30 Ağustos 2006 Çarşamba

Sasha ve Digweed Kilyos'ta


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/12 Ağustos 2006

İstanbul, gelecek hafta bu yazın en önemli müzik olaylarından birisine daha ev sahipliği yapacak. Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Electronica Festival İstanbul, elektronik dans müziği başlığı altında bugüne kadar yapılan en büyük festival olarak kabul ediliyor. Daha önce 18-19 Ağustos’ta Yedikule Zindanları’nda yapılacağı duyurulan festivalin mekanı, hava sıcaklığı düşünülerek Kilyos Burc Beach olarak değiştirildi. Hazırlıkları tüm hızıyla devam eden festivale katılması beklenen 13 bin katılımcı, 2 gün süresince, aralıksız 40 saat boyunca dünyanın önde gelen DJ’lerini izleyebilecek.

İlk iki yıl 20 canlı grup ve 100 DJ’i buluşturan etkinlikte, bu yıl da Armin van Buuren, Kosheen, Bent, Spooky gibi başarılı isimler yer alıyor. Fakat festivalde bu yıl gerçekten büyük bir olay var: Dünyanın en önemli iki DJ’i Sasha ve John Digweed, ülkemizde ilk kez birlikte çalacaklar. Efsane haline gelen bu ikiliyi daha önce izleme olanağı bulmuş bir kişi olarak, bu performansı kaçırmayın derim. Bu arada, hazırlıkları tüm hızıyla süren etkinliği heyecanla bekleyenler yalnızca müzikseverler değil. Festival öncesinde sorularımı yanıtlayan Sasha ve John Digweed de oldukça heyecanlı.

Kariyerinize bir süredir ikili olarak değil, ayrı ayrı devam ediyorsunuz ve yalnızca World Music Conference gibi çok büyük ve özel etkinliklerde beraber çalıyorsunuz. İstanbul’da bir araya gelmeniz için sizi ne ikna etti?

Sasha: Her ikimiz de daha önce ayrı ayrı İstanbul’a geldik ama bu defa ilk kez birlikte çalacağız. Bu nedenle de oldukça heyecanlıyız. Türkiye’deki dans müziğe ilgi her yıl giderek artıyor ve bu da yılın en büyük etkinliği olarak görülüyor. Bu yüzden katılmaya karar verdik. İkimiz de daha önce Binbir Direk Sarnıcı’nda çaldık. Ben de John gibi gerçekten heyecanlanmıştım. Mekanın enerjisi her şeyi olumlu yönde etkiliyor.


Digweed: Zor bir gece olacak, çok sayıda insan, büyük hoparlörler, bir sürü ışık. Gerçekten heyecanlıyım. Evet, bunu çok sık yapmıyoruz. Ama özel bir kent için özel bir performans olacak bu.

İstanbul’da daha önceki performansınızda sizi dinlemeye gelen izleyiciyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Digweed: Oldukça iyiydi. Tempo tutup alkışlarıyla katılıyorlardı. Orada büyük bir potansiyel var.

Sasha: Doğrusu umduğumdan daha canlıydı. Mekan inanılmaz, akustik ise mükemmeldi. Daha başka ne diyebilirim ki! Sabah 5.30’a kadar çaldım ama hala hiç kimse ayrılmamıştı. Seti tamamladığımda hepsi birden adımı bağırmaya başladılar. Rock yıldızı olduğumu sandım…

Dünyanın en popüler iki DJ’i olarak görülüyorsunuz. Sizi böylesine iyi bir ekip yapan nedir?

Sasha: Aramızda farklı bir sinerji var. Bunu insanların duygularını harekete geçirmek için kullanıyoruz. Ne olursa olsun, dünyanın her yerine, her ülkeye bu sinerjiyi taşımaya ve performanslarımız sırasında izleyicilerin duygularıyla ilişki kurmaya çalışıyoruz.

Digweed: Aramızda kurulan olağanüstü bir bağlantı var. Bir araya geldiğimizde ortaya çıkan müziğin kalitesi, diğer projelerden ya da ikililerden farklı bir nitelik taşıyor. Performanslarımız sırasında çok iyi vakit geçirdik. Şimdi de yıllar boyunca içimizde birikenleri sergiliyoruz. Buna bir tür yansıma diyebilirsiniz.

İşbirliğiniz 13 yıldır devam ediyor. Bütün bu yıllar boyunca ilişkinizde değişen bir şey oldu mu? Hala birlikte çalmaktan heyecan duyuyor musunuz?

