28 Şubat 2012 Salı

Music for airports (inspired by Eno)


Bu kısa videoyu Paris'te Charles de Gaulle Havalimanı'nda beklerken çektim. Beklemenin aksine, duyduğum sesler oldukça ilginçti. Sesleri ilginç yapan, onları havaalanı atmosferinde duymuş olmam mıydı?

Eno, bu soruya "evet" yanıtı verirdi diye düşünüyorum.

(I recorded this short video while waiting at the Charles de Gaulle Airport in Paris. Unlike waiting, the sounds at the airport were quite interesting. Was it because I heard them at the airport? I think Eno's answer to this question would be "yes". )

26 Şubat 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 106: Air - Le Voyage Dans La Lune (EMI)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 26 Şubat 2012

“Sinema tarihine ilk bilimkurgu filmi olarak geçen “Le Voyage Dans la Lune” (A Trip to the Moon) için kimler müzik yapabilir?” diye sorup, liste yapmamı isteseler, o listede mutlaka Air olurdu. Müziklerinde daima var olan sinemasal etki bir yana, elektronikaya retro-fütüristik yaklaşımları nedeniyle bunu tercih ederdim.

Gerçeği sinematografiyle manipüle etme yeteneği nedeniyle “Cinemagician” (Sinebüyücü) olarak da anılan Georges Méliès’nin yönettiği 1902 tarihli film, bir grup astronotun Ay’a planladığı seyahati konu alıyor. 14 dakikalık kısa bir film ama döneminin teknik sınırlamalarına karşın, sinema tarihindeki ilk animasyonları kullanıyor.

Méliès’nin filminin elden geçirilip teknik olarak yenileneceğini ve Air’in filme müzik yapacağını duyduğumda nasıl bir sonuç ortaya çıkabileceği üzerine kendimce kafa yormuştum. Air’in daha önce Soffia Coppola’nın “The Virgin Suicides” adlı filmi için yaptığı müziği ve “Marie Antoinette” ile “Lost in Translation” soundtrack albümlerinde yer alan çalışmalarını bildiğim için, bu kez de görüntü ile müzik arasında çok yakın bir bağ kurulabileceğinden şüphem yoktu. Tek endişem, her zaman olduğu gibi, müziğin görüntünün gerisinde kalması, başka bir deyişle ancak görüntü eşliğinde dinlendiğinde beğenilir olmasıydı.

Filmle aynı adı taşıyan albümü aklımdaki bu endişeyle dinledim. Bir bilimkurgu meraklısı olarak, filmin görüntüleri elbette aklımda. Onu ne kadar geri plana itebildiğimi bilemiyorum ama bir albümün üzerimdeki etkisini belirlemek için başvurduğum yöntemler var; onlardan bazılarını uyguladım ona da. Her şeyden izole olduğum anlarda müziği kendime yakın bulmam önemli. “Le Voyage Dans la Lune” benim açımdan bu testleri geçti. Film ya da beni oyalayacak başka hiçbir unsur olmadan kendi ayakları üzerinde durdu.

Air’in 14 yıl önce “Moon Safari” ile başlayan Ay yolculuğu çok başarılı sonuçlanmıştı. Bu kez de stüdyoda gerçek enstrümanlarla atmosferik bir hava yaratmışlar. Ay hakkındaki bir filme cızırtılarla, biplemelerle dolu çok daha soğuk bir müzik yapılabilirdi elbette ama söz konusu filmin 1902’deki teknikle çekildiğini düşünürseniz, bu yöndeki bir seçim, absürd bir sonuç doğurabilirdi.

Air’in başarısı, böyle bir film için tam gerekeni yapmış yani hem fütüristik hem de sıcak bir müzikle donatmış filmi . “Cosmic Trip” ve “Sonic Armada”da biraz daha ağır basan teknolojik soundu arka planda yaylılar ile dengelemiş.

Who Am I Now?”da Au Revoir Simone’un “Seven Stars”da Beach House’dan Victoria Legrand’ın vokalleri kullanılmış. Ben vokal kullanımını çok gerekli bulmadıysam da, “keşke olmasaydı” diyecek kadar kesin bir itirazım da yok.

İllüzyonist sinemacı Méliès’nin beyazperdede yaptıklarıyla da çok örtüşmüş Air’in müziği. Bu bir film müziği olduğuna göre, sonuçta onu da belirtmek gerek. Örneğin 1 dakika 38 saniyelik “Décollage” adlı parçada davul sesleriyle başlayan gergin havanın birden hiç beklenmedik bir anda piyano sesinin girişiyle değişmesi, bir ayrıntıdır ama çok dikkat çekicidir.

Bir Air hayranı, Jean-Bénoit Dunckel ve Nicolas Godin’in Georges Méliès’nin yaratılığı ile buluşmasını zaten kaçırmaz. Ama Air hayranı olmasanız da, karanlık ve garip elektronik sesler, şaşırtıcı bir sinemasal sound ilginizi çekiyorsa, 38 dakikalık bu Ay yolculuğuna eşlik etmenizi öneririm.





-

19 Şubat 2012 Pazar

Alva Noto @ Borusan Müzik Evi


Alva Noto (asıl adıyla Carsten Nicolai) dün gece İstanbul'da ilk performansını sundu. İşitsel-görsel çalışmalarıyla bugüne kadar aklımızı başımızdan aldığı için büyük heyecanla gittik Borusan Müzik Evi'ne. Biletlerin tamamı satılmıştı; böylesine sıra dışı ve deneysel bir isme gösterilen ilginin yoğunluğuna tanık olmak sevindiriciydi.

Alt kata beş tane masa konulmuştu ama çok sayıda insan ayakta dinledi performansı. Üst kata ise büyük yastıklar yerleştirildiği için onların üzerine yayıldık. Ancak burada yeri gelmişken söylemek isterim; yastıkların üzerinde bir yere dayanmadan uzun süre aynı pozisyonda oturmak çok zor. Bence Vladislav Delay'de olduğu gibi sandalyeler tercih edilse daha iyi olurdu.

1996'de Berlin'de kendi kurduğu Raster-Noton adlı plak şirketinden çıkardığı albümlerinde, elektronik müziğin alt türlerine alışılmadık yaklaşımlar getirip, farklı sesler bulmaya kendini adayan bir isim Carsten Nicolai. Onun müziğini dinlerken faks, teleks ve telefon gibi aletlerden çıkan her türlü cızırtı, titreşim ve bipleme türü rahatsız edici sesi duymak mümkün.

Kullandığı elektronik aletlerle özgün ses kümeleri yaratıp insanı bulunduğu ortamdan çıkarıp başka bir dünyaya sürükleyen bir müzik yapıyor. Müziği bir perdeye yansıtılan son derece ustaca hazırlanmış görseller eşliğinde dinleyince, kapılıp gidiyorsunuz onun yarattığı evrene.

Görsellerin ise, sadece renkler, çizgiler ve noktalardan oluştuğunu belirtmekte yarar var. Bu tercihin, yaptığı müzik açısından hayati olduğu aşikar. Osilatör ve ses jeneratörleriyle yarattığı seslerde ve touchpad ile yönlendirdiği görsellerde dinleyicinin/izleyicinin duyup gördüğünü aynı şekilde yorumlamasına neden olacak bir manipülasyon yok.

O nedenle ben dün geceki performansı herkesin farklı bir şekilde deneyimlediğini düşünüyorum. Eminim kimisi geçmişe sürüklendi, kimisinin zihninde belli belirsiz görüntüler şekillendi, kimisi de benim gibi birkaç kere görüntülere kapılıp adeta hipnotize oldu. Alt katta kendini müziğe kaptırıp kendinden geçen sadece iki kişi vardı; onların dışındakilerin kafaları ve ayakları ritme eşlik etse de sakindi ortam.

Deneysel müziğin sınırlarının olmadığını kanıtlayan, müthiş bir yetenek Carsten Nicolai. Dün Borusan'dan eve dönerken attığım tweette "Bir insanın Alva Noto'nun müzikte geldiği noktaya gelmesi için çok sıra dışı bir aklı ve üstün bir yeteneği olmalı. Respect!" yazmıştım. Burada da bir daha yinelemek istedim: Alva Noto'ya saygılar!

Aşağıda performans sırasında çektiğim iki kısa videoyu paylaşıyorum. Canlı dinlemenin yarattığı etkiyi asla yaratamaz ama bir fikir verebilir belki... Son söz olarak, Nova Muzak Series kapsamında müziği algı kalıplarının dışına çıkaran ufuk açıcı isimleri arka arkaya İstanbul'a getiren Borusan Müzik Evi'ne teşekkür ederim.





-

Vitrindeki Albümler 105: Tindersticks - The Something Rain (City Slang/Constellation)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 19 Şubat 2012

Bazı gruplar vardır; daha isimlerini duyar duymaz aklınıza belli sözcükler ve imajlar gelir. Tindersticks de 1993’te çıkardığı ilk albümünden bu yana yaptığı müzikle hatları belirgin ve çok güçlü bir karakter yarattı. İngiltere’nin Nottingham kentinden çıksalar da, artık nereden geldikleri önemli değil; melankolik ruhların hayali başkentinde en kıdemli ev sahiplerinden biri Tindersticks.

Her yeni albüm yayımladıklarında bir yandan hüznün dibine vurup sarsılacağımızı bilerek heyecanlanıyoruz, diğer yandan da Stuart A. Staples'ın ruhumuza dokunan sesinde sıcaklık arıyoruz. İki yıl önce “Falling Down a Mountain” adlı albümde yaşadık bu hissi. Sonra İstanbul Film Festivali kapsamında yönetmen Claire Denis’nin filmlerine yaptıkları müzikleri, film görüntüleri eşliğinde çaldılar. Konserden önce Staples ile bir telefon röportajı yapma olanağı bulmuş ve o etkileyici bariton sesle yarım saat konuşmuştum. Röportajı okumak isteyenler şu linke bakabilir: http://zulalmuzik.blogspot.com/2011/04/claire-denis-ile-calsmak-bizi.html

Staples, röportajda yeni albüm üzerinde çalıştıklarını ve 2011 yazında tamamlamayı düşündüklerini söylemişti. O günden beri büyük merakla bekliyordum albümü. Sonunda Ocak 2012’de müjdemizi aldık ve “The Something Rain” adlı dokuzuncu Tindersticks albümü bu ay yayımlandı.

Kariyerinin en başında mükemmel albümler yapan grupların başına gelen Tindersticks’in de başına geldi. İkisi de grubun adını taşıyan 1993 ve 1995 albümleri ve özellikle 1997'de çıkan “Curtains”, o kadar iyi albümler ki, onları aşmak kolay değil. Tindersticks, daha sonraki yıllarda da belli bir çıtanın üzerinde işler yaptı ama kanımca “Curtains”, en yüksek eşik oldu.

“The Something Rain” ise, Tindersticks’in derin müziğini deneysel bir bakış açısıyla yine zengin bir enstrümantasyonla kaydettiği, son 10 yılda yaptığı en iyi çalışma. Şu kesin ki müzik, duyguları etkileme sanatıysa, Tinderticks de bu sanatın en yaratıcı icracılarından birisi.

Albümün açılışını “spoken word” tekniğiyle 9 dakika süren bir öykü anlatımı ile başlatmak, her grubun cesaret edebileceği bir şey değil. Bunu ancak Tindersticks gibi müziğine sınır koymayan, sofistike bir grup yapar. Tuşlu çalgılar ile çeşitli perküsyon aletlerinden sorumlu olan David Boulter’ın okuduğu “Chocolate” adlı öykü, bir erkeğin tanışıp hoşlanarak evine gittiği kişinin tam sevişme anında transseksüel olduğunu fark etmesini anlatıyor. Önce her şey yolunda gidiyor, duvarında David Bowie posteri asılı bir odada sıcak çikolatalar içiliyor ve sonra bu şok yaşanıyor. “She/he still look the same” diyor Boulter ve müziğin de yansıttığı gibi hüzünle sona eriyor öykü.

Albüm için böyle bir açılış riskli bulunabilir; ama şarkıları dikkatle dinlerseniz, aslında bir tematik bütünlük yaratmak açısından son derece hayati bir önemi var öykünün. “Chocolate”ın hemen ardından gelen “Show Me Everything”, geri vokaldeki kadın seslerinin “show me” sözünü tekrarlarıyla başlıyor ve Stuart A. Staples’ın yaklaşık 1.5 dakika sonra duyulan sesi, camlar üzerinden görüp dokunduğumuz karmaşaların algılanıp hissedilemediğini anlatıyor. Bana göre, bu ikinci şarkı doğrudan “Chocolate”a bir yanıt.

Frozen” ve ondan sonra gelen “Come Inside”ı da başlangıçtaki öyküyle ilişkilendirdim dinledikçe. Erkek, evine gittiği kadının transseksüel olduğunu fark ettiğinde, o an yerinden kıpırdayamadığını anlatıyordu öyküde. "Frozen"da o ana atıf yapılmış olduğunu düşünüyorum. Staples'ın sürekli tekrarladığı “If I could just hold you” ifadesi, hem pişmanlık, hem öfke, hem de hüzün yansıtıyor. Tonlamalara ufacık nüanslar katıp, aynı ifadeyle farklı hisler yaratmak, ancak Staples gibi çok usta bir vokalin yapabileceği bir iş. "Frozen"da, altyapıda devingen bir caz devam ederken, üzerine eklenen perküsyon ritmiyle birleşen müzik, duygusal anlamda beni alt üst etti. Belki de bu nedenle, ilk dinlediğim andan beri adeta bir tutku haline geldi.

