28 Aralık 2008 Pazar

2008'in En İyileri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/27 Aralık 2008

Bazı okuyucular, neden en çok satan albümler listesi yayınlamadığımızı soruyor. Benim kişisel görüşüme göre, çok satanlar listesi her zaman en iyi olanları içermez. Bu listeler, genel eğilimi gösterse de, çoğunlukla, piyasa koşulları içinde en çok reklamı yapılan ve dolayısıyla satışı çok olan ürünleri kapsar.

O nedenle, en çok satanlar listesi yerine, yıl içinde yeni albümleri tanıtıp, yıl sonunda da en iyiler listesi vermek daha faydalı bana göre. Bu amaçla, bütün bir yıl ağırlıklı olarak, yabancı indie rock/elektronik müzik türünde alternatif albümleri tanıtmaya çalıştım. Şimdi sıra yılın en iyileri listesinde!

Albümleri yıl içinde ayrıntılı olarak anlattığım için, bugün yalnızca çok kısa bilgiler vereceğim.

20- Autechre- Ouaristice: Intelligent Dance Music denilen elektronik müzik türünün temsilcisi Autechre’nin son albümü. Kolay dinlenilebilir bir müzik olmadığını belirtmek gerek. Özellikle bu türü sevenler için...

19-Vampire Weekend- Vampire Weekend: 2007’den beri en çok konuşulan gruplardan birisi. Punk ve afrobeat’i karıştırıp dans edilebilir melodiler yarattılar ve indie rock’ın gözdesi haline geldiler.

18-The Last Shadow Puppets- The Last Shadow Puppets: 1960’ların orkestral pop melodilerini dinleyip o romantik döneme geri dönmek için bire bir. Arctic Monkeys’den Alex Turner ve The Rascals’dan Miles Kayne’in kurduğu grubun müzikleri, Ennio Morricone ve Scott Walker’ı hatırlatıyor.

17-British Sea Power- Do You Like Rock Music? : İngiliz grup, “Do You Like Rock Music?” adlı albümüyle indie rock çevrelerinden tam not aldı. The Pixies’i anımsatan müzikleri ve şarkı sözleriyle dikkat çekici.

16-Coldplay- Viva La Vida or Death and All His Friends: Coldplay’in yazın çıkardığı albüm, efsanevi müzisyen Brian Eno’nun prodüktörlüğündeki ilk albümleri olduğundan beklentiler yüksekti. Evrensel temaları işleyen daha yavaş ve karanlık bir albüm yaptılar ama beklentileri de boşa çıkarmadılar.

15-Hercules and Love Affair- Hercules and Love Affair: Antony and the Johnsons grubundan Antony Hegarty ve DJ/Prodüktör Andrew Butler’ın önçülük ettiği bir proje. Melankoli ve Afrika ritimleri soslu disco/house eşliğinde dans etmek isterseniz kaçırmayın.

14-Moby- Last Night: Dinleyeni, 1970’lerin Diana Ross’lu disko dönemine götüren, ambient ve house’un müstesna örneklerini içeren başarılı bir albüm. Bu yıl, En İyi Dans Albümü kategorisinde Grammy için yarışıyor.

13-Fennesz- Black Sea: Minimalist elektronikanın saygın ismi Fennesz, kendisine özgü elektro-akustik bir teknikle yaptığı müzikle büyüleyici bir uyum yaratıyor. Yılın en yaratıcı albümlerinden biri ve tabii ki en çok satanlar listesinde yok...

12-Hot Chip- Made in the Dark: Hot Chip’in, electropop’u akıllıca yazılmış şarkı sözleriyle birleştiren albümü, bu yıl çok sayıda insanı dans pistine çekti.

11-MGMT- Oracular Spectacular: Hippi görüntülü ikilinin alternatif rock, psychedelic rock ve elektropop esintili çalışması “Oracular Spectacular”, yıla damgasını vuran albümlerden biriydi.

10-Nick Cave and the Bad Seeds- Dig!!! Lazarus, Dig!!! : Nick Cave’in, The Bad Seeds ile yaptığı bu 14. albümde her zamankinden daha sert bir rock soundu var. Cave’in yeni bıraktığı görkemli bıyığı ve bariton sesiyle de müthiş uyumlu...

9-Goldfrapp- Seventh Tree: Goldfrapp, 60’ların Amerikan folk’u ve ambient müzik ile pastoral bir dinginlik yarattı Seventh Tree’de. İlk albüm “Felt Mountain”ı sevenler için ideal.

8-Foals- Antidotes: Dans-rock’ın son keşiflerinden biri Foals. Franz Ferdinand ya da Klaxons dinleyicileri için yeni bir heyecan.

7-Glasvegas- Glasvegas: Yine 50’li, 60’lı yılları anımsatan, sosyal gerçekçi melodramatik pop şarkıları.The Jesus and Marry Chain’den sonra Glasgow’dan çıkan en iyi grup olarak görülüyorlar. En çok da Roy Orbison’u hatırlatıyorlar.

6-David Byrne & Brian Eno- Everything That Happens Will Happen Today: İki büyük müzisyenin 27 yıl aradan sonraki ilk ortak çalışması. Müzikal olarak ilk albümlerinden çok farklı; kendilerinin deyişiyle bir tür “elektronik gospel”.

5-Grace Jones- Hurricane: Yılın en çarpıcı geri dönüşlerinden birisini Grace Jones yaptı. Albümde, Afrika reggae ritimlerinin disko ve new wave ile bütünleştirildiği elektro funk türünde şarkıların yanı sıra, trip-hop etkisindeki şarkılar da var.

4-Kings of Leon- Only by the Night: Kings of Leon, vokal ağırlıklı rock şarkıları ve hareketli gitar riff’leriyle donattığı 4. albümüyle oldukça iddialı.

3-Portishead- Third: Trip-hop’ın dev ismi Portishead’in 97’den beri yayımladığı ilk albüm. Psychedelic rock’ın başucu albümlerinden biri olmaya aday. Yine uçuruyor...

2-Sigur Ros- Med sud I Eyrum Vid Spilum Endalaust: İzlandalı Sigur Ros’un, müzikal kalitesinden ödün vermeden daha dinlenilebilir olmayı başardığı mükemmel bir post-punk albümü.

1-TV on the Radio- Dear Science: Brooklyn’li art rock beşlisinin kariyerindeki en güzel albüm. Post-punk, funk, rap, electro, drum & bass, caz, shoegaze, akapella, soul; hepsinin özgün bir karışımı.

21 Aralık 2008 Pazar

Yeni Yıl Müzikleri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/20 Aralık 2008

Yeni yıl yaklaşırken garip bir umut doğuyor insanın içine... Nasıl kapanan her kapının ardından bir yenisi açılabilirse, biten yılın ardından da belki her şeyin daha iyi olabileceği günler gelir... İnsanoğlunun zamanı izleyebilmek için pratik nedenlerle kendi yarattığı takvime böylesine bir anlam yüklemesi ilginç. Bir bakıma da iyi; hiç değilse bir süre yeni bir umut için hayal kuruyor insanlar...

Yeni yılın gelişi, hemen her ülkede benzer şekillerde gösteriyor kendisini. Büyük ikramiyeler dağıtan piyangolar çekiliyor. Caddeler, evler ışıklandırılıyor. Vitrinlerini rengârenk süsleyen mağazalar, bu ekonomik krizde pek şansları olmasa da, yılbaşı indirimleri yapıyor. Müzik sektöründe ise, yeni yıl albümleri dikkat çekiyor.

Bir araştırma yapılıp yeni yıl müzikleri belirlenmek istense, sonuç ne çıkar emin değilim; ama yayımlanan albümlere bakılırsa, dönemin taşıdığı umuda en uygun düşeni klasik müzik. Sakinleştirici etkisinden olsa gerek... Aşağıda bu tür albümlere örnekler verdim. Ayrıca bu albümlerin her biri, yılın bu döneminde güzel birer yılbaşı hediyesi olarak da düşünülebilir.

