27 Mayıs 2007 Pazar

Ayın Albümleri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/26 Mayıs 2007

Patti Smith- Twelve

Rock tarihinin en saygın isimlerinden, punk rock’ın şairi Patti Smith, geçtiğimiz günlerde yeni bir derleme albüm yayımladı. Klasikleşmiş rock şarkılarının yeniden yorumlandığı “Twelve”, Smith’in aynı zamanda tamamı başka sanatçılara ait şarkılardan oluşan ilk çalışması. Patti Smith ve grubu, bu albümde aralarında Jimi Hendrix, Bob Dylan, The Beatles, The Rolling Stones, The Allman Brothers ve Paul Simon’ın da bulunduğu ünlü grup ve müzisyenlerin şarkılarına yer vermiş. Bu şarkıların arasında, Stewie Wonder’dan “Pastime Paradise”, Tears for Fears’den “Everybody Wants To Rule The World”, Neill Young’dan “Helpless” ve The Doors’dan “Soul Kitchen” gibi parçalar öne çıkıyor.

Patti Smith, her zamanki gibi bilinen şarkılara kendi yorumunu getirip orijinallerine sadık kalmamış. Bana göre, bir şarkıyı yeniden yorumlayacaksanız yapılması gereken de bu olmalı. Çünkü orijinal haliyle kulaklara yerleşip ünlenen şarkıları hiçbir değişiklik yapmadan seslendirmek pek de heyecan verici ve yaratıcı olmuyor. Tabii, yeni yorumları beğenip beğenmemek de dinleyicilerin zevkine göre değişiyor.

Twelve albümünde özellikle, Nirvana’nın “Smells Like Teen Spirit” adlı şarkısı dikkatimi çekti. Bu şarkı, Kurt Cobain’in mükemmel yorumuyla ve ayrıca imajıyla öylesine özdeşleşti ki, doğrusu başka bir sanatçının sesinden dinlemek garip geliyor. Patti Smith’in bu şarkıdaki daha düşük tempolu yorumu, akustik gitar ve kemanı öne çıkaran müzikle birleşince, şarkının taşıdığı agresif havayı ve isyan duygusunu alıp götürmüş.

Albümle ilgili belirtilmesi gereken bir önemli nokta da, kayıt sırasında Patti Smith ve grubuna eşlik eden sanatçılar. Banjo’da oyun yazarı Sam Shepard; yine banjo’da 60’lı yılların folk sanatçılarından John Cohen; Red Hot Chili Peppers’ın basçısı Flea; Television grubunun solisti ve gitaristi Tom Verlaine ve The Black Crowes’dan Rich Robinson gibi rock tarihininin önemli müzisyenleri albüme konuk olmuşlar.

Kimileri, Patti Smith’in neden böyle bir derleme albüm yayımlama gereği duyduğunu sorgulayabilir. Ama ben diyorum ki, 60. yaşında dinleyicilerine yine keyifli bir albümle seslenen ve kendisini her zaman “işçi” olarak tanımlayan Patti Smith’e selam olsun!

Arctic Monkeys-Favourite Worst Nightmare

2006'da yayımladıkları ilk albümlerinden bu yana indie rock sahnesinde tam bir fırtına gibi esen Arctic Monkeys’in ikinci albümü “Favourite Worst Nightmare” ülkemizde de piyasaya çıktı. Grubun, hayranları tarafından kurulan Myspace sitesinde yayımlanan şarkılarının dikkat çekmesiyle başlayan sıra dışı serüveni, İngiliz dörtlünün tam bir fenomen haline gelmesiyle dolu dizgin devam ediyor.

Geçtiğimiz yıl müzik dünyasının en prestijli ödüllerinden Mercury Ödülü’nü alan grup, bugün büyük bir popülariteye ulaşmış durumda. O kadar ki, Tony Blair’den sonra İngiltere’nin Başbakanlık koltuğuna oturması beklenen Gordon Brown bile, her gün Arctic Monkeys’i dinlediğini, grubun sabahları insanı dirilten bir müzik yaptığını söyledi. 2007 Brit Ödülleri’nde, “En İyi İngiliz Grup” ve “En İyi İngiliz Albümü” ödüllerine değer görülen grup, Amerika’dan Japonya’ya kadar topladığı birçok ödülle son yılların gözdesi.