"The Something Rain", duyduğum en güzel saksofon sololardan biriyle romantizmin doruklarında gezinen “Come Inside”la devam ederken aklım yine metaforlara gitti; davet edilen yeri öykü doğrultusunda yorumladım. Kim bilir, belki de Tindersticks bunu hedeflememişti. Eğer öyleyse, benim yorumumu aklımın muzırlığına verin...

Albümün kapanışını 2 dakika 42 saniyelik enstrümantal “Goodbye Joe” yapıyor. Bu parçanın özel bir anlamı olduğunu, açılışı yapan öyküyle bağlantısı bulunduğunu hissediyorum; albümü sindirerek, sözlerine kulak vererek dinleyince bu sonucu çıkarıyorum. Hüzünlü bitmiyor albüm; film ayrılıkla sona eriyor ama müziğin verdiği hisse göre yakılıp yıkılmıyor ortalık.

Elbette albümle ilgili olarak her dinleyicinin yorumu farklı olabilir. Ben şarkıları, tematik olarak bir bütünün parçaları şeklinde çok bütünlüklü bir şekilde yorumladım. Bana göre, sanki her şarkı bir filmin ayrı bir sahnesine eşlik ediyor. Çok güzel bir film bu; hayalinizde canlandırırken hüzünlenebilirsiniz ama dingin bir son bekliyor sizi.



tindersticks - Frozen

-

17 Şubat 2012 Cuma

"Cesur Olun!"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 18 Şubat 2012

70’lerin ortalarında dünyanın yüzüne tokat gibi inen punk rock akımını etkileyen gruplardan Buzzcocks, sonunda Türkiye’ye ayak bastı. Çarşamba akşamı Babylon’un giriş katı pogo dansı yapılan bir alana döndü. O ortamı yaratan müziği yapanlarsa, 20’li yaşlarındaki gençler değildi. Grubun kurucusu Pete Shelley de, ondan sonraki en kıdemli üye Steve Diggle da 56 yaşında; ama görüldü ki yıllar enerjilerini bitirmemiş.

30 yıl önce Buzzcocks müzik sahnesinde fırtınalar estirirken gelseler elbette daha büyük olay olurdu; ama bu yıl az sayıdaki konserlerinin arasına İstanbul’un da eklenmesi başarıdır.

Grubun 1980 öncesi eski şarkılarını çaldığı bir saatlik konser, kısa ama coşkuluydu. Biste en bilinen şarkılarından “Ever Fallen In Love” ve “Orgasm Addict”i dinleyerek, tarihi geceyi punk rock’ın enjekte ettiği enerjiyle mutlu noktaladık.

Konser öncesinde vokalist/gitarist ve şarkı yazarı Pete Shelley ile punk akımı üzerine konuşma fırsatı buldum.

Bu yıl yine yoldasınız. Yazın Coachella festivalinin sahnesinde siz de varsınız. Bunca yıl sonra size turneye çıkartan en önemli neden ne?

Konser vermek, bu dünyadaki en heyecanlı işlerden birisi. Yeni yerlere gitmek, yeni insanlarla tanışmak çok güzel. İlk kez Türkiye’ye geldik. Dün Mexico City’de bir konserimizin olabileceğini öğrendik. Seyahat etmekten hoşlanıyorum. Şükürler olsun ki, çok sayıda insan Buzzcocks’ı tanıyor. Bu hepimiz için bir rüyanın gerçekleşmesi demek. Havaalanlarında beklemek, otel odalarında kalmak pek rahat değil, tura çıkmanın sıkıcı tarafları da var; ama müziğimizi çalmak, insanların bizi dinlemek için gelmesi gerçekten ilham veriyor. Aslında her gece partiye gitmek gibi!

Buzzcocks 1989’dan itibaren zaman zaman farklı isimleri de gruba alarak yoluna devam etti. Şu anda grup içinde hava nasıl?

Her şey gayet iyi gidiyor. Bu yıl sonuna doğru stüdyo gireceğimizi umuyorum.

Yeni albüm mü kaydediyorsunuz? Ne zaman yayınlanacak?

Evet, kaydedeceğiz. Umarım yaz sonrasında yayınlarız. Her zaman yapılacak yeni işler mevcut. Bunların hepsi bizim için çok mutluluk verici.

Punk akımı ilk başladığında, 36 yıl sonra hâlâ onun hakkında konuşulacağını düşünmüş müydünüz?

Hayır, biz bunun 36 dakika bile süreceğini düşünmemiştik.

Gerçekten mi?

Çok heyecan verici bir şey yaşadığınızda onun ne kadar süreceğini düşünmezsiniz. Aşık olmak gibiydi. Bir anda, bir el şıklatması kadar bir zamanda oluverir ya her şey, öyleydi o da.

“YAPACAK BİR ŞEY YOK" DEMEK YERİNE, “YAPMAK İSTEDİĞİMİ YAPARIM”



O zaman olup bitenler sizi de çok şaşırtmış olmalı.

Evet, öyle oldu. BBC bir ara İngiliz müziği üzerine belgesel hazırlıyordu. Benimle röportaj yapmak istediklerini söyleyen bir e-posta geldi. “Punk rock çok önemli!” şeklinde cümleler vardı. Punk rock, ortaya çıktığı dönemde bizim için gerçekten önemliydi ama başka insanların bu konuda ne düşündüğü umurumuzda değildi. Onu herkes için önemli bir konuma getirmek için asla çaba göstermedik. Orada dürüstlük vardı; yaptığınızı sadece kendiniz istediğiniz için ve kendiniz için yapmak. Yaptığınız işten başkaları hoşlanmayabilir ama bunun önemi yok. Önemli olansa şu; bu bakış açısı başka insanları da müzik yapmaya teşvik etti. Müzikleri bazen birbirinden farklı olsa da... Örneğin R.E.M.’in soundu Buzzcocks’tan farklıdır ama Buzzcocks’tan esinlendiler. Punk’ın özü buydu: “Yapacak bir şey yok demek” yerine, “yapmak istediğimi yaparım” diyorduk. İlk başlarda bir konser vermek istiyorsak, bunu organize edecek birisiyle anlaşmıyorduk; kendimiz salonu bulup kiralıyorduk. Yapılması gerekenleri bizzat kendimiz yapıyorduk.

Şimdi konser için organizatör bulmak gerekiyor.

Eğer insanlar bir şeyin gerçekleşmesi için organizatör olmayı istiyorlarsa bu da bir yoldur. Tanıştığım organizatörleri seviyorum. Onlar çok büyük firmalar değiller, bu işe gönül vermiş insanlar. Onların çabası da ilham verici. Aynı şeyi plak şirketleri için de düşünebiliriz. Bağımsız plak şirketlerini seviyorum. Onlar da punk ruhundan esinlendiler. Yayınlanmasını istedikleri albümler vardı ve biz yaparız diye çıktılar ortaya.

Punk akımının patladığı dönemi düşünürsek, İngiltere’deki punk sahnesinin etkisi ve başarısı karşısında hâlâ New York punk sahnesinden gelen bir tür kıskançlık da seziliyor. Sizce bu tür düşünenler haklı mı? Yani İngiltere’deki punk sahnesi New York’takinden bağımsız gelişebilir miydi?