Sasha: Uzun saatler boyunca çalıp, farklı birçok deneyim yaşadıktan sonra bir araya geldik. Fakat hiçbir şey değişmedi; hala performanslardan önce heyecanlanıyoruz, hala yapacak çok şey var. Her ikimiz ayrı birer kariyer sahibiyiz, yürüttüğümüz prodüksiyonlarımız var ve birbirimize saygı duyuyoruz. İyi arkadaşız ve bu değişmeyecek.

Digweed: Açık ki, ikimizin de belli DJ’lik yöntemleri var. Sasha mükemmel bir DJ, programlamada ve miksde çok iyi. Müzik zevklerimiz benzer ama plaklarımızı tamamen farklı bir şekilde çalarız. İkimizi de heyecanlandıran şey bu.

İkili olarak ya da tek başınıza çalmanın hangi yönlerinden hoşlanıyorsunuz?

Digweed: Ben her ikisinden de aynı şekilde hoşlanıyorum.

Sasha: Her ikisi de farklı duygular yaratıyor. Tek başınıza olduğunuzda, daha esnek olabilir, aynı performansta hem deneysel hem de alışılan şekilde çalabilirsiniz. Fakat ikili olduğunuzda, izlemeniz gereken bir yöntem vardır; bu yöntem çok katı olmasa da atacağınız bir sonraki adımı düşünmeniz gerekir. Her iki şekilde de farklı zorlayıcı dinamikler vardır ve bunlar farklı duygular yaratır. Fakat ikisi de beni çok heyecanlandırıyor.

Çalmaktan en çok hoşlandığınız yer neresi?

Sasha: Muhtemelen Buenos Aires…

Digweed: Güney Amerika turumu yeni tamamladım. Buenos Aires inanılmazdı. Orada Hernan Cattaneo ile bir performans gerçekleştirdik. Sadece ikimiz için 8- 9 bin kişi gelmişti. Sahnenin en önündeki kişiden en arkadakine kadar herkes 8 saat boyunca dans etti. Gerçek olamayacak kadar olağanüstüydü. Buenos Aires, Japonya’nın yanı sıra benim diğer favorim.

Hangisinden daha çok hoşlanıyorsunuz? Büyük kalabalıklara çalmaktan mı yoksa daha ufak çaplı performanslardan mı?

Sasha: Farklı bir sinerjisi olan festivallerden ya da büyük partilerden hoşlanıyorum. Fakat daha enerjik olan ufak çaplı etkinliklerden de haz duyuyorum. Her ikisinin de kendi özellikleri var. Tek başıma çalıyorsam ufak şovları, ikili isek büyük performansları seçerim.

Digweed: Çalarken kalabalıktan uzakta bulunduğunuz için festivaller oldukça zor olabilir. Fakat sahnedeyken çoğunlukla sizinle dans pisti arasında bir bariyer oluyor. Onu ortadan kaldırabilirseniz, işte o zaman dünyada ona benzer herhangi bir yer daha yoktur. 200 ya da 20 bin kişinin önünde çalmam fark etmez, her zaman heyecan duyarım. Eğer heyecanlanmıyorsanız, umursamıyorsunuz demektir. Bir şeye tutkuyla bağlıysanız, daha iyisini yapmak için çabalarsınız. Aksi takdirde yaptığınız işten bıkarsınız.

Bir yıl içinde kaç uçak seyahati yapıyorsunuz?

Digweed: Çok fazla. Muhtemelen herhangi bir uçak personelinden daha fazla!

Sasha: Tam olarak bilmiyorum ama bir yıl içinde sadece bir ayı evimde geçirebiliyorum. Gerisini hesaplayın!

Neredeyse tüm vaktinizi uçarak ve dünyanın çeşitli yerlerinde çalarak geçiriyorsunuz. Bu şekilde yaşamak için kendinizi nasıl hazırlıyorsunuz?

Sasha: Gıdalara dikkat etmek ve vitamin almak şart. Turda seyahat ettiğiniz süre boyunca kendinize ait hiçbir “özel” vaktiniz olmuyor. Dünya çapında tura çıkmak böyle bir şey.

Digweed: Votka içerek, meyve yiyerek ve eğer uygun bir yer bulabilirsem iyi bir uyku çekerek kendimi hazır tutmaya çalışıyorum.

Öyleyse, uluslararası DJ olmak sizce cazip bir durum mu?

Sasha: Bence büyüleyici. Dünyanın her yerinde hayranlarım var. Dünyanın her köşesinde saygı görmenizi sağlayacak böyle bir işe sahip olmak gerçekten hoş, fakat ödemeniz gereken bazı bedeller de var. Hiç kimse bunun kolay olduğunu iddia edemez ama yine de harika.