Bir öncekine göre daha hızlı ve gürültülü bir albümle yoluna devam eden Arctic Monkeys’in müziği bu defa çok daha enerjik. Bunun en parlak örneği ise, albümden yayımlanan ilk single “Brianstorm”. Albümün genelinde bu şarkıyla doruğa ulaşan agresif ve hızlı gitar soundu egemen. “Only Ones Who Know” ve “Do Me A Favour” ve “505” gibi yavaş şarkılar ise, albüme romantizm tadı katıyor.

İngiltere’de “ilk albümü en hızlı satan grup” olma ünvanına hak kazanan Arctic Monkeys’in bir diğer özelliği, solist Alex Turner’ın yazdığı sosyal konuları, dar gelirli sınıfın yaşam koşullarını yansıtan ve popüler kültüre atıf yapan nükteli şarkı sözleri. Bu albümde şarkı sözlerinin daha da olgunlaşmış bir şekilde ortaya çıktığı söylenebilir. Müzik çevrelerinde, özellikle ünlü İngiliz müzik dergisi NME tarafından büyütüldükleri gerekçesiyle eleştirilen grup, ikinci albümüyle bu görüşte olanlara da güçlü bir yanıt verdi. Toplam 37 dakika süren 12 şarkılık albüm, grubun kariyerinde sağlam adımlarla ilerlediğinin son kanıtı.

20 Mayıs 2007 Pazar

Mr. Hook’a Takılın!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/19 Mayıs 2007



Bu yazıyı Joy Division ya da New Order hayranları için yazmıyorum. Onlar zaten 25 Mayıs akşamı İstanbul’da nerede olacaklarını biliyorlar. Çünkü o gece Babylon’un DJ’i Peter Hook! Kimdir Peter Hook? Post-punk döneminin efsanevi gruplarından Joy Division’ın kurucularından birisi ve basçısı. 80’lerin alternatif dans müziğini yönlendiren New Order’ın kurucusu ve basçısı. Ritmik ve melodik çalışıyla son 20 yılın en ilham verici basçılarından biri. Soyadı, “kanca, çengel” anlamına geldiği için, Hook olarak anılan müzisyen. Ve bütün bunların yanı sıra, bana göre bugüne kadar kaydedilmiş en güzel şarkı olan “Love Will Tear Us Apart”taki katkısı nedeniyle de özel bir değere sahip.

İstanbul’da Bir Peter Hook Gecesi

Peter Hook, 2002 yılından bu yana New Order’la olan çalışmalarının ve diğer projelerinin yanı sıra, DJ’lik de yapmaya başladı. Aslında garip bir rastlantı mı bilinmez ama Manchester doğumlu basçıların çoğunun (Primal Scream’den Mani ve The Smiths’den Andy Rourke gibi) ilerleyen yaşlarında DJ’liğe soyunmaları kimilerince tuhaf karşılanıyor. 46 yaş, DJ’liğe başlamak için biraz geç görülebilir, ama bana kalırsa bu, Peter Hook’un içindeki müzik tutkusunun da çarpıcı bir göstergesi.

Hook, bugün 51 yaşında ve dünyanın birçok yerine gidip DJ olarak performans gösteriyor. Üstelik İnternet üzerindeki Myspace’deki sitesinde, önümüzdeki günlerde gerçekleştireceği performanslardan birisinin biletlerinin tamamen satıldığını sevinçle yazacak kadar da alçakgönüllü. Ben onun bu tavrına bizzat şahit oldum. Peter Hook, geçen yıl Karaköy’deki Liman Lokantası’nda yine DJ’lik yapmıştı. Joy Division’a olan özel ilgim nedeniyle, o geceyi büyük bir sabırsızlıkla beklemiştim. Fakat benim heyecanımın nedeni, bir insana ya da sanatçıya olan hayranlıktan değil, özellikle bir şarkıya olan bağlılıktan kaynaklanıyordu. “Love Will Tear Us Apart”ı Peter Hook çalarken dinleyecektim!

Etkinlik başlamadan önce, Liman Lokantası’nın balkonunda durmuş o güzelim manzarayı izlerken bir de baktım ki, Peter Hook da yan balkonda! Yanına gidenlerle konuşuyor, albümleri imzalıyor. Sonunda DJ platformundaki yerini aldığında, beni şaşırtan bir şekilde mekan ancak yarı yarıya dolmuştu. Bunda belki de Liman Lokantası’nın büyüklüğü etkili olmuştu ama ben halimden çok hoşnuttum Peter Hook, o gece punk, rock, house ve dans müzikten birçok parçayla birlikte Joy Division’ın ve New Order’ın şarkılarını da çaldı. Aslında tam olarak arabada ne dinlemekten hoşlanıyorsa onu çalıyor gibiydi. Yüksek tempolu ve hızlı şarkılar...

