28 Ekim 2007 Pazar

Pink Floyd’un İlk Albümünün 40. Yılı




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/27 Ekim 2007

Bir müzik yazarının karşılaştığı en büyük zorluklardan birisi nedir biliyor musunuz? Sürekli yeni gruplar kurulup yeni albümler çıkarken, yazılarında bunlardan bir kısmına yer verememek ve tercih yapmak zorunda kalmak. Ama ben bu haftaki tercihimi, çok eski bir grubun ilk albümünden yana kullanıyorum: Pink Floyd’un bu yıl 40. yıldönümü kutlanan ünlü albümü “The Piper at the Gates of Dawn”. Geçen ay çok şık özel bir paketle (mono ve stereo cd’ler halinde) yeniden piyasaya sürülen albümde bazı şarkıların daha önce yayımlanmamış versiyonları da bulunuyor.

The Piper at the Gates of Dawn, Pink Floyd’un orijinal kadrosunun (Syd Barrett, Nick Mason, Roger Waters ve Richard Wright) birlikte kaydettiği ilk albüm olma özelliğini taşıyor. Fakat tek özelliği bu değil. Tamamen Syd Barrett’ın etkisinde yapılan ilk ve tek çalışma bu. Pink Floyd’un ilk dönemlerinde grubun solistliğinin ve gitaristliğinin yanı sıra şarkı yazarlığını da üstlenen Barrett’ın, bu albümden sonra giderek artan uyuşturucu sorunu, grupla yollarının ayrılmasına neden oldu. Albümün şarkı sözlerinde dikkat çeken psychedelic etki, acid gitar soundu ve mizah tümüyle onun yaratıcılığını yansıtıyor. Tüm zamanların en etkili albümlerinden birisi olarak görülmesinin nedeni ise, psychedelic rock ve space rock gibi müzik türleri üzerindeki etkisi.

ALBÜMÜN ADI NEREDEN GELİYOR?

Pink Floyd’un albüme neden böyle garip bir isim verdiğini merak ediyorsanız haklısınız. Hiç de akılda kalıcı bir isim değil ama ilginç olduğu kesin. İngiliz yazar Kenneth Grahame’in 1908 tarihli kitabı “The Wind in the Willows”un (Söğütlükte Rüzgar) 7. bölümünün başlığı albüme isim kaynağı olmuş. Bugün çocuk edebiyatının klasikleri arasında sayılan kitap, hayvan karakterleriyle eğitici bir macerayı konu ediniyor. Yedinci bölümün başlığında yer alan “The Piper”, Yunan mitolojisinde çoban ve sürülerinin, ormanların ve ovaların tanrısına atıf yapıyor. “See Emily Play” adlı şarkıyı biliyorsanız şimdi biraz kafa yorma zamanı: Bu şarkı, Barrett’in halüsinojenik bir ilacın etkisiyle ormanda uyuyup kalışını ve sonra birden uyandığında karşısında gördüğünü söylediği Emily adlı kızı mı anlatıyordu gerçekten? Barrett, daha sonraları bunun yalnızca reklam için söylendiğini belirtmişti. Öyleyse şarkıdaki Emily, 60’larda Londra’da adı öne çıkan İngiliz heykeltraş Emily Young mıydı? Bu soruları yanıtlayabilecek tek kişi herhalde Syd Barrett’ın kendisiydi ve ne yazık ki, geçen yıl yaşama veda etti.

Tabii bütün bu kafa yormalar, Syd Barrett’in şarkıları yazarken kitaptan ne ölçüde esinlendiğini belirlememizi sağlamıyor. Fakat şunu söylemek mümkün: Albüm, 1967 yılında, yani hippi akımının yayıldığı, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşıp özgür cinselliğin doruğa ulaştığı, işsizliğin ve yüksek enflasyonun egemen olduğu bir dönemde kaydedildi. Bu dönemi anlamadan albümü de tam olarak anlamak olanaklı değil. Pink Floyd, Londra’daki ünlü Abbey Road Stüdyoları’nın bir odasında bu albümü kaydederken, hemen yanlarındaki bir diğer odada The Beatles “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band” adlı albümü kaydediyordu. (Belli ki, o dönemde albümlere garip isimler vermek modaymış.) Birçok kişi tarafından gelmiş geçmiş en önemli albümlerden biri olarak görülen Sgt. Pepper’s’da da aynı dönemin etkilerini görüyoruz. Bir benzerlik de, yine kullanılan çağrışımlarda…“Lucy in the Sky with Diamonds”ı hatırlayın. Lucy, John Lennon’ın oğlu Julian Lennon’ın resmini çizdiği okul arkadaşı Lucy idi. Peki ama şarkı ne anlatıyordu?

Müzikle ilgilenen ve bugün 60’lı yaşlarında olan çoğu kişinin haberdar olduğu bu bilgiler, umarım yeni kuşaklar için de ilginçtir. (En azından kendilerine “Pink Floyd olmasaydı bugün Radiohead olur muydu?” diye soranlar için…)
The Piper at the Gates of Dawn, müzik tarihinin en ilham verici gruplarından birisi olan Pink Floyd’un efsanevi solisti Syd Barrett’ın yaratıcı dehasını tanımak için en önemli kaynak. Müthiş bir hayal gücüyle bezenmiş dolu dolu bir albüm bu. Her bir şarkısının üzerine sayfalarca yazı yazılabilir, saatlerce yorum yapılabilir. Özellikle progressive ve psychedelic rock’a meraklı olanların, EMI tarafından çıkarılan bu özel albümü kaçırmamalarını tavsiye ederim.

21 Ekim 2007 Pazar

Müzik Endüstrisinde Radiohead Devrimi




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/20 Ekim 2007

Uzun zamandır süren bekleyiş sona erdi ve sonunda ünlü rock grubu Radiohead 'in yeni albümü "In Rainbows" a kavuştuk. Kavuştuk ama aslında ortada fiziksel olarak bir CD yok. 2003 tarihli albümleri " Hail To The Thief" den sonra plak şirketi ile sözleşmesi sona eren Radiohead'in ne yapacağı, müzik dünyasında en çok merak edilen konulardan biriydi. Her zaman ticari pazarlama yöntemlerine uzak durmayı yeğleyen grup üyeleri, sonunda plak şirketlerini aradan çıkaran doğrudan satışı seçti.

Tüm albümün grubun internet sitesi üzerinden dijital olarak müzikseverlere sunulduğu bu yöntem, müzik endüstrisi için bir devrim niteliğinde. Çünkü hem tüm dünyaya müziğin asıl sahibinin müzisyenler olduğunu gösteriyor, hem de müzik endüstrisinde yeni bir dönemi başlatıyor. Şarkılar dijital ortamda yayılmaya başladığından bu yana internet üzerindeki dosya paylaşımı nedeniyle ciddi şekilde sarsılan plak şirketleri neye uğradığını şaşırırken, müzikseverler bayram ediyor. Görülen o ki, Radiohead'in başlattığı bu uygulama başarılı olursa, bu durum kar odaklı büyük plak şirketlerinin işlevinin sorgulanmasına neden olacak ve büyük bir olasılıkla diğer gruplar da bu yolu deneyecek.

DOĞRUDAN SATIŞ BAŞARILI OLUR MU?

Radiohead'in albümü dinleyicilere ulaştırmak için sunduğu iki seçenek var. Birincisi, dinleyicilerin ödeyecekleri parayı kendilerinin belirleyerek albümü internet üzerinden indirmeleri. Bunun karşılığında ne kadar ödemeyi uygun buluyorsanız onu ödüyorsunuz ya da hiç para ödemeden tüm albümü indirmeniz mümkün. radiohead.com adresine girip albümü almak isterseniz, ödenecek ücret kısmında karşınıza "It's up to you" (Size bağlı) yazısı çıkıyor ve miktarı kendiniz belirliyorsunuz. Sonra elektronik posta adresinize gönderilen ve yalnızca bir kez kullanılmaya kodlanmış bir link aracılığı ile albümün tümünü indiriyorsunuz. Üstelik gelen dosyalar DRM'siz, yani şarkıların paylaşımı için herhangi bir engel yok! İkinci seçenekte ise, yaklaşık 80 dolar ödeniyor, albümü yine internetten indirebiliyorsunuz ama daha sonraki aylarda elinize geçecek ek bir özel pakete sahip oluyorsunuz. Bu paketin içinde ekstra kayıtları içeren iki adet plak, albümün CD'si, albümde yer almayan 8 şarkıdan oluşan ikinci bir CD, şarkı sözlerinin toplandığı bir kitapçık bulunuyor.

Şimdi müzik dünyasında tartışılan konu şu: Hiç para ödemeden albümü indirmek olanağı varken kim para ödemeyi ister? Ben Radiohead'in bu cesur girişimini desteklemek adına, bir yabancı müzik CD'sine ne ödüyorsam, "In Rainbows"u indirmek için de yine aynı miktarı ödemeyi tercih ettim. Fakat bazılarının hiç para ödemeyeceğini düşünsek bile, grubun bu işten zararlı çıkmayacağını düşünüyorum. Albüm CD olarak yayınlansaydı, zaten anında internetteki bedava şarkı indirilen sitelere düşecekti.

Ayrıca, 2003 yılında "Hail To The Thief" piyasaya çıkmadan haftalar önce internetteki sitelere sızdırılmış, ama bu durum albümün satış listelerinde bir numaraya yerleşmesine engel olamamıştı. Albümü dijital olarak indirse de, orijinal CD formatında da sahip olmak isteyen sadık bir hayran kitlesi var Radiohead'in. Diğer yandan, plak şirketleri ile dağıtımcı payları ve prodüksiyon masrafları ayrıldıktan sonra, sanatçıların bir CD başına 80 sent ile 1.15 dolar arasında kazandığı belirtiliyor. Bu durumda albüm internetten doğrudan dijital olarak satılınca, alıcı bir dolar bile ödese yine aynı hesaba geliyor. Üstelik 80 dolar ödeyip özel paketi alanlar, diğer az ödeyenlerin yaratacağı açığı kapatabilir. Bütün bunların doğru çıkıp çıkmadığını yakında göreceğiz.

Albümün satışı ile ilgili bu değerlendirmelerden sonra içeriğinin nasıl olduğunu merak edenlere kısaca şunu söyleyebilirim: Radiohead, bu yedinci stüdyo albümüyle günümüzün en iyi ve en yaratıcı rock grubu olduğunu bir kez daha kanıtladı. "In Rainbows", gitar ağırlıklı, hızlı tempolu şarkılarla piyanonun öne çıktığı melodik baladları buluşturan 10 şarkılık enfes bir albüm. Daha çok "OK Computer" ile "Hail To The Thief" dönemlerini andıran bir sound dikkat çekiyor. "In Rainbows"u dinlerken kimi zaman sert gitarlara ve çılgın ritimlere eşlik ederek yerinizde duramayacak, kimi zaman da Thom Yorke 'un "Arkadaşın değil sevgilin olmak istiyorum/ Nasıl başlayıp nasıl bittiği önemli değil" diyen yumuşak sesiyle sıcacık bir romantizm dalgasına kapılacaksınız. Dileyene denemesi bedava!

14 Ekim 2007 Pazar

Müzik İkonları Film Ekimi’nde


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/13 Ekim 2007

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği Film Ekimi 19 Ekim’de başlıyor! Bu yıl 6. yılını kutlayacağımız etkinlik kapsamında, yedi gün boyunca yılın en dikkat çeken filmleri gösterilecek ve birçok yeni filmin ilk gösterimi yapılacak. Bunlar arasında özellikle üzerinde durmak istediğim iki önemli film var. İkisi de, müzik dünyasının gelmiş geçmiş en karizmatik, en yetenekli ve en zor kişilikleri arasında yer alan iki müzisyenle ilgili. Birincisi, dünyanın her yerinde büyük bir hayran kitlesine sahip olan ünlü punk rock grubu The Clash’ın solisti Joe Strummer. Diğeri ise, post-punk akımının ömrü kısa süren ama etkisi günümüze kadar ulaşan en önemli gruplarından Joy Division’ın intihar ederek yaşamına son veren solisti Ian Curtis.

ÜST-ORTA SINIFTAN PUNK ROCK İKONLUĞUNA

21 Ağustos 1952’de Ankara’da görevli olan bir İngiliz diplomat ile İskoçyalı bir hemşirenin oğlu olarak dünyaya gelen John Graham Mellor, 23 Aralık 2002 tarihinde, İngiltere’de kalp krizi geçirerek 50 yaşında yaşama veda etti. O gün dünyadan gerçek bir yıldız kaydı… Çünkü kaybettiğimiz kişi, rock tarihinin en ilham verici müzisyenlerinden Joe Strummer’dı. Yoksulluğa, ırk ayrımına, Amerika’nın ve Thatcher’ın kapitalist politikalarına karşıydı. İnsan haklarını, çok kültürlülüğü, sol politikaları hiç yılmadan savundu. 1970’lerde efsanevi The Clash grubuyla sesini olabildiğince yüksekten ve korkusuzca dünyanın her yerine ulaştırmak için çabalarken hep olabildiğince nazikti. Hatta kimilerine göre “punk olamayacak kadar nazikti”. Oysa onun punk anlayışı, aynı dönemde nihilist ve yıkıcı punk anlayışını savunan The Sex Pistols ile taban tabana tersti. O kendine odaklanmak yerine dünya meseleleriyle meşguldü. Sosyal adalet, eşitlik ve siyasi özgürlük onun idealleriydi.

Kalabalıkları ayağa kaldıran şarkılarıyla bir punk ikonu oldu Joe Strummer. Kimileri The Clash dağıldıktan sonra ünlü müzisyenin çöküş devrine girdiğini söylese de, o kurduğu yeni grubu The Mescaleros ile kendisini yenilemeyi sürdürdü. Çünkü “Gelecek daha yazılmadı” diyordu ve insanların değişim yaratabileceğine inanıyordu.

Joe Strummer gibi bir kişiliği birkaç paragrafta anlatmak zor. Bunu birkaç saatlik bir filmde yapmak da hiç kolay değil. Strummer’ın en yakın arkadaşlarından birisi olan yönetmen Julien Temple, “Joe Strummer: The Future Is Unwritten” adlı belgesel filmde bunu yapmayı denemiş. Film Ekimi’nde ülkemizde ilk kez gösterilecek olan belgesel, daha önce kullanılmamış ses ve görüntü kayıtları, eski fotoğraflar, arşiv görüntüleri ile Strummer’ın kendi orijinal çizimlerinin yanı sıra, ona hayran olan bazı ünlü isimlerle yapılan röportajları da içeriyor. John Cusack, Martin Scorcese, Anthony Kiedis, Matt Dillon, Steve Buscemi, Johnny Depp ve Bono bu isimlerden bazıları. Basında şimdiye kadar çıkan eleştiriler, filmin Strummer’ın daha çok sahne üzerindeki müzisyen kişiliğine odaklandığı noktasında birleşiyor. Ama en iyisi filmi izleyip kendi kararımızı vermek. (20 Ekim 11.00- 24 Ekim 13.30)

GİZEMLİ BÜYÜK YETENEK: IAN CURTIS

1976 yılında İngiltere’nin Manchester kentinde kurulan Joy Division grubunun vokalisti ve şarkı sözü yazarıydı Ian Curtis. Kısa sürede büyük başarı kazanan grubun ömrü yalnızca 4 yıl kadar sürdü. Sara hastası olan ve içinde bulunduğu depresif ruh halinden bir türlü kurtulamayan Ian Curtis, kendisini asarak yaşama veda ettiğinde 23 yaşındaydı. Bir kez duyunca bir daha unutulamayacak kadar kendisine özgü, olağanüstü güzel bir sese sahipti. O sesi ilk kez radyoda “She’s Lost Control” adlı şarkıyı söylerken duyduğum anı hala hatırlıyorum. Grubun yaptığı müzik, aktif oldukları dönemde İngiltere’de yaşanan boğucu havayı, ruh daraltıcı sosyal ve siyasi ortamı, umutsuzluğu öylesine etkileyici bir şekilde aktarıyordu ki, kendilerinden sonra gelen birçok grup tarafından taklit edilmelerine karşın, bugün hala yerleri doldurulabilmiş değil; bana sorarsanız doldurulması pek de olanaklı değil…

Film Ekimi’nde izleme olanağı bulacağımız “Control” adlı film, işte bu büyük yetenek Ian Curtis’in hayatına odaklanıyor. Curtis’in eşi Deborah Curtis’in anı kitabına dayanan filmin bir özelliği de, yönetmenliği aynı zamanda grubun büyük bir hayranı olan ünlü fotoğraf sanatçısı ve video yönetmeni Anton Corbijn’in üstlenmesi. Corbijn’in siyah-beyaz çektiği bu ilk uzun metrajlı film çalışmasında, Ian Curtis’i İngiliz aktör Sam Riley canlandırıyor. Film, Ian Curtis’in bilinmeyenlerle dolu dünyasına bir parça da olsa ışık tutar mı? Bu sorunun yanıtını da yine Emek Sineması’nda alacağız. (20 Ekim 24.00- 22 Ekim 13.30- 23 Ekim 11.00)

7 Ekim 2007 Pazar

Letonyalı sanatçılardan kültür eleştirisi: “Çok Amerikanlaştık”




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/6 Ekim 2007

Bu ay İstanbul’da Letonya Kültür Günleri kutlanıyor. Bu kapsamda Beşiktaş Belediyesi Mustafa Kemal Merkezi’nde 28 Ekim’e kadar sürecek olan Letonya Çağdaş Tekstil Sanat Sergisi açıldı. Ülkenin en ünlü sopranosu Inese Galante ve piyanist Inna Davidova da, 3 Ekim’deki açılış gecesinde konser vermek üzere İstanbul’daydı. Avrupa’nın ve Amerika’nın ünlü salonlarında sahneye çıkan Galante, 1991 yılından bu yana Düsseldorf’taki ünlü opera evi Deutsche Oper am Rhein’da çalışmalarını sürdürüyor. Letonya’nın başkenti Riga’da yaşayan Davidova ise, 1998 yılında kurduğu Herman Braun Vakfı aracılığıyla müzik organizasyonları yapıp konserler vermeye devam ediyor. İstanbul’daki ilk konserleri öncesinde oldukça heyecanlı görünen bu iki sanatçıyla, klasik müziği ve Letonya’da sosyalizmin egemen olduğu dönemdeki kültürel ortamı konuştuk.

Inese Galante, sizin özgeçmişinizde dikkat çekici bir şey var. İlk başlarda müzisyen olmayı hiç düşünmediğiniz ve aslında eczacılık eğitimi aldığınız doğru mu?

G: Evet, karışık bir konu. Ailem benim profesyonel bir müzisyen olmamı hiç istememişti. Bilirsiniz, aileler genellikle çocuklarının doktor ya da avukat olmasını ister. Bugün sesin var ama yarın kaybedebilirsin diye düşünürler. Fakat diğer yandan da, ben ülkenin sosyalist dönemlerinde yetiştim ve o dönemlerde sanat çok önemsenirdi. Önce eczacılık eğitimi aldım ama müziğe yeteneğim de vardı, çok iyi hocalarım oldu. Müzik hep içimde hissettiğim bir şeydi.

Sanatı önemseyen ailelerin çocuklarının sanatçı olmasını istememeleri garip değil mi?

G: Öyle ama garantisi yok diye düşünürlerdi.

Eczacılık eğitimi alıp sonradan soprano olmanız ilginç. Hayat sizi oldukça şaşırtmış olmalı.

G: Belki ben hayatı şaşırtmışımdır!

Inna Davidova, ya sizin öykünüz nasıl?

D: Ben de müziğin çok önemsendiği entelektüel bir ailede büyüdüm. Letonya’da bizimki gibi ailelerde çocukların küçük yaşlardan itibaren müzik dersleri alıp, piyano çalmaları bir tür gelenektir. Hatta gelenekten daha çok bir zorunluluktur, eğitimin bir parçası olarak görülür. Aynı zamanda yabancı dil öğrenmeniz, jimnastik yapmanız gerekir. Sovyet dönemlerinde bunları yapmak çok kolaydı; her isteyen bedava kurslara katılabilirdi. Bütün bunların bütünleştiği bir eğitimden geçer, sonra hangi yöne gitmek istediğinize karar verirdiniz.

Şimdiki eğitim nasıl?

D: Tamamen değişti. Artık hiçbir şey bedava değil. Eğitim eskisine göre çok daha kötü. Ailem beni müzik okuluna göndermişti ama ben 15 yaşıma kadar müzisyen olup olmak istemediğime karar verememiştim. Fakat okuldan çok yüksek derece ile mezun oldum ve müzik akademisine devam ettim. Daha sonra yüksek lisansımı oda müziği alanında yaptım. Hayatımı ses sanatçılarına piyanoda eşlik ederek geçirmek istediğime tam olarak karar verdiğimde 30 yaşıma gelmiştim.

Bir röportajınızda, “Eskiden Batı ile Doğu arasındaki duvarlar çok yüksekti” diyorsunuz. Kariyerinize Letonya’da başlayıp Avrupa’da ve Amerika’da devam etmek zor oldu mu?

G: Duvarlar benim için yüksek değildi ama genelde öyleydi. Her sistemin olumlu ve olumsuz yanları vardır elbette, fakat şunu söylemeliyim ki, bizim için eski dönemler kolaydı. Birçok şeyi düşünmek zorunda kalmaz, yalnızca sanatımızla ilgilenirdik. Sanatımızı icra etmek için gereken her şeye kolaylıkla ulaşabiliyorduk. Bazı insanlar ve kimi yazarlar için böyle değildi belki. Ben yalnızca kendi adıma konuşabilirim ve ö dönemde çok mutlu olduğumu söyleyebilirim. İnsanlar çok para kazanmıyorlardı ama isterseniz her gece tiyatroya gitme olanağınız vardı. Kültürel etkinlikler her gün yemeye gereksinim duyduğunuz ekmek gibiydi. İstediğimiz üniversitelerde okuma olanağımız vardı. Politik alandan söz etmiyorum, tabii ki cumhurbaşkanı olmak kolay değildi ama burda kolay mı? Mercedes arabamız ya da üç katlı evimiz yoktu ama kültürel zenginliğimiz vardı. Şimdi başka sorunlarla uğraşıyoruz. Bazı insanlar paranın alabileceği herşeye sahip olabiliyorlar ama büyük bir kesim hala olamıyor. İnsanlar artık daha çok seyahat ediyorlar ama sadece seyahat etmekle kalmıyorlar; birçok iyi eğitimli kişi gittiği ülkeden bir daha geri dönmüyor. Çünkü Amerika onlara daha fazla para veriyor. Para artık her şeyin önünde. Bu sağlıklı değil.

Bazı insanlar klasik müziğin yaşlı insanlar için olduğunu söylüyor, hatta onu seçkinci buluyorlar. Ama klasik müziğin daha geniş kitlelere ulaşamamasında medyanın da rolü yok mu sizce? Bu tür müzik radyo ve televizyonlarda pek fazla yayınlanmıyor.

D: Son 15 yılda çok fazla Amerikanlaştık. Bu yüzden hep eski dönemlerle kıyaslama yapar hale geldik. Eski dönemlerde öncelik klasik müzikteydi. Şimdi insanlar birçok şeyle aynı anda karşı karşıya. Önceleri bu kadar çok pop grubu ve tv kanalı yoktu, internet bu kadar yaygın değildi.

G: Ama önemli olan şu ki, klasik müzik insan ruhu için en iyi ilaçtır ve hep var olacaktır.

Translate