29 Nisan 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXVIII - NİSAN 2014 EN İYİLER SEÇKİSİ - 28.4.2014


28.4.2014 tarihinde Dinamo'da canlı yayınlanan programın kaydı.

1- Nils Petter Molvaer - Intrusion I
2- Automat - Am Schlachtensee (feat. Blixa Bargeld)
3- Automat - Mount Tamalpais (feat. Genesis Breyer P-Orridge)
4- Teho Teardo & Blixa Bargeld - Nirgendheim
5- Cute Heels - Spiritual
6- SBTRKT - Hold the Line
7- Timber Timbre - Bring Me the Simple Man
8- Damon Albarn - The Selfish Giant
9- Douglas Dare - Nile
10- HTRK - Give It Up
11- Erik K Skodvin - Shining Burning
12- Love, Hippies & Gangsters - Caravan
13- Fennesz - The Liar




VEGAN LOGIC LXVIII - BEST OF APRIL 2014 - 28.4.2014 by Veganlogic11 on Mixcloud



16 Nisan 2014 Çarşamba

VEGAN LOGIC LXVII - WARP RECORDS 25. YILDÖNÜMÜ ÖZEL II. BÖLÜM



14.4.2014 Pazartesi Dinamo'da yayınlanan programın kaydı.

14.4.2014 tarihinde Dinamo'da yayınlanan programın kaydı.

1- Jimi Tenor - Pylon
2- Boards of Canada - Aquarius
3- Plone - Sunday Laid Moo
4- Nightmares On Wax - You Wish
5- Gescom - Keynell
6- The Black Dog - End of Time
7- Plaid - Lilith
8- Richard Harold Kirk - Velodrome
9- B12 - The Silicon Garden
10- Brian Eno w/ Rick Holland - Cloud 4
11- Brian Eno w/Leo Abrahams & Jon Hopkins - Written, Forgotten
12- Seefeel - Fracture



VEGAN LOGIC LXVII - WARP RECORDS 25TH ANNIVERSARY SPECIAL PT. II - 14.4.2014 by Veganlogic11 on Mixcloud

15 Nisan 2014 Salı

Video: Cloud Nothings @ Bowery Ballroom


8 Nisan 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXVI - WARP RECORDS 25. YILDÖNÜMÜ ÖZEL I. BÖLÜM


7.4.2014 tarihinde Dinamo'da yayınlanan programın kaydı.

1- Forgemasters - Track With No Name
2- LFO - LFO
3- Tomas - Mind Song
4- Autechre - 444
5- Modus Vivendi - Modus Vivendi
6- The Sabres of Paradise - Inter-Lergen-Ten-Ko
7- Polygon Window - If It Really Is Me
8- Aphex Twin - Heliosphan
9- Eternal - Mind Odyssey 




4 Nisan 2014 Cuma

BIG EARS FESTIVAL: EN GÖRKEMLİ KULAK BAYRAMI


Bu yıl müzik alanında neler oluyor, hangi festivali izlemeli diye araştırırken gözüme sıradışı bir lineup'ın çarpmasıyla başladı Big Ears maceram. İki yıl üst üste South by Southwest'i izledikten sonra oradaki fazla ticari havadan bunalmıştım. SXSW'ya öncesinde iyi hazırlanıp gittiğim için güzel keşifler yapma olanağı bulsam da, gerçekten müziğin birincil derecede önem taşıdığı, şirketlerin reklam geçidine dönmeyen bir festival arayışındaydım. Sonunda ABD'nin Tennessee eyaletinin Knoxville kentindeki Big Ears'a katılacak isimleri görünce, "Bu festivalin arkasındaki çılgın kim? Böyle deneysel bir lineup'ı kim destekliyor?" diye merak ettim ve öğrendim ki Bonnaroo'yu da düzenleyen AC Entertainment yani Ashley Capps bu işe soyunmuş. Minimalizm akımının öncülerinden Steve Reich, Radiohead'den Jonny Greenwood, Dawn of Midi, John Cale, Television, Buke and Gase, Vatican Shadow, Tim Hecker, Dean & Britta, Bill Orcutt, Julia Holter, Son Lux, Laraaji, Rachel Grimes, Wilco'nun davulcusu Glenn Kotche, The National'dan Bryce Dessner, Oneohtrix Point Never, Low, Marc Ribot, Body/Head, Vladislav Delay, Colin Stetson, Nils FrahmEarthOren Ambarchi, Steven O'Malley, Lonnie Holley, Wordless Music Orchestra, Keiji Haino, Nazoranai, Jenny Hval, Mark McGuire gibi farklı türlerde müzik yapan çok sayıda sanatçı/grubu bir araya getirdiği için Big Ears'ı düzenleyenleri tebrik etmek lazım. Klasik müzik, avangard, deneysel, rock, elektronik müzik, folk, modern klasik, tekno, caz, ambient vs. ticari müziK dışında ne ararsanız vardı festivalde; bugüne kadar gördüğüm en eklektik lineup'tı kesinlikle. Eklektik olmakla da kalmayıp, müzisyenler arasında festivale özel gerçekleştirilen işbirlikleriyle çok farklı bir programı vardı. Bütün bu isimleri liste halinde görünce, müthiş heyecan bir duydum. Festival yetkilileri ile yazıştıktan sonra da etkinliği yerinde izlemek üzere davet aldım.