SARAH BRIGTMAN- A WINTER SYMPHONY (EMI)

2008, dünyanın en tanınmış sopranolarından Sarah Brightman için özel bir yıl oldu. Önce ocak ayında “Symphony” adlı çok başarılı bir albüm yayımladı. İspanyolca, Fransızca, İtalyanca ve Almanca söylediği şarkılarda vokal ustalığını bir kez daha kanıtladı. Sonra Pekin Olimpiyatları’nın resmi açılış gösterisindeki muhteşem performansıyla bütün dünyada takdir kazandı. Şimdi de, kariyerinin ilk noel albümünü yayımlayarak, “Müziğin Meleği” ünvanını pekiştiriyor.

Brightman’ın Kış Senfonisi, bilinen noel şarkılarından oluşuyor ama bazı sürprizlere de yer verilmiş. Albüm, ABBA’nın “Arrival” adlı şarkısının farklı bir versiyonuyla başlıyor. Son yıllarda yeniden gündeme gelen ABBA fırtınası, Brightman’ı da etkilemiş olmalı. Albüm satışı açısından bir taktik olarak planlanmış olsa bile, şarkıyı Sarah Brightman’dan dinlemenin zevkine diyecek yok.

Albümün en güzel parçası ise, Arjantinli müzisyen Fernando Lima ile seslendirdikleri “Ave Maria”. Brightman’ın masalsı sesinin Lima’nın tenor vokaliyle birlikteliği, gerçekten dört dörtlük.

"MUSIC FOR" SERİSİ

Sony BMG, yeni yıl öncesinde bir dizi toplama albüm çıkardı. Özellikle klasik müzik sevenlere hitap edebilecek olan bu serinin “Music For Dinner Parties”, “Music For Romance” ve “Music For Christmas” gibi çeşitleri bulunuyor. Dünyanın en önemli bestecilerinin hiç eskimeyen eserlerini bir arada dinleme olanağı sunan bu albümler, insanı yeni bir başlangıca hazırlıyor sanki...

“Music For Christmas”, doğal olarak daha dini motifli bestelere yer verirken, romantik anlara soundtrack olan büyüleyici melodiler “Music For Romance”da... Albümdeki 11 eser, Liverpool Kraliyet Senfoni Orkestrası, Viyana Filarmoni, Londra Telefilmonic Orkestrası ve Frankfurt Radyo Senfoni Orkestrası tarafından çalınmış.

Albümün bana göre tek kusuru, adını kapakta ilk gördüğümde irkilmeme neden olan bir şarkıyı da içermesi... Titanic filminden “My Heart Will Go On”... Gerçi Celine Dion’un o bıktıran yorumu değil albümdeki... Londra Telefilmonic Orkestrası’na flüt sanatçısı James Galway’in eşlik ettiği bir yorum var, ama ne yazık ki Celine Dion’la öyle özdeşleşti ki bu şarkı...

“Music For Dinner Parties”, kokteyller ve akşam yemekleri sırasında çalınabilecek eserleri bir araya getirmiş. Ama bence, yeni yıla hazırlandığımız günlere en uyanı da, serinin bu albümü olmuş. Çünkü neşe ve umudu en çok bu albümdeki parçalar hissettiriyor.

Bach’ın E Majör Keman Konçertosu ile başlayan albüm, Schubert’in Forellenquintett (Alabalık Beşlisi) adlı eseri ile sona eriyor. Tüm CD boyunca da, Liszt’ten Haydn’a, Kreisler’den Brahms’a uzanan güzel bir müzikal yolculuğa çıkarıyor dinleyeni.

RELAX VOL.3 SMOOTH CLASSICS

Klasik müzik konusunda uzman gazeteci Mark Pappenheim’ın, albüm kitapçığında yer alan yazısında bir ifade dikkatimi çekti. “Bu klasik parçalar, sakin bir şekilde akıp gidebilir, ama gerçek aşkın rotası hiç de öyle olmadı.” Albümdeki eserleri dinlerken pek de fark edilmeyen bir noktaya dikkat çekiyor Pappenheim. “Ne hoş, ne rahatlatıcı” diye dinleğimiz müziklerin önemli bir kısmının esin kaynağı, aslında büyük hırslar, kıskançlıklar ve aldatmacalar.

Örneğin Mozart’ın “Cosi fan tutte” adlı eseri, iki kızkardeşin oyuna gelerek, savaşa gittiklerini düşündükleri erkek arkadaşlarını aldatmalarını konu alan bir komik opera için yazılmış. İşin ilginci, bu hikayeyi bilmeden dinlerseniz, farklı duygular yaratabiliyor.

Üç CD’lik albümde Bach, Beethoven, Debussy, Vivaldi, Chopin, Puccini, Ravelgibi 18., 19. ve 20. yüzyılın büyük bestecilerinin yanı sıra, film müzikleriyle ünlenen John Barry’den de bir eser var. “Out of Africa” filminin unutulmaz müziği albümün yansıttığı hava ile uyumlu bir seçim olmuş. Toplam 31 eserin yer aldığı üç saatlik bir macera bu albüm!

14 Aralık 2008 Pazar

Bir Dylan Hazinesi


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/13 Aralık 2008

Bob Dylan, hakkında filmler yapılan, kitaplar, tezler yazılan dev bir müzisyen... Kendisinden sonra gelen kuşakları derinden etkileyen bir ozan... İçinde yaşadığı dünyaya ilişkin gözlemlerini şarkılarına ve resimlerine yansıtan bir sanatçı...Yönetenleri rahatsız edip yönetilenlere yol gösteren bir toplumsal eleştirmen...

Yaklaşık 50 yıllık kariyerinde birçok albüm yaptı Dylan. Folk, country, blues, gospel, rock’n roll, caz, swing gibi farklı müzik türlerinde unutulmaz şarkıları hayatımıza soktu.

Her yeni albümü çıktığında, dünya çapında milyonlarca insanı heyecanlandırdı. Bugünlerde aynı heyecanı, Sony BMG’nin yayımladığı “Tell Tale Signs” adlı albümle bir kez daha yaşıyoruz.

Sadık Dylan hayranları ve müzik tutkunları için mücevher değerinde bir albüm bu. Çünkü Dylan'ın daha önce hiç yayımlanmamış 27 adet stüdyo demosu ve canlı kaydı bu albümde toplanmış. 1989-2006 yılları arasındaki kayıtları bir araya getiren “Tell Tale Signs”, Dylan’ın bootleg serisinin sekizincisi.

Bob Dylan’ın kariyerinde çok önemli yer tutan “Time Ouf of Mind”, “Oh Mercy” ve “Modern Times” albümlerindeki şarkıların alternatif kayıtlarını dinlemek, gerçekten büyük zevk. Hem aynı şarkının farklı yorumlarını dinleme olanağı veriyor; hem de bir müzisyenin performansının nasıl çeşitlenebileceğini gösteriyor.

DYLAN HAKKINDA ÖZEL KİTAPÇIK

İki CD’den oluşan albümü cazip kılan bir özellik daha var. Yazar Larry “Ratso” Sloman’ın Dylan hakkında kaleme aldığı notlar, özel fotoğraflarla birlikte 60 sayfalık bir kitapçık olarak basılmış. Albümü aldığınızda bu kitapçık da içinden çıkıyor.

Sloman, kitapçıktaki yazısına, 60’lı yıllarda Dylan albümlerinin yaptığı etkiden söz ederek başlıyor. New York’un Queens bölgesinde yaşayan bir gençten, İngiltere’nin kırsal alanında yaşayan bir Beatle’a kadar (John Lennon olsa gerek), bütün Dylan hayranlarının sadece müziği dinlemekle kalmayıp, albümleri ders gibi çalıştığını anlatıyor.