Digweed: Bazen bu konuda düşünüyorum. Herkes bir yıl içinde ne yapmak istediğine, üç yıl ya da beş yıl içinde nereye varmak istediğine bakar. Fakat ben hala DJ’lik yapmaktan ve seyahat etmekten gerçekten hoşlanıyorum. Bu yüzden de yakın bir gelecekte duracağıma dair herhangi bir işaret yok.

Dans müziğin dışında başka neler dinliyorsunuz? Son dönemde ilginizi neler çekiyor?

Sasha: Birçok şey. iPod’um elektronik olmayan müziklerle dolu. Son dönemde özellikle Neil Young dinliyorum.

Digweed: Radioslave diyebilirim.

Müziğine remiks yapmak istediğiniz herhangi bir sanatçı var mı?

Digweed: Elton John.

Sasha: Neil Young.

27 Ağustos 2006 Pazar

Editors Rock’n Coke’da…


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/26 Ağustos 2006

Indie rock’ın önde gelen gruplarından İngiliz dörtü Editors, ülkemizdeki ilk konserinde izleyicileri bir şekilde harekete geçirecek; duygusal ya da fiziksel…

Rock’n Coke Festivali’ne bir hafta kaldı. 2-3 Eylül tarihlerinde İstanbul Hezarfen Havaalanı’nda dördüncüsü gerçekleştirilecek olan festival’in bu yılki programında, dünyada alternatif rock’a yön veren topluluklar, Türk rock müziğinin önemli isimleri ve dans müziğinin ses getiren DJ’leri yer alıyor. Bunlar arasında Muse, Placebo, Editors, Kasabian, The Sisters of Mercy, Gogol Bordello, Mercury Rev, Reamonn’un da aralarında olduğu çok sayıda yabancı grubun yanı sıra, yerli sanatçı ve gruplardan Duman, Dorian, Şebnem Ferah, Yüksek Sadakat, Haylo Cepkin, Vega ve Ogün Sanlısoy da var.

Festivalin 3 Eylül Pazar günkü konuklarından birisi, ülkemizde ilk kez konser verecek olan İngiliz grup Editors. Statfordshire Üniversitesi’nde okurken tanışan dört grup üyesinin yaş ortalaması 23. Bu kadar genç olduklarına bakmayın; bu yetenekli müzisyenler, son iki yıl içinde alternatif müzik dünyasının ve indie rock’ın en beğenilen gruplarından birini yaratmayı başardılar.

Büyük satış rakamlarına ulaşarak başarı kazanan ilk albümleri “The Back Room”, kısa bir süre önce İngiliz Mercury Müzik Ödülü’ne de aday gösterildi. Albümü dinlerken New Yorklu grup Interpol’ü anımsıyorsunuz sık sık. Hatta kimileri onları, “İngiltere’nin Interpol’e verdiği cevap” şeklinde değerlendiriyor. Şarkı sözleri melodramatik ve karanlık, gitarlar ise oldukça dikkat çekici. Grubun üyelerinden baterist Ed Lay festival öncesinde sorularımı yanıtladı.

Grup için “Editors” ismini kim buldu? Neden bu ismi tercih ettiniz?

Bu ismin tam olarak nasıl ortaya çıktığını hatırlamıyorum. Belki 10 yıl sonra her birimiz “ben bulmuştum” iddiasında bulunacağız. Bu isim bizim için daha çok müziğimizi duyurmaya yarayacak bir afiş ya da pankart gibi; önemli olan sözcüğün anlamından çok nasıl göründüğü.

Grubun bütün üyeleri Birmingham’da yaşıyor. Oradaki atmosfer müziğinizi nasıl etkiliyor?

İlk albümün tamanını orada kaydettik. Depresif bir işi başarmak için kasvetli bir kentte çok çalışıyorduk. Sanırım albümün bir bütün olarak yansıttığı atmosfer, o dönemde tam anlamıyla nasıl hissettiğimizi bir ölçüde anlatıyor.

Birçok kişi Editors’ı post punk akımının temsilcisi olarak görüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Grup olarak müzikte belli bir yöne çok fazla eğilim göstermektense, daha çok ilginç ve güzel melodiler yaratmakla ilgilendiğimize inanıyorum. Bu nedenle, şarkılarımızın herhangi bir diğer akımdan daha çok post punkla ilişki içinde olduğunu düşünmüyorum.

Müziğiniz her zaman karanlık ama aynı zamanda bir parça dans müzik etkisini de barındırıyor. Editors’ın müziğinde en sevdiğim taraf bu. Sizce şarkılarınıza “dark-dicso” özelliğini veren şey bu mu?

Bir kalabalığı hareketlendirip canlandırmaktan daha keyif verici bir şey yok. Bunu epik, yavaş bir şarkıyla onları duygusal olarak etkileyerek de yapabilirsiniz ya da hızlı bir dans şarkısıyla çılgınca dans da ettirebilirsiniz. Biz ikisini karıştırıp uygulamayı deniyoruz.

Müziği ile sizi etkileyen belli bir sanatçı ya da akım var mı, yoksa bu daha çok birçok şeyin karışımından doğan bir etkilenme mi?

Geçmişte her birimiz farklı şeyler dinliyorduk . Ben daha çok rock müzikle ilgiliydim. Solistimiz Tom Brit pop’a, gitaristimiz Chris ise drum and bass ya da hip hop’a meraklıydı. Sorunuzu yanıtlamak gerekirse; evet, hepimiz farklı müzik türlerinden etkilendik. Fakat sonuçta tek istediğimiz, heyecan duyduğumuz müziği yapmak.

Joy Division’dan esinlenmek için yeterince yaşlı olmadığınızı söylediğinizi biliyorum. Fakat ben büyük bir Joy Division hayranı olarak sizin müziğinizi ilk dinlediğimde, solistiniz Tom Smith’in tarzı ile Joy Division’ın solisti Ian Curtis’in tarzı arasındaki benzerlik dikkatimi çekti. Bana kalırsa bu iyi bir şey ve bence Ian Curtis de bunu onaylardı. Siz ne düşünüyorsunuz?

Tom’un mükemmel bir sesi ve doğuştan gelen bir yeteneği var. Çok çok az sayıda şarkıcı onun sesiyle yarattığı etkiyi yaratabilir. Bir insan kendi doğal tarzı bu kadar iyiyken neden sadece başkası ile karşılaştırılmaktan kaçınmak için onu değiştirsin ki? Ian Curtis kesinlikle bunu yapmazdı.

İlk albümünüz “The Back Room” altın plak ödülü aldı ve bu yıl Mercury ödülüne aday gösterildi. Albümün bu kadar başarılı olacağını tahmin ediyor muydunuz?

Hayır. Şarkılarımıza her zaman güvendik, fakat İngiltere’de yılın en çok tanınan gruplarından biri haline gelmemiz şaşırtıcı. Aslında geldiğimiz bu durumun tam olarak farkına da varamadık, çünkü son 18 aydır sürekli turdayız. Bu yüzden Mercury adaylığı takdir edilmenin zevkine varmak için iyi bir fırsat.

Şarkılarınızı nasıl yapıyorsunuz? Süreç grup içinde temel olarak nasıl işliyor?

Prodüktöre göre değişir. İlk albüm çok hızlı bir şekilde kaydedildi; dördümüz stüdyoya girip sırasıyla şarkıları çaldık, olan esasen buydu. Gelecek albüm, kaydedilecek materyalin tümü henüz hazır olmadığından, kuşkusuz daha metodik olacak.

Hoşlandığınız gruplar var mı? Son zamanlarda ne dinliyorsunuz?

Amerika’nın Batı yakasından “Cold War Kids” adlı bir grubu dinliyorum. Albümleri harika şarkılarla dolu.

Eylül ayında İstanbul’da Rock’n Coke Festivali’nde çalacaksınız. Daha önce İstanbul’da bulundunuz mu?

Bu dördümüz için de ilk ziyaret olacak. Tamamen yeni bir izleyici grubunun önünde çalacağız. Ayrıca bu yaz çalacağımız son festival de bu. Eminim muhteşem geçecek.

20 Ağustos 2006 Pazar

Yenilik mi, Ticari Kaygı mı?


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/19 Ağustos 2006

Konserlerle, festivallerle dolu bir yaz geçiriyoruz. Son dönemde büyük kentlerimizde ve özellikle İstanbul’da, güney ve Ege bölgelerimizde yoğunlaşan konserler arasında dikkat çeken bazı müzikal birliktelikler de var. Örneğin geçtiğimiz günlerde rock grubu Duman fantezi ve arabesk müziğin öncülerinden Müslüm Gürses’le; rock şarkıcısı Şebnem Ferah, 45 kişilik bir senfoni orkestrası ve Devlet Operası’ndan 16 kişilik bir koroyla; Laço Tayfa grubu Brooklyn Funk Essentials ile; Özcan Deniz klarnet ustası Hüsnü Şenlendirici’yle; İbrahim Tatlıses, 50 kişilik bir senfoni orkestrasıyla birlikte konserler verdiler. Ayrıca bu yıl gerçekleştirilen İstanbul Caz Festivali’nde de farklı müzikal birliktelikler öne çıktı.

Ülkemizde ve yurtdışında çeşitli örnekleri görülen bu tür projelere kimileri “Neden olmasın?” düşüncesiyle yaklaşırken, kimileri de bu tarz deneyimlerde küreselleşme dalgasının ve ticari kaygıların etkisiyle otantik müziklerin kimliklerini kaybettiğini söyleyerek eleştiriyor. Biz de sektördeki ilgililerin ve sanatçıların görüşlerini alarak konuyu tartışmaya açtık.

Farklı tarzdaki müzisyenlerin bir araya gelmesinin, hem dinleyici sayısının katlanması hem de değişik müzik tarzlarının benimsenmesi açısından çok artısı olduğunu belirten Hüsnü Şenlendirici, “Her yapılan proje doğru veya düzgün diye bir şey yok. Projeler genelde sahnelendikten sonra belli oluyor. İzleyicilerin tepkisiyle işin doğru olup olmadığı ölçülebiliyor. Dünyanın her tarafında bu tür düetler yapılıyor. Türkiye’de de son dönemde düetler çok revaçta. Bence eksi bir tarafı yok” diyor. “Yeni bir projede farklı bir albüm yapacaksanız, iki tarafın da birbirlerinin müziklerinden haz alması lazım. Brooklyn Funk Essentials ile bizi, birbirimizin müziğinden aldığımız zevk birleştirdi. Özcan Deniz ile konser vermek müzikal açıdan bana artı bir şey getirmedi. Ancak bu bir projeydi. Düetler revaçta olduğu için Özcan Deniz Türkiye’de düet yapabileceğim en doğru isimlerden biriydi.

Genç müzisyen Mercan Dede, "sanatın ve müziğin, kültürlerin ve politik duruşların polarize olduğu bir dönemde farklı dünya görüşlerine sahip insanları bir araya getirme, hoşgörü, barış ve kardeşlik çizgisinde buluşturma anlamında çok önemli bir misyona sahip olduğunu" vurgulayarak şu değerlendirmede bulunuyor: “Duman ve Müslüm Gürses’in ya da diğer sanatçıların bu tür projelerdeki amaçları önemlidir. 80’li kuşağın son derece politik ve polarize olmuş dünyasında yetişmiş biri olarak, farklı kültürel kitleleri tanıştırma çabasına karşı büyük saygı duyuyorum.

Müzisyen Hasan Cihat Örter’in dikkat çektiği nokta, “tez-antitez -sentez olayının yani diyalektiğin önüne geçilemeyeceği”. Örter, “Tabiî ki dünyanın kabul ettiği genel formlar içinde otantik müzikleri de değerlendirebilmeliyiz ve tabiî ki de bir ‘Mübadeleyi efkardan Barika-i hakikat doğar’ düşüncesince etkileşimler çarpışmalar olmalıdır ve müzikteki hakikat ışığı insanları aydınlatmalıdır” diyor. Fakat burada üstünde durulması gereken asıl tehlikenin, küreselleşen dünyada alt kültürlerin hakim olanın dümen suyuna girmesi olduğuna da işaret ediyor.

Batılı müzisyenlerle yurtdışında yaptığı çalışmalarla adından söz ettiren halk müziği sanatçısı Sabahat Akkiraz ise, yaptığı çalışmalardaki amacın, müziğimizin dünyada hak ettiği yeri bulmasına küçük de olsa bir katkıda bulunmak ya da Anadolu insanına farklı müzik ve seslere tahammül etmesini, onları sevmelerini sağlamaya çalışmak olabileceğini söylüyor. “Müzikal olarak çok içine kapalı ve daha tutucu bir halk olduk. Bu bence aşılmalı. Artık yeni müzikler ve melodiler duyma, öğrenme zamanı. Biraz geçmiş'e kulak versek geleceği daha iyi anlayacağız. Ne demişti Hacı Bektaş'ı Veli, ''Ara Bul''; ne demişti Mevlana, ''Şimdi yeni şeyler söyleme zamanı''; ne demişti Hz. Ali, ''Değişmeyen de değişir.

Farklı müziklerin birlikteliği konusunda sınırlayıcı bir tavır almamaktan yana olan müzik yazarı ve eleştirmen Naim Dilmener, bu tür denemelere karşı çıkıp bildiği usullerde ayak direyenleri “gerici” olarak değerlendiriyor: “Denemeye katılan tarafların bir başına yaptıkları da orta yerde duruyor, beğenmeyen ona döner, dinlemeye devam eder. Ama bir de şu var: Bu yeni denemelerden sonra kaç kapı açılacağı, ne gibi yenilik ve zenginliklere yol açacağı yapmadan-etmeden bilinemez. Ben kendi payıma Özcan Deniz ve Hüsnü Şenlendirici’yi ayrı ayrı çok sevdiğimi söyleyebilirim. Ama bu iki isim birlikte de bir şeyler yapmaya devam etse, mesela bir albüm yapsa mutlaka yepyeni bir “müzikal biçim” ile karşılaşacağız. Bundan korkmamak gerekir.

Ortaya çıkan bütün bu görüşlerden sonra akla şu soru gelebilir: Müzikal birlikteliklerin temel dayanağı nedir? Yeni ve yaratıcı çalışmalar ortaya koymak mı, plak şirketlerinin isteği mi, izleyiciden gelen talep mi, yoksa hepsinin birleşiminden doğan bir ihtiyaç mı?

Hasan Cihat Örter: Keşke en azından birine dayanabilse, bu saydıklarınızın hiçbirine dayanmıyor; ne yaratıcı bir çalışma ortaya konma isteği var, ne plak şirketlerinin böyle bir isteği var, ne istedikleri ticari hedeflerine ulaşabiliyorlar, ne de gördükleri bir ilgi var. Sadece ve sadece ne yapmak istediğini bilmeyen, çizgisini kendini sanatını bulmamış, ortalıkta kendine yer arayan birkaç eski ve yeni yetme sanatçı müsveddeleri… Sanatın üç kuruşluk şerefini kendi seviyelerinde harcamaktan başka bir şey yapmıyorlar.

Görgün Taner (İstanbul Kültür Sanat Vakfı Genel Müdürü): Farklı kulvarlardaki toplulukları veya sanatçıları bir araya getiren projelerin belli başlı iki amacı olduğunu düşünüyorum; biri müzikal çeşitliliği artırmak ve farklılaşmak adına yaratıcı öneriler getirmek. Bunun için de var olan projeleri kaynaştırarak bir şeyler ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. Diğer bir sebep de bir araya getirilen sanatçıların hitap ettiği farklı kitleleri bir ayara getirip ilgiyi artırmak. Daha fazla bilet satmak, basında daha fazla yer bulmak ve benzeri gerekçeler. Bazen çok ilginç birliktelikler çıkabiliyor; bazen de tadı kaçabiliyor. Birbirine uymayan müzikal beklentileri olan sanatçılardan, yeterince çalışılmamış, yapıştırma projelerle karşılaşabiliyoruz. Tekrara girmek, taklitçi olmak ve yeni bir şey yapalım derken dengeyi kaçırmak gibi riskler de var. Bu tip birlikteliklerin en sağlıklı yöntemi işi müzisyenlere bırakmak; fikirler, bir araya gelmesi olası müzisyenlerden çıkmalı. Kişilik olarak anlaşabilmeliler, uyuşabilmeliler, yeterince prova yapabilmeliler. Organizatörlerin zorlamasıyla satışa yönelik projeler tasarlandığında verimli sonuç alınamayabiliyor. Bütün dünyada bunun örneklerini görüyoruz. Yaratıcılık adına bu yönteme başvurmanın bazen tıkanıklıktan kaynaklandığını düşünüyorum. Acaba deniz bitti mi? Belki de bu yüzden tüm dünyada birbirinin şarkısını yeniden yorumlayan, birbirinin albümüne konuk olan, bir dağılıp bir birleşen veya kolektif halinde bir arada işler çıkaran topluluk ve sanatçıların sayısı gözle görülür şekilde arttı.

Cumhur Canbazoğlu (Müzik yazarı): Bu tip birliktelikler dünyada “proje” diye adlandırılıyor; çünkü yapılacak işe, füzyona, farklı hedefleri denemek ya da yeni pencereler açmak için kalkışılıyor ve ortaya çıkan ürüne de bu isim yakışıyor sonuçta. Bizde ise bu tip işler genelde tecimsel kaygıyla, paldır küldür, çok kısa sürelerde hazırlandığından neticede yapıt pek tatmin edici ve kalıcı olamıyor. Zaten, bu denemelerden çok azının albüme alınıp geleceğe aktarılması da, ne kadar kısır ve yüzeysel işlerin peşinden gidildiğinin çarpıcı belgesi durumunda. Son on yıldır albüm, TV- radyo kanalları, dergi ve video kliplerle ayakta tutulan yerli müzik piyasasını güdümleyen bir başka büyük faktör de konserler tabii. Ancak organizatörlerin işi hiç de kolay değil; genç tüketici hayranı olduğu şarkıcı ya da topluluğu canlı izlemek için fazla müzikal beklenti taşımadan konsere geliyor diyelim… Fakat kaliteli müzik talep eden ve bol para harcamaya hazır yetişkinlere, yüzde doksanı “yorumcular”dan oluşan, kendi müziğini üretenlerin son derece azınlıkta kaldığı bir piyasada yeni ve farklı ne sunacaksınız? İşte bunu başaramayınca da, zorlama birlikteliklerle ‘vitrini düzeltip’, şovu sivrilterek tüketicinin merakını körüklemekten başka çareniz kalmıyor.

Ahmet Uluğ (Pozitif ve Doublemoon Records’ın kurucularından): “Bugün Türkiye'deki mantık 1+1 = 2, yani buluşmayı gerçekleştiren isimlerin gücünden faydalanıp, daha fazla bilet satmak. Halbuki amaç 1 + 1 = 1 olmalı. Doublemoon, 10 sene önce bu tip buluşmaları gerçekleştirerek yola çıktı. Üstelik yerli müzisyenleri yabancılarla buluşturarak, uzun soluklu projelere imza attı. Örneğin  Barbaros Erköse New Yorklu trombon ustası cazcı Craig Harris ile, Burhan Öçal yine caz dünyasının önde gelen bas gitar virtüözü Jamalaaden Tacuma ile, Laço Tayfa Brooklyn Funk Essentials ile projeler gerçekleştirdi. Üstelik bu buluşmaların hepsi albüm olarak kayıt edildi ve ölümsüzleşti. Bugün yapılan ise, Türkiye'de sık sık şahit olduğumuz başarılı bir formülün yozlaştırılması, konseptlerin içinin boşaltılması olarak karşımıza çıkıyor. Genel anlamda birlikteliklere olumlu bakıyoruz ama yapılan işe saygı gösterilmesi ve gerekli emeğin verilmesi şartıyla. Kriterlerimiz çok net. Doublemoon, pop müzik üreten bir şirket değil. Ticari kaygılarımız da her zaman estetik ve manevi kaygılar tarafından dengeleniyor. Şirketin temel çizgisi bu. Bu tip birliktelikler dünyada genelde birbirine destek amaçlı ya da ticari servis amaçlı olarak ortaya çıkıyor. Bizde ise günü kurtarma çabası var.”

6 Ağustos 2006 Pazar

Thom Yorke Bu Kez Tek Başına ve Yine Politik


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/5 Ağustos 2006

Alternatif rock grubu Radiohead’in solisti ve beyni Thom Yorke’un, grup elemanlarından ayrı olarak tek başına yaptığı yeni albümü “The Eraser” yayımlandı. Ülkemizde de bu ayın ortasından itibaren satışa sunulacak olan albüm, kısa bir sure önce Mercury Müzik Ödülü’ne aday gösterildi. Radiohead’in “Kid A” ve “Amnesiac” adlı albümlerinin izinden giden “The Eraser”, garip ve bir o kadar da mükemmel sesleri, synthesizer ve bilgisayarda elde edilen elektronik ritimlerle birleştiriyor.

Fakat bu albümde bazı farklı özellikler de var. Birincisi, Thom Yorke’un sesi çok daha net bir şekilde duyuluyor; bu anlamda şarkılar daha vokal ağırlıklı. İkincisi, müzikler daha melodik ve akılda kalıcı. Üçüncüsü, Thom Yorke, Radiohead için yazdığı şarkı sözlerine göre bu albümdeki sözleri daha açıklıkla ve duygusal olarak ifade etmiş.

Buna karşın Thom Yorke, ısrarla “The Eraser”ın bir solo albüm olarak değerlendirilmemesini talep ediyor. Çünkü, hem grubun dağıldığının düşünülmesini istemiyor, hem de albümdeki şarkıların bir bölümündeki sesler, Radiohead üyelerinin yıllardır provalarda birlikte yaptıkları kayıtlardan oluşuyor. Çaldıkları her şeyi bilgisayarına kaydeden Yorke, turneler sırasında otel odasında bilgisayarıyla baş başa kaldığı anlarda bu sesler üzerinde çalışıp yeni melodiler geliştirmiş. Sonra da onların üzerine gerçek gitar ve vurmalı çalgılarla gerekli eklemeleri yapmış. Örneğin, albümdeki favori şarkım “And It Rained All Night”, Radiohead’in son albümü “Hail To The Thief”teki “The Gloaming”den alınan ufak bir parça üzerine kurulmuş. Bir dolu çılgın elektronik sesin ve ritmik perküsyonun kullanıldığı bu şarkının müziği öylesine çarpıcı ki, tekrar tekrar dinleme arzusu yaratıyor.

Çevre korunması konusunda kampanyalar düzenleyen Friends of the Earth (FoE- Yeryüzünün Dostları) adlı uluslararası organizasyonun gönüllü elçiliğini yapan Thom Yorke, bu şarkıda bütün gece yağan sağanak yağmurdan sonra meydana gelen su baskınının yol açtığı felaketi anlatıyor.