Herhangi bir neden olmasa ziyaret edeceğim bir kent değildi Knoxville; ancak festival dolayısıyla kent merkezindeki ufak bir bölgenin içinde kalan tiyatro/konser salonları ve sanat müzesinde gerçekleştirilen etkinlikler, birden orayı benim için en ilginç yer haline getirdi. Big Ears, ilk olarak 2009'da düzenlenmeye başlamış ama 2010'da yaşanan organizasyon/booking sorunlarından sonra ara verilmiş. Bu yıl tekrar kente dönüşü, yarattığı hareketlilik nedeniyle Knoxville'de epey sevince neden olmuştu.

Big Ears'ın en temel özelliği, daha önce de belirttiğim önceliği tamamen müziğe vermesi ve deneysel isimleri buluşturan lineup'taki çeşitlilik. Ancak diğer festivallerden ayrılan başka nitelikleri de var. Böyle iddialı bir festivalin Knoxville gibi pek turistik olmayan bir kentte yapılması, oraya sadece müzik için gelenlerin sayısında artışa neden oluyor. "Hazır gelmişken şu festivale de bakalım" diyen yok etrafta; insanlar başka bir festivalde izleyemeyeceklerini bildikleri müzisyenler için özellikle geliyor kente. Etkinlik popüler/ticari müziğe kapalı olduğundan gelenler de onbinlerle değil, ancak binlerle ölçülüyor şu anda. Öğrendiğime göre bu yıl, toplam 2000 kişi festivali izlemiş.

Durum böyle olunca, festival zamanı kentteki otel fiyatları da anormal seviyelere çıkmıyor. Cuma, cumartesi ve pazar gününü kapsayan üç günlük etkinlik boyunca çevredeki en lüks otellerin gecelik fiyatı bile Avrupa'da 3 yıldızlı bir otelin gecelik fiyatından ucuz. Üstelik festival katılımcılarına özel fiyatlar uygulanıyor. Ayrıca belirtmekte fayda var; festival bileti üç gün için 150 dolardı, tek günlük biletler de satılıyordu. Sunulan çeşitlilik ve özellikle dinlenilecek müziğin kalitesi düşünüldüğünde, oldukça iyi bir rakam bu.

Bunca yıldır yaşadığım festival deneyimlerinden sonra şunu söyleyebilirim ki, orta boy bir festivali tercih etmenin faydalarından birisi, birbiri ile çakışacak etkinliklerin sayısının da azalması. Büyük ölçekli bir festivale gittiğinizde belki ilk anda gördüğünüz isimlerin çokluğu insanı etkiliyor ama festival sonunda bir de bakıyorsunuz ki siz o etkinliklerin ancak beşte birini görebilmişsiniz. Big Ears'ta da bir iki çakışma oldu ama etkinliklerin yüzde 90'ını yakalamak mümkündü. Bunu sağlayan nedenlerin arasında, hem mekanların birbirine çok yakın yürüme mesafesinde olması, hem de hangi etkinliğe gitseniz içeri mutlaka girebilme olanağının bulunması da var. Oysa SXSW gibi bir festivale gittiğinizde büyük/popüler isimlere akın olduğundan, ya kura çekiliyor ve siz o kurayı kazanırsanız içeri alınıyorsunuz ya da kapasite aşımı nedeniyle dışarda kalmamak için konser başlamadan epey önce kapıda oluşan sırada uzun süre bekliyorsunuz.