Pop kültürünün gelip geçiciliğine kapılan 2000’lerin gençliğinden ne kadar farklı değil mi? Peki, Dylan'ın özelliği neydi? Yanıtı Bruce Springsteen'den alalım: “Elvis’in bedenleri özgürleştirmesi gibi, Bob Dylan da akılları özgürleştirdi. Müziğin doğası gereği fiziksel hareketle ilgili olmasının, anti-entelektüel olması anlamına gelmediğini o gösterdi.

Dylan albümlerinin büyük ilgi görmesinin önemli bir nedeni, her zaman bir şair duyarlılığıyla yazdığı şarkı sözleridir. Bu nedenle, şair mi, yoksa şarkı yazarı mı olduğu tartışılmıştır yıllarca. Hatta, bazıları tepki gösterse de, söz sanatındaki ustalığı nedeniyle Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday bile gösterilmiştir.

FARKLI DÜZENLEMELER, CANLI KAYITLAR

Yeni albümde neler olduğuna gelince... Şarkıların hepsini saymak olanaklı değil ama öne çıkanlara ilişkin bazı bilgiler verilebilir. Birinci CD, “Love And Theft”ten “Mississipi”nin akustik versiyonu ile başlıyor. Aynı şarkının bir başka yorumu, ikinci CD’nin de açılışını yapıyor. İkisi arasındaki fark, sadece şarkının çalınış hızında değil, Dylan’ın sesinde de gizli.

Bu farkı hissedebileceğiniz bir diğer şarkı, her iki albümde de yer alan “Dignity”. İlk albümde şarkının piyano eşliğinde gospel tarzı bir demosu yer alırken, ikinci albümde rock’n roll tarzında çalınmış.

Daha önce hiç duymadığımız bir versiyonuyla “Modern Times”dan “Someday Baby”, Dylan’ın bir süre önce internet sitesinde yayımladığı “Dreamin’ of You”, dikkat çekenler arasında. Ayrıca, Dylan’ın bir film için yazdığı ama hiç kullanılmayan “Can’t Escape From You” ve “Red River Shore”u da saymak gerek.

Benim takıldığım şarkı ise yine "Series of Dreams" oldu. ”Düşünüyorum bir rüyalar silsilesi/ Zamanın ve hareketin yavaşlayıp gittiği.../Hiçbir yönden çıkış yok/ Gözle görülemeyen o tek çıkış hariç...” dediği için herhalde... Şarkının güçlü ritmi ve Bob Dylan’ın sesi de etkileyici tabii; ama sözleri öyle çarpıcı ki, Dylan’ın şairliği öne geçti yine...

Daha önce bootleg serisinin 1-3 numaralı albümünde başka bir yorumla yer alan şarkının sözlerinde bu defa bazı değişiklikler var. Bob Dylan'ın sözleri ruh haline göre değiştirmesi de ayrıca ilginç bir konu...

Dylan hayranları bu albümü zaten kaçırmayacaktır, ama ben “Tell Tale Signs”ı, müzikle ilgilenen herkese öneriyorum. Çünkü müzik dünyasının en ilham verici isimlerinden Dylan'ın yaratıcılığının ayrıntıları bootleg albümlerde.

7 Aralık 2008 Pazar

Yeni Binyılın Yeni “Hippileri”


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/6 Aralık 2008

Müzik dünyası, 2008’in başından beri MGMT’yi konuşuyor. New York, Brooklyn’de yaşayan iki arkadaşın (Ben Goldwasser ve Andrew VanWyngarden), Wesleyan Üniversitesi’nde sanat okurken kurdukları grup, kuşkusuz yılın en dikkat çekici albümlerinden birine imza attı. “Oracular Spectacular” adlı bu albümü ilginç kılan birçok özellik var. Ama en önemlisi, eğlenirken üzerinde düşünebileceğiniz, dans ederken dinlenebileceğiniz bir deneyim vaat etmesi...

Amerika’da ocak ayında yayımlanan albüm, ülkemizde ancak kasım sonunda piyasaya çıktı. Yıl başından bu yana bütün Avrupa’yı etkisi altına alan MGMT’nin yaptığı müziği tanımlamak kolay değil. Mutlaka bir tanım yapmak gerekirse, indie rock, psychedelic rock ve electro pop’un karışımı diyebiliriz.

Buradan yola çıkarak, bunun yeni bir şey olmadığını savunabilir ve MGMT’nin neden müzik dergilerinin kapaklarına taşındığını sorabilirsiniz. Öncelikle, MGMT, yaşadığımız dönemin acı ama gerçek, garip ama komik yanlarını çarpıcı bir ironi ile aktarıyor.

Kendilerinden önce aynı rotayı izleyenlere göre, çok daha dinlenebilir, akılda kalıcı ve melodik bir müzik yapıyorlar. Perküsyon, bas, klavye, synthesizer ve gitar temelli, dinamik ve çok boyutlu bir müzik...

Biraz fütüristik, biraz da retro bir tavır söz konusu. Belli ki, David Bowie, T-Rex, The Flaming Lips, Fleetwood Mac, Suicide ve 70’lerin disko müziğinden ilham alıyorlar. Ama bununla birlikte, Radiohead tarzı psychedelic rock deneyimlerinin ve minimalist electronica’nın etkisi de seziliyor.

Onları yeni hippiler olarak adlandıranlar var. Basına dağıtılan fotoğraflarda hippileri andıran kıyafetler içinde ormanda gezinen ikilinin, mistik pagan havayı yansıtan şarkı sözleri bu imajı destekliyor gerçekten. Ama bir zamanlar, öğrencilerin kurduğu bağımsız bir plak şirketi ile çalışan grup (o dönemde isimleri The Management idi), artık dev Columbia Records ile anlaşmalı... Küresel kapitalizmin egemenliğindeki 2000’lerde hippilik de bu kadar oluyor herhalde...

ROL KESME DÖNEMİ

“Oracular Spectacular”, ilk single olarak çıkan “Time To Pretend” ile açılıyor. 70’lerde “uyuşturucu-mankenler-lüks arabalar” sarmalında dünyayı unutan rock yıldızlarının görkemli yaşantısına bir tür eleştiri bu şarkı. Yapay zevk alemlerinde mutluluk numarası taslayanların, sonunda kendi kusmuklarının içinde boğulduğunu hatırlatıyor. Yaşadığımız döneme de uygun aslında... Çünkü günümüzde rock tanrılarının devri bitti. Hâlâ krallığını ya da kraliçeliğini sürdürmek isteyenler olsa da, küresel ısınmayı tetiklediği için, artık dev limuzinlerle dolaşmak bile eleştiri konusu...

Hani bazı şarkılar vardır; dinlerken içinizden bisiklete atlayıp hızla sürmek gelir. “Time To Pretend”in müziği öyle enerjik ki, tam da böyle mutlu bir his yaratıyor. Oasis grubundan Noel Gallagher’a göre, yılın en iyi şarkısı... Tartışılır, ama en güzellerinden birisi olduğu kesin.

Albümün kapanışını yapan “Future Reflections”da ise, dünyanın içinde bulunduğu kaotik ortama ilişkin yansımalar var. Gelecekte yeniden ilkel insan yaşantısına yapılacak dönüşten söz ediyor şarkı. Koloniler halinde deniz kenarında yaşayıp, doğanın keyfine varmaya karşı duyulan özlem, 21. yüzyıl kent insanının bir çeşit hippi fantazisi olsa gerek...

MGMT’nin tahminlerin ötesinde bir popülariteye ulaşmasında, “Electric Feel” adlı şarkının payı büyük. Damarlarından elektrik akan ve dolayısıyla karşısındaki insanı çarpan hayali bir kadın anlatılıyor şarkıda. Albümde öne çıkan varsanılardan birinin kahramanı bu kadın... Gerçekte böyle bir kadın yoksa bile, şarkının yaydığı elektrik hissiyle çarpılmak olanaklı...