“Bugüne kadar yazdığım en kızgın şarkı” diye tanımladığı albümün ilk single’ı olarak yayımlanacak “Harrowdown Hill” ise, İngiliz Savunma Bakanlığı kimyasal silah uzmanlarından Dr. David Kelly’nin ölümünü sorguluyor. Kelly, İngiliz hükümetinin Irak’ta kitle imha silahları olduğu konusunda yanlış bilgi verdiğini söyledikten sonra 2003 yılında bir gün evinin yakınındaki ormanda ölü olarak bulunmuştu. Yorke, bu ormanın adını taşıyan şarkıda şöyle diyor: “Harrowdown Hill… Yattığım yer burası… Düştüm mü yoksa itildim mi? Öyleyse kan nerede?”

37 yaşındaki bu utangaç ve ufak tefek müzisyen, korkularını, dünyanın geleceği hakkındaki endişelerini ve kızgınlıklarını olağanüstü güzellikte anlatma yeteneğine sahip. Genellikle kızgın bir şarkıda müzisyenin sesinin daha sert çıkmasını beklersiniz. Fakat söz konusu Thom Yorke olunca durum farklı; o şarkı söylerken bağırmıyor, aksine sesi oldukça kırılgan ama yazdığı şarkı sözleri öylesine etkili ki, balyoz gibi iniyor kafanıza.

Eğer Radiohead günümüzün Pink Floyd’u olarak görülüyorsa, bunda Thom Yorke’un etkisi çok büyük. Radiohead,1986 yılında kurulduğundan bu yana yaptığı müzikle kendisinden sonra gelen birçok grubu etkileyen, müzikal kaliteden hiç ödün vermeden yoluna devam ederken, aynı zamanda sosyal ve politik konularda ortaya koyduğu tavırla milyonlarca genç insanı etkiliyen bir grup.

Müzik dergisi Roll’un Temmuz sayısını okurken, Pink Floyd konusundaki bir sohbet sırasında Tuğrul Eryılmaz’ın gençlerin Radiohead sevgisi ile ilgili şu sözlerine rastladım: “ ‘Bütün plaklarını alıyoruz, onların yerine bir tane grup dinleyebileceksin, seç bakalım’ deseler, seçeceğin grup belli, Radiohead. Karanlık ama içindeki öfkeyi de sana dışarı vurduran, mutlu eden bir grup.” Tamamen katılıyorum. Radiohead, dünyada olanların farkına varmaları için gençleri düşünmeye sevk ediyor ve onları bir anlamda tutup sarsıyor.

Kanadalı gazeteci Naomi Klein’in yazdığı ve küreselleşme karşıtlarının “İncil”i haline gelen “No Logo” adlı kitabın hayranı olan entelektüel grup elemanları, 2001 yılında “Kid A” albümünün turnesi sırasında, hiçbir ticari markanın konser alanında yer almaması için kendilerine ait özel bir çadırda konser verdiler; internet sitelerini sürekli çeşitli sosyal ve politik konularda mesaj açıklamak için kullanıyorlar.Thom Yorke, 2000 yılında üçüncü dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi için düzenlenen kampanyaya aktif destek verdi ve internet sitesinde yayınladığı mesajda borçları silmemekte direnen G8 ülkelerinin liderlerine şu soruyu sordu: “Geceleri nasıl uyuyacaksınız? Çocuklarınıza ne diyeceksiniz?”

Yorke, en dikkat çeken açıklamalarından birini de, 2003 yılının Mart ayında İngiltere’nin Gloucestershire bölgesinde, Amerikan B52 bomba uçaklarının havalandığı yerde Irak Savaşı’nın başlamasını protesto için düzenlenen gösteride yaptı ve şöyle dedi: “Amerika seçimi hileyle kazanan bir grup dinci kaçık bağnaz tarafından yönetiliyor ve bunların iktidarda kalmak için tek yöntemleri savaş başlatmak. Gelecek seçimden önce bu savaşa ihtiyaçları var.”

Thom Yorke’u diğer rock yıldızları gibi görkemli partilerde görmeniz olanaklı değil. O yalnızca, dünyadaki işçileri desteklemek, küresel ısınmaya karşı önlem almak ve uluslararası haksız ticaret kurallarının yoksul ülkeler üzerindeki etkilerinin giderilmesi amacıyla verilen konserlere katılıyor.

Ben, çok başarılı bulduğum “The Eraser” albümü nedeniyle Thom Yorke’a bir kez daha şapka çıkarıyorum. Bir kez daha diyorum; çünkü o Radiohead’le yaptığı çalışmalarla bunu uzun yıllardır zaten hak ediyor. Müziğiyle hayatı daha güzel kılan, bir yandan da dünyanın daha iyi ve adaletli olması için çaba harcayan Thom Yorke’a selam olsun!

Translate