Hiç düşünmemiştim bunu.... İngiltere’de müzik sahnesi her zaman ilginçti ama...

(Pete Shelley, bu soruyu yanıtlamak için uzunca düşündü; bir süre sonra soruyu açmak gereği duydum. Ama soruma tam yanıt alamadım. Belli ki gerçekten konuyu bu yönüyle hiç düşünmemiş Shelley. ) Bazı insanlar punk rock’ın Iggy Pop ya da The Ramones ile Amerika’da başladığını düşünüyor.

The Stooges, aynı dönemlerde adını duyurdu. The Stooges, The Velvet Underground’dan etkilendi ama bunun hangi ölçüde olduğunu bilemem. Belki de bunları bir bütünün ayrı yönlerini geliştiren unsurlar olarak düşünmek lazım. Sonra The Ramones vardı o dönemde. 20 dakika sürerdi konserleri. 2 dakikalık şarkılardan oluşan 20 dakikalık konserlerin ne kadar eğlenceli olabileceğini gösterdiler bize. 50 ve 60’lardaki gibi single’ların yaygın olduğu döneme geri gidilmesinde etkili oldular. Bence o dönemde The Ramones bu açılardan çok ilham vericiydi.

The Sex Pistols’ın Manchester’da verdiği ilk konseri düzenleyerek Manchester’daki punk rock akımını başlattınız. O konserde salondaki 30-40 kişinin arasında sonradan kurulacak Joy Division, The Smiths, The Fall grubunun üyeleri de vardı. O konser fikri nasıl doğdu?

Bu bazı olayları baştatmak açısından önemliydi. Onları şubat ayında Londra’daki konserde gördüğümüzde Manchester’a gelmeleri gerektiğini düşündük ama kimse konser düzenlemekle ilgilenmiyordu. “Biz kendimiz neden yapmıyoruz?” dedik ve işe giriştik.

Konserdeki atmosfer nasıldı?

Garipti aslında. The Sex Pistols adı çok duyulmasa da yeraltı kültüründe yaygınlaşıyordu. Daha önce onları gören herkes bir başkasına öneriyordu; bu nedenle bir merak doğmuştu. Bazı insanlar hiçbir beklentileri olmadan gelmişti. Çünkü o günlerde internet, YouTube yoktu. Ne göreceğinizi bilmeden meraktan giderdiniz konserlere. Çok az sayıda müzik dergisi vardı. Hiçbir şeyin fazla ciddiye alınmadığı bir ortam söz konusuydu. Bir tür "observance theatre" gibiydi. The Sex Pistols’ı izlediğinizde eğlenirdiniz, komikti ama onlar eğlenceli olmaya çalışmazdı. Sonuçta bir komedi şovu değildi. (Burada çeviriyle anlamı bozmamak için “observance theatre” ifadesini onun söylediği gibi bırakıyorum. Z.K.)


"HÂLÂ 21 GİBİ HİSSEDİYORUM!"



1976’da 21 yaşındaydınız. 21 yaşındaki Pete Shelley, bugün 56 yaşındaki Pete Shelley için ne derdi?

Bilmiyorum... Bu soruyu yanıtlamak için zaman tüneline girip geriye gitmek gerekli sanki. Bence olumlu düşünürdü. Çıktığım noktaya fazla uzak değilim. Annemin 80 yaşında ettiği bir laf vardı: “Hâlâ 18 yaşında hissediyorum” derdi. Ben de aynı şekilde hâlâ 21 gibi hissediyorum! Sanırım daha mutluyum. Çünkü yaşlandığınızda, durulacak en iyi yeri biliyorsunuz. Geçliğinizde eğilimli olduğunuz aşırılıkları yapmak istemiyorsunuz artık. Hâlâ sahnede olmaktan mutluyum.

Punk dönemini yaşamamış gençlere o akımın müzikte ve toplumda yarattığı etkiyi anlatmanız gerekse, nasıl özetlerdiniz?

Müzikte sürekli yenilikler oluyor. Punk ortaya çıktığı sırada disco da gelişiyordu. Punk gerçekten büyük ilham kaynağıydı. İnsanlara yapmak istediklerinden vazgeçmemelerini söylüyordu. Yeni bir şeydi ama aslında zamanla sınırlı olmayan bir bakış açısıydı.

Neden bu kadar kısa süreli bir müzik akımı böylesine etkili oldu?

Çünkü işin içine insanları kattı. Fikri olan insanları bunu ortaya koyup gerçekleştirmeye yöneltti. Böylece insanlar kuyrukta beklemek yerine karar verici konumuna geldi. Bu büyük bir güçtü ve insanlar güçlerinin farkına vardı. Herkes kendi fikrini hayata geçirmek için toplumda gözlemci ve uygulayıcı haline geldi. Sadece müzikte değil, sosyal alanda da çok boyutlu etkileri oldu.

Kendi yaşantınızda bugün de punk tavrını sürdürüyor musunuz?

Evet, sürdürüyorum. Hâlâ bilgilenip, kendi fikrimi açıklıyorum. Karar alım süreçlerinde katılımcıyım. Doğaçlama bir şekilde oluyor bu. Kendiliğinden bir anda gelişen kararlar alabiliyorum.

Her zaman her istediğinizi yapıyor musunuz? Yıllarla gelen bazı sınırlamalar olmadı mı?

Hayır, olmadı; her istediğimi yapıyorum. Sabah gidip akşam çıkmak zorunda olduğum günlük bir işim hiç olmadı.

"KENDİMİZ REKLAM HALİNE GELDİK"

Punk ilk ortaya çıktığında hiç ticari olmayan bir müzikti. Neden daha sonra reklamlarda bile kullanılır oldu?



Garip olan şu ki, biz en ticari olmayan müziği yaparken, kendimiz reklam haline geldik...

Siz de şarkılarınızın reklamlarda kullanılmasına izin verdiniz. Bundan hiç pişmanlık duydunuz mu?

Neden duyayım? Reklam yapanlar müziğimizi kullanmak üzere bize başvurdu. Biz şarkıların duyulmasını düşündük. İnanmadığım bir şeyi asla desteklemiş değilim. Hiçbir zaman bir reklamda rol almadım. Bunu onaylamazdım zaten. Mesela İngiltere’de Muhafazakar Parti müziğimi reklamında kullanmak istese, ona da hayır derim. Ama mesela John Lydon İngiltere’de bir tereyağı reklamında oynadı, Iggy Pop sigorta şirketinin reklamında oynadı.

Bu beni rahatsız eden bir şey.

Öyle mi? Peki o reklamda kimi görmeyi tercih edersiniz? Parayı hoşlanmadığınız birine vermelerini mi istersiniz?

Bu durumda öyle.

Ama sevmediğiniz kişiyi göreceksiniz ve ona para verecekler...

Evet, ama para umurumda değil. Sevdiğim müzisyeni şirket reklamında görmekten hoşlanmıyorum.