DAVID BOWIE VE PINK FLOYD KARIŞIMI

Sözünü etmeden geçmeyeceğim bir diğer şarkı “Kids”. Birbirine karışan çocuk ve kuş sesleri ile başlıyor şarkı. Parkta koşuşan çocukları anımsatıyor; geçmişe dönük bir nostalji ve idealizm, üzüntü ile neşe iç içe geçiyor. FIFA 09 bilgisayar oyununun müziklerinde de yer alan bu parça, özellikle ikinci yarısındaki klavye ve güçlü bas sesleri ile unutulacak gibi değil. Yine bir bisiklet şarkısı... Bisikletiniz ya da ona uygun bir yol yoksa, kendinizi bir dans pistine de atabilirsiniz.

Albümde kullanılan bütün aletlerin kayıt sırasında canlı çalındığını belirtmek gerek. İkiliye konserlerinde de bir grup müzisyen eşlik ediyor. Bugünlerde MGMT’nin canlı performansının ne kadar etkileyici olduğu efsane gibi anlatılıyor. Beck, Radiohead gibi büyük isimlerin turnelerinde ön grup olarak MGMT’yi seçmiş olması boşuna değil tabii. Grubu bir konserde izleyen The Sunday Times yazarı Dan Cairns’in, “David Bowie ile Pink Floyd karışımı” yorumu oldukça heyecan verici. Böyle bir karışımın hayali bile müthiş!

30 Kasım 2008 Pazar

Leon'un Aslanları Fethe Çıktı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/29 Kasım 2008

Amerika’nın Tennessee eyaletinde (Nashville) yaşayan üç erkek kardeş (Caleb, Nathan ve Jared Followill) ile kuzenleri (Matthew Followill), bir araya gelip bir müzik grubu kurdular. Hem babalarının hem de dedelerinin ismi Leon olduğu için, kendilerine Kings of Leon dediler.

Bu dört gencin müzik yolculuğu, sekiz yıldır devam ediyor. Bu yıl, Glastonbury başta olmak üzere, dünyanın en önemli müzik festivallerindeki performanslarıyla büyük beğeni topladılar. Kendi tahminlerinin de ötesinde başarı sağladılar. Bugün konser verdikleri her yerde biletleri satışa çıktıktan çok kısa bir süre sonra tükeniyor. Dördüncü albümleri “Only by the Night” henüz yayımlandı ve listelerin bir numarasına kadar yükseldi.

Bu ilginin nedeni, elbette iyi müzik yapıyor olmaları. Kanımca, vokalist Caleb’in çok güzel çığlık atıyor oluşu da, önemli bir neden sayılmalı... Güzel çığlık olur mu? Söz konusu müzikse olur... Grubun geçen yıl büyük çıkış yapan şarkısı “Charmer”, bunun en iyi örneği.

Popülerlik kazanmalarının bir nedeni de, 2005’te U2 ve Bob Dylan, 2006 ve 2008’de Pearl Jam turnelerinde ön grup olarak yer almaları. Böylelikle, bu büyük isimlerin hayran kitlesine kısa yoldan ulaşma olanağı elde ettiler.

RAHİP BABAYLA GÖÇEBE HAYATI

Kings of Leon'un müziği, kaynağını,1950 ve 60’larda Amerika’nın güney eyaletlerinde doğup gelişen “southern rock” denilen türden ve garaj rock’tan alıyor. Özellikle ilk iki albümde bu etkileri daha fazla hissetmek mümkündü. Fakat son iki albümde, daha çok indie rock türüne kaydılar.

Followill kardeşler üzerindeki en büyük etkiyi, kiliselerde rahip olarak çalışan babaları yapmış. Neredeyse bütün çocuklukları, işi nedeniyle güney eyaletlerini dolaşan babalarıyla birlikte seyahat etmekle geçmiş.. Hatta çoğu zaman kilise ayinlerinde davul çalmakla görevlendirilmişler. Bu nedenle, önce dini müzikle başlayan kariyerleri, sonra country müziğe ve oradan da rock’n roll’a kaymış.

En çok etkilendikleri iki müzisyen olarak, Bob Dylan ve Neil Young’ın adını veriyorlar. Bu etkilerin de ancak son yıllarda ortaya çıktığını; çünkü uzun yıllar, sadece dini müziğe odaklanan, dış etkilere kapalı bir yaşam sürdüklerini söylüyorlar. Doğrusu, Nashville’den çıkan böyle bir grubun yaptığı rock müzik şaşırtıcı...

EDGAR ALLAN POE’DAN GELEN ESİN

Yeni albümlerinin adı için, Amerikalı şair ve yazar Edgar Allan Poe’nun Eleonora adlı kısa öyküsünden esinlenmişler. “Only by the Night” ifadesi, Poe’nun bu öyküsünde çok güzel bir cümlede geçiyor: “Gündüz düş görenler, sadece geceleri düş görenlerin gözünden kaçan pek çok şeye vakıftırlar.” Poe’nun 1842’de yayımlanan bu öyküsünde, bazı diğer eserlerinde de görüldüğü gibi, ölmüş aşığın mezardan çıkıp dönüşü söz konusu...

Kings Of Leon’un albümü ise, Caleb Followill’in hayalet gibi gelip ruhunu alan gizemli bir kadını anlattığı “Closer”la başlıyor. Müzik de, elbette böyle bir temaya uygun olarak, insani irkilten bir atmosfer yaratmakta son derece başarılı. Ardından gelen “Crawl”, sağlam bass riffleri ile insanı hemen yakalıyor. Sanki hep var olacakmış gibi garanti görülüp ihmal edilen ilişkiler üzerine çok güzel bir şarkı...

Pek çok kişinin favorisi ise, ilk single olarak yayımlanan “Sex On Fire”. Adından da anlaşılacağı gibi, ateşli bir seks hakkında... Müthiş enerjik bir melodi ve Caleb de öyle güzel söylüyor ki, kayıtsız kalmak olanaklı değil. Tur otobüsleriyle yola düşen bir müzisyenin yalnızlığını anlatan “Use Somebody”, biraz Nickelback’i biraz U2’yu anımsatıyor. Ana akım rock çalan radyolarda çokça duyabilirsiniz, ama bence ihmal edilebilir...

KÖKENLERİ KIZILDERİLİ

Söz edilmesi gereken şarkılardan bir diğeri “Manhattan”. Dans edip keyfe bakmanın yanı sıra, tezat bir şekilde, Kızılderililer’in yaşadıkları zorluklar anlatılıyor şarkıda. İlginçtir; bugün hemen her milletten insanın yaşadığı Manhattan, bir zamanlar Hollandalılar tarafından satın alınmadan önce Kızılderililer’e aitti. Kings of Leon üyelerinin böyle bir şarkı yapmasının nedenine gelince... Kendilerinin kökeninde de Kızıderililik olduğunu söylüyorlar.

Aşk acısı çeken vampir, seks, ilişkiler, din, yabancılarla avunmaya çalışan yalnızlar... Followill Kardeşler, bunların hepsini vokal ağırlıklı rock soundu ile başarılı bir şekilde buluşturunca, ortaya “Only by the Night” çıkmış. Bazı sözler biraz fazla mistik kalıyor ve albümün ikinci yarısı birinci yarısı kadar çarpıcı değil. Fakat yine de, yılın en kayda değer albümlerinden birisi... Gündüz de düş görenler için...

23 Kasım 2008 Pazar

Tipik Konser Alışkanlıkları...