Big Ears'ta gündüz gerçekleşen konserler birer saat, akşam saatlerine alınanlar, mesela Steve Reich'ın eserlerinin çalındığı performanslar ve Television, John Cale gibi headliner statüsünde görülebilecek isimlerin konserleri de 1.5-2 saat olarak planlanmıştı. Bütün etkinlikler kapalı mekanlarda gerçekleştirildi ve ses sistemleri hepsinde fark edilir derecede iyi ve sorunsuzdu. Bütün bu özellikleri alt alta yazdığımda, Big Ears'ın katılımcılara iyi bir festival deneyimi yaşatmanın en gerekli şartlarını sağladığını gözlemledim. Fiziki koşullar mükemmele yakındı ve bunun yanında asıl önemli olan da müzik olağanüstüydü.

STEVE REICH VE BİR DÖNÜM NOKTASI



Steve Reich, tam olarak adı konmasa da festivalin onur konuğuydu. Açılışa katılıp kısa bir konuşma yaptı, kendisi "Clapping Music" adlı eserini Ensemble Modern'in orkestra şefi/besteci Brad Lubman ile birlikte icra etti (Reich, festivalde bu eseri ayrıca açılış günü So Percussion üyeleriyle icra etti. Aşağıda onun videosunu paylaşıyorum.), "Electric Counterpoint" adlı eserini Jonny Greenwood yorumlarken, Radiohead'in şarkılarından esinlenip bestelediği "Radio Rewrite"ı ve "Music for 18 MusiciansEnsemle Signal çaldı, ayrıca Ashley Capps'in yönettiği bir oturuma bizzat katılıp izleyicilerin sorularını yanıtladı. Benim için festivalin en önemli anlarından birisi, Reich'ı, 1972 tarihinde yazdığı ve iki insanın tamamen el çırparak çaldığı "Clapping Music"i icra ederken dinlemekti. İnsan bedeninden başka bir enstrümana ihtiyaç olmadan çalınabilecek bir müzik yaratma fikrinin ilham verdiği bir besteydi bu ve müzik tarihi açısından, müziğin yaratım sürecinde geçirdiği aşamaları, çarpıcı şekilde ortaya koyması bakımından son derece enteresan bir bulguydu. Aynı zamanda da bugüne kadar gördüğüm performanslar arasında benim için bir dönüm noktası oluşturacak kadar önemliydi.

Jonny Greenwood'un "Electric Counterpoint" performansı ise, festivalin en unutulmazlarındandı. 1987 tarihli beste, birbiri ardına duraklamadan çalınan "hızlı", "yavaş" ve "hızlı" adlı üç bölümden oluşuyor ve toplam 15 dakika sürüyor. Bir gitaristin, daha önceden kaydettiği bir kayıt akarken, ona karşı solo icrası ile çalınıyor eser. Greenwood'un performansı öylesine akıcı ve ustaydı ki, Reich'ın dehası ile birleşince ortaya çıkan müziğin güzelliğini kelimelerle anlatmak pek olanaklı değil. Greenwood'un festivale katılımı bununla sınırlı değildi elbette; ayrıca onun imzasını taşıyan film müzikleri ve yeni bir bestesi de Wordless Music Orchestra tarafından yorumlandı. Reich'ın soruları yanıtladığı oturumda söylediği gibi, Greenwood ve Bryce Dessner, müzik dünyasında örneği az olan türde iki müzisyen. Aslında klasik müzik eğitimi alan ama aynı zamanda rock yıldızı olan ve yetkinliklerini her iki türde de kanıtlamış müzisyenler ikisi de.

Festivalde beni en çok neyin çarptığını soracak olursanız, Steve Reich'ın "Music for 18 Musicians" adlı eserinin Ensemble Signal tarafından icrasını söylerim. Reich'ın 1974-76 arasında yazdığı eser, 18 müzisyen ile çalınıyor; sürekli yinelenen tekrarlar nedeniyle daha az müzisyenle çalınmaması gerekiyor. 11 akor temelinde oluşan bir döngü var eserde; her bir akorun çevresinde gelişen müzik parçası sonunda orijinal döngüye evriliyor. Bu şekilde soyut bir şekilde anlatınca belki bu konuda fazla bilgisi olmayanlara fazla bir şey ifade etmeyebilir ama eser çalınırken akorlar etrafındaki tekrarlar insanı adeta hipnotize ediyor. Müzisyenlerin sanki kurulmuşcasına, pür dikkat enstrümanları çalışı, vokalistlerin çıkardıkları seslerin tonlamalarındaki ve nefes alışlarındaki ayrıntılar, birbirleriyle olan kusursuz uyumları, hayranlık uyandırıyor. Bu eserin kaydını daha önce çok dinledim ama canlı yorumlanışına ilk kez Big Ears'ta tanık oldum. Hiç tereddütsüz söyleyebilirim ki, bugüne kadar gördüğüm en çarpıcı orkestra performansıydı. 18 müzisyeni sanki mekanik bir saatin iç mekanizmasındaki unsurlar gibi düşündüm; hepsi birbirine bağlıydı ve mekanizmanın mükemmelliği her birinin hatasız işleyişinin sonucuydu. Orkestralar için bu zaten kuraldır diyebilirsiniz ama "Music for 18 Musicians"daki hepsinden ayrı bir seviyede bana göre. Bir konserde bu eserin çalındığını duyarsanız ne yapın edin kaçırmayın onu.

