30 Mart 2008 Pazar

Goldfrapp'la Pastoral Dinginlik




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/29 Mart 2008


Sakin, atmosferik, büyüleyici ve huzur verici…

Goldfrapp’ın yeni albümü “Seventh Tree”yi anlatmak için ilk aklıma gelen sıfatlar bunlar. İngiliz elektro-pop ikilisini, 2003 albümü “Black Cherry” ya da 2005 tarihli “Supernature” ile tanımış olanlar için inanması zor bir tanımlama bu. Ama bir yanlışlık yok; aynı gruptan söz ediyorum, Alison Goldfrapp ile Will Gregory’den oluşan Goldfrapp’tan.

Önceki iki albümünde de elektronik dans, synthpop ve glam rock karışımı müziğiyle dans kulüplerinin vazgeçilmezleri arasında yerini alan ikili, bu defa ambient, 60 ve 70’lerin Amerikan folk müziği ve sıcacık baladlarla haşır neşir olmuş. Beş yıldır erotizmin doruklarında gezinen müzikleri, şimdi akustik enstrümanlar eşliğinde romantizm rüzgarını estiriyor.

Ama bu farklılık, dönüşümden çok aslına dönüş olarak da görülebilir. Grubun 2000 yılında yayımladığı ilk çalışması “Felt Mountain”ı hatırlayanlar için “Seventh Tree” hiç de garip değil. Ticari başarıya ulaşmamış olsa da, bana göre Goldfrapp’ın en iyi albümüdür Felt Mountain. Trip-hop ile ambient tınılarını birleştirip yarattıkları o teatral müzik, aradan yıllar geçse de, hala tekrar tekrar dinlettiriyor kendisini. “Black Cherry” ve “Supernature” ise, grubu Amerika’da meşhur edip ticari başarı getiren albümler olarak kariyerlerinde ayrı bir yere sahip. Fakat öyle anlaşılıyor ki, Goldfrapp glam rock ve diskonun göz alıcı ışıklarından biraz sıkılıp değişiklik aramış.

MÜZİĞİ DRAMATİZE ETMEK

Alison ve Will ikilisinin, tek bir müzik türüne takılmayıp içlerinden ne geliyorsa ona yönelmesi, takdir edilecek bir özellik. Bu defa, “psychedelic” sözcüğünün anlamı üzerinde kafa yorup, Nick Drake ve ilk dönem Pink Floyd şarkıları dinlerken buldukları ilhamın peşine takılmışlar. Alison Goldfrapp vokali ile, pastoral bir ortamda gezinen bir melek gibi bazen Kate Bush’u bazen de PJ Harvey’i anımsatıyor.

Alison’ı daha önceki yıllarda sahnede izleyenler için hayal edilmesi biraz güç bir sahne bu. New York’ta verdikleri bir konserde sahneye, lateks bir hostes kıyafeti içinde, ayağında yüksek topuklu parlak çizmeler ve elinde kamçısıyla fetişist bir animatör kılığında çıkmıştı. Synthesiser’ı tam iki bacağının birleştiği noktanın üzerine yerleştirip çaldığında, salonda büyük bir heyecan yarattığını hatırlıyorum.

Fakat konserden sonraki gün röportaj için buluştuğumuzda, asıl şoku ben yaşamıştım. Kot pantolonu ve basit bir tişört içinde, makyajsız bir halde öyle sıradan görünüyordu ki... Sahnedeki o göz alıcı halini, “Ben sahnede bir karakter yaratmıyorum, müziği dramatize ediyorum,” diye açıklıyor Alison. Doğrusu bunda çok başarılı.

ELEKTRO-POP VE AKUSTİK GİTARLAR BİR ARADA

“Seventh Tree”nin en dikkat çekici yanlarından birisi, elektro-pop ile akustik gitarları bir araya getirmesi.
Albümün açılış şarkısı “Clowns”, yavaş ritmi ve sanki mırıldanırcasına söylenen sözleriyle, insana kendisini bir rüyadaymış gibi hissettiriyor ve bu his, albüm boyunca devam ediyor.