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/22 Kasım 2008

Zamanının azımsanmayacak bir bölümünü konser salonlarında geçiren bir müzik tutkunu olarak bazı izlenimlerimi aktaracağım bu yazıda. Bir konsere neden gidilir? “Elbette müzik dinlemek için,” diyorsanız yanılıyor olabilirsiniz.

İlk anda tuhaf bir soru gibi de gelebilir bu, ama ne yazık ki değil... Ne demek istediğimi daha iyi açıklamak için ülkemizden konser gözlemlerimi maddeleyerek anlatayım...

1-Konsere bir arkadaş grubuyla gidilir. Bunda normal olmayan bir şey yok tabii. Fakat anormallik konserle birlikte başlar; çünkü o gruptaki arkadaşlar konser sırasında hiç durmadan konuşur. Hem sahnedeki müzisyenlere hem de diğer dinleyicilere saygısızlık etmeyi fütursuzca sürdürürler. Bir balad çalıyor bile olsa, onlar için fark etmez; sanki heavy metal konserindeymiş gibi bağıra bağıra konuşurlar. Hiç dinmeyen bir uğultu konser boyunca salona hakim olur. Bu tipler müziği dinlemeyeceklerse, neden bir bara gidip rahatça sohbet etmezler bilmiyorum. Muhtemelen davetiyeleri vardır ve bedava girmişlerdir konsere... Başka açıklaması yok bu davranışın.

2-Konuşmalardan uzaklaşıp müziğe odaklanmak istiyorsanız, sahneye yakın ön kısımlara gitmeniz gerekir. Orta ve arka kısım her zaman daha gürültülüdür. Fakat ön kısımlardakı sıkışıklığı ve itişmeden kaynaklanan ter kokusunu göze almanız gerekir. Ya arkada kalıp müziği tam duyamayacaksınız, ya da müziği duymak için ter kokuları içinde sıkışmayı göze alacaksınız. Zor bir tercih...

3-Konser boyunca kalabalığı enlemesine yarıp bir o tarafa bir bu tarafa geçenleri görürsünüz. Tuvalete gidiyordur ya da bara ulaşmaya çalışıyordur diye düşünerek yol verirsiniz. Plastik bardakla taşıdıkları bira sıkışıklıktan dolayı üzerinize dökülür, ellerindeki sigara mutlaka bir yerinize değip yakar. Ve aynı kişiler gece boyunca defalarca aynı hareketi tekrarlar. Bir insan iki saatlik konser süresince neden sürekli olarak bir taraftan diğer tarafa geçmeye çalışır, henüz nedenini anlamış değilim.

4-Konserin başladığı andan bittiği ana kadar şarkı isteklerini avazı çıktığı kadar bağırarak duyuranlar vardır. O şarkıyı dinlemek için gelmiştir konsere ve dinleyene kadar da susmayacaktır. Bilmez ki, sanatçılar ya da gruplar önceden provasını yaptıkları şarkıları çalarlar konserlerde. Bunun dışına çıktıkları çok enderdir. Ayrıca bir müzisyen, her zaman aynı şarkıları seslendirmek istemeyebilir.

Böyle bağıra çağıra şarkı isteğinde bulunanlara en güzel yanıtı, İstanbul Caz Festivali’nde Antony Hegarty vermiş ve espriyle şöyle demişti: “Sanki patates, soğan istermiş gibi bağırıyorsunuz. Ama bu benim şovum. Ne istersem onu söylerim.”

5-Açıkhava konserlerine özel bir durum da, konser alanına kurulan döner ve kokoreç standları... Ülkemize ilk kez gelen bir grubun canlı performansını dinlemek yerine, kokoreç kuyruğunda beklemek kişisel bir tercih. Ertesi gün de kokoreç yiyebileceğini ama o grubu belki bir daha canlı dinleyemeyeceğini hesap ediyordur herhalde diye düşünüyoruz. Bu bakımdan o tercihin diğer dinleyicilere bir zararı yok. Ama işin dayanılmaz tarafı, sahneye kadar ulaşan kokoreç kokusunun içinde müzik dinlemek... Bu kokuya karşın şarkı söylemenin zorluğuna da The Beastie Boys üyeleri dikkat çekmişti.

SİGARA TERÖRÜ DEVAM EDİYOR

Bütün bunları göze alarak konsere gidersiniz, fakat asıl zorluk sigara dumanına dayanabilmektir. Kış geldi, yine kapalı mekanlara girdik. Sigara yasağının lokantalar, kafeler vb. kapalı alanlarda henüz uygulanmaya başlanmaması nedeniyle, tehlikeli bir ortam sizi bekliyor konser salonlarında.

Geçtiğimiz hafta gittiğim üç konseri de, bu sigara sorunu nedeniyle, bitmeden bırakıp çıkmak zorunda kaldım. İçerde 300 kişi varsa 250’si sigara içiyordu. Bu 250 kişinin iki saat içinde yalnızca birer sigara içtiğini düşünmeyin. Nedense konserlerde zincirleme sigara içme alışkanlığı yaygın. 250 kişi 10’ar tane içince, 2500 adet sigaranın küçük ve kapalı bir salonun havasını ne hale getireceğini düşünün. Havalandırmanın yetersizliği de cabası. Ama zaten öylesine yoğun bir dumanı temizleyecek bir havalandırma sistemi icat edildiğini de sanmıyorum.

Kızaran gözlerden yaşlar akınca ve artık nefes alamayınca, müziğe elveda demekten başka seçenek kalmıyor... Daha önce bu konuda yazdığım bir yazıya okuyuculardan gelen elektronik postalar, benim durumumda olanların hiç de az olmadığını gösteriyor. Birçok kişi, sadece bu nedenle artık konserlere gitmediğini söylüyor.

Kapalı yerlerdeki sigara terörü, bu ülkede birçok alanda görüldüğü gibi, çoğunluğun azınlığa diktasından başka bir şey değil. “Rahatsız oluyorsan çek git, buraya geliyorsan sus otur,” deniyor. Tanıdık geliyor değil mi?

16 Kasım 2008 Pazar

O Bir Kasırga...




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/15 Kasım 2008

Bir esinti kadar serin, yumuşak olabilirim. Ama ben ağaçları yerinden söken bir kasırga olacağım...

Grace Jones, yeni albümü “Hurricane”de böyle anlatıyor kendisini. Müzik dünyasında yılın en heyecan verici olaylarından birisi bu: 1980’lerin unutulmaz ikonu, 20 yıl aradan sonra yeni bir albümle yine sahnede!

Grace Jones ismi, çoğu kişinin aklına ilk anda muhteşem bir androjen imaj getirir. Biraz ürkütücü, ancak karikatürlerde görülebilecek kadar çarpıcı bir imajdır bu. Afrikalı kadının seksapelini sembolleştiren heykel gibi bedeni ve provokatif tavrı ile gerçekten bir örneği daha olmayan bir kişilik Grace Jones. Ama doğrusu, bu ismi duyunca benim aklıma ilk gelen şey, o etkileyici kontralto ses...

DİSKO KRALİÇESİ

Bugün 60 yaşında olsa da, bana göre, Disko Kraliçesi hâlâ Grace Jones’dur. Medyada bu ünvan hep çok satışlı Madonna’ya yakıştırılır, oysa Grace Jones’un yanında onun zayıf sesi de, artık klişeleşen performansı da sönüktür.

Bunun aksini düşünen varsa, Grace Jones’un son albümünü dinlemeli. Bir de tabii, bu yılki Meltdown Festivali’nde gerçekleştirdiği performansı internette izlemek gerekir. Grace Jones dışında kimsenin o yaşta öyle dinamik bir performans sunabileceğini sanmıyorum.

Vokal gücünü sorarsanız, o da en yüksek seviyesinde. Bazen buğulu bir sesle adeta konuşur gibi söylüyor, bazen de bir kadından duyabileceğiniz en sert sese ulaşıyor.