Ben her gece vakti uyumuyorum; desteklediğim bir şey varsa uyuyorum.

(Burada İngilizce’de “sleep” kelimesine yüklenebilecek yan anlam, hem Shelley’i hem de beni güldürdü. Benim ona değil de, onun bana sorular sormaya başlaması da ilginçti ama konuyu böyle kapadık. Z.K.)

Punk döneminde ilk bağımsız single’ı yayınladınız. Teknolojinin DIY anlayışı (do-it-yourself : kendin yap kültürü) ile ortaya çıkan müzik üretimleri üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazıları bunun sıradanlık getirdiğini söylüyor.

Bence bu fikriniz olup olmadığına bağlı. Daktilonun bulunuşundan bu yana insanlar bir metni yazıp dağıtıyorlar. O metnin iyi olup olmaması ya da okumak isteyenin bulunup bulunmaması değil önemli olan. Yazan kişi, romanımı yazdım diyecek, reddedilse de romanını yayınlatmak için yayıncılara götürecektir, hatta artık internette kendi kendine de yayınlaması olanaklı. Aynı şekilde insanların akıllı telefonları ya da dijital kameraları var. İnsanlar, geçmişte olduğu gibi bu konuda detayları öğrenmek zorunda kalmadan fotoğrafçı haline geliyor. Müziğe de böyle bakarsak, daha çok insanın müzik yapması iyi bir şey. Ben insanların kendilerini açıklamasını teşvik ediyorum. Bir alanda yaratıcı olmak iyidir. Kavgaları, saldırganlığı da azaltır, dünya daha iyi bir yer olabilir.

Paul McCartney, geçen hafta bütün albümlerini Spotify ve diğer stream servislerinden çekti. Siz stream hakkında ne düşünüyorsunuz, yeni radyo olduğu görüşüne katılıyor musunuz?

Öyle mi? Duymamıştım bunu. Stream’in yeni radyo olduğuna katılıyorum tabii. Üstelik ne dinlemek istediğinizi kendiniz seçiyorsunuz. Ben Spotify’i çok beğeniyorum. Eskiden kalkar plakçıya gider, albüm alır, eve gelip dinlerdiniz ve çoğunlukla da içinde bir ya da iki şarkıyı severdiniz. Ama şimdi şarkıyı dinleyip ona göre almak olanaklı. Ayrıca konserleri duyurmak için de iyi. Radyo zamanında biliyorsunuz karışık kasetler yapardık. Ben de çok yaptım. Sonuçta bir şekilde müziği yaymak ve dinletilmesi açısından faydalı bu stream servisleri.

1976 yılında başlayan punk döneminden bu yana müzik yapan ve sahnede de varlığını sürdüren bir müzisyen olarak, bugün bir mesajınız var mı?

Eski dönemdeki ben ile şimdiki ben arasındaki en belirgin farklardan birisi belki de, mesajlar aracılığıyla uzlaşma yaratma çabamın daha azalması olabilir. Ama şunu söyleyebilirim : Kendinize karşı dürüst olun. Eski yıllarda çoğumuz yasalara karşı çıkardık. Aslında o dönemde düşündüğümüzden daha çok özgürlüğe sahiptik ve bu şaşırtıcıydı. Hiçbir şey için yapamam, olanaksız demeyin; şarkı söylemek istiyorsanız çıkın söyleyin. Dinleyen yoksa da önemli değil. Duşta kendiniz için söylediğiniz gibi söyleyin; hem kendiniz mutlu olursunuz hem de mutlaka dinleyen çıkacaktır. Cesur olun!

Geçen aralık ayında Mike Joyce İstanbul’daydı. Buzzcocks tutkusunu bildiğim için, sizinle röportaj yaparsam ne sorayım dedim kendisine. “Mayıs ayında Manchester’da verecekleri konserde sadece biste davul çalmam olanaklı olabilir mi?” diye sorabilirsiniz demişti. Ben de soruyorum.

O konserde bis olur mu emin değilim. Bir tür kutlama partisi gibi çünkü. Üç grup olacak sahnede...

(Aşağıda konserde çektiğim video "Sick City" ve "Moving Away from the Pulse Beat" adlı şarkılarını çalıyor Buzzcocks.)



Setlist: Boredom / I Don’t Mind / Autonomy / Get On Our Own / Whatever Happened To? / Girl From the Chainstore / Sick City / Moving Away from the Pulse Beat / Nothing Left / Noise Annoys / Breakdown / Promises / Love You More / What Do I Get? / Harmony In My Head / Ever Fallen In Love / Orgasm Addict

(Fotoğraflar Gökhan Göktaş, video benim tarafımdan çekildi.)

-

13 Şubat 2012 Pazartesi

Düşman, dostu yendi...


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 13 Şubat 2012



Müzik dünyası en güçlü seslerinden birini kaybetti. R & B ve pop müzik sahnesinin ünlü mezzo-sopranosu Whitney Houston’ın bir otel odasında ölü bulunması, hayranlarını çok üzdü ama sanırım hiç kimseyi şaşırtmadı. Ne yazık ki beklenen bir olaydı. Ölüm nedeni kesin olarak açıklanmasa da, alışkanlıkların, bağımlılıkların yakasına yapıştığı büyük yetenekler arasına o da katıldı.

Whitney Houston, en popüler zamanlarında R & B’nin kraliçesiydi. Küçük yaşta yuttu sahne tozunu; gördüğü ilgi, müziğinin ana akımda kazandığı başarı, bütün Afrikalı-Amerikalı kadınlar için yeni bir ışıktı. Gospel ve soul ruhunu pop müziğe taşıyan şarkıları, kendisinden sonra gelen çok sayıda müzisyene esin kaynağı oldu.

Dolly Parton’ın 1973 yılında yazdığı “I Will Always Love You” adlı şarkıya dünya çapında ün kazandıran, Houston’ın bu şarkıya 1992 yılında "The Bodyguard" filmi için yaptığı yorumdu. Müziğini sevin ya da sevmeyin, hakkını vermek gerekir; vokal tekniği kusursuz özel bir sese sahipti Whitney Houston.

1990’lı yılların başında şarkıcı Bobby Brown ile evlendikten sonra yaşadığı sorunlar onu da uyuşturucu batağına sapladı. 1980’li ve 90’lı yıllarda çok satan albümleri yapan bir pop yıldızıyken, 90’ların sonunda çöküşe geçti.

Müzik dünyasında başarı çizgisi sık sık aynı eğriyi izliyor. Jim Morrison, Janis Joplin, Jon Bonham, Michael Hutchence, Sid Vicious'ın da araladında olduğu otel odasında ya da evinde ölü bulunan efsane sanatçılara yıllar içinde yenileri eklenmeye devam ediyor.