Psychedelic tınılarıyla dikkat çeken “Little Bird” ile, yalnızca müzik dinleyerek başka boyuta geçebilirsiniz. Ayda, deniz kenarında dans edenlerin, mavinin ve altın sarısının hakim olduğu topraklarda özgürlüğü buluşu gerçekten fantastik!
Elektro-folk türündeki “Happiness” ise, mutluluk vaad eden yardım merkezleriyle inceden inceye dalga geçiyor. Melankolizmin açıkça devreye girdiği şarkı “Eat Yourself”, “Beni sevmediğini bilirken seni nasıl sevebilirim?” diye soruyor. Ama o melankolizm orada kalmayıp, ilk single olarak yayımlanan “A & E” de daha hüzünlü bir boyuta varıyor. Müzik diğer şarkılara göre daha hareketli olsa da, tema bir intihar girişimi.

Fakat bunları okuduktan sonra, albümün çok karanlık olduğunu düşünmeyin. “Cologne Cerrone Houdini” ile rahatlarken, “Caravan Girl” ile bahar neşesini içinizde hissedip dans bile edebilirsiniz!

23 Mart 2008 Pazar

Özgürlüğün sesleri




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/22 Mart 2008

18 Mart akşamı New York’ta bir salonda toplanan barış yanlıları, heyecan içinde “Voices of Freedom” diye tempo tutuyordu. Slogan değildi söyledikleri; Lou Reed’le birlikte şarkı söylüyorlardı.

Nasıl heyecan duyulmaz ki?

18 Mart, Irak’ın işgalinin beşinci yıldönümüydü. Üstelik rock müziğin duayeni Lou Reed’e muhteşem bir grup eşlik ediyordu: Kemanda müzik dünyasının çok yönlü ismi Laurie Anderson, vokalde Antony Hegarty, gitarda Moby. Bu kadar da değil; daha kimler yoktu ki sahnede! Usta müzisyen David Byrne, caz vokalisti ve piyanist Norah Jones, indie rock’ın son dönemdeki favori gruplarından Blonde Redhead, alternatif müzik grubu Scissors Sisters, folk müziğin büyüleyici sesi Damien Rice, ünlü dans sanatçısı/koreograf Bill T. Jones, Kanadalı gazeteci/yazar Naomi Klein...

Salondaki herkesin beraber söylediği Voices of Freedom, aslında iki buçuk saat süren olağanüstü güzel bir konserin finaliydi. “Irak’ta barış, Amerika’da adalet” sloganıyla faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerine destek amacını taşıyan etkinlik Lou Reed, Laurie Anderson ve Antony’nin ortak fikri olarak ortaya çıkmış.

Gecenin siyasi açıdan taşıdığı önemin yanı sıra, müzik açısından da bir o kadar önemli olduğunu belirtmem gerek. Efsanevi Talking Heads üyesi David Byrne’ü sahnede Norah Jones, Scissors Sisters ve Damien Rice ile birlikte görebileceğimi hiç düşünmezdim. Laurie Anderson’ın, Moby’nin “Honey” adlı şarkısının blues/rock versiyonuna kemanla eşlik edebileceği ise hiç aklıma gelmezdi.

Brooklyn’deki St. Ann’s Warehouse, o akşam öyle ilginç bir konsere sahne oldu ki, müzik tutkunlarını ilgilendirebilecek bazı ayrıntıları yazmadan geçemeyeceğim. David Byrne, “One Fine Day”i seslendirirken bir yerde şaşırınca, “Olmadı; önce burayı tekrar alacağım,” diyerek şarkıyı baştan söyledi ve durumu espriyle geçiştirdi. Görülecek şeydi doğrusu.

“Only An Expert” adlı şarkısını keyboardların elektronik sesleriyle icra eden Laurie Anderson, bana göre gelmiş geçmiş en akıllı, en yetenekli ve en esprili kadınlar listesindeki yerini iyice sağlamlaştırdı. “Sorunları sadece uzmanlar çözebilir, ama kendi kendini bir alanda örneğin terörle savaş konusunda) uzman ilan edenlerin varlıklarını koruyabilmeleri için soruna ihtiyaç vardır. Böylelikle bir süre sonra çözüm diye görülen şeyin kendisi de sorun olur,” dedi şarkısında.

Norah Jones, Kasım 2004’te, Bush ikinci kez başkan seçildiği sırada yazdığı “My Dear Country” adlı şarkıyı söylerken, “Umarım bu kasım ayı o kadar korkutucu olmaz,” diye bir dilekte bulununca salondan güçlü bir destek aldı.

"İÇİMİZDEKİ “ANNE”Yİ BULMAK

İrlandalı sanatçı Damien Rice’ın, gitarının hoparlör bağlantısını kesip, mikrofonsuz söylediği “Cannonball”, bugüne kadar tanık olduğum en etkileyici sahne performanslarından biriydi. (Bu arada Damien Rice’ı dinlerken, bizim festivalciler ya da Babylon ekibi kendisini ülkemizde de ağırlamayı düşünür mü acaba diye geçti aklımdan. Nasıl da yakışır Babylon’a!)

Gecenin kapanış konuşmasını yapmaksa Antony’e düşmüştü. “Ben bu işi yapabilecek en son kişiyim ama rica ettiler” diye başladı konuşmasına ve bir uyarıda bulundu. Dünyada her yeri saran şiddete karşı insan olarak “içimizdeki anne”yi bulmamız gerektiğini düşünüyor Antony. Yanlış anlaşılmasın; laf yalnızca erkeklere değil, bütün insanlara...

Obama ve Clinton’a da mesajı var Antony’nin: “Sadece birisine değil, barış için her ikisinin de aynı hedef doğrultusunda çalışmasına ihtiyacımız var” diyor. Başkanlık yarışı iyice kızışıp işin içine ırk faktörü girmişken çok da yerinde bir uyarı... Geçen yaz İstanbul’da verdiği konserde şarkıları yoğun bir duygusallıkla seslendirdiğini duyduğumuz Antony, bu defa “You’re My Sister”ı söyledi. Ve şarkıyı Irak’takı bütün kadınlara; savaşın içinde yaşayan Iraklı kadınlara ve Amerikalı kadın askerlere adadı.

O akşam sahneye çıkan müzisyenlerin her biri Özgürlüğün Sesi’ydi. Düşüncelerini, duygularını şarkılarla anlattılar; sahip oldukları en büyük yeteneği, daha yaşanabilir bir dünyanın kurulmasına katkı yapmak için kullandılar. Amerikan tarihinin en kritik başkanlık seçimi öncesinde gerçekten çok önemli bir işlev bu.

16 Mart 2008 Pazar

Robert Wyatt'la Yeni Bir Yolculuk




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/15 Mart 2008


“Şarkılarla yolculuğa çıkmak”… Progressive rock ve art-rock’ın 62 yaşındaki radikal ismi Robert Wyatt müzik yapmaktaki amacını böyle açıklamıştı yıllar önce. 1966’da kurduğu Soft Machine grubundan ayrılıp solo çalışmalarına yöneldiği günlerden bu yana da, her albümünde bu hedefin izini sürdü. Melodilerle ve özenle seçilmiş kelimelerle aktardı sevinçlerini, kızgınlıklarını; ama bunu hep soylu bir naiflik içinde yaptı. Aynı Elvis Costello’nun Falkland Savaşı’nı sorgulayan şarkısı “Shipbuilding”i söylerken yaptığı gibi… Aynı son albümü “Comicopera”da yaptığı gibi… Robert Wyatt, kendine özgü kırılgan sesiyle, bağırmadan ama hep etkileyici bir şekilde ortaya koydu görüşlerini. 1973 yılında balkondan düşüp tekerlekli sandalyeye mahkum olsa da, artık davul çalamıyor olsa da, ne müzik yapmaktan vazgeçti, ne de üyesi olduğu İngiliz Komünist Partisi’nin mitinglerine katılmaktan geri kaldı. O, birçoklarının gönlünde hala tavrından hiç ödün vermeyen bir yaşayan efsane.

GÜLERİZ AĞLANACAK HALİMİZE...

Wyatt’ın 12. solo çalışması “Comicopera”yı, onun başeseri olarak nitelemek yanlış olmaz. Usta müzisyenin duygusal, etik, politik ve sosyal konulardaki bakış açısını yansıtan “Comicopera”, prodüksiyon kalitesi ve yüksek düzeydeki yaratıcılığıyla öne çıkıyor. Üstelik, Wyatt’ın son üç albümünde birlikte çalıştığı ekibe, Brian Eno, Phil Manzanera ve Paul Weller da katılınca, ortaya çıkan müzikal kaliteyi siz düşünün!

Üç bölüme ayrılan albüm, adıyla bile daha ilk anda şarkılardaki ana tema hakkında bir fikir veriyor: İnsanoğlunun zaafları, hayatın acınası ama komik halleri. Bizim, “Güleriz ağlanacak halimize” sözüne ne kadar da uyuyor… “Lost In Noise” adlı ilk bölümdeki şarkıların sözleri, Robert Wyatt’ın eşi, ressam ve şarkı sözü yazarı Alfreda Benge’ye ait. İnsanın hayattaki kayıplarına ve ilişkilerine odaklanan bu bölümün en çarpıcı şarkısı, “Just As You Are”. Brezilyalı şarkıcı Monica Vasconcelos, kendisini hayal kırıklığına uğratan hayat arkadaşına hitaben üzüntüsünü dile getirirken, yine de hala onu sevmeye devam edeceğini söylüyor. Sonra araya giren Robert Wyatt’ın sesinden ilişkinin erkeğin bakış açısını dinliyoruz. Paul Weller’ın gitarıyla eşlik ettiği “Just As You Are”, bugüne kadar yapılmış en güzel aşk şarkılarından birisi. Bu bölümde Gilad Atzmon’un klarnetiyle renklenen “You You” ise, adını anmak istediğim bir diğer romantik şarkı.

SAVAŞ, TERÖR VE VAHŞETE TEPKİ

İkinci bölümde “The Here and The Now” ile birlikte, birden Wyatt’ın şarkı sözlerini ele aldığını hissediyorsunuz. Bu bölümde, özellikle Amerika’nın peşine takılan İngiltere’nin Irak Savaşı’na katılışının etkileri ve Wyatt’ın, din ya da 2007 yılında dünyaya egemen olan vahşet gibi anlayamadığı şeylerin yanı sıra, bir meydanda çalan müzik gibi hayatın sevdiği yanları da var.

Caz esintileri taşıyan enstrümantal “On the Town Square” adlı şarkı, kent meydanında çalan ve insana mutluluk veren müziği tam anlamıyla hissettiriyor. İkinci bölümün açılışını yapan “A Beautiful Place”, bir Eno/Wyatt ortak bestesi. Folk türüne yakın duran bu parçanın alaycı bir havası var. “Güzel bir gün, uzaklara gitmek için/Güzel bir gün ama burada değil” diyen sözler, Wyatt’ın Batı dünyasından uzaklaşma isteğinin altını çiziyor. Çünkü daha sonra gelen “Mob Rule” ve “A Beautiful War” adlı şarkılarda ortaya çıktığı gibi, dünyayı artık kabadayıların yönetmektedir ve utanç verici savaş başlamıştır. Bu bölümün kapanışını yapan ve elektronik seslerin devreye girdiği “Out of the Blue”, albümün en etkileyici şarkısı. Aynı zamanda, Brian Eno’nun vokalde Wyatt’la birlikte seslendirdiği “Kör olası nefretini soktun kalbime” sözleriyle de albümün en agresif şarkısı.

Ve artık dünyada olan bitenden yorulan, İngiliz olmaktan bunalan Robert Wyatt, son bölüm “Away With Fairies”de ülkeden ayrılmak ister. İngilizce konuşan insanlardan da sıkılmıştır. İki İspanyolca, bir İtalyanca ve iki enstrümantal şarkı ile veda eder dinleyicilere. Bunlardan birisi, Kübalı şair ve ozan Carlos Puebla’nın, Che Guevera’nın Küba’dan ayrılmasının üzerine yazdığı ünlü şarkı “Hasta Siempre Comandate”dir. “O büyük umutlar ve hayaller olmasaydı ayakta kalamazdım,” diyerek kendi kuşağını ayakta tutan geleceğe dönük umudun peşinden gider.

Wyatt, böylece albümü hayranları için büyük bir sürprizle noktalıyor ve yolculuk burada sona eriyor Ben, bu yolculuktan çok hoşlandım ve Wyatt’ın sanatına olan hayranlığım bir kat daha arttı. Öfkesini böylesine bir olgunlukla dile getirip sanata dönüştürebilen, yaşananlara üzülüp kızsa bile karamsar olmamayı başarabilen eşsiz müzik dehası Robert Wyatt’a en derin saygılarla…

9 Mart 2008 Pazar

Marianne Faithfull’la Bir Gün


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 8 Mart 2008



Hepiniz çok hayal kırıklığına uğramış gibisiniz. Beklentilerinizi karşılayamadıysam üzgünüm. Sanırım fazla makyaj yapmadım da ondan… Aslında pek yapmam, ama akşam sahne için birazcık daha fazla yapacağım.

Yüzünde hafif bir gülümsemeyle bu sözleri söyleyen 60’ların rock ikonlarından Marianne Faithfull’du. Kanseri, Hepatit C’yi, anoreksiya hastalığını, uyuşturucu ve alkol bağımlılığını yenip yoluna devam eden, daha ilk bakışta bir zamanlar çok güzel olduğunu tahmin edebileceğiniz 62 yaşında bir kadın, Mick Jagger’ın eski sevgilisi… Onu dinleyenlerse, The Marmara Pera Oteli’ndeki basın toplantısını izleyen bir grup gazeteci…

Babylon’da verdiği üç konser için bu hafta İstanbul’daydı Faithfull. Kimse soru sormayıp sanatçıya şaşkın şaşkın bakmayı sürdürünce, o da havayı yumuşatmak istemişti herhalde. Aslında herşeyi çekinmeden sorabileceğiniz kadar sıcak, samimi birisi. Fakat dersine çalışmamış basın mensupları, “İstanbul hakkında ne düşünüyorsunuz?” türünden sorularla çıka gelirse o ne yapsın…

Aslında Faithfull özel röportaj verseydi sorulacak çok soru vardı, ama yine de bir bölümünü basın toplantısında yönettim kendisine. Çok renkli bir yaşam sürmüş, ilginç bir karakter Faithfull. Annesi, mazoşizmin klasiklerinden sayılan “Venus in Furs” adlı romanın yazarı Leopold Baron von Sacher-Masoch’un soyundan Viyanalı bir barones; babası bir İngiliz casusu, dedesi Frijitlik Makinesi denilen seks aletinin yaratıcısı bir seksolog.

Marianne Faithfull, çok genç yaşta kamuoyunda Mick Jagger’ın sevgilisi olarak ünlendi, ama 60’lı ve 70’li yıllarda alkol ve uyuşturucu sarmalında akıp giden hızlı yaşantısı sırasında, Rolling Stones grubunun diğer üyeleriyle de birlikte oldu. Şiir ve edebiyat meraklısıydı; daha 13 yaşında okulda Shakespeare oyunlarında rol almaya başlamıştı.

Bir partide Rolling Stones’un menejeri Andrew Oldham tarafından keşfedilince, ilk çıkışını Mick Jagger/Keith Richards ikilisinin kendisi için yazdığı “As Tears Go By” ile yaptı.

Bob Dylan şarkısı “Blowin’ In The Wind”i ikinci single olarak yayımladığında, artık ünü İngiltere sınırlarını aşmıştı. Rolling Stones’un “Wild Horses” ve “Sister Morphine” adlı şarkılarına da ilham kaynağı oldu.

Zaman zaman ara vermek zorunda kalsa da, müzik çalışmalarını hiç bırakmadı. Hala şarkılar yazıyor, konserler veriyor, emekli olmayı düşünmüyor; üstelik eylül ayında “Easy Come, Easy Go” adlı yeni bir albüm yayımlayacak.

“DİNLEYİCİLERE BİR ŞEYLER VEREBİLECEĞİNE İNANMAK”

Skandallarla dolu, radikal bir geçmişi olan Faithfull’la ilgili hep merak ettiğim bir soru vardı: “Acaba kendisini özgür bir kadın olarak hissediyor muydu?” Sordum ve şu yanıtı aldım.

Bir nevi evet. Çalışıp kendime bakıyorum. Ama gençken daha özgür hissediyordum. O zamanlar gerçekten çok göz önündeydim. Bazı şeylerin doğru gittiğini düşünmüyorum. Neden bilmiyorum… Erkekler hala kadınlardan daha çok kazanıyor. Yanlış bir şeyler var. Fakat bu bir savaşa da yol açmamalı.” Onun gibi ne istediyse yapmış, aklına estiği gibi bir yaşam sürmüş, rock ikonu Batılı bir kadının verdiği bu yanıt oldukça önemliydi.

Merak ettiğim bir diğer konu ise, onca sıkıntıdan sıyrılıp yoluna devam etmesini sağlayanın ne olduğuydu. “Tanrı bilir,” diyerek güldü önce, sonra başka seçeneği olmadığını ve yaptığı şeyi sürdürmek zorunda olduğunu anlattı. “Biliyorum ki, sahnedeyken beni dinleyenlere verebileceğim bir şeyler var ve bu kendimi iyi hissetmemi sağlıyor. Ayrıca, verirken de bir şeyler alabilirim.

Dinleyicilere bir şeyler verebileceğine inanmak…” İşte Marianne Faithfull’u ayakta tutup ilerlemesine neden olan his!

Bu duyguyu ilk ne zaman hissedip müzisyen olmaya karar verdiğini de sordum. Tam olarak ne zaman hatırlamıyor ama 17 yaşındayken olmadığından emin. O zamanlar, sadece okuldan ve annesinden uzaklaşmaya çalıştığını, ama on yıl sonra perişan bir halde yine annesine dönüğünü anlatırken garip bir tebessümle konuşuyor. Sahneye çıkmaktan ve oyunculuktan hep hoşlanmış, ama yanıtına bakılırsa, sanırım hayatın akışına kapılmış.

“BU BENİM ŞOVUM!”

Basın toplantısının yapıldığı günün akşamı Babylon’da buluşuyoruz. Artık eski görkemli günleri geride kalsa da, sahne performanslarına çıkmadan önce hala heyecanlı görünüyor Marianne Faithfull. Basın toplantısında söylediği gibi, biraz daha fazla makyaj yapmış, ama yine sade giysilerle çıkıyor sahneye. Bu makyaj konusu aklına takılmış olmalı ki, bir şarkı arasında cebinden çıkardığı rujunu sürmeyi ihmal etmiyor.

Oysa ruj hiç önemli değildi; konsere Tom Rush’ın muhteşem şarkısı “No Regrets” ile başlamış ve beni o çatallı, erkeksi sesiyle dış etkilere karşı tamamen duyarsız hale getirmişti.

Yaklaşık iki saat süren konserde, P.J. Harvey’den “No Child Of Mine”, Johnny Cash’den “The Legend of John Henry’s Hammer”, Tom Waits’den “Strange Weather”, 1968 tarihli Rolling Stones şovu “Rock and Roll Circus”da söylediği “Something Better”, Nick Cave ile birlikte yazdıkları “Crazy Love”, 1979 albümüne adını veren “Broken English”, aynı albümün hit şarkısı “Why’d Ya Do It” ve “As Tears Go By”ı söyleyip ayrıldı sahneden.

Alkışlar üzerine bis için geri geldiğinde, dinleyiciler arasından “Working Class Hero”yu söylemesi için bağırıp istekte bulunanlar oldu. Hemen her konserde yapılan bu anlamsız davranışa karşı çok güzel bir yanıt verdi Faithfull: “Burada olduğunuz için çok memnunum ama bu benim şovum. Ne söyleyeceğime ben karar veririm.

Ve çok yerinde bir kararla Harry Nilsson’un “Don’t Forget Me” adlı şarkısıyla yaptı kapanışı.

Şarkının, “Unutma beni/ Yaşlanıp kanser olduğumuzda önemi yok artık/ Hadi mutlu ol/Çünkü hiçbir şey sonsuza kadar sürmez/Ama ben seni hep seveceğim” dizeleriyle ayrılırken, salondaki herkes gibi o da mutlu gözüküyordu.

-

2 Mart 2008 Pazar

Müzikte Haftanın Yenileri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/1 Mart 2008

HOT CHIP-MADE IN THE DARK



İngiliz alternatif dans/elektro-pop beşlisi Hot Chip, şubat ayında üçüncü albümü “Made In the Dark”ı yayımladı. 2006 tarihli ikinci albümleri “The Warning” ile Mercury Ödülü’ne aday gösterilen grup, müzik çevrelerinde saygın bir yer edinmeyi başarmıştı. Bugüne kadar Hot Chip hakkındaki en yerinde yorumu, The Guardian gazetesinde çıkan bir yazıda okudum. Leonie Cooper imzalı yazıda, görünüşleri itibarıyla kimya öğretmenliği bölümünde okuyan öğrencilere benzetilen grup üyelerinin yaptığı müziğin elektronikaya ruh kattığı yorumu yapılmıştı. Bu yorumu beğenmemin nedeni, Hot Chip’in albümlerindeki özü ortaya koymuş olmasıydı. Çoğu zaman metalik seslerin oluşturduğu ruhsuz bir müzik olarak düşünülen elektronika, son yıllarda öne çıkan bazı müzisyenler sayesinde (Burada özellikle LCD Soundsystem’i, Apparat’ı ve Burial’ı anmak gerek), bu tanımlamanın çok ötesine geçti. Hot Chip ise, akılcı/esprili şarkı sözleri ve yenilikçi soundu ile bu gelişime önemli katkılarda bulundu.

“The Warning”e göre daha sert ve hızlı bir soundu olan “Made In the Dark”ta, şaşırtıcı bir şekilde üç güzel balad da yer alıyor. Albüme adını veren şarkıda piyanoya eşlik eden Alexis Taylor vokali, adeta Antony Hegarty’i anımsatırcasına dokunaklı. Yavaş ritimli diğer iki şarkı, blues esintileri taşıyan “Whistle For Will” ve kapanış şarkısı “In the Privacy of Our Love”. Bu şarkıların, albümün başlangıçtaki enerjisini azalttığını, bu yüzden bir dance-tronica albümüne uygun olmadığını düşünenler çıkabilir. Ayrıca, albümde Hot Chip’e uluslararası alanda ün kazandıran “Over and Over” ve “Boy From School” kadar güçlü hitler de yok. Fakat buna karşın, rock’la flört eden “Shake A Fist”, “Ready for the Floor”, “Hold On” ve “Don’t Dance” gibi şarkıların, beklenen Hot Chip rüzgarını estireceğini söyleyebiliriz; çünkü bu şarkılar çalarken yerinizde durmanız olanaklı değil. Kısacası, grup, bu defa dinleyenlerin hem neşeyle dans edilebileceği hem de kendilerini piyanonun romantizmine bırakabileceği bir albüm yapmış.

Hot Chip’i bir süredir yakından izlememe neden olan faktörlerden birisi de, bugüne kadar yayımladıkları videolardaki yaratıcılık. YouTube’da arama yapıp grubun videolarını izlerseniz, şarkılarında da var olan ve akılla gülmeceyi bir araya getiren maceracı arayışa tanık olmanız mümkün. İşte modern müzikte heyecan yaratan şey tam da bu!

MICHAEL JACKSON-THRILLER



Pop müziğin yaşayan efsanesi Michael Jackson’ın rekorlara doymayan “Thriller” albümünün 25. yıl özel versiyonu, çok şık bir ambalajla müzik marketlerde yerini aldı. Bugün 40’lı yaşlarında olanlar, 25 yıl önce Michael Jackson’ın “Thriller” albümü yayımlandığı gün belki de tarihi bir olaya tanıklık ettiklerinin farkında değillerdi. “Thriller”, müzik dünyasında epeyce gürültü koparmıştı, ama 25 yıl sonra hala tüm zamanların en çok satan albümü olacağını o zaman öngörmek pek de mümkün değildi. Dile kolay; bugüne kadar 104 milyonu aşkın kopyası satılmış.

Aradan geçen zaman içinde Michael Jackson, hem fiziksel hem de manevi anlamda değişimler geçirdi. Estetik ameliyatlar sonrasında onu ilk tanıdığımız görüntüsünden eser kalmadı; adeta başka bir insan oldu. Yaşadığı skandallarla oldukça yıprandı, hatta müziği bırakıp köşesine çekildi. Ama artık adı tam arşivlere gömülmek üzereyken, birden “Thriller”in 25. yılı dolayısıyla yeniden ortaya çıktı ve yeni şarkılar yazdığı müjdesini verdi.

“Thriller” gibi bir albümü bunca yıl sonra yeniden anlatmak çok da anlamlı olmayabilir; çünkü içindeki şarkıların hepsi artık pop müziğin klasikleri arasında. Fakat 25. yıl özel versiyonunun , unutulmaz “Thriller”, “Beat It” ve “Billie Jean” videolarıyla ve Michael Jackson’ın Emmy adayı muhteşem “Billie Jean” performansının bulunduğu “Motown 25:Yesterday, Today, and Forever” özel televizyon şovunun görüntülerini de içeren bir DVD ile birlikte yayımlandığını belirtmek gerek. Bu nedenle, özellikle koleksiyonerler için kaçırılmayacak bir çalışma.

Ayrıca bu özel albümde, beş şarkının yeni miksleri de bulunuyor. Bunlar, Kanye West remiksi ile “Billie Jean”; “Wanna Be Startin' Somethin’ ” parçasının Akon remiksi; “Beat It”in Fergie ile seslendirilen yeni versiyonu; “The Girl Is Mine” ile “P.Y.T.”(Pretty Young Thing)’in will.i.am miksleri ve orijinal “Thriller” albümünden Michael Jackson tarafından yeniden mikslenen, daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış “For All Time” adlı şarkı. Elbette remiksleri beğenip beğenmemek öznel bir değerlendirmedir, ama bana sorarsanız, albümdeki remiksler ilginç ya da heyecan verici değil. Moda diye her şarkıya rap katmaya kalkınca olmuyor tabii. Neyse ki, albüm, şarkıların orijinalleriyle birlikte yayımlanıyor. Michael Jakson’ı beğensek de beğenmesek de, özel hayatında yaptıkları nedeniyle eleştirsek de, pop müzikteki başarılarını ve “Thriller”ın önemini yadsımak olanaklı değil.

Translate