Gece ilerledikçe kalabalık azalsa da, o çalmaya devam etti. Israrlar üzerine “Love Will Tear Us Apart”ı tekrar çaldı. Herkes hem dans ediyor, hem de hep bir ağızdan şarkıya eşlik ediyordu. Peter Hook, yaptığı işten öylesine zevk alıyordu ki, fotoğrafı çekilirken durup poz veriyor, insanlarla şakalaşıyor ve dans edenlere eşlik ediyordu. Daha önce hiç tanık olmadığım kadar interaktif bir DJ performansıydı. Bir röportajında okumuştum, DJ kabininin dünya üzerinde en yalnız hissedilecek yerlerden biri olduğunu; çünkü yanlış yapmanız durumunda yanınızda sığınabileceğiniz hiçbir insan olmadığını, gitarınızın ardına saklanamayacağınızı ve bütün dikkatlerin sizin üzerinizde toplanacağını söylüyordu. Fakat kanımca Peter Hook, İstanbul’daki o gece kendisini hiç yalnız hissetmedi.

Saatler ilerledikçe etraftaki insan sayısı iyice azaldı; 10 kişi kadar kalmıştık ama o hala çalıyordu. Gerçek olamayacak kadar garip bir durumdu. Adeta Liman Lokantası’nda 10 kişilik özel bir parti veriyorduk ve DJ’imiz dünyaca ünlü efsanevi bir müzisyendi. O gece insanlar dans etmekten, Peter Hook çalmaktan yorulmadı. Sabaha karşı salondan ayrılırken yine albümleri imzalayıp espriler yaptı.

25 Mayıs Cuma gecesi Babylon’da yine çok eğlenceli bir gece yaşanacağından hiç kuşkum yok. Bu defa mekanın sıcak atmosferinin katkısıyla, daha da dinamik bir hava olacağını düşünüyorum. Sözün kısası; eğer Joy Division ve New Order şarkılarını seviyorsanız, ne yapın edin ve bu geceyi kaçırmayın. Bu gruplara pek aşina değilseniz de, sıra dışı bir gece yaşamak istiyorsanız, Mr. Hook’a takılın.

13 Mayıs 2007 Pazar

Piano Magic, Radar Live’ın konuğu!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/12 Mayıs 2007



Radar Live Festivali’ne az kaldı! 29 Haziran-2 Temmuz tarihleri arasında İstanbul Kilyos Solar Beach’te yapılacak festivalde üç ayrı sahnede, 100’e yakın yerli, yabancı grup ve DJ performans sergileyecek. Bunların arasında en heyecanla beklenen gruplardan birisi de, yaptıkları müzik indietronica ve post-punk olarak tanımlanan Piano Magic. 1996 yılında Londra’da kurulan grubun tek sürekli üyesi ve beyni, vokalist/gitarist Glen Johnson. Aynı zamanda şarkı sözlerini de yazan Johnson sorularımı yanıtladı.

Piano Magic, değişik türlerde albümler yapan, hatta aynı albüm içinde bile birbirinden farklı türlerde şarkılara yer veren bir grup. Bunun belli bir amacı var mı?

Bence müzik yaparken en önemli şey, hiçbir önkoşul koymamaktır. Kendi kendinizi önceden, “Ben bunu ya da şunu yapmam” şeklinde sınırlandırırsanız, o zaman tekrar tekrar aynı albümü yapma tehlikesi içindesiniz demektir. Travis’in yaptığı gibi… Açık ki, Travis’in albümlerinin çok satma nedeni de o; çünkü bir tür güvence bu. Ne dinleyeceğinizi önceden bilmek istiyorsanız, Travis albümü; daha maceracıysanız, Piano Magic albümü almalısınız. Biz hiçbir zaman bir albüm yapmadan önce oturup, “Bu albümde reggae ve biraz da heavy metal olacak” demedik. Albüm yapma süreci, tamamen organik bir şekilde kendiliğinden gelişiyor.

Piano Magic’in müziği üzerinde en çok etki yapan grup ya da müzisyenler kimler?