Grace Jones, “Hurricane”de ağırlıklı olarak bilinen müzikal tarzını sürdürüyor. Yine ritimlere tutsak; yine geçmişte birlikte albümler yaptığı reggae prodüktörleri Sly & Robbie ile çalışmış. Afrika reggae ritimlerinin disko ve new wave ile bütünleştirildiği electro-funk türünde şarkılar dikkat çekiyor.

Ayrıca albümde belirgin bir Massive Attack etkisi söz konusu. Trip-hop’u rock ile bir araya getiren “Corporate Cannibal”, bunun en iyi örneği. Massive Attack’ın eski üyelerinden Tricky’nin albüme katkı yapmış olması da, bu durumu yeterince açıklıyor zaten.

Bunların yanı sıra, albüme en önemli etkiyi prodüktör kuşkusuz Brian Eno yapmış. Gerçek bir yaşayan efsane Eno. Elini neye değse, sonuç mükemmel oluyor... Kanımca “Devil In My Life”, bugüne kadar klasik müzikle trip-hop’u en güzel şekilde buluşturan şarkı.

TİCARİ YAMYAMLARA ELEŞTİRİ

Albümün tema açısından en ilginç şarkısı ise “Corporate Cannibal”. Grace Jones, ancak korku filmlerinde duyulabilecek türden bir ürpertiyi yaratan ses tonuyla söylüyor şarkıyı. “Piyasada iş yaparım; erkek, kadın, çocuk, herkes hedeftir. Adı sanı olmayan bir yığın insan daha az yokluk için daha çok öder; ben tüketicilerimi tüketirim,” diyen bu dehşet verici ses, elbette 21. yüzyılın ticari yamyamlarından başkası değil...

Grace Jones’un kendi hayatı ve ailesiyle ilgili yazdığı şarkılar arasında “William’s Blood” öne çıkıyor. Sanatçının annesine adadığı epik ve elektronik bir gospel bu. Şarkının sonunda Jones’a bir gospel şarkıcısı olan annesi de eşlik ediyor.

Love You To Life”ı haftalarca komada kalan eski bir sevgilisi için yazmış Grace Jones. Daha önceki albümlerinde olmadığı kadar özel hayatından söz ediyor bu albümde. Başka birisi olsa, bunun nedeni, 60 yaşın getirdiği rahatlıktır derdik, fakat hiçbir zaman kimsenin ne düşündüğünü umursamadı o... Hayatı her zaman kuralların dışında yaşadı. Çıkardığı skandallar nedeniyle insanlar onu hep eleştirdi. Ama Grace Jones’un isyankarlığının gerisinde ne olduğuyla pek de ilgilenmedi kimse.

Çok dindar bir ailenin kızı olarak Jamaika’da doğdu Grace. Dedesi gibi babası da kilisede çalışan bir din görevlisiydi. 13 yaşına geldiğinde ailece New York eyaletine taşındılar. Burada gittiği okulda tek siyahi öğrenci oydu. Uzun boyu, aksanı ve afro saçlarıyla kendisini hep “öteki” olarak hissetti.

Şarkı söylemeyi seviyordu ama sadece kilise korosuna katılmasına izin vardı. Çünkü ailesinin bağlı olduğu kilise, insanların yeteneklerini sadece tanrı için kullanmaları gerektiğini söylüyordu. Syracuse Üniversitesi’nde tiyatro derslerine devam etti. Ama artık kilise korosuna gitmesi de yasaklanmıştı. Nedeni, erkek kardeşinin eşcinsel olduğunun ortaya çıkmasıydı. Sonunda bir gün kendi yolunu çizmek üzere motosikletli bir gruba takılıp evden ayrıldı...

70’lerin başında Paris ve New York’ta modellik ve oyunculuk yapmaya başladı. 70’lerin ikinci yarısında, New York’un hedonistik Studio 54 döneminde pop-art’ın yaratıcısı Andy Warhol ile tanıştı. Onun esin perisi olmuştu. Warhol sayesinde önemli prodüktörlere ulaştı.

1977’de ilk albümünü çıkardı. Bir dizi kalitesiz filmin yanı sıra, Conan ve James Bond gibi büyük filmlerde rol aldı. Fiziksel özellikleri nedeniyle, hep vampir, transseksüel, sado-mazo katil rolleri önerildi. Fotoğrafçı Jean-Paul Goude ile ilişkisi, hayatındaki dönüm noktalarından biriydi. Goude, Grace’in androjen imajını cilalayıp başka dünyadan gelmiş bir yaratığa dönüştürdü.

1989’a kadar toplam 9 albüm yaptı. Son 20 yıldır daha çok moda dünyasına daldığı için herkes bittiğini düşünüyordu. Ama şimdi tüm gücüyle yeniden esiyor. O yine bildiğimiz Grace; akıllara durgunluk veren ve önüne geleni savuran Grace...

O ayrıksı bir kasırga...

8 Kasım 2008 Cumartesi

"Çeşitlilik Hayatı İlginç Kılıyor"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/8 Kasım 2008



British Sea Power İstanbul'da

Bugün Phonem By Miller'ın son günü. İstanbul'da sekiz gündür süren etkinliğin kapanışında önemli bir performans var. İngiltere'nin en başarılı alternatif rock gruplarından British Sea Power (BSP), bu gece Beyoğlu'ndaki Studio Live sahnesinde olacak.

Bu yılın başında üçüncü albümünü yayımlayan BSP, doğadan, hayvanlardan, sanattan, tarihten ilham alan ilginç bir grup. Nitekim grubun adı da tarih kitaplarından çıkma.

Entelektüel şarkı sözleri çarpıcı; canlı performansları sıra dışı... Melodik müzikleri sık sık The Pixies ve Joy Division'a benzetiliyor. Siren gibi çalan gitarlar ile bomba gibi patlayan perküsyonun öne çıktığı şarkılarda böyle bir benzerlik var gerçekten. Fakat Joy Division'a en karakteristik özelliğini veren Ian Curtis'in sert, güçlü vokali ile BSP'ın yumuşak vokalleri arasında bir benzerlik yok tabii...

Yan ve kardeşi Hamilton ile, üniversite arkadaşları Noble ve Wood'dan kurulu BSP, yenilikleri denemekten hiç çekinmiyor. Farklı seslere meraklılar, röportajlarda verdikleri esprili yanıtlarla dikkat çekiyorlar. British Sea Power'ı konser öncesinde daha yakından tanımak için sorularımızı solist/gitarist Yan'a yönelttik.

Yeni albümünüz “Do You Like Rock Music?” müzik dünyasının en prestijli ödüllerinden Mercury'ye aday gösterildi. Daha önce de David Bowie'nin övgüleriyle karşılaştınız. Bowie tarafından övülmek mi daha iyi yoksa Mercury adaylığı mı?

David Bowie'yi severim. En favori şarkılarımdan bazıları ona ait. Ama Bowie birçok kişiyi övüyor... Mercury'ye aday gösterilince en azından yemeğe götürüyorlar, ki Bowie bunu yapmış değil. Aslında zor bir seçim. İkisi de çok güzel.

Müziğinizin ne kadar "İngiliz" olduğu konuşulur hep. Oysa grup olarak Doğu Avrupa kültüründen etkilendiğiniz açık. Bütün grup üyelerinin o kültüre karşı ilgisi var mı?

Evet, var. Bu ilgi, Martin (Noble) ile Hamilton'ın sırtlarında gitarlarıyla, Çek Cumhuriyeti'nin dağlarını aşıp, nehirlerinde bot gezileri yapmalarıyla başladı. Tarihle olduğu kadar, o bölgenin doğasıyla da ilgili bu... Oralarda ormanlar daha derin.

"Waving Flags" adlı şarkınızda Britanya'ya gelen Polonyalılara, Çeklere, Doğu'da yetişip Batı'ya göç edenlere hoş geldiniz diyorsunuz. Ne gibi tepkiler aldınız bu şarkıya?

