. Umarım bu durum, gelecek albümlerde müziklerinin sıradanlaşmasına yol açmaz...

"Root for Ruin", Les Savy Fav’ın bugüne kadar yaptığı en başarılı çalışma değil belki ama yılın en iyi rock albümlerinden biri kesinlikle. Albümü mutlaka dinleyin ama yakaladığınız ilk fırsatta grubun konserine gitmeyi de ihmal etmeyin.

-

Translate