Bu soruyu grubun diğer üyelerine de sormak gerekir ama ben kişisel olarak Felt, The Durutti Column, Dead Can Dance, Disco Inferno, New Order, Joy Division, Dif Juz, 80’lerden 4AD ve Factory Records’u sayabilirim.

Kimi şarkılarınız Brian Eno’yu andırıyor. Müziğinizde adeta hayalet gibi gezinen atmosferik bir hava var. Bunu nasıl yaratıyorsunuz?

Eno’nun ambient tarzındaki çalışmalarını çok seviyoruz ama dediğim gibi, bu organik bir süreç. Müziğimizde doğrudan hislerimizden kaynaklanan ve adlandıramadığımız ruhani bir dokunuş var. Sadece dans ettirmeye yönelik ve dinlenildikten sonra hemen unutulacak türden müzikler yapmak amacında değiliz. İnsanları etkileyecek ve biz ortadan kaybolduktan sonra bile onların hayatında var olmaya devam edecek bir şey yaratmayı istiyoruz. Diğer yandan, benim geçmişe ve eski ilişkilere, yani “hayatımın hayaletleri”ne yönelik pek de sağlıklı olmayan bir tür takıntım var. Bu da, açıkçası, albümlerimizdeki o sözünü ettiğiniz havayı yaratmada etkili oluyor.

Şarkı sözlerinizde çoğunlukla, sona eren aşklar, kendi kendine karşı çıkış, yalnızlık, melankoli, geçmişe ve geleceğe karşı duyulan korku gibi konuları ele alıyorsunuz. Bunun özel bir nedeni var mı?

Bazı müzisyenlerin şarkı yazarken mutluluktan çok etkilendiğine eminim. Fakat ben mutluyken sadece mutlu olmaya odaklanıyorum. Ancak eğer iyi hissetmiyorsam, o zaman kalemi kağıdı alıp bir şeyler yazıyorum ve peşimi bırakmayan o hayatımın hayaletlerinden kurtulmaya çalışıyorum. Tarihe bakacak olursanız, bu aslında birçok besteci için de böyle olmuştur. Eminim, hiç kimse Piano Magic’in “Wake Up Boo” versiyonunu duymak istemez!

Sizi modern hayat konusunda en çok dehşete düşüren şey ne?

İnsanların birbirine saygı göstermesi konusunda çok duyarlıyım. Fakat öyle görünüyor ki, insanlar farklılıklar karşısında konuşup anlaşmak yerine şiddete başvurmayı seçiyorlar. Dünya çok kirli, çirkin, depresif, gürültülü, vahşi ve çok pahalı. Burada farklı bir şey söylemediğimi biliyorum, ama sorduğunuz için bunları anlatıyorum. Fakat beni yanlış anlamayın; bütün gün oturup yaşlı bir adam gibi her şeyden yakınmıyorum… Aslında hayır, aynen öyle yapıyorum!

Şarkı sözleriniz üzerinde etkisi olan herhangi bir şair var mı?

Şair? Morrissey. Eğer müzisyen olmayan şair demek istiyorsanız, aslında çok fazla okumadığımı itiraf etmek zorundayım. Bukowski, Brautigan, Kerouac ve Hamsun’un dışına pek çıkmıyorum. Onların da yazdıklarım üzerinde gerçekten etkili olduklarını söyleyemem. En büyük ilham kaynağım kuşkusuz kendi hayatım. Korkunç bir nostalji düşkünüyüm; daima geçmişteki şeylere dönüp neyin neden yanlış gittiğine bakıyorum.

Şarkılarınızda sık sık yağmur sözcüğü geçiyor. “Disaffected” adlı şarkınızda da, yağmurun sizi mutlu ettiğini söylüyorsunuz. Nedeni bu mu?

Yağmur yağdığında herkes kaçarken ben dışarı çıkıp içine dalarım. Öyle güzel, arındırıcı ve yaşam dolu ki! Ayrıca sokakları sakinleştirmesine de bayılıyorum. Sessizliği çok seviyorum.

Yakında “Part Monster” adlı yeni albümünüz çıkıyor. Bu albümün belli bir konsepti var mı?