Müthiş olumlu. Ama şu da var ki, bizim hayranlarımız bilgili ve zeki genellikle...

Son albümünüzü Kanada, Çek Cumhuriyeti ve İngiltere'de kaydettiniz. Farklı kültürel atmosferlerde çalışmanın avantajları oldu mu?

Çek Cumhuriyeti'ndeyken hava 20 derecedeydi ama Kanada'da -20 dereceyi buldu. Böylece albümün sıcaklık farkına dayanıklılığı test edilmiş olduğundan, her türlü hava koşulunda dinlenebileceğini biliyoruz. Asıl önemlisi, ilginç bir macera yaşadık, farklı aksanları duyduk ve değişik yemekler yedik. Bir Çek vatandaşı, bizim için kocaman bir kedi balığı yakaladı. Ben vejetaryenim ama yine de hoş bir davranıştı. Ayrıca evden uzakta olmak, insanın algılarını daha hassaslaştırıyor.

Birçok toplumda çokkültürlülüğe karşı olumsuz yaklaşımların yaygınlaştığı bir dönemde siz farklılıklara açık davranıyorsunuz...

Aslında bana göre insanlar çoğunlukla dostluk yanlısı ve açık görüşlü; temel konularda da çok farklı değiller. Bence insanlardan daha çok medya dar görüşlü. Ben çokkültürlü bir toplumda yaşamaktan dolayı mutluyum. Çeşitlilik hayatı daha ilginç kılıyor.

Şarkılarınız normal olarak rock müzikle pek bağdaştırılmayan konularla ilgili. Felsefenizi doğa ile teknoloji arasındaki hassas ilişkiden aldığınız şeklinde bir yorum okumuştum. Katılıyor musunuz buna?

Evet, bazı şarkılarda böyle. Zeki gazeteciler olduğunu bilmek güzel! Hassas bir ilişki var ama bence birisi diğerine karşı değil. Doğayı da teknolojiyi de seviyorum ve doğayı olağanüstü gelişmiş bir teknoloji olarak görüyorum.

Albüm kaydı sırasında farklı ses elde etmek için bir piyanoyu merdivenlerden yuvarladığınızı duydum. Nasıl oldu bu?

Napolyon döneminden kalma bir kalede çalışıyorduk ve bodrum katta eski, kırık bir piyano bulduk. Her zaman bir piyanoyu merdivenlerden aşağı itmek istemiştim. Piyano düşerken parçalara ayrılan tahtalar ve metaller merdivenlere çarparak müthiş bir ses çıkardı! (Kaydedilen bu ses, “Atom” adlı şarkıda kullanıldı.)

Londra'da Tate Modern'in bir projesi var. Müzisyenleri müzeye davet ediyorlar ve sergileri dolaştıktan sonra ilham aldıkları bir eseri seçip onun üzerine bir şarkı yapmalarını istiyorlar. Böyle bir projeye katılsanız, sizi etkileyecek sanat eseri ne olurdu?

Emin değilim... Sanırım şair, yazar ve bahçe tasarımcısı Ian Hamilton Finlay'in İskoçya'daki bahçesini seçerdim. En sevdiğim sanatçılardan birisidir; imajları, fiziksel objeleri ve sözcükleri çok ilginç ve anlamlı bir şekilde bir araya getiriyor.

Bu yaz Londra'da Doğa Tarihi Müzesi'nde bir konser verdiniz. O etkileyici atmosferde, devasa dinozor fosillerinin arasında çalmak nasıl bir histi?

Bizim için doğal bir yerdi. Brontosaurus iskeletinin yanında çalacaktık ama iskeletin titreşimlerden yıkılacağını düşündüler! Biz çalarken insanlar soyu tükenen kuşların bulunduğu bir koridordan geçip, ender görülen çekimlerin bulunduğu videoları izlediler. Hayvanların kendisi rock müzik!

2 Kasım 2008 Pazar

Phonem By Miller Dolu Dolu!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/1 Kasım 2008

Tamirane... Dirty... Dogz Star... Bunlar, alternatif ve deneysel müzik dinleyicilerinin gelecek sekiz gün boyunca İstanbul’da sık sık ziyaret edeceği alt-kültür mekânlarından bazıları. Bunların yanı sıra, aynı hafta içinde Otto Santral, Studio Live ve Babylon gibi daha iyi bilinenlere de uğrayacağız. Çünkü İstanbul’da Phonem By Miller zamanı!

Bir anlamda, müzikteki yeni arayışlara meraklı olanların, rock, indie-pop, folk ve elektronik müziğin yaratıcı gruplarını dinlemek için sabırsızlananların bayramı bu...

Phonem By Miller’a konuk olan müzisyenlerin hitap ettiği kitle, tahmin edileceği gibi sınırlı. Adı üstünde alternatif! Ana akıma dahil müzisyenlerin çalışmalarını izlemek kolaydır; ne yapsalar medyada haber olur, şarkıları her yerde çalar; istemeseniz bile bir yerlerde duyarsınız onları. Ama deneysel müzik çalışmalarını izlemek için, her zaman fazladan çaba göstermeniz gerekir. Müzik marketlerde bu türde müzik yapanların albümleri bulunmaz; gazeteler, dergiler ve televizyonlar bu türe pek yer vermez...

Neyse ki internet var da, ilgilenenler siber dünyanın altını üstüne getirerek yeniliklerden haberdar oluyor. Böyle bir ortamda son yılların birçok yenilikçi ismini ülkemize getirerek canlı dinlememizi sağlayan Phonem By Miller’ın değeri gerçekten büyük. Organizasyonda emeği geçenlere teşekkür edip, Phonem By Miller’ın 6. yaşını kutluyoruz.

Gelelim bu yılın konuklarına...


BU YILIN KONUKLARI

Dün gece Otto Santral’de açılışı yapılan Phonem By Miller, bu gece iki ayrı mekânda devam ediyor. İkisi de saat 11’de başlayacak etkinliklerin birisi, Santral İstanbul’daki Tamirane’de “Retro-Disco-Beats” başlığı altındaki Sonny J performansı. Sonny J, alternatif dans müziğinin son dönemde en iyi çıkış yapan DJ/prodüktörlerinden.

Beyoğlu’ndaki Dirty’nin konuğu da, Sonny J gibi İngiltere’den: Henüz 21 yaşında olmasına karşın dans müziği camiasında adını duyurmayı başaran Foamo. Ne yazık ki, birisi Eyüp’te diğeri Beyoğlu’nda olduğu için, Sonny J ile Foamo arasında tercih yapmak gerekecek. Bu durumda, Motown, rock’n’roll ve disco’yu günümüzün dans ritimleriyle ustalıkla bir araya getiren Sonny J, daha fazla ilgi göreceğe benziyor.

Electro-clash seviyorsanız, Robots in Disguise’in 5 Kasım’da Studio Live’daki konserini tavsiye ederim. 2000’de Liverpool Üniversitesi’nde okuyan iki bayan öğrenci tarafından kurulan grubun punk etkileri de taşıyan müziği oldukça dinamik.

Ertesi gece Babylon’a gitmek kaçınılmaz. Çünkü Fransa’dan çıkan en ilginç elektronik müzik gruplarından Ez3kiel’i ve ardından İngiltere’nin punk gruplarından Prinzhorn Dance School’u art arda dinleyeceğiz.

Ambient, hiphop ve dub gibi tarzları kullandığı müziğinin ve protest tavrının yanı sıra, çarpıcı sahne performanslarıyla da tanınıyor Ez3kiel. Kullandıkları fantastik öğeler, grafikler ve animasyonlarla görsel-işitsel şovlara yeni bir boyut getiriyorlar. Hayal gücünü geliştiren böyle bir performansın hemen ardından, el yapımı görsellerle desteklenen punk tavırlı enerjik Prinzhorn Dance School çok iyi gider doğrusu.