Michael Jackson, kullandığı ilaçlar ve kendisine uygulanan yanlış tedavi sonucu hiç beklenmedik bir anda veda ederken, Amy Winehouse’un yok oluşunu bütün dünya birlikte izledi. Hepsi küçük yaşlarda başarı kazanıp birden zirveye çıktı. Sonra da o parlak yaşantının getirdiği yükleri, kazandıkları milyon dolarların sağladığı sahte mutluluklarla unutmaya çalışırken çok ağır bedeller ödediler.

Whitney Houston, 2002’de verdiği bir röportajında, “En büyük şeytan benim. Kendimin hem en iyi dostuyum, hem de en azılı düşmanı...” demişti. Sonunda düşman dostu yendi; 48 yaşında göçüp gitti Whitney Houston...

"Step by Step", benim en beğendiğim şarkısıydı. Özellikle kendi içinden çıktığı topluma verdiği yüreklendirici mesaj önemliydi.



-

12 Şubat 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 104: Errors - Have Some Faith In Magic (Rock Action Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 12 Şubat 2012

Bugüne kadar Errors hakkında içinde Mogwai’nin geçmediği bir eleştiri yazısı kaleme alındı mı bilmiyorum ama sanmıyorum. İki grubun müziklerini birbirine benzetenler de oldu ama çakışma noktaları sadece bu değil. Errors de Mogwai gibi Glasgow’dan çıkan bir dörtlü. Ayrıca albümleri, Mogwai’nin sahibi olduğu Rock Action Records tarafından yayımlanıyor. Geçen yıl birçok yerde ön grup olarak onlara turnede eşlik ettiler.

Öyleyse, daha önce Errors’ü dinlememiş birisinin bu kadar çok ortak noktadan yola çıkarak Errors’ü merak ettiğini ve üçüncü albümü alıp dinlediğini farz edelim. İzlenimi ne olur? Errors’ün Mogwai’den esinlendiği aşikar; müzikleri de yaygın şekilde post-rock olarak niteleniyor. Ama bence grubu belli bir türle sınırlandırmak yanlış olur. Mogwai’nin gitar ağırlıklı müziğine karşı, Errors’de krautrock etkisi söz konusu. Özellikle yeni albüm “Have Some Faith In Magic”te, adeta 70’lerin progresif rock’ı, post-rock ve elektronika ile buluşmuş. Errors’ün bugüne kadar yaptığı en hipnotik, en sürükleyici albüm bu.

2008 albümü “It’s Not Something, But It Is Like Whatever”daki karanlık sound ve 2010 çıkışlı “Come Down With Me”de shoegaze hakimiyeti biraz gerilerde kalmış Errors için. Daha coşkulu ve türler arasındaki ilişkiye daha açık bir sound var. Bakış açısına göre bunu bir gelişme ya da gerileme olarak değerlendirmek olanaklı. Ben, basitçe "farklılık" olarak görenlerdenim.

“Have Some Faith In Magic”in önceki albümlerden bir farkı da, vokal kullanılması. Post-rock’ta vokal kullanımı daha önce görülmemiş bir şey değil; Errors için de yeni değil. Grup, 2006 tarihli “How Clean Is Your Acid House?” adlı kısaçalarında bunun örneğini vermişti. Fakat yeni albümde vokal, albümün tümünde yer alıyor. Yine de bunun alışılagelmilş vokal kullanımından değişik olduğunu belirtmek gerek. Ne dediği tam anlaşılmayan, derinden gelen bir ses duyuyoruz. Grubun bu tercihindeki amacı, insan sesini de bir enstrüman gibi kullanmak. Dolayısıyla ne dediğinden çok, kulağa nasıl yansıdığı önemli.

İlginçtir gitarlar ile loop’a alınan, işlenen seslerin yarattığı ses katmanları albümde organik bir sound yaratmış. Fazla oynanmış, parlatılmış bir havası yok şarkıların. Açılış parçası “Tusk” başlar başlamaz sarıyor dinleyeni. Post-rock’ta en tehlikeli olan, tekrara düşüp sıkmak. Errors, bunu aşmanın yolunu bulmuş. “Dans pistleri için post-rock” tanımını bir yerde okumuştum; Errors’ü çok iyi anlatan bir ifade.

Dan Berglund's Tonbruket @ Salon


Dün gece İsveçli bas gitarist ve besteci Dan Berglund, Tonbruket adlı grubuyla Salon'da çok güzel bir konser verdi. Progresif rock ile cazın çok dinamik bir şekilde harmanlandığı bir müzik yapıyor grup.

Daha önce 16. İstanbul Caz Festivali kapsamındaki "A Strange Place for Jazz" adlı proje kapsamında Haliç'teki eski Camialtı Tersanesi'nde bir konser vermişlerdi. Belli ki endüstriyel ortamdaki o konserden etkilenmişler ve İstanbul'dan aldıkları esinle o sırada yeni bir şarkı kaydetmişler. Dün gece konserde, "Dinlerken bu etkiyi açıkça hissedeceksiniz" dedi Dan Berglund. Aşağıdaki videoda da dinlebileceğiniz gibi, gerçekten de İstanbul'un kendine özgü kaosunu çok iyi yansıtan bir şarkı çıkmış ortaya.



Dan Berglund (kontrbas), Johan Lindstroem (gitar), Martin Hederos (piyano) ve Andreas Werliin'den (davul) oluşan grubu ilk geldiklerinde dinleyememiştim ama dün geceki performans için şunu söyleyebilirim: Su gibi akıp giden, çok sürükleyici, mükemmel bir konserdi. Hiç konuşmadan müziği dinleyen kitle de, konsere tamamen odaklanmamızı sağladı.

Sınırları olmayan, yaratıcı, yenilikçi, sesler arasında çapraz, dikine, yatay ve eğri her türlü geçişe açık caz müziği beni çok heyecanlandırıyor. Tonbruket de bu tür müzik yapan çok sağlam gruplardan birisi. Özellikle birçok besteye imza atan piyanist Martin Hederos'un adını unutmamanızı tavsiye ederim. Müthiş bir yetenek.

Konserde çektiğim diğer videoları da aşağıda paylaşıyorum.



10 Şubat 2012 Cuma

Cat Power ve Katledilen Konser Ruhu


Dün akşam Garajistanbul adlı mekanda Cat Power konseri vardı. Avea sponsorluğunda "Escape To Music" konser serisinde yer alan ve bir yanlışlar silsilesi şeklinde gelişen gece, sonunda tam bir skandala dönüştü. Yaşananlar dün geceden beri sosyal medyada tartışıldı, her çeşit görüş dile getirildi, blog yazıları paylaşıldı. Bilet üzerinde ve internette 21:00'da başlayacağı duyurulan bir konserin 1 saat 50 dakika gecikmeyle 22:50'de başlaması tek başına bile bir konserden alınabilecek zevki yok etmeye yetebilir ama Garajistanbul'da bunun çok daha ötesinde bir sorumsuzluk örneği sergilendi.