“Part Monster”, “Incurable” adlı şarkımızın bir uzantısı aslında. Toplum dışına itilenin içinde bulunduğu kötü durumu ele alıyor. Doktorlar bile ona ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar. Bir bakıma da, benim Joseph Merrick’e (19. yüzyılda yaşamış, genetik sorunları nedeniyle fiziksel görünümü aşırı derecede bozuk olan olan ünlü kişi) merakımdan kaynaklanıyor. Görünümünün korkunçluğuna karşın, etrafındakiler tarafından kendisine öyle büyük merhamet gösterilmiş ki, Whtechapel Hastanesi’ne kabul edilmiş. “Part Monster” gerçekte, bir türlü baş edemediğimiz o iç karartıcı tarafımızı konu alıyor. Hepimizin böyle bir tarafı var…

Son 10 yılda müzikal kariyerinize bakınca, sizi müzik yapmaya yönelten temel etken ne?

Duramayız ki, bu bizim kanımızda, kemiklerimizde olan bir şey. Ben, sevdiğim grupların çoğu ortadan kalktığı sırada, kendi plak koleksiyonumdaki boşluğu doldurmak için bu grubu kurdum. 1992’den sonra bana göre heyecan verici pek bir şey olmadı. Yalnızca Björk ve Aphex Twin beni memnun ediyor. Yani sınırları zorlayıp farklı bir şeyler yapmaya çalışan ama aynı zamanda ulaşılıp anlaşılabilir olanlar. Fakat son dönemdeki itici gücüm, müzik yapmaya olan sevgim. Bana bir ay kadar kısa bir süre öncesinde bile İstanbul’da çalacağımızı söyleseydiniz, size inanmazdım. Bana göre bu grup, harika insanlarla tanışmak ve normalde göremeyeceğimiz birçok şeyi görmek için muhteşem yerlere davet edilmemizi sağlayan bir araç. Bundan hiç vazgeçebilir miyim?

Sizi “Chomsky Akıllılar” olarak tanımlayabilir miyim? (Bunu soruyorum. Çünkü “The Canadian Brought Us Snow” adlı şarkılarında Noam Chomsky’ye atıf yapan bu yönde bir ifade var.)

Kesinlikle hayır. Biz dahi değiliz! Biz sadece dürüst, alçakgönüllü ve çok iyi eğitimli olmayan romantikleriz. 1 Temmuz’da İstanbul’da görüşmek umuduyla! (Glen Johnson bunu söylerken gülüyor, yanıta da ben gülüyorum. Çünkü Johnson, roman yazabilecek kadar yetenekli ve oldukça iyi eğitimli, gerçek bir sanatçı.)

-

6 Mayıs 2007 Pazar

Yeni Müzik Yeni Heyecan


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/5 Mayıs 2007

Yaz yaklaştıkça ardı ardına birçok yeni albüm yayımlanıyor. İşte yeni müzikleri takip etmek isteyenler için, raflara henüz yerleşen dikkate değer albümlerden birkaçı…

The Bird and The Bee

Los Angeleslı müzisyenler Greg Kurstin ve Inara George, birkaç yıl önce tanışmışlar ve caz müziğine karşı aynı standartlarda bir yaklaşımı paylaştıklarını keşfetmişler. Bildikleri bütün şarkıları çaldıktan sonra, birlikte şarkılar yazmış ve sonra da stüdyoya kapanıp ilk albümlerini kaydetmişler. Sonuçta ortaya, bossa nova ve cazı elektro-popla bir araya getiren, dinlenmesi kolay bir albüm çıkmış. Adı da grupla aynı: The Bird and The Bee. Tahmin ettiğim gibi, “kuş” olan dişi (Inara), “arı” olan da erkek (Greg).

Daha önceleri Beck, The Flaming Lips, Lilly Allen, Peaches gibi isimlerle çalışan Inara, vokallerde ve basta eşlik ederken, yine Beck ve Red Hot Chili Peppers ile çalışmalar yapmış olan prodüktör Greg, keybord ve gitar başta olmak üzere birçok aleti çalıyor. Kendi müziklerini, “Brezilya’da kurulan 1960’ların fütüristik Amerikan film seti” olarak tanımlıyorlar. Dinlerken herkes aynı etkiyi hisseder mi bilmem ama bana göre uygun bir tanımlama. Grubun ilk single’ı “Again and Again” radyolarda sık sık duyuluyor, fakat “Fucking Boyfriend” de albümün en ilginç şarkılarından biri; özellikle erkek arkadaşlarına sakince kızmak isteyenlere salık verilir...