Big Ears'ta gördüğüm performanslar arasında altını birkaç kez çizmek istediklerimden bir diğeri saksofoncu Colin Stetson'a ait. Boyun damarlarını patlatacakmışcasına yüzü kıpkırmızı olana kadar büyük bir güçle üflüyor enstrümanına, yere ter damlalarını savururken "kanıyla canıyla çalıyor!" dedirtiyor insana. O, hiç yorulmayacakmış gibi alto, tenor ve bas saksofonların birini alıp diğerini bırakırken, çıkardığı seslerle Scruffy City Hall bütünüyle sarsıldı. Stetson'ı dinlerken, öyle müzik yapabilmek için hem fiziki üstünlük hem de beynin epeyce gelişmiş olması gerek dedim içimden. Daha önce hiç görmediğim bir saksofon deneyimiydi.

TELEVISION: CBGB SAHNESİNDEN BIG EARS'A

Big Ears'ta en büyük heyecanı yaratan gruplar arasında elbette 1970'lerde New York'un CBGB sahnesinde doğup o günlerden yana varlığını sürdüren art punk grubu Television da vardı. 70'lerde onları canlı dinlemeye yaşım müsait değildi, bir araya geldikleri 90'larda konserlerine gitmek için olanağım yoktu, tekrar konser vermeye başladıkları 2001'den bu yana da canlı dinlemeyi en çok istediğim gruplardandı. 37 yıl sonra sonunda Tom Verlaine'i "Marque Moon"u söylerken ve gitarıyla kusursuz sololar atarken dinledim! İyi müzik yapmak ile iyi müzik icra etmek gibi iki önemli özelliğe aynı anda sahip Television. Verlaine ile birlikte Billy Ficca, Fred Smith ve Jimmy Rip'in sahnedeki hakimiyeti, aradan geçen yıllara meydan okumalarına yetiyor. 1992'de çıkan "Television" adlı albümlerinden sonra nihayet yeni bir albüm hazırladıkları yolunda haberleri okuyoruz bir süredir. Tom Verlaine, hızlı üreten bir müzisyen değil belki ama ne yaparsa iyi yapacağından ve onun da içinde yenilik taşıyacağından kuşkum yok. Big Ears'ta bugüne kadar yayınladıkları üç albümden de çaldıkları şarkılar, Television'ın sahnede hala taş gibi sağlam duruşunun en son örneğiydi ve bu açıdan takdiri hak ediyordu.




BIG EARS ELEKTRONİK MÜZİĞİN EN YARATICI İSİMLERİNİ AĞIRLADI

Big Ears Festival, elektronik müziğin son yıllardaki en yaratıcı müzisyenlerini de ağırladı. Drone/ambient müziğin daha geniş kitlelere yayılmasında epey emeği geçen Tim Hecker, gece yarısından sonra çıktığı sahnede, tek başına yaptığı müzikle kocaman bir tiyatro salonunu zangır zangır titretirken, tarif etmek gerekirse koltuklara gömülerek onu dinleyenleri boyunlarından tutup karanlık bir boşluğa doğru sallandırdı. Günün koşturmacasını unutup farklı diyarlara göçmek için ideal bir ortamdı.