Güvenlik görevlilerinin kapı önünde kar altında bekleşen insanlara karşı sergilediği son derece kaba tavırlar, içeri alınmayan fotoğraf makinelerinin girişte bir yere üst üste atılması, itiş kakış salona girebilenlerin canını yeterince sıkmıştı. Zaten konser için hiç de uygun olmayan mekanda, akan tavanın altında, çalınan berbat müzik eşliğinde beklemek, mesaj panosuna gönderilen saçma sapan mesajları okumak, sinirleri gerdikçe gerdi. O sırada birisinin video kamerasıyla izleyicileri görüntülemesi de aşırı derecede rahatsız ediciydi. Yaklaşık iki saat kadar bu eziyeti çektikten sonra, büyük bir mücadele verip kalabalığı yara yara çıkış kapısına ulaştım ve konser başlamadan mekanı terk ettim.

Sonradan duyduğuma göre 22:50'de başlayan konser, 01:10'da sona ermiş ve müzisyenler sahneye çıktığında yuhalanmışlar. Olay ana hatlarıyla böyle...

Böyle bir organizasyonda nelerin aksadığını açıklamak bakımından bir konserin ne anlama geldiğini anlatacağım. Bunu anlatmak için de önce bir konseri oluşturan ana unsurlardan söz edeceğim.

1-Müzisyen

2-Dinleyici

3-Konser salonu

4-Organizasyon şirketi

5-Sponsor

21. yüzyılda konserler bu beş unsurun bir araya gelmesiyle gerçekleşiyor. Keşke mümkün olsa, 4 Haziran 1976 tarihindeki gibi olsa her şey. Buzzcocks'ın Manchester'da The Sex Pistols için organize ettiği ilk konserde olduğu gibi, 1.5 pounda satılan 50 tane biletle konser yapılabilse, her şey Manchester'daki punk ruhunu ateşleyen o konserdeki gibi saf olsa...

Ama artık işler böyle yürümüyor. Yüksek maliyetler nedeniyle sponsorların desteği ile gerçekleştiriliyor kültür, sanat ektinlikleri. Sponsor reklam yapmak, organizatör ve konser salonu para kazanmak istiyor. Gerçek müziksever de sevdiği grubu/müzisyeni canlı dinleme deneyimini yaşamak amacında. Sonuçta konserler, bu beşlinin hedeflerinin buluşmasına hizmet ediyor.

Sponsorlar ve organizasyon şirketleri artık eğlence sektörünün ana aktörleri olabilir ama bir konserin temeli ruhudur. Dinleyici neden konsere gider? "Sosyalleşmek" diyenlere katılamayacağım; onlara bar ya da lounge gibi mekanları önereceğim. Gerçek müziksever, dinlerken ruhunu yücelten müzikleri yapan müzisyenleri canlı görüp dinlemek için konsere gider. Kendisiyle aynı müziği seven insanlarla bir salonda geçireceği iki saatin ruhuna iyi geleceğini bilir, hayatın kargaşasından bir süreliğine uzaklaşarak yaşayacağı manevi mutluluğun peşindedir. İlerde hatırladıkça sevinecek, elle tutulamayan, saklanıp biriktirilemeyen o anları anılarında yaşatacaktır. Müzisyense şarkılarını seven bir kitleyle buluşmanın, müziğini duyurmanın mutluluğunu yaşar. Sahneye salondan, salondan sahneye enerji geçişi olur; alınan verilen görünmez ancak hissedilir.

Hep denir ya; "müzik ruhun gıdasıdır." Çok kullanıldığı için ilk anda klişe bir söz gibi gelebilir ama aslında çok iyi anlatır gerçeği. Biz müzikseverler konser salonlarına ruhumuzu beslemek için gideriz... Cat Power konserinde olduğu gibi konser öncesinde ortamı terörize eden uygulamalarsa ruhu zehirler. Belki o gece kimse kötü niyetli değildi. Herkes başlangıçta güzel bir etkinlik gerçekleştirmek ve bu arada da ondan kendi amaçları doğrultusunda faydalanmak istedi. Ama açık ki, ihmaller, hatalar, yanlışlar bir araya geldi ve o gece müzisyen haricinde her aşamada, her unsurda aksama oldu.

Ortaya çıkan sonuçtan, sponsor, konser mekanı, organizatör ve bir grup dinleyici sorumludur. Bu gruptaki dinleyicilerin, konserlere sadece sosyalleşmek için gelip, sürekli konuşarak gerçek müzikseverlerin müzik dinlemesini engelleyenler olduğunu tahmin etmişsinizdir.

Konser, bu şartlar altında gerçekleşti; fakat gerçekte kimse kazançlı çıkmadı. Sponsor, organizatör ve konser salonunun hanesine kötü not yazıldı, müzisyen yuhalandı, dinleyici mağdur oldu. "İnsanlar beklerken satılan içkiden mekan iyi para kazanmıştır" diyorsanız, dünyaya aynı yerden bakmıyoruz demektir. Ben müzikten, ruhtan, hislerden söz ediyorum... O gece Garajistanbul'da konser ruhu katledildi. Kimsenin geriye kalan en masum zevklerimizden birine bunu yapmaya hakkı yok.

-

6 Şubat 2012 Pazartesi

Leonard Cohen, ilk romanını nasıl yazdı?


Geçenlerde en sevdiğim radyo programı Jarvis Cocker's Sunday Service'i dinliyordum. Jarvis, Leonard Cohen'a ayırdığı özel programında hem onunla yapılmış eski röportajlardan bazı ses kayıtlarına yer verdi, hem de pek bilinmeyen Cohen cover'ları çaldı.

Bir ara Londra'da kendisinin ev sahipliğinde gerçekleşen yeni albüm tanıtım toplantısındaki röportajdan da bölümler yayınladı. O toplantıya katılanlardan birisi Cohen'a Londra'da geçirdiği dönem hakkında düşüncelerini sormuş. Büyük ustanın verdiği yanıt beni çok etkiledi.

Cohen'ın ilk romanını nasıl yazdığını bilmiyordum. Bir insanın hayatında ona yol gösterecek tek bir kişi yeter aslında. Stella Pullman yaşıyor mu bilmiyorum ama o roman onun sayesinde yazılmış. Tanımadığım bir insana nasıl teşekkür ederim; onu da bilemiyorum. Bu etkileyici anekdotu paylaşmak istedim. Aşağıdaki sözleri radyo programından dinleyerek birebir yazdım.

"I lived at the corner of Gatton Road and High Street in 1959. I lived with a lady, Ms. Stella Pullman who was my landlady. I had a bed in the sitting room and I had some jobs to do. I had to go down every morning and bring up some coal and start the fire in the sitting room and few other tasks. And if I did those tasks, I was allowed to stay there. She also said to me, "What do you do in life?", I said, "I am a writer." She said, "Well, how much do you write?", I said, "3 pages a day." She said, "I'm going to check at the end of every day, and if you haven't written 3 pages every day, you don't take up the coal and you can't stay here," and she did that. Stella Pullman and I was under her fears and compassion surveillance that I wrote my first novel The Favourite Game at the corner of Gatton Road and High Street. So I have some deep feelings about the moments I spent there."