ANJANI-Blue Alert

Honolulu doğumlu şarkıcı/söz yazarı/piyanist Anjani Thomas, hayatının büyük kısmını, yakasını bir türlü bırakmayan depresyon nedeniyle, büyük sıkıntılar çekerek geçirmiş. Fakat sonunda şans ona gülmüş ve Leonard Cohen gibi efsanevi bir müzisyenle çalışma olanağı bulmuş. İlk olarak Cohen’in 1985’teki ünlü “Hallelujah” kaydı sırasında geri vokallerde yer almış. O zamandan bu yana Cohen’e hem klavyede hem de vokalde eşlik etmeyi sürdüren Anjani, aynı zamanda onun sekiz yıldır hayat arkadaşı. Anjani’nin buğulu sesinden ve yeteneklerinden etkilenen Cohen, onun bu üçüncü albümünün prodüktörlüğünü üstlenmiş. Ama bununla da kalmamış; daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış el yazmalarından Anjani’nin faydalanmasına izin vermiş. Bunun hikayesi de ilginç. Anjani, bir gün Leonard Cohen’in masasında duran karalama defterinde birkaç satır görür: “There's perfume burning in the air/ bits of beauty everywhere”. Genç sanatçı bu satırlardan aldığı ilhamla yaptığı şarkıya kendi şarkı sözlerini yazar. İşte albüme de adını veren “Blue Alert” adlı şarkı böyle doğar.

Albümdeki on şarkı da ikili tarafından birlikte yazılmış, düzenlemeler ise Anjani’ye ait. 73 yaşındaki müzik dehası Leonard Cohen’in, hayatını paylaştığı 48 yaşındaki bir caz şarkısıcıyla yaptığı ortak bir albüm, elbette ilk anda kulağa ilginç geliyor. Cohen’in esin perisinin nasıl şarkı söylediğini kim merak etmez ki? Albüme karşı merak dürtüsünü harekete geçiren ilk faktör bu olsa da, dinleyince iyice anlıyorsunuz ki, Anjani, etkileyici bir caz yorumcusu. “Blue Alert”, özellikle romantik caz baladlarını sevenlerin hoşlanabileceği başarılı bir albüm.

LCD Soundsystem-Sound of Silver

Punk, funk ve disco house karıştırılırsa nasıl olur? Dinamik ve eğlenceli olur. New Yorklu prodüktör James Murphy’nin projesi LCD Soundsystem’in “Sound of Silver” adlı albümü de aynen öyle. Akıllıca yazılmış şarkı sözleri, dans etmeye uygun, hareketli ve enerjik bir müzikle bir araya gelmiş. DFA Records’ın kurucularından olan James Murphy’nin kendi plak şirketinden çıkan bu ikinci albümü, son günlerde oldukça popüler. LCD Soundsystem, aslında ilk olarak kendi adını taşıyan 2005 albümle uluslararası alanda dikkat çekmişti. “Daft Punk Is Playing at My House” adlı şarkı, FIFA O6’nın yanı sıra, birçok video oyununda da kullanıldı. 2005 yılında bu şarkıyla “En İyi Dans Kaydı” dalında, albümle de “En İyi Elektronik/Dans Albümü” dalında Grammy ödülüne aday gösterildiler.

LCD Soundsystem’in bir diğer ilginç projesi, Nike firmasının isteği üzerine yazdıkları “45:33” adlı müzik parçası. Parça, adından da anlaşılabileceği gibi, 45 dakika 33 saniye sürüyor.

“Sound of Silver”, 80’lerin new wave akımını, disco electro house ile başarılı bir şekilde birleştiren bir albüm. Herhangi bir elektronika albümünden beklenebilecek olanın üstünde bir yaratıcılık taşıyor. Piyano, klarnet, organ, keman, viyolonsel, çan, kalimba gibi aletler de kullanılarak zengin bir müzik yaratılmış. Bu albümün listeleri zorlayacak şarkısı ise “North American Scum”. Şarkı, George W. Bush yüzünden, kendilerini dünyadan özür dilemek zorunda hisseden Amerikalılar hakkında. Benim için şarkının en önemli özelliği ise, açılıştaki Young Marble Giants etkisi. Eh, üzerine bir de “Get Innocuous!”adlı şarkıdaki Brian Eno etkisini eklerseniz, bu albüme neden kayıtsız kalınmamasını önerdiğim daha iyi anlaşılır.

Translate