Üstelik Vatican Shadow'un dark ambient/deneysel tekno ritimlerine kapıldıktan sonra Hecker'ı dinlemek, o karanlığın yoğunluğunu iki katına çıkardı. Uzun süredir yayınladığı müzikleri ilgiyle izlediğim Vatican Shadow'u iyi bir ses sisteminin olduğu bir ortamda canlı dinlemek, yıllar önceki kulüp günlerini anımsattı. Kimsenin kimseyi takmadığı, kafaların bir öne bir arkaya sallanıp herkesin kendini müziğe teslim ettiği, bedenlerimizin ritimlerin emirlerine itaat ettiği günler... Gece saat geç olduğundan mı yoksa o tür müziğe daha az ilgi gösterdiklerinden mi bilmiyorum, bir ara salondaki kitleye baktığımda sadece dokuz kadın gördüm. İçimden, "bu kaçırılır mı?.." demeden edemedim; festivalin en etkileyici, en tutkulu, en yoğun performanslarından biriydi çünkü.

Minimalist elekronik müzik denilince akla ilk gelen en yetenekli müzisyenlerden Oneohtrix Point Never, gerçek ismiyle Daniel Lopatin, Big Ears'taki performansında mükemmel bir tuhaflıkla derin bir anlatım gücünü buluşturdu. Belki elektronik seslerle yarattığı sentetik sound soğuk ve anlaşılması zor bulunabilir ama doğaya ve insanlığa ses öbekleriyle getirdiği yorum, özgün bir karakter taşıyor. Sahneye yerleştirilen büyük bir ekrana yansıyan soyut şekillere eşlik eden müziği, dinleyicilerin de çabasını talep eden özel bir karakter taşıyor. Çok açık ki, herkese göre değil o müzik ama eğer bir yerinden içine girebilirseniz, büyüleyici sesler arasında yolunuzu şaşırıyorsunuz.



Geçtiğimiz aylarda İstanbul'da Kontra Plak'ta düzenlediğimiz Dinleme Odası'nda "Dysnomia" adlı albümlerini incelemeye aldığımız Dawn of Midi, Big Ears'ta öne çıkan gruplardandı. Basta Aaakaash Israni, piyanoda Amino Belyamani ve davulda Qasim Naqvi'den oluşan grup, sahnede klasik bir caz üçlüsü gibi görünüyor ancak onlardan söz edilirken sık sık elektronik müzik referansları kullanılması boşuna değil. Albümü dinlerken de yaptıkları müzik için akustik minimal teknonun cazla buluşması diyordum. Üç enstrümandan çıkan sesler ritimler etrafında bütünleşirken, ortaya çıkan melodiler caza özgü altyapılarda kurgulanıyor. Festivalde ayakta alkışlanan Dawn of Midi'nin adının bundan sonra daha çok duyulacağından eminim.




Emeralds'ın eski üyelerinden multi-enstrümantalist Mark McGuire, 2007'den beri sürdürdüğü solo kariyerinde, gitar loop'larını kullanarak, fantastik bir elektro-akustik indie pop soundu yaratıyor. Saykedelik etkileri elektronika ile bir araya getiren son albümündeki şarkılarını, "bir bireyin dünyayı ve kendisini daha iyi anlamak için çıktığı seyahat" olarak tanımlıyor. Hayal dünyasına dalmak istiyorsanız, orada size eşlik edecek müziğin yaratıcısı Mark McGuire olabilir. Nitekim gitarını çalarken kendisi de başka bir evrende gibi görünüyor. Ancak güçlü bir vokali olmadığından şarkı söylemeye başladığı anda bu etki biraz zayıflıyor bana göre. Sahnede tek başına gitarı ve efekt pedallarıyla çaldığı müzik, insana umut veren pozitif bir his yaratıyor.



Big Ears'a gitmeden önce en çok merak ettiğim isimler arasında Lonnie Holley baş sıralardaydı. 64 yaşında Amerikalı bir sanatçı kendisi. Zorlu bir çocukluk ve yetişkinlik dönemi geçirmiş; bir yangında kızkardeşini ve yeğenini kaybettikten sonra kendisini sanata vermiş, Amerika'da önceleri çöplerden topladığı objelerle yaptığı heykellerle tanınmış. Yıllar içinde Smithsonian gibi prestijli kurumlarda çalışmaları sergilenen bir sanatçı haline gelmiş ama yaptığı müzikler bugün onun da önüne geçmiş durumda. Bir Nord Electro'nun önünde oturup, çatallı sesiyle yaşamdan gerçek olayları, o anda konser salonunda olanları, köleliğe, topluma dair derin düşünceleri yarı konuşur bir şekilde söylerken verdiği his o kadar gerçek ki, söyledikleri aklınıza çakılıyor. Amerika içinde çeşitli kentlerde sürdürdüğü performansları kulaktan kulağa yayılıp ünlenirken, ilk albümünü Atlanta'da faaliyet gösteren Dust-to-Digital plak şirketinin sahibinin onu sahnede görmesinden sonra 2010 yılında çıkarmış. İlk albümünü çıkarmak için çalkantılı hayatındaki bütün o deneyimleri yaşaması gerekmiş sanki. Bilgece ve olabildiğince doğrudan söylenen sözleriyle bir öykü anlatıcısı Lonnie Holley.

Kanunu elektronik bir alete çevirip New York'un ünlü parklarından Washington Square Park'ta çalarken Brian Eno tarafından keşfedilen müzisyen Laraaji'nin meditasyon odaklı müziğini dinlemek, benim için Türkiye'deki kaos dolu ayların ardından müthiş rahatlatıcı oldu. Yarattığı huzur verici atmosferden, programındaki bütün usta müzisyenlerin performanslarına kadar bütünüyle çok iyi organize edilmiş örnek bir festivaldi Big Ears. Bana sorarsanız, SXSW'ya gidip birkaç katı para harcayıp müzik açısından tatmin olamayıp dönmektense, Big Ears'a gidin kulaklarınız ve ruhunuz bayram etsin. Ne de olsa Steve Reich'ın dediği gibi, Big Ears, "ne istiyorsa onu çalan müzisyenlerin" ve ne istediğini bilip umduğunu bulan dinleyicilerin yer aldığı birinci sınıf bir festival.


Big Ears Festival'ı konu ettiğim iki Vegan Logic radyo programımın kayıtlarına ulaşmak isterseniz:
Vegan Logic Big Ears Festival Part I
Vegan Logic Big Ears Festival Part II

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

2 Nisan 2014 Çarşamba

KRAFTWERK 3D KONSERİ: HALA İLHAM VERİCİ, DAİMA MUHTEŞEM!


02.04.2014

Hani bir oyun vardır; size bir kelime söylenir ve karşılığında aklınıza ilk gelen şeyi bir kelime ile söylemeniz istenir. Elektronik müzik ve robot denilince bugün birçok kişinin aklına Daft Punk gelebilir ama benim için bu iki kelimenin ilk çağrışımı daima Kraftwerk. Çünkü bana elektronik müziği ilk sevdiren de, robotların dünyasına ilgi duymamı sağlayan da anların çığır açan müziği. 1970'lerde bütün dünya uzun saçlı müzisyenlerin gitar odaklı hard rock/heavy metal gruplarıyla doluyken, onların, bütün enstrümanları bir yana koyup syhthesizer ve vocoder'larla elektronik müziğe yönelmesi, başlı başına bir devrimdi. Müzikleri öylesine çağının ötesindeydi ki, yalnız 70'lerde müzik yapanları değil, 2000'li yılların müzisyenlerini de etkiledi. Günümüzde elektronik müzik yapanlara neden bu tür müziğe yöneldiklerini sorduğunuzda, Moby'nin dediği gibi, "Eğer Kraftwerk'ü duymamış olsaydık, hiçbirimiz bugün elektronik müzik yapıyor olmazdık," karşılığını alırsınız. Sadece bu tür içinde kalanları değil, müziğe deneysel yaklaşan her müzisyeni de etkiledi Kraftwerk; Bowie, Gary Numan, OMD, John Foxx, Joy Division, New Order, Blondie, Björk, Depeche Mode ve daha niceleri, Kraftwerk'ten esinlendi.

2005'te Rockİstanbul'da canlı dinleme olanağı bulduğumuz grubu ikinci kez New York'ta yakaladım. Dün akşam 3D konser turnesi kapsamında, kentin en güzel performans mekanlarından United Palace Theater'daydı (UPT) Kraftwerk. Önce konserin gerçekleştiği mekan hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. United Palace Theater'ın kentin en güzel performans mekanlarından biri olduğunu söyledim ama aslında en güzeli demek de yanlış olmaz. New York'taki konser salonları düşünüldüğünde, akla hemen Radio City Music Hall, Carnegie Hall, Beacon Theater gelir. Bu salonların hepsi de hem atmosfer hem de akustik açısından çok iyi; ben hepsinde çok sayıda konser izledim ama hayatının önemli bölümü konserlerde geçen biri olsam da, UPT'a dün akşam ilk kez gittim. İçeri girer girmez de adeta büyülendim. Kentin Washington Heights adlı bölgesinde 175. Cadde ile Broadway'in kesiştiği köşede yer alıyor bina. Dışardan bakıldığında bir katedral olarak inşa edildiği belli oluyor ama içeri girdiğinizde duvarlarda papazların sözlerinden alıntıları görünce durum iyice netleşiyor. 1925-1930 arasında inşa edilen yapıyı, 1969 yılında Birleşik Hıristiyan Evanjelist Derneği satın almış, o günden beri de bir kültür merkezi olarak içinde çeşitli etkinlikler gerçekleştiriliyor. Eğer Moor-Rococo etkili eklektik Oryantalist mimari tarzına ilgi duyuyorsanız ya da bir şekilde mimari ile ilgileniyorsanız, New York'a yolunuz düştüğünde bu binayı ziyaret etmenizi öneririm.

Balkon katıyla birlikte toplam 3400 kişilik kapasitesi olan salonda Kraftwerk'ün iki gece üst üste vereceği konserlerin bileti tahmin edilebileceği gibi karaborsaya düşmüştü, kapıda fahiş fiyattan bilet satan fırsatçılar kol geziyordu. Geçen yıl New York'ta MOMA ve Londra'da Tate Modern'de albümleri baştan sona çaldıkları seri konserlerin biletlerinin yol açtığı çılgınlığı, bilet satışı yapılan sitelerin yoğunluktan çöküşünü, ünlü müzisyenlerin bile Twitter'da Kraftwerk bileti aradığını düşünürsek, yine de 3D konsere bilet bulabilmek büyük şanstı.

19.30'da UPT'nin önünde epey uzun bir kuyruk vardı. Sırada bekleyip içeri girince dağıtılan 3D gözlüklerimizi aldık ve fazla geçmeden tam 19.50'de sahnedeydi grup. Hem konser için seçtikleri salon hem de sahneye çıkış saatleri ilginçti. Synthesizer'ların üzerine konduğu ayaklı konsolların başında dört Kraftwerk üyesinin görünmesiyle birlikte açılışı 1978 tarihli "The Man-Machine"in ilk parçası "The Robots"la yaptılar. Açıkçası Kraftwerk'i oturarak dinlemek bana çok doğru bir yöntem gibi gözükmüyor ama oturmalı düzene sahip bir salonun tercih edilmesinin de bir gerekçesi olmalı diye düşündüm. Nitekim 3D görsellerin rolünün müzik kadar etkili olduğu bir konserdi izlediğimiz. Konser yazılarında, öncelikli tercihim müziğe vurgu yapmak için, 'izleme' yerine 'dinleme' kelimesini kullanmak, ancak Kraftwerk'in dünkü konseri söz konusu olduğunda, gönül rahatlığıyla 'izleme' kelimesini kullanabilirim. Kraftwerk üyeleri, sadece ellerini ve başlarını oynatarak, neredeyse bedenlerinin geri kalanı bütünüyle basit bir şekilde sahnede dururken, biz izleyiciler de arkalarındaki dev ekranda akan görüntülerin içine gerçekmiş gibi daldık.



Konser sırasında tercih edilen görüntülerin karakteristiği ile müziğin niteliği arasındaki müthiş uyum, senkronizasyonun mükemmelliği, salona yayılan ses kalitesinin yüksekliği, bugüne kadar gördüğüm bütün konserleri geride bırakacak kadar iyiydi. Teknolojinin vardığı boyuta Roger Waters, Gorillaz, Michael Jackson, U2 gibi büyük isimlerin konserlerinde de tanık olduk. Ama Kraftwerk 3D konserinde, sadece renkler, geometrik şekiller, yazılar ve sayılarla yaratılan bütünlük, gerçekten de insanın ağzını açık bırakacak bir kusursuzluk sergiliyor. Konserlerde gereksiz görsel ağırlığına karşı olan ve bundan hazzetmeyen birisi olarak bu konuda iki istisnam var. Birisi, Waters gibi şarkıda anlatılan mesajı güçlendiren görsellerin performans sanatı bakış açısıyla bir senaryo akışında sergilenmesi; ikincisi de, Kraftwerk'teki gibi, şarkının algılanışına etki etmeden sadece onunla uyumlu soyut görseller olarak sunulması. Bu iki kullanım dışında, sahnede 50 kişiyle oradan oraya koşup jimnastik yapanlar ya da Lady Gaga gibi kendini kuzu çevirme gibi kızarttıranların yarattığı atmosfer, ilgiyi müzikten başka alana kaydırıp onu ikinci plana attığından bana hitap etmiyor.



Kraftwerk'te görsellerin büyük kısmının soyut şekillerle yapılan grafikler içerdiğini söyledim; bunun dışında birkaç şarkıda gerçek hayattan kayıtlar da vardı. Mesela "The Model"de 50'li-60'lı yıllardan manken, film görüntüleri ya da "Auobahn"a eşlik eden yol, araba görüntüleri gibi… Bunlar da mantıklı bir kurguya dayanan öykü içinde yer almadığından dikkati müzikten koparmıyordu ama yine de benim tercihim, sayılar, geometrik şekiller ve yazılarla yapılanlardı.

Kraftwerk'in kurucularından Florian Schneider, 2008'de gruptan ayrıldığında şimdi ne olacak diye endişelenmiştik. Ralf Hütter ile yaptıkları unutulmaz albümleri düşündükçe, grubun geleceğine dair endişelerim tümüyle ortadan kalkmıyor elbette ama dünkü performans, Kraftwerk'i canlı dinleme açısından hiçbir endişeye yer olmadığını kanıtlıyordu. Yine de 2003'te yayınladıkları "Tour de France Soundtracks" albümünnden sonra yeni bir albüm kaydetmediklerini göz önünde bulundurursak, bu bakımdan kaygı duymadığımı söyleyemem. Schneider, Hütter ve hatta bir dönem birlikte çalıştıkları Michael Rother ve Klaus Dinger'ın da yer alacağı Kraftwerk bir hayal mi bilmiyorum…


3D konser için, en çok sevilenlerden oluşan bir şarkı listesi yapmış grup. "The Model", "Computer Love", "The Man Machine, "Neon Lights" ve "Radioactivity" gibi salondakilerin en çok duymayı istediklerini arka arkaya çaldılar. Toplam iki saat süren konser, dinleyicilere yetmeyince, yoğun alkış sonrası tekrar sahneye gelip "Aero Dynamik" ve "Planet of Visions"ı çaldılar. Katedralin oturmalı salonunda olmasaydık, çok rahatlıkla mekan underground bir tekno kulübüne dönerdi. Tekrarlanan ritimler insan bedenini esir alır, sadece kafa sallamayla kalmamıza izin vermezdi. Evanjelist inanca ait bir mekanda geleceğin müziğini dinlemek oldukça ironikti ama belki de daha ironik olan tekno pop'u  dans etmeden dinlemekti. Sokağa çıkıp metroya doğru yürürken, "belki de en ironiği, 1970'lerde yapılan müziği 'geleceğin müziği' diye tanımlamak" diye geçirdim aklımdan. Ama işte Kraftwerk mucizesi burada: Bir müzik yaratırsınız, ortaya çıktığı dönemde de, 40 yıl sonra da geleceğin müziği o olur. Geleceği geçmişte kuranlara efsane dememiz boşuna değil!


Şarkı listesi: The Robots - Metropolis - Numbers/Computer World - It's More Fun to Compute / Home 
Computer - Computer Love - The Man-Machine - Space Lab - The Model - Neon Lights - Autobahn - Prologue - Tour de France 1983 - Tour de France 2003 (Etape 1) - Tour de France 2003 (Etape 2) - Airwaves - Geiger Counter / Radioactivity - Trans-Europe Express / Metal on Metal / Abzug - Boing Boom Tschak / Techno Pop / Musique Non-Stop /// Aero Dynamik - Planet of Visions 

(Kameramın bataryasını konsere giderken yanıma almayı unuttuğum için cep telefonumla fotoğraf ve video çektim ama onlar da fazla kaliteli çıkmadı. O nedenle bu yazıda promo fotoğraflarını kullandım, videolar da Youtube'dan…)

VEGAN LOGIC MART 2014 EN İYİ KAYITLAR SEÇKİSİ



31.03.2014 tarihinde Dinamo'da yayınlanan programın kaydı.

1- Max Cooper - Empyrean  
2- Hauschka - Elizabeth Bay
3- Linda Perhacs - The Soul of Natural Things
4- The Horrors - So Now You Know
5- Future Islands - Sun In The Morning
6- David Lynch - The Big Dream (Moby version w/Mindy Jones)
7- Sleep Party People - In Another World
8- Timber Timbre - Curtains
9- Sharon van Etten - Taking Chances
10- Damon Albarn - Electric Fences
11- Owen Pallett - On a Path
12- Elbow - Charge
13- Liars - Darkslide



Translate