5 Şubat 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 103: Portico Quartet - Portico Quartet (Real World Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 5 Şubat 2012

Geçen aralık ayında Salon’da olağanüstü güzel bir gece yaşandı. Gecenin konuğu, son yıllarda büyük çıkış yapan Londralı grup Portico Quartet’ti. O gece orada olanlar, hayatları boyu unutamayacakları bir müzik ziyafeti yaşadı. Dört genç adam bizi, son derece ufuk açıcı, sınırları yok eden, bambaşka bir ses evrenine soktu. Konserden sonra kendimi tutamayıp bir dizi tweet attığımı da hatırlıyorum. Öylesine coşkun bir ruh hali yaratmışlardı.

Bir zamanlar Londra’da The National Theatre’ın önünde çalıp para kazanmaya çalışan gençlerden kurulu Portico Quartet. Ama bu kısa zamanda çok yol kat ettiler. 2008 tarihli ilk albümleri “Knee-deep In The North Sea” önemli müzik ödüllerinden Mercury’ye aday gösterildi. Ertesi yıl yayımlanan “Isla”, çok olumlu eleştiriler aldı ve grubu bir tartışmanın da ortasına çekti. “Portico Quartet caz grubu mu değil mi?” tartışmasıydı bu.

Müziklerini dinlediğinizde hem Steve Reich’ın izini buluyorsunuz, hem John Coltrane’in hem de Aphex Twin’in. Hem alabildiğine deneysel, hem saksofon, perküsyon ve kontrbastan oluşan geleneksel caz enstrümantasyonuna bağlı. Free Jazz akımından büyük ölçüde etkilenmişler, grup üyelerinin aynı anda başladıkları doğaçlamalarla durdurulamayan bir nehir gibi akıyor müzikleri. Ama aynı zamanda da melodilerin çevresinde kurgulanmış bir müzik bu.

“Bir dediğin diğerini olanaksız kılıyor” diye itiraz edenler olabilir ama inanın bana durum bu. Zaten grubun kendi sitesinde de, müzikleri hakkında “Daha önce duyduğunuz hiçbir şeye benzemiyor” şeklinde bir ifade var. Bazen hiç de özgün olmayan gruplar için de kullanılan bir klişe olabiliyor bu tanım ama Portico Quartet’in bu iddiayı hiç çekinmeden söyleyebilecek gruplardan birisi olduğu kuşkusuz.

Grubu kurulduğundan bu yana takip edenler için üçüncü albüm ayrı bir merak konusuydu. Kurallara bağlı olmayan böylesine özgür bir müziğin alacağı yeni boyut heyecan vericiydi. Salon’daki konserde yeni albümde yer alacak parçalardan bazılarını da çaldıklarında merakım iyice artmıştı. “Lacker Boo”yu duyduğumda aklım uçtu sanki. Ama heyecanım boşuna değilmiş.

Üçüncü albümde, bizi içine çektiği ses evreninin boyutlarını alabildiğine genişletmiş bu yetenekli dörtlü. Hang çalan Nick Mulvey’in solo kariyer yapmak üzere ayrılmasından sonra onun yerini alan Keir Vine, aynı zamanda perküsyon, klavye çalıyor, loop ve sample’lar da onun etki alanında. Jack Wyllie, albüm boyunca Coltrane’in tarzını hatırlatan hüzünlü soprano ve alto saksofondan sorumlu. Melodilere yön veren kontrbasta Millo Fitzpatrick, davulda ise müthiş bir performans sergileyen Duncan Bellamy var.

Portico Quartet, bu albüme grubun adını vererek “Biz buyuz” diyorsa, onların ne olduğunu tam olarak nitelemek artık daha zor. Çünkü belli ki, “Caz mı değil mi?” tartışmasına bir yanıt bu ve müzikten anlaşıldığına göre onları yalın bir ifadeyle “caz grubu” diye tanımlamak doğru değil. Ben “Portico Quartet” albümünü dinlerken, dubstep, drum and bass, ambient ve caz müziğinin çok yaratıcı bir karışımını duyuyorum.

Benim görüşüme göre, alternatif rock ve elektronik sesleri caz formuyla bu kadar iyi örtüştürebilen grup Radiohead’di. Özellikle “Kid A” ve “Amnesiac” bu anlamda çığır açan çalışmalardı. O nedenle konserden sonra, Radiohead “Kid A” dönemini seven Portico Quartet’i kaçırmasın dedim. Onların müziğinin temelinde elbette rock değil, caz var ancak bugün geldikleri noktayı anlatmaya tek başına yetmiyor o.

Albümde karanlık ve yalnız gecelere mükemmel eşlik edebilecek 10 parça var. Elektronik seslerle kontrbasın ambient düeti biçiminde gelişen “Window Seat”, daha açılışta albümün karakterini tanıtıyor bize. Ardından gelen “Ruins”in melodisi, onun yarattığı ağır havayı dağıtıp “Gücünü topla, yola devam et” diyor dinleyene. Davul solo ile elektronik seslerin muhteşem buluşmasıyla aniden coşan “Rubidium”, tam ortasında başlayan davul solo ile albümü şaha kaldırıyor.

Çok eski bir piyano ile kaydedilen “Export to Hot Climates”, albümün ortasında derin bir nefes aldırıyor dinleyene. Suların durulup, umudun yeşerdiği kısa anlar gibi sadece 1 dakika 8 saniye sürüyor...

Hemen arkasından yazının başında da söz ettiğim “Lacker Boo” geliyor. Saksofon yok bu parçada. Sample’lanmış hang ile konrtbasın liderliğinde gelişen tekrara dayalı melodi, hipnotik bir etki yaratıyor, ilerledikçe adeta anılarınızla size kendi filminizi çektiriyor. Bu parçayı Salon’da canlı dinlerken, Duncan Bellamy’nin sample ve loop mekanizmaları ile giriştiği uçuk deneyim, laboratuvardaki çılgın profesörleri andırdı. Arka arkaya sample’layıp loop’a aldığı farklı sesleri birbiriyle iç içe geçirmeyi hiç sekmeden koordine edişi görülmeye değerdi.

Albümün bütünü açısından diğerlerinden farklı olarak nitelendirilebilecek tek parça, İsveçli şarkıcı Cornelia’nın vokalde yer aldığı “Steepless”. Lamb’den Lou Rhodes’u ve Björk’ü çağrıştıran yumuşacık bir sese sahip Cornelia. Usulca söylüyor aşk hakkındaki sözlerini. Albümün kalanı tamamen enstrümantal olsa da, vokal kullanımı bir doku uyuşmazlığı doğurmamış.

Portico Quartet’in sırrı bu sanırım. Alışılmadık olanın peşinde ama bunu öyle bir uyumla yapıyor ki, “alışılmadık” ifadesi anlamını yitiriyor. Bir albüm ancak bu kadar sağlam bir altyapıya sahip olur. Bakalım yılın geri kalanında bu kadar iyi başka albüm çıkacak mı?



Translate