7 Kasım’da Babylon’da bu defa Annie’nin konseri olduğunu duyunca, acaba Babylon’a 6 Kasım akşamı girip sonra da hiç çıkmasak mı diye düşünenler olabilir... Üstelik electro-pop’un başarılı ismi Norveç’li Annie’nin öncesinde, aynı türün ülkemizdeki temsilcisi Zi-Punt sahnede olacak.

BRITISH SEA POWER GELİYOR

8 Kasım’da yine önemli konserler çakışıyor... İngiltere’nin en başarılı indie-rock gruplarından British Sea Power, gece 12’den sonra sahneye çıkacak. Saatler 01:00’i gösterdiği sırada ise, Phonem By Miller’ın Dirty’deki kapanış partisi için Streetlife DJs çalmaya başlayacak.

British Sea Power sahneden inmeden nasıl ayrılacağız? Dans müziğinin çığır açan ikilisi Streetlife DJs’i kaçırmak da olmaz... Beyoğlu’nun sokaklarında koşuşturup oradan oraya yetişmek mümkün olabilir ama keşke aralarında biraz daha zaman olsaydı... (Bu arada British Sea Power’ı tanımayanlar için, müziklerinin Joy Division ve Interpol’ü andırdığını belirtmeden geçmeyelim.)

Programdan da anlaşıldığı gibi, alternatif müzik dinleyicilerini dolu dolu bir sekiz gün bekliyor. Ayrıca etkinlik kapsamında ücretsiz atölye çalışmaları ve söyleşiler de var. Bunlara katılmak istiyorsanız, yapmanız gereken önceden kayıt yaptırmak. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın internet sitesini takip edip elinizi çabuk tutun derim.

28 Ekim 2008 Salı

Muhteşem Bir Konser Albümü


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/25 Ekim 2008

Bugünlerde müzik marketlere uğrarsanız, raflarda efsane isimlerin yeni yayımlanan albümlerini göreceksiniz. Bunlardan birisi de, Pink Floyd’un eski gitaristi ve vokalisti David Gilmour’un “Live In Gdansk” adlı albümü.

Geçmişte fırtınalar estirip büyük izler bırakmış müzisyenler yeni albüm yayımladığında bir kuşku düşer insanın içine... “Bu albümde farklı ne olmalı ki almalıyım?” diye düşünerek incelersiniz CD’yi. Hele bir grubun hayranı iseniz ve bu nedenle geçmişte yayımladıkları bütün plaklara, kasetlere, CD’lere sahipseniz, yeni diye piyasaya sürülen albümün eskilerin bir tekrarı olmasından çekinirsiniz.

“Live In Gdansk”ı da biraz bu kuşkuyla elime aldım. Ve defalarca dinledikten sonra diyorum ki; sizin de böyle kuşkularınız varsa, bunların hepsini bir yana bırakıp bir an evvel bu albümü edinin.

DAYANIŞMA HAREKETİ'NİN YILDÖNÜMÜ KONSERİ

David Gilmour, 2006 yılı yazında gerçekleştirdiği dünya turnesinin son konserini 26 Ağustos'ta Polonya’nın Gdansk kentinde vermişti. Çünkü konser, Lech Walesa’nın önderliğinde yakın tarihin en büyük işçi hareketi olarak başlatılan Dayanışma Hareketi’nin 26. yıldönümüne adanmıştı.

İşte yeni yayımlanan “Live In Gdansk” albümü, elli bin kişinin katıldığı bu büyük konserin kayıtlarından oluşuyor. 2 CD olarak piyasaya sürülen albümün ayrıca DVD’li versiyonları da var.

1.CD, Pink Floyd’un 1973 tarihli “The Dark Side of the Moon” albümünden “Speak To Me”, “Breathe” ve “Time” ile açılıyor ve Gilmour’un “On An Island” isimli solo albümünden şarkılarla devam ediyor.

2.CD ise, tamamen Pink Floyd klasiklerine ayrılmış. Bu albümde, David Gilmour’un kendi adını taşıyan ilk solo çalışmasından ve “About Face” adlı ikinci albümünden şarkılara yer verilmemiş olması bir eksikliktir doğrusu. Bu durumda albümün öncekilerin bir tekrarı olduğunu düşünenler olabilir.

Fakat fark şu ki, Gilmour, “On An Island” albümünün tamamını ilk kez bu albümde bir orkestra eşliğinde çalıyor. Ayrıca 2.CD’de yer alan “High Hopes”, “A Great Day For Freedom” ve “Comfortably Numb” da, şef Zbigniew Preisner yönetimindeki Baltik Filarmoni Orkestrası ile birlikte yorumlanmış. Genellikle orkestra eşliğinde gerçekleştirilen rock kayıtlarında orkestra soundu çok belirgin olur. Oysa bu albümde ilginç bir şekilde orkestra öne çıkmamış. Bunu bir artı olarak gördüğümü belirtmeliyim.

Albümün bir diğer konuk sanatçısı, Polonyalı piyanist Leszek Mozdzer. Ünlü sanatçının “A Pocketful of Stones” adlı şarkıdaki performansı gerçekten büyüleyici. “A Great Day For Freedom”daki orkestra düzenlemelerinin de 2003’te yaşama veda eden Amerikalı besteci Michael Kamen tarafından yapılmış olması ayrıca kayda değer.

RICHARD WRIGHT’I ANARKEN...

Bütün bunlara karşın, Gilmour’un 2007’de yayımladığı “Remembering that Night” adlı konser albümünü hatırlayanlar, “Live In Gdansk”ın çok da farklı olmadığını düşünebilir. Gilmour, Royal Albert Hall’da verdiği o konseri de DVD haline getirmişti.

Ama yine de, Gilmour hayranı olmayanlar için bile bu albümün ayrı bir önemi olmalı. Çünkü Gdansk konserinde Roxy Music’in gitaristi Phil Manzanera’nın yanı sıra, Richard Wright da Gilmour’a eşlik ediyordu. Pink Floyd’un efsanevi klavyecisini “Comfortably Numb”ın vokallerinde de dinliyoruz bu albümde. Geçtiğimiz 15 Eylül’de kaybettiğimiz müzisyenin muhtemelen son kayıtlarıydı bunlar... Pink Floyd'un kurucularından Richard Wright’ı bir kez daha saygıyla anıyoruz bu vesileyle...

“Live In Gdansk”ı önemli yapan bir diğer etken de, Pink Floyd’un en güzel eserlerinden “Echoes”un 25 dakikalık versiyonunun albümde yer alması. Tek başına bu bile albümü arşive katmak için yeterli! Bu olağanüstü güzellikteki şarkıyı, hem CD'de hem de DVD'de dinlemek gerçek bir zevk.

Rock tarihinin gelmiş geçmiş en yetenekli gitaristlerden Gilmour’un bütün albümde saksafon ve vokallerdeki hakimiyeti de ayrıca dikkat çekici.

Yaklaşık iki buçuk saat süren iki CD’lik bu muhteşem albümü bir İstanbul-Ankara yolculuğunda dinledim. Bozkırlar daha güzel, gökyüzü rengarenk gözüktü gözüme. Çimenler daha yeşildi, ışık daha parlaktı...
Dünya bir başkaydı... Büyük Umutlar vardı... İki buçuk saatliğine...

18 Ekim 2008 Cumartesi

TV on the Radio'dan Akla Çağrı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/18 Ekim 2008

2003 yılında Brooklyn’in Williamsburg adlı bölgesinde The Stinger Club’dayız. Mekân ufacık ama yeraltı kültüründe ünü büyük... Daracık kapıdan girince kırmızı loş ışıklar altında bakımsızlığı gizlenmeye çalışılmış, salaş bir yer buