31 Ocak 2014 Cuma

BOHREN & DER CLUB OF GORE - PIANO NIGHTS



2013, hem üzücü hem heyecanlı bir yıldı. Mayıs ayının sonuna doğru başlayan toplumsal hareketlilik, kaotik bir siyasi ortama evrilirken, yılın ikinci yarısında hayatımda daha önce hiç olmadığı kadar az müzikli günler geçirdim. Oysa daha nisan ayında, benim için her şey, hep olduğu gibi müzik odaklıydı. Bohren & der Club of Gore'u kuruluşundan 20 yıl sonra ilk kez İstanbul'da canlı dinlemenin yarattığı mutluluğun etkisi geçmemişti. O konser hakkında yazdığım yazıya şöyle başlamışım: "27 Nisan 2013, şahsi konser tarihimde önemli bir gün ve artık bu tarihten itibaren dünya benim için daha güzel." Borusan Müzik Evi'ndeki konserden çıkıp İstiklal Caddesi'nde yürürken hissettiğim gerçekten buydu. Ancak yaklaşık bir ay sonra, aynı caddede polis saldırılarına maruz kalırken, dünya çok nefret dolu görünüyordu. Konser salonları ve kütüphaneler, en mutlu olduğum yerler derken haksız değildim. Kalabalık olsa da kimseyle bire bir ilişki kurmanız gerekmiyor, yalnızlığın getirdiği bir dinginlik hakim ortama; ruhunuza dokunan notalar ve satırlarla farklı bir gerçekliği yaşıyorsunuz o mekanlarda. 2013 denilince, benim aklıma daima toplumsal alanda Gezi Direnişi, müzik alanında ise Bohren & der Club of Gore konseri gelecek. Roger Waters konseri elbette çok önemliydi ama onu da konserin özelliği dolayısıyla direniş kapsamında görüyorum. (2013'ün en iyi konserlerine dair yaptığım liste)


Bohren & der Club of Gore'un sekizinci albümü "Piano Nights"ı ocak ayı başında yayınlayacağını duyunca, tek tek günleri saydım. Paylaştıkları tanıtım videosunu izleyince iyice sabırsızlandım. Albümün Christoph Clöser'in Moskova'da grubun eski şarkılarını piyanoda çaldığı bir performanstan esinlendiğini öğrenince merakım daha da arttı. Yeni şarkıları dinlemek için acaba bir yerde stream bulabilir miyim diye internette dört döndüm ve bir gün grubun müziğini çok sevdiğimi bilen bir Twitter takipçim, Pitchfork'un ön dinleme olanağı veren bağlantısını iletti. O gün bir kez daha gördüm ki, beni müzikten başka hiçbir şey bu kadar heyecanlandırmıyor. Her şeyi bir yana bırakıp, defalarca "Piano Nights"ı dinledim. Birkaç gün sonra albümdeki "Ganz leise kommt die Nacht" adlı şarkıya çekilen video yayınlandı ve yine bir grubun müziği, estetiği ruhuma ancak bu kadar uyabilir dedirtti bana. Siyah ile beyazın, melankoli ile gizemli karanlığın, yalnızlık ile minimalist yaklaşımın buluşması, hem müziğe hem de görsele öyle belirgin bir şekilde imzasını atmıştı ki, Christopher Clöser'in saksofonuna eşlik eden ambient uğultuların içinde çok derinlere çekti beni. 



Bohren & der Club of Gore üyeleri, yaptıkları müziği kendi ifadeleriyle, yavaş ritimli caz baladları, Black Sabbath'a özgü doom ve death metal grubu Autospy'nin soundu ile yaratılan bir tür ambient karışımı olarak tanımlıyor. Grubun müziğini duymamış bir insana bunu söyleseniz, ilk anda zorlama gibi gelebilir. Oysa gerçek tam da bu; olanaksız gibi görünen bu kurgu, bir şekilde Bohren'in müziğinde tam anlamıyla vücuda geliyor. Aynısını bir başka grup uygulamaya kalksa, belki de başarılı olamayabilir. Çünkü bu müzikte, kendiliğinden ortaya çıkan çok hassas bir denge var. Bazı anlarda Thorsten Benning bateriye bir parça daha hızlı vursa her şeyin bozulabileceğini hissediyorsunuz. Bir baterist için o kadar ölçülü ve kontrollü çalmak, zor olsa gerek; bir ritim tutturup ona ayak uydurmaktan daha yoğun bir çaba gerektirir diye düşünüyorum.

"Piano Nights"ın grubun diskografisindeki diğer albümlerden his olarak bir farkı var kanımca. Tümünü dinledikten sonra, Bohren'e özgü karanlığın tonunda bir seyrelme hissettim; melankoli yine var ama daha iyimser, daha rahatlamış bir tonu var albümün. "Cehennem Yolu" anlamına gelen "Fahr zur Hölle" adlı şarkı, diğerlerine göre daha ağır bir tonda başlasa da, saksofonun devreye girişiyle onda da bir ışık izi görülüyor. "Black Earth" ve "Beileid" albümlerindeki gibi insanı dipsiz derinliğe doğru çeken atmosfere oldukça düşkün olduğumdan biraz şaşırdığımı söylemeliyim. "Piano Nights", Kuzey Avrupa'da bir kentte çetin kış koşullarında yapılan gece yürüyüşlerinden ziyade, yine kuzeyde bir yerlerde ama sonbahardaki sakin yürüyüşlere soundtrack olur diye geçiyor içimden. Garip bir şekilde karanlığın daha yoğun olduğunu düşündüğüm atmosfer karla kaplı; ortama hakim olan görüntüden daha çok, koşulların daha çetin olması mı, yoksa karın sihirli bir el değmişcesine sokakları boşaltması mı etkendir emin değilim. 

"Segen ohne Wind", rüzgar olmadan yelken açmanın hikayesini anlatırken de gerilim yok, umarsızca zamanın akışına kapılanları aklıma getiren "Unrasiert" (Traşsız) adlı şarkıda da... Christopher Clöser ile yaptığım röportajda, müziklerini, "uzay derinliği, cehennem ya da dünyanın sonunda bir bar ile örtüştürebileceğini" söylemişti. Uzay derinliği hissi, ambient tınılarında, açılış şarkısı "Im Rauch" (Dumanın İçinde) adlı şarkıda ve "Irwege"de öne çıkıyor. Ancak bu albümde cehennem hissi pek yok. Uzay derinliğindense dünyanın sonunda bir bar daha uygun geliyor; bir kayıtsızlık, boşvermişlik seziyorum tınılarda. Elbette yine dark ambient ile cazın çok özgün bir karışımı söz konusu; "Sunset Mission"daki gibi bas ve piyano, "Black Earth"teki gibi Rhodes piyano, "Dolores"teki gibi vibrafon ve synth odaklı değil sound, hepsi işin içinde ama albümün ruhunda açıklamaya çalıştığım farklar var. Sonuçta bu kez ben, Bohren ile o barda, bağımlılık yaratan cehenneme duyduğum özleme kadeh kaldırırırken buldum kendimi ve içki şişesi hiç boşalmasın istedim. 

-

28 Ocak 2014 Salı

VEGAN LOGIC LV - OCAK 2014 EN İYİ KAYITLAR SEÇKİSİ - 27.1.2014


Dün Dinamo'da canlı yayınlanan Vegan Logic, ne yazık ki teknik bir arıza yüzünden kaydedilemedi. Deezer ya da Spotify üzerinde liste yapayım dedim ama onlarda da tüm şarkılar yok. Şarkı listesini merak eden varsa paylaşıyorum.

1- Ed Harcourt - Come Into My Dreamland
2- Rain Dog - Like A Lame Man Stepping
3- Pye Corner Audio - Void Bound
4- Eelke Kleijn - A Tale of Two Lovers
5- Moderat - Last Time (Jon Hopkins Remix)
6- Damien Jurado - Jericho Road
7- Future Islands - Seasons (Waiting On You)
8- Bibio - Down To The Sound
9- Otto A. Totland - Seveen
10- Bohren & der Club of Gore - Im Rauch
11- Thee Silver Mt. Zion - Rains Thru The Roof At The Grande Ballroom
12- Prurient - Doors Closed In Secrecy


23 Ocak 2014 Perşembe

COLD CAVE'LE 80'LERE IŞINLANMAK



Dün akşam uzun bir aradan sonra Babylon'a Cold Cave'i dinlemeye gittim. En son 11 Aralık'ta Nils Petter Molvaer ile Moritz von Oswald'ı dinlemiştim aynı mekanda ama bir ayı aşkın bir süre geçmişse, o benim için uzun bir aralık demektir.

Cold Cave adıyla tanıdığımız Wesley Eisold, darkwave, noise, synthpop, gotik rock, art rock ile ilişkilendirilen bir müzik yapıyor. Geçmişinde hardcore punk ve noise rock kökenli gruplar var; bir süre de Prurient projesinde Dominick Fernow ile çalışmıştı. Benim dikkatimi, Matador Records'tan 2009'da çıkan ilk albümü "Love Comes Close" ile çekti. Eisold'un bariton sesini yurtdışında bir mağazada alışveriş yaparken duymuştum; görevliye gidip çalanın ne olduğunu sorunca, CD'yi göstermişti. Sonra hakkında araştırma yaparken The Guardian'daki şu satırlara rastladım: "Wesley Eisold, Nihilizm ve umutsuzluğun yeni ve genç tanrısı; Cold Cave'in estetiğini muhteşem bir şekilde sunuyor: "How Soon Is Now?'ın Morrissey'i Nitzer Ebb vuruşları ve New Order melodileri üzerine inliyor." Ben her ne kadar onda New Order'dan daha çok ilk dönem Depeche Mode izleri bulsam da, aynı cümlede Morrissey, Nitzer Ebb ve New Order'ı buluşturabilen bir müzisyen, radarımdan kaçmamıştı.

"Love Comes Close" ile iyi bir çıkış yakalayan Eisold, gelecek için umut vermişti; aynı zamanda şair de olduğundan şarkı sözlerinde özgünlüğü yakalaması, bence önemli bir avantajdı onun için. Ancak avantajları olduğu gibi dezavantajları da vardı; doğuştan tek ele sahip olduğundan müzik yaparken kullanabileceği aletler, synth, elektronik davul ve bilgisayar ile sınırlıydı. Bir zamanlar sevdiği grupların yanında roadie olarak dolaşan, kitaplarla dostluk kurup mutlu olabilmek için kitap dükkanı işleten Eisold, hayatta seçeneksiz olmadığını haykırmak kurmuş Cold Cave'i. O nedenle "Önceliğim müzik değil, Cold Cave estetiği ve yaşam tarzı" diyor ısrarla; müziğindeki yıkımın ve haykırışın izleri geçmişinde yatıyor. Konsere giderken aklımda bunlar vardı.

Neredeyse her zaman olduğu gibi, dün akşam da mekanın kapısı açıldığında içeri giren ilk ben oldum yine. Bazıları bunu "cool" bulmuyormuş. Kimin umurunda ki? Hem düşünsenize, "cool görünmek", birileri tarafından onaylanmak anlamına gelir. Hayatım boyunca hiç onaylanma hedefim olmadı. Ben, konser için sırada ya da kapıda bekleme heyecanını seviyorum. Üstelik dün erken gitmenin faydası da oldu. Bomboş mekanda Seda Ondin'in yani The Great Moon Hoax'ın setine kulak verdim. Cold Cave'e yakışan dikkat çekici bir dark sound hakimdi seçtiği şarkılarda; çok keyifle dinledim.

Konser başlarken salonda sadece 42 kişi vardı. Cold Cave'e pek ilgi göstermemişti İstanbul dinleyicisi. Hatta Babylon'a ilk girdiğimde, her zamanki gibi üst kata çıkmak istedim ama merdivenlere konan zincirle karşılaştım. İlk açıldığından beri giderim Babylon'a, fakat ilk kez üst katın kapandığını gördüm. Görevlilere sorduğumda, zaman zaman yapılan bir uygulama olduğunu söylediler; daha önce bana hiç denk gelmemesine şaşırdım. Neyse ki, konser 42 kişiyle başlasa da, daha sonra gelenlerle giriş katı bir süre sonra doldu.

Cold Cave, son birkaç yılda canlı performanslarına bir ekip halinde, 2 klavye ve bir bateri eşliğinde sahneye çıkarken, sonuçta Eisold'un tek başına kalmasıyla dönüşüm geçirdi. Dün akşam da Wesley Eisold'un yanında sadece synth, efekt pedallarını kullanan ve bazı şarkılarda geri vokal yapan tek bir kişi vardı. Daha önce okuduğum yazılardan o kişinin kız arkadaşı Amy Lee olduğunu biliyorum. Sahneye yerleştirilen bir video ekrandan görüntüler müziğe eşlik ederken, Eisold'un yüzü dahi görülemeyecek kadar loş bir ortam vardı. Ekranda yıkılan binalar, öpüşen bir çift, ayçiçeği tarlaları, grafik desenler akıp dururken, dinleyenlerin bir kısmı görüntüleri izliyor, bir kısmı da dans ediyordu ama eksik olan bir şey vardı; o da konser ruhuydu. Sanki bir kulüpte DJ set dinliyor gibiydik dün akşam. Oysa bence, Cold Cave'in müziği farklı sunulsa, dinleyiciyi daha çok içine çekebilecek bir karaktere sahip. Yine de bu açığı kapamak için sözlerin gördüğü işlevi de unutmamak lazım. "The Great Pan Is Dead", "Confetti", "People Are Poison" gibi şarkılarda dile getirilen sevgisizlik ve insanın içindeki kötülük, glitch ve noise ile buluştuğunda, darkwave'in derin atmosferinde yalpalarken buluyorsunuz kendinizi. Tam o sırada ekranda "Hunting Heart / Crushing Fear" yazıyor. Yazmasa da o hissi sözlerle hissettirmeyi başarıyor Cold Cave. Böyle ezip geçen, yakıp yıkan sözleri haykırarak dans etmek, müziğe özgü çok ilginç bir manik depresif hal ve ben bunu çok seviyorum.

Wesley Eisold, sahnedeyken "İstanbul'da olmak çok güzel. Geldiğiniz için teşekkürler," diyerek dinleyicilere kısaca hitap etse de aslında sahnede kimse umurunda değil belli ki. Kendi halinde çoğunlukla mikrofonun önünde, arada bir dans ederek tamamladı yaklaşık 50-55 dakikalık performansını. Bis için geri geldiklerinde ekranda Amerikan bayrağı eşliğinde Amerika'ya ince ince dokunduran "Underworld USA" adlı şarkı çalarken, 1980'lerden bir synthpop grubunun konserindeymiş gibi hissettim bir an. Işınlanma olanağı olsaydı, gözlerimi kapayıp pekala The Sisters of Mercy ya da The Cure konserine gidebilirdim mesela... Işınlanma mucizesi bir gün olacak mı bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var ki, o da, yıllar geçse de hiç eskimeyen bu karanlık sound, dünyanın her yerinde insanları dans ettirmeye devam edecek.


(Fotoğraflar bana aitttir.)
-

21 Ocak 2014 Salı

VEGAN LOGIC LIV - MOGWAI - 20.1.2014


20.01.2014 tarihinde Dinamo'da canlı yayınlanan ve Mogwai'ye ayırdığım Vegan Logic.

1- Mogwai - Get to France
2- Mogwai - Summer (Priority version)
3- Mogwai - Kappa
4- Mogwai - Take Me Somewhere Nice
5- Mogwai - Golden Porsche
6- Mogwai - Glasgow Mega-Snake
7- Mogwai - I'm Jim Morrison, I'm Dead
8- Mogwai - George Square Thatcher Death Party
9- Mogwai - San Pedro
10- Mogwai - Repelish
11- Mogwai - Heard About You Last Night
12- Mogwai - This Messiah Needs Watching
13- Mogwai - Nick Drake


16 Ocak 2014 Perşembe

KEŞİF: DDS



Bugün internette yeni müzik keşfine çıktığım bir sırada, Londra'nın doğu yakasından DDS adlı bir grup çıktı karşıma. Soundcloud'daki "While We Let Go" adlı şarkıları sound açısından bir yenilik getirmiyor; hatta alternatif rock paletinde The National ve Interpol arasında bir yerde duruyorlar demek yanlış olmaz. Ancak her grubun müzik tarihinde çığır açmasını beklemiyorum zaten.

DDS hakkında fazla bir bilgi yok. Bilinen, iki İtalyan ve bir Fransız müzisyenden kurulu olduğu. Daha önce Apartment adlı grupta gitar çalan Davide de Santis, 2012'de solo kariyerine başlamış ve yanına Nicolas ile Etienne adlı Fransız müzisyenleri de katıp DDS'i kurmuş. Londra'da bir süre konserlerle tanıtmışlar kendilerini; sonunda da stüdyoya girip ilk albümlerini kaydetmişler. Aşağıda paylaştığım şarkı ücretsiz indirilebiliyor. Bakalım grubun serüveni nasıl gelişecek? 




14 Ocak 2014 Salı

VEGAN LOGIC LIII - BLACKEST EVER BLACK - 13.1.2014


13.1.2014 tarihinde Dinamo'da canlı yayınlanan ve Londra merkezli bağımsız plak şirketi Blackest Ever Black'in kataloğuna ayırdığım Vegan Logic'in kaydı.

1- Dickon Hinchliffe - Ripper In the Belly
2- Prurient - You Show Great Spirit
3- Cut Hands - Immersion
4- Barnett + Coloccia - Switch 
5- Tropic of Cancer - Rites of the Wild
6- Secret Boyfriend - Beyond the Darkness
7- Raime - If Anywhere Was Here He Would Know Where We Are
8- Dalhous - Who's Here, You're Here, I'm Here...
9- Black Rain - Data River
10- Regis - Blinding Horses
11- Vatican Shadow - Church of All Images (Regis version)
12- Alexander Lewis - The Third Room








-

9 Ocak 2014 Perşembe

Caroline Henderson @ Aksanat


Dün akşam Aksanat'ta İsveçli müzisyen Caroline Henderson'ın konseri vardı. Piyanoda Nikolaj Hess, davulda Jakob Hoyer ve basta Daniel Franck'in yer aldığı bir ekiple sahneyi paylaşan sanatçı, 1989'da Danimarka'da Maria Bramsen ile kurduğu Ray Dee Oh grubundan bu yana ülkede büyük çıkış yaptı. Grubun dağılmasından sonra solo kariyere yöneldi, Danimarka Müzik Özülleri'ni sekiz kez kazandı, aynı zamanda oyunculuk kariyerini de sürdürüyor.

Dün akşam bilinen birçok caz/pop şarkısını cover'layan grup, birbiriyle çok uyumlu, kimi zaman romantik ama çoğunlukla enerjik bir set sundu. Caroline Henderson, aşağıda videosunu paylaştığım "Made In Europe" adlı şarkının bir arkadaşı tarafından kendisi için yazıldığını ve kendi hayatı hakkında olduğunu söyledi. Şarkının bestecisi caz müzisyeni 1983 yılında vefat eden Kai Winding olduğuna göre, arkadaşım diyerek onu kastetmiş olmalı.

Konser sırasındaki sololarda iyice belirginleştiği gibi grupta çalan müzisyenlerin her biri enstrümanına çok hakim birer virtüözdü. Henderson'ın güçlü vokali ve neşeli tavırlarıyla çok sürükleyici bir performanstı. Benim tek eleştirim, 1957 tarihli "Wild Is the Wind" için oldu. Henderson'ın coşkulu vokali, ritmi giderek hızlanan yorumla birleşince, o şarkıya özgü kırılganlık yok oldu; ama bence "Love me, love me, love me say you do" diyerek, sevdiği insana şartsız teslim olan bir ruhtan çıkan o sözlere kırılganlık yakışıyor. Bu düşüncemin sorumluları, Bowie ve Nina Simone tabii. Onların bu şarkıdaki yorumunu çok seviyorum. Yine de şarkının farklı bir versiyonunu dinlemek ilginçti.

"Made In Europe"u da dün akşam doğal olarak caz formunda çaldılar. Oysa şarkının Henderson'ın 1995 tarihli "Cinemataztic" adlı albümündeki soundu pop ve cazı buluşturur. Onu da paylaşıyorum aşağıda.

8 Ocak 2014 Çarşamba

VEGAN LOGIC LII - DAVID BOWIE ÖZEL II - 6.1.2014


Geçen yıl olduğu gibi bu yıla da radyoda David Bowie için hazırladığım özel bir programla başladım. Çünkü 8 Ocak bu eşsiz müzisyenin yaşgünü ve ben Vegan Logic devam ettiği sürece her yıl bu kutlamayı bir gelenek olarak sürdüreceğim. 6.1.2014 Pazartesi akşamı Dinamo'da canlı olarak yayınlanan programın kaydının yanı sıra, geçen yılki programı da paylaşacağım. Belki ikisini de dinlemek isteyen olur. Nice yıllar Bowie!

1- David Bowie - Lady Grinning Soul
2- David Bowie - I Know It's Gonna Happen Someday (Morrissey cover)
*** David Byrne Inducts David Bowie Into Rock'n Roll Hall of Fame
3- David Bowie - Port of Amsterdam
4- David Bowie - Cactus
5- David Bowie - Can You Hear Me?
6- David Bowie - Telling Lies
***David Bowie interview (1973)
7- David Bowie - I Pity the Fool
8- David Bowie - Real Cool World
9- David Bowie - Five Years
10- David Bowie - V-2 Schneider
11- David Bowie - Thursday's Child
12- David Bowie - Word on a Wing







VEGAN LOGIC III - BOWIE ÖZEL I - 7.1.2013




-

7 Ocak 2014 Salı

Dinleme Odası'ndan Haber Var!


















Dinleme Odası adlı etkinliğimizin ilkini geçen aralık ayında yapmıştık. O etkinlik hakkında ben bir yazı yazmıştım ama daha önce duyurduğumuz gibi etkinliğin ayrıntılarını her ay Bant Mag için kaleme alacağız. Katılımcılardan gelen görüşleri de değerlendirerek bu ayki yazıyı ben yazdım. Okumak isteyenler için link: http://www.bantmag.com/magazine/issue/post/26/186

PINS: 'GIRLS LIKE US' CİNSİYET AYRIMCILIĞINA KARŞI MARŞIMIZ




Yeni yılla birlikte yeni konserlerin heyecanı da başladı. İki yıl önce kurulduğundan beri izlediğim post-punk grubu PINS de, bu ay İstanbul'da konser verecek gruplar arasında. (2011'de grubu tanıtmak için yazdığım yazı) PINS'i 25 Ocak'ta Salon sahnesinde Londra kökenli saykedelik pop grubu Younghusband ile aynı gece dinleme olanağı bulacağız.

İki yıl önce Manchester'da kurulan PINS, ilk önce kentin yeraltı sahnesinde dikkat çekti, Warpaint ve Savages gibi grupların konserlerinde ön grup olarak yer aldı ve 2013'te de Londra merkezli bağımsız plak şirketi Bella Union'ın desteğiyle ilk albümü "Girls Like Us"ı geçen yıl yayınladı. Giderek artan bir başarı grafiği çizen grup, Faith Holgate (gitar/vokal), Lois McDonald (gitar), Anna Donigan (bas), Sophie Galpin (davul) adlı dört kadın müzisyenden kurulu.

Benim ilgimi, ilk olarak Ekim 2011'de kendi plak şirketleri Haus of Pins etiketiyle çıkan "LUVU4LYF" adlı kısaçalar çekmiş, özellikle "Little Sting" adlı şarkıdaki Manchester'ın ensdüstriyel atmosferine çok uyan drone ve klostrofobik hava etkilemişti. Ancak albümdeki bütün şarkıları o kısaçalardaki sound ile örtüşmüyor; zaten kendileri de pop yanı daha ağır basan şarkılar yapmak istediklerini söylüyorlar. Canlı performanslarındaki başarı, alternatif mecralarda epeyce yazılıp çizildi. Bazıları, nereden geldikleri bilinmese PINS'in bir Brooklyn grubu sanılabileceğini söylüyor ama ben tersine tam da Manchester karakterini yansıttıklarını düşünüyorum. Grubu konserde görmeden önce biraz daha yakından tanımak için röportaj yapınca bu düşüncemin isabetli olduğunu gördüm.



PINS nasıl kuruldu, nasıl bir araya geldiniz? 

Faith: Grubu ben başlattım; diğer üyeleri de yaptığım posterleri şehirde etrafa asarak buldum.

Sophie: Ben gruba dalıverdim ve şimdi de benden kurtulamıyorlar.

Birlikte müzik yapma sürecinizden söz eder misiniz? Şarkı yazarken demokratik bir grup musunuz?

Faith: Çok sayıda şarkı yazıyoruz ama birçoğunu da bir kenara itiyoruz. Sorduğunuz soru açısından PINS’in demokratik bir grup olduğunu söyleyemem.

Lois: Çeşitli yöntemlerimiz var; bazen birisi provalara bir demo getiriyor, bazen prova sırasında birlikte yazıyoruz. Nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadığımız konusunda birbirimize karşı dürüstüz ve bir şarkıda işler yolunda gitmezse bunu kişisel tavır olarak algılamamamız gerektiğini biliyoruz. Hepimiz şarkıdan memnun oluncaya kadar üzerinde çalışmaya devam ediyoruz ama yine de memnunluk sağlanamazsa, onun yerine başka bir şey yazıyoruz.

Manchester, benim en sevdiğim kentlerden birisi. The Smiths, Morrissey, The Durutti Column, Vini Reilly, Joy Division gibi müzikal kahramanlarımın önemli bir kısmı oradan çıktı. Çok canlı bir yeraltı müzik sahnesi ve zengin bir müzikal birikim var o kentte. Manchesterlı olmak, müziğinizin soundunu bir şekilde etkiledi mi?

Lois: Başlangıçta adlarını bile hiç duymadığım bazı Manchester grupları vardı ama gittikçe daha çok dinleyip yenilerini buluyorum. Bana göre Manchester’da şu anda var olan gruplar da çok heyecan verici ve Liverpool, Leeds ve Sheffield gibi harika gruplar üreten diğer kentlerle çevrili olmak da bize elbette yardımcı oluyor. 

Sophie: Bence Manchester’ın zengin ve canlı bir müzik sahnesinin olması bizi etkiliyor. Daima esinlenecek bir şeyler buluyoruz ve bu bizi daha ileriye götürüyor. 

Faith: Hayatta en sevdiğim anlar, aklınızda netliğin belirdiği, doğru zamanda doğru yerde olduğunuzu hissettiğiniz anlar. Bu büyülü hissi, daima Manchester’da olduğum zaman duyumsuyorum. Soğuk, karanlık, yağmurlu, kirli ama aynı zamanda romantik, çekici ve heyecan verici; bir tür aşk/nefret ilişkisi duyduğunuz bir yer. Şarkı yazarken beni ne kadar etkilediğini bilmiyorum ama Bahamalar’da yaşasaydım ve günlerimi plajda kavun yiyerek geçirseydim, PINS çok farklı bir grup olurdu. (Faith’in söyledikleri, Manchester’a duyduğum hislere bire bir uyuyor.)

Müziğe karşı ilk ilginiz nasıl doğdu? Hem dinleyici olma açısından hem de canlı performans bakımından soruyorum.

Lois: Ben çocukken piyano çalarak başladım. Klasik müzik ve Nina Simone dinlerdim, sonra Nirvana’yı duydum ve gitar çalmayı öğrendim. 

Faith: Çocukluğumda pop yıldızı olmak isterdim. Ergenlik dönemimde ben de çoğu genç gibi aynı Nirvana coşkusuna kapıldım. Daha sonra da Pete Doherty ve Julian Casablancas’a aşık oldum.  

Sophie: Ben 4 yaşımdayken piyano çalarak başladım, 6 yaşımda kemanlara tutkuyla bağlandım ve o enstrümana yöneldim. Sonra televizyonda Elvis’i görünce gitar çalmaya başladım. Davul çalmam PINS’e katılmamla oldu.

Anna: İlk gençliğimde piyano ve keman çalmayı öğrendim, elime geçen her şeyi çalıyordum aslında. Annemin müzik enstrümanları kutusundan bulduğum aletleri alıp, arkadaşlarımdan ve aile üyelerimden oluşan gruplar kurmayı severdim. Eskiden walkman’imde Buddy Holly dinleyip kendimi dünyadan soyutlardım. Babam ergenlik dönemimde bana Meatloaf’u sevdirmeye çalıştığında, artık bu konuda üzerime düşeni yapmam gerekenler olduğunun farkındaydım.


Şarkılarınızın çoğu aşk ve tepkiler hakkında; hepsi de doğal olarak kadın bakış açısını yansıtıyor. Ben böyle görüyorum ama yine de şarkı sözlerine bakışınızı sizden duymak isterim.

Faith: Bu zor bir soru. Bana göre, şarkı sözü yazmak, müziği bestelemek kadar zorlu ve katartik bir süreç. 

İlk albümünüze “Girls Like Us” adını verdiniz. Daha önce bu isimle ne demek istediğiniz yönündeki sorulara kısaca “Girl Gang Makes Loud Rock And Roll Album In One Week” diyerek yanıt verdiğinizi biliyorum ama bu, grubu tam olarak anlatmıyor. Benim merak ettiğim, grubun estetiğini, vizyonunu oluşturan unsurlar. 

Sophie: Biz güçlü bir dörtlüyüz ama bunun kadın olmamızla bir ilgisi yok.

Lois: 'Girls like us', bir insanın kendisi olmasıyla ilgili. Biz, insanın kendi kimliğine güven duymasının, bu konuda cesaretli davranmasının önemli olduğunu düşünüyoruz. Biz de olduğumuz gibi davranarak çok iyi vakit geçiriyoruz. 

Faith: Grup ilk kurulduğundan beri, kendimizi birçok cinsiyetçi ve cahil insana karşı savunmak durumunda kaldık. Eğer birisi bizi “kadınlardan oluşan grup” ya da “kızlar grubu” diye açıklıyorsa, bu o kişinin bizim hakkımızda tek bir şey bilmesinden kaynaklanıyor demektir ve bunda büyük bir sorun yok. Fakat bu uygunsuz, aşağılayıcı bir şekilde söyleniyorsa, bizim güzel ya da çirkin, zayıf ya da şişman olduğumuz belirtilerek, kıyafetlerimiz, saç tarzlarımız öne çıkarılarak yapılıyorsa, o zaman öfkeleniyorum. “Girls Like Us”, bizim bütün bu ayrımcılığa karşı kişisel marşımızdır. 

Medyada, sizi çoğunlukla "Manchesterlı kız grubu" diye tanımlıyorlar. Faith’in bir keresinde, “Erkekler, estetik görüntü için kadın üye istiyor,” dediğini okumuştum. Müzik endüstrisinde cinsiyetçi yaklaşım yeni bir şey değil. Bu yıl bazı kadın müzisyenler de müzik endüstrisindeki erkek şovenizmi hakkında seslerini yükselttiler. 

Lois: Biz bu konuda sorun yaratmayacak kadar açık görüşlü insanlarla çalışmaya gayret ediyoruz. Tabii bu her zaman olanaklı değil ama birbirimizi koruyoruz. Eğer birisi bize karşı kötü bir tavır içinde olursa, ona bu konuda ne hissettiğimiz bildiririz.

Faith: Az önceki soruda da söylediğim gibi, evet, bu beni kızdırıyor! Hakkımızda çıkan ilk yazı, bizi kendi aramızda en seksiler sıralamasına tabi tutmuştu. Gerçekten bu uygun mu? Bu tür moronca tavırlar hakkında pek konuşmuyoruz ve onlara nadiren tepki veriyoruz. Onları aşıp, etrafımıza bizim gibi düşünen insanları toplamak daha iyi bir yol. Cinsiyetçi tavırlara ne kadar çok maruz kalırsam, bu konuda o kadar çok konuşmak istiyorum!

Sizi henüz canlı dinleme olanağım olmadı, ama performanslarınızın çok etkileyici olduğundan söz eden eleştiri yazıları okudum. Sizce konserlerinizdeki o etkiyi yaratan ne?

Lois: Çaldığımız her notayı hissederek çalıyoruz.

Sophie: Ben davula çok sağlam vuruyorum.

PINS - ELEVENTH HOUR from PINS on Vimeo.

Bağımsız müziğin öncülerinden Bella Union plak şirketine bağlısınız. Bugün bazı gruplar, bu tür bağımsız şirketleri büyük bir ticari plak şirketine geçmek için bir adım olarak görüyor. Sizin için durum nasıl? Mutlu musunuz Bella Union’da?

Lois: Bu çalıştığınız insanlara bağlı bir şey. Biz, anlaşabildiğimiz ve güvenebileceğimiz bir ekiple çalıştığımız için şanslıyız. Grup olarak birbirimize sıkı sıkıya bağlıyız, bu güveni daha fazla insanla yaratmak zor olabilir.

Faith: Her şeyden önce, büyük bir ticari şirketin neden iyi bir fikir olduğu konusunda ikna edilmem gerek.

Anna: Bella Union’la çalışmanın en iyi yanı, güven duyduğumuz bir ekiple ve özellikle Simon Raymonde gibi bizi daima kendi istediğimiz yönde gelişmemiz konusunda cesaretlendiren bir patronla muhatap olmamız. Bizim dışımızda belirlenmiş ya da inanmadığımız bir şeyi yapmamız konusunda üzerimizde herhangi bir baskı yok.

Grup olarak ayrıca kendi plak şirketiniz Haus of Pins’i kurdunuz; sadece el yapımı paketler içinde kaset formatında sevdiğiniz grupların müziklerini yayınlıyorsunuz ve indirme kodunu da veriyorsunuz. Belli ilkeleriniz var mı? Yayınladığınız müzikler için kriterleriniz neler?

Lois: Bağımsız şirket sevdası bunu iyi özetliyor. Tek kriterimiz şu: Dinlemeyi ve birlikte içmeyi sevdiğimiz grupların müziklerini yayınlıyoruz. 

Bu yıl, Warpaint ve Savages gibi grupların konserlerinde ön grup olarak yer aldınız. Bu deneyimler size ne kazandırdı? Favoriniz hangi konserdi?

Faith: Warpaint deneyimi, bize çok büyük sahnelerde, binlerce insanın önünde çalma fırsatı verdi, heyecan vericiydi. Ön grup olmanın hem iyi hem de zor yanları var. Çünkü sadece 5 dakikalık bir soundcheck olanağı oluyor, bazen sanki ikinci sınıf bir grupmuşsunuz gibi düşünülüyor; ama diğer yandan da muhteşem grupları izliyor ve sizin grubunuzu daha önce duymamış olan yeni insanlarla tanışıyorsunuz.

Anna: Warpaint ile büyük sahnelerde çalmayı çok sevdim. Onlarla Brixton Academy sahnesini paylaşmak, önemli bir olaydı. O gece büyük bir heyecan vardı, sahneden koca bir insan seline bakıyorduk.

25 Ocak’ta da ilk İstanbul konserinizi vereceksiniz. 

Lois: Yeni yerler görmeyi seviyorum. İstanbul’u daha önce hiç görmedim. O nedenle heyecanla bekliyorum konseri. Eğer bize görülecek yerler konusunda öneride bulunmak isteyen olursa seviniriz!

Faith: Ben de konser için sabırsızlanıyorum.  

Anna: Heyecanlıyım! İstanbul’u bir kere ziyaret emiştim ama yıllar önceydi, yolu tek başıma geçemeyecek kadar küçüktüm.

Sophie: Ben hem konser hem de yemekler için heyecanlanıyorum!

Kısa bir süre önce 2014’e girdik ama hala 2013’ün albümlerini dinliyoruz. 2013’te sizin için en iyi albüm ve şarkı hangisiydi? 

Lois: Ben bugünlerde Hookworms’a takıldım. Aslında sanırım hepimiz öyleyiz! 

Faith: Thee Oh Sees - Floating Coffin, Crocodiles - Crimes of Passion, Bass Drum of Death’in kendi adını taşıyan albümü ve evet, ben de Hookworms’u seviyorum.

Anna: Unknown Mortal Orchestra. Benim için bu yıl uzun sayılabilecek İngiliz yazının soundtrack’i oydu. 

Sophie: Kesinlikle Bass Drum of Death ve Savages’ın “Silence Yourself” adlı albümü.

PINS - GET WITH ME from PINS on Vimeo.
-

6 Ocak 2014 Pazartesi

"Bağımsız Müziği Desteklemek" başlıklı panel üzerine düşünceler


Bant Magazine'in organizasyonuyla hafta sonu Babylon'da gerçekleştirilen Demonation Festivali kapsamında, dün bir panel vardı. Ben de "Bağımsız Müziği Desteklemek" başlıklı panele konuşmacı olarak davet edilenler arasındaydım. Diğer katılımcılar şöyleydi: Pozitif Live Müzik Direktörü Murat Abbas, İKSV Salon Direktörü Bengi Ünsal, Karga'nın DJ'i ve Karga Mecmua'nın Yayın Yönetmeni Tayfun Polat, Müzisyen, eğitmen ve Replikas'ın gitaristi Barkın Engin, Peyote'nin işletmecisi ve Peyote Plak'ın kurucusu Tunç Mestçi, Play Tuşu adlı siteyi temsilen Club Bangkok üyesi Doğu Orcan. Paneli yönetenler ise, Bant Magazine ekibinden her ikisi de müzisyen olan James Hakan Dedeoğlu ve Ekin Sanaç idi.

Saat 16.00'da Babylon Lounge'da buluştuğumuzda, paneli izlemeye gelenlerin çoğunluğu, sektörden tanıdığımız müzisyen, organizatör, menajer, blogger, yazar ve DJ arkadaşlardı. Dolayısıyla bağımsız müziği destekleme gibi önemli bir konuyu biraz kendi kendimize konuşuyor gibi olduk. Ama yine de yaklaşık 2.5 saat süren toplantı, bazı temel sorunları ortaya koyması bakımından faydalıydı.

Söz bana verildiğinde görüşlerimi açıklamaya çalıştım ancak uzun konuşup diğer katılımcıların söz hakkını almamak açısından fazla uzatmadım. Hem bazı noktaların altını çizmek hem de paneli izleyemeyenlere bilgi vermek açısından bir yazı yazmamın iyi olacağını düşündüm.

BAĞIMSIZ MÜZİK NEDİR?

Öncelikle "Bağımsız müzik nedir?" sorusuna yanıt arandığında dile getirilen bir görüşe karşı çıktım. Tayfun Polat, bağımsız müziğin müzisyenin bağlı olduğu plak şirketi ile ilgili olmadığını, bu kavramın müzisyenlerin tavrıyla açıklanabileceğini söyledi. Ancak bilindiği gibi "bağımsız müzik" ifadesi, İngilizce "independent music" kavramından gelir; onun kısaltılmasıyla "indie music" denilmeye başlanmıştır. Doğrudan müzisyenlerin bağlı olduğu plak şirketinin bağımsız olmasıyla ilgisi vardır. Albümleri uluslararası boyuttaki büyük bir ticari firmadan yayınlanan müzisyen/grup bağımsız müzik çatısı altında yer almaz. Albümün üretim aşamasından, tanıtımına ve dağıtımına kadar her aşamasına yansır bu. Plak şirketlerinin müdahalelerinden bunalan müzisyenlerin anlattıklarını ben çok dinledim; neden bağımsız şirketlerle çalışmaya başladıklarında verimlerinin arttığını bilmeyen varsa doğrudan müzisyenlere sorsun.

Zaman içinde ana akım dışında kalan müzisyenlerin birbirlerinden etkilenip geliştirdikleri benzer sound'lar ortaya çıktı ve bunların "indie" diye nitelenmesiyle yanlış bir tanım doğdu. Indie rock, indie pop, indie folk vb. farklı "indie" türleri varmış gibi bir düşünce oluştu. Mesela Coldplay'in yaptığı müziği baz alarak "indie rock" grubu olduğunu iddia edenler vardır. Oysa müzik sektöründe dev holdinglerinin parçası olan şirketlerle çalışan Coldplay, bağımsız müzik şemsiyesi altında yer almaz;. Ben bu kafa karışıklığını önlemek için bu tür grupların yaptığı müziği klasik rock'tan ayırmak için "alternatif rock" demeyi tercih ediyorum.

Panelde de söylediğim gibi, dev holdinglerin sponsor olduğu festivallerde sahneye çıkmak da müzisyenlerin bağımsızlığını gölgeleyen unsurlardan birisi. Murat Abbas, kimsenin muhalifliğini sorgulamayacağı Rage Against The Machine'in birçok kere Rock'n Coke'a katılmak için kendilerine başvurduğunu söyledi ve bu fikrime karşı çıktı. Ama acaba kaç kişi RATM gibi bir grubu Coca Cola reklamları altında şarkı söylerken görmeyi içine sindirebilir? Radiohead örneğini verdiğimde de, onların şirket sponsorluklarına karşı duruşunun bir şehir efsanesi olduğunu söyledi Mabbas. Ama "Kid A" turnesi sırasında hiçbir şekilde ticari firmaların logolarının yer almadığı özel bir çadır yaptırılmış ve turne o şekilde tamamlanmıştı. Jonny Greenwood, bunun nedeni sorulduğunda, "Reklam amacıyla tasarlanmış mekanlarda ve Coca Cola reklamlarıyla donatılan herhangi bir yerde çalmak istemiyoruz. İçinde hiçbir şey olmayan kendi doğal alanımızı yaratmak ve onun içinde çalmak istiyoruz," demişti. Bunları söyleyen bir grubun bir dönem EMI/Time Warner/AOL ile bağlantılarının olması, tezattı elbette. Nitekim bu durum, bir keresinde Thom Yorke'un "Biz çığlıklar atan ikiyüzlüleriz. Hayır, öyleyiz!" demesine neden oldu. Bir röportajında bu tezatlar sorulduğunda da yanıtı şu oldu:"Eğer albümünüzü dükkanlarda görmek istiyorsanız, yapabileceğiniz başka bir şey yok, dağıtımı büyük bir plak şirketiyle yapmak zorundasınız. Benim bir müzik grubunda yer almamın nedenlerinden birisi buydu, kenarda köşede bir yerde durmak istemiyorum. Gerçekten insanlara anlatıp duyurmak istediğim şeyler olduğu için müzik yapıyorum." Sanırım bu tezatlarla yaşamayı kabul ediyor Radiohead. Yine de sessiz kalmadıklarından yüklenmeyeceğim onlara ama küresel korporatizme karşı tutarlı bir tavır içinde olan God Speed You! Black Emperor'a bu noktada özel saygımı sunmadan da geçmeyeceğim.

Sonuçta özetlersek, müzikteki "indie" ifadesi, müziğin türünü belirtmez; az önce anlattığım gibi müziğin yayınlanma yöntemi, üretim, pazarlama, dağıtım koşullarıyla ilgilidir. Bu yöntem ve koşullar, müzisyenlerin dayatmalara karşı durmaları yani özgür olmaları açısından büyük önem taşıdığından, "Albümün nereden çıktığının önemi yoktur," denilmesi anlamlı değildir. Şunu da belirtmek lazım: Büyük plak şirketlerinin kataloğunda yer almak suç değildir; ancak benim karşı olduğum, bağımsız olmayana ısrarla bağımsız denmesi. Çünkü bu durumda, ideallerine sahip çıkmak için bağımsız kalmakta direnen müzisyenlerin ürettiği gerçekten bağımsız müziğe haksızlık yapılmış oluyor.

BAĞIMSIZ MÜZİĞE MEDYA DESTEĞİ VE NEPOTİZM

Panelde konu edilen bir diğer husus, ülkedeki müzik basınının bağımsız müziğe desteğinin azlığı oldu. Buna katılıp katılmadığım soruldu. Nasıl katılmam ki?.. Benim en çok eleştiride bulunduğum konulardan birisi bu. Yeni müzikleri, yeni grupları keşfetmeye ilgi duymayan bir toplum var diyoruz ama ne yazık ki, bu keşifleri yapmaya ilgi duyan bir müzik medyası da yok; popüler olan neyse onun peşinde koşmak, en çok satanı en iyi gibi algılayıp öyle yansıtmak, genel bir tavır. Murat Abbas, toplantıda aslında ana akımdan bağımsız müziğin desteklenmesini beklemenin pek de mantıklı olmadığını söyledi. Destekleseler iyi olur elbette ama ana akım medya, doğası gereği tiraj, rating, reklam, pazarlama, ticari kazanç odaklı olduğundan çoğunluğa hitap ettiğini düşündüğü popüler isimlerin peşinde koşmaktan vazgeçmez. O nedenle bence bağımsız müziği desteklemek için bağımsız yazarları, blogları, radyo kanallarını kullanıp bu alanda bir iletişim ağı kurmak daha iyi bir yol. Kurulduktan ancak 20 yıl sonra İstanbul'da ilk kez konser veren Bohren & der Club of Gore gibi bir grup, hiçbir zaman Hürriyet'in, Milliyet'in vb. ana akım gazetelerin sayfalarında yer almaz. Ama aslolan, iyi müziği desteklemekse, diğer bütün kanalları zorlamalıyız.

Panelde dile getirdiğim konulardan bir diğeri, nepotizm hastalığıydı. Türkiye'de hemen her alanda olduğu gibi, müzik sektöründe de var bu. Hak etmese de, arkadaş, eş, dost kategorisinden sürekli desteklenen, övülen insanlar var. Bunları eleştirdiğinizde ya size topluca saldırılıyor, hakaret ediliyor ya da sizinle hemfikir olanlar "aman ben bulaşmayayım" diye susuyor. Oysa amaç bağımsız olanı desteklemek kadar, aynı zamanda iyi olanı desteklemek. Bu yalnızca müzisyenler için değil, müzik alanında yazıp çizenler için de geçerli. Yazılarında cinsiyetçi bir dil kullanan blogu, arkasında kimler olduğunu bilmeden sadece dili nedeniyle, "Bu şimdi müzik yazısı mı?" diyerek eleştirdiğimde olanlar gerçekten üzücü. Bu soruyu sormanız bile hakarete yol açıyor. Bilmem farkında mısınız, 2013 yurtdışında kadın müzisyenlerin müzikte cinsiyetçi tavırlara rest çektiği bir yıl oldu. Grimes, Charlotte Church, Nina Kraviz gibi müzisyenler, kendi deneyimlerinden yola çıkarak kadın müzisyenlerin metalaştırılmasına karşı çıktılar. Yabancı bir kadın müzisyen hakkında yazarken, müziği geri plana atarak, göğüslerinden, orasından burasından, o kadını görünce ne yapılmak istenildiğinden söz ederek yazı yazılıyor. Herhalde nasılsa okuyamaz diye olabildiğince cinsellik yüklü yazılar "ilginçlik" adına kaleme alınıyor. Acaba Türkiye'den herhangi bir kadın müzisyen hakkında o yazılar yazılır mı? Yazılırsa o müzisyen neler hisseder?

Panelde Play Tuşu'nun "iyi bir çıkış yaptığı" söylendi. Buradaki çıkış herhalde "popülerlik kazanma" anlamındaydı diye yorumladım... Müzik yazarlarının Türkiye'de yeni grupların albümlerini beğenmeseler de, "Ya çocuklar şimdi bir şeyler yapmış, ben köstek olmayayım," düşüncesiyle olumsuz yönde eleştirmekten kaçındığı, eleştiri kültürünün gelişmediği belirtildi. Aynı şey müzik blogları konusunda da geçerli sanıyorum. Ben kimin yazdığını bilmeden sadece okuduğuma tepki verince, benim gibi düşünenler de tahmin edilebileceği gibi suskun kaldı. Elbette daha eğlenceli, magazinel yazılar yazılabilir; benim eleştirdiğim o değil. Ancak bunu açıkça seksist bir dille yaparsanız, kimse kusura bakmasın, kim olursa olsun, isterse akrabam olsun, ben eleştiririm.

Yıllardır alternatif, bağımsız müziğe destek veren ama o söz edilen "çıkışı" yapamayan iyi bloglar var. Mesela http://fatih-erkan.blogspot.com, http://sonyudum.blogspot.com, http://www.unblugged.com/, http://www.alternatif-istanbul.net/ gibi bloglar, iyi ve bağımsız müziği takip ediyor ve okuyucularına ulaştırıyor. Bu tür panellerde onların da görülmesini dilerim.

MÜZİK DİNLENEN BİR OLGU OLMAKTAN ÇIKTI

Penelde bağımsız müziğin sorunlarını konuşurken dile getirdiğim bir görüştü bu. Müzik endüstrisinin gelişmesiyle birlikte, konser kavramı da değişti; müzik dinlenen bir olgu olmaktan çıkıp, izlenen bir şovun üçüncü derecedeki yan unsuru haline geldi. Elinde tek bir gitar ya da basit bir kurulumla sahneye çıkan müzisyenlerin dinleyiciye verebileceği sadece müzik olduğundan, işin şov yanı eksik bulunmaya başladı. Kulakla duyulanın ruhu etkilediği bir eylemin keyfini yaşamak yerine, devamlı gözlerinin de meşgul edilmesini bekleyen dinleyici, bu durumdan sıkılır oldu. Konserlerde konuşmalar arttı, sosyalleşme amacı öne çıktı. Benim müziği ikinci plana iten her şeye karşı durmamın nedeni bu. Roger Waters gibi görseli doğrudan müzikteki meramı anlatmaya yarayan bir doğrultuda son derece akıllı ve etkileyici bir şekilde kullanana, elbette bir diyeceğim olamaz. Orada görsel, gücünü müzikten alıyor; müzik görselin arkasında kalmıyor. Oysa sahnede 40-50 dansçının bacak sallayıp oradan oraya koşuştuğu, havai fişeklerin çatlayıp patladığı, anlamsız bir jimnastik gösterisini andıran şovlarda dinleyici de müzisyen de müziği geri plana atıyor.

Yıllar önce İstanbul Caz Festivali'ne Caetano Veloso geldiğinde, sahnenin ortasına bir sandalye koymuş, oturup gitarını çalmıştı. Caz Festivali dinleyicisi farklıdır; Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde oturan dinleyiciler saygıyla dinlemişti. Her konserin tarzı elbette farklıdır ama sonuçta her müzisyen dinlenmek ister. Müziği gözü kapalı olsa bile dinleyip zevk alacak kadar sevmek nedir, bilen bilir. Yıllar içinde bu kaybedildi. Konserlerde eksik olan bu. Üzerinde biraz düşünürseniz, bağımsız müziği doğrudan etkikeyen bir faktörden söz ediyorum. "Dinleyiciye müzikten başka sunacak bir şeyi olmayanlara neden ilgi gösterilmiyor?" sorusunun yanıtıdır bu. Büyük şirketlerle çalışmayanların sahnede büyük prodüksiyonlar yapması da olanaksızdır. Çoğunlukla kendi olanaklarıyla kaydettikleri müziği sahnede de en sade şekliyle çalarlar. Ama sahneden yansıyan içtenliğin peşindeyseniz, onu da o müzisyenlerde bulursunuz.

Yazı, düşündüğümden daha uzun oldu. Konuşulanların hepsini yazmam zaten olanaklı değil. Ancak bağımsız müzisyenlere şunları önererek sözlerimi bitireceğim.

1- Yaptığınız işten vazgeçmeyin, başlarda yeterli ilgi görmeseniz de devam edin. Bir belgeselde izlemiştim; The Clash dağıldıktan sonra Joe Strummer'ın elinde The Mescaleros'un CD'siyle tek tek radyoları dolaşıyor, kapı zilini çalıyor, hoparlörden kim olduğunu sorana büyük bir tevazuyla "Ben Joe Strummer, size albüm kopyası getirdim," diyerek kendi eliyle dağıtıyor.
2- Daima kendiniz olun, rol yapmayın. Düşüncelerinizi söylemekten çekinmeyin.
3- Bulduğunuz her fırsatta konser verin. "Practice makes perfect": Canlı çalmak, belki mükemmelliği sağlamaz ama olduğunuzdan daha iyi hale gelmenizin tek yoludur. The Beatles'ın prodüktörü Ken Scott ile röportaj yaptığımda, "The Beatles Hamburg'da haftada altı gece bedava konser vererek iyi çalmayı öğrendi. Onu yapmasalardı sonradan o kadar iyi olamazlardı," demişti.
4- Sizin için özel olarak tanıtım yapacak birileri yoksa, sosyal medyada aktif olun. Takipçilerinizle interaktif bir ilişki kurup, müziğiniz hakkında olabildiğince çok bilgi, görsel, doküman, video paylaşın.
5- Kayıtlarınızı hem internet üzerinden hem de konserlerinizde ücretsiz paylaşın. Bu şekilde hakkınızda kulaktan kulağa yayılan sözlerle dinleyici kitlenizin artacağını unutmayın. Bu çabalar mutlaka size geri döner.
6- Yine Ken Scott'tan bir öneri: Bu işe para kazanmak için girmeyin. Öncelikli amacınız iyi müzik yapmak olsun. Eğer şanslıysanız para da onun arkasından gelir.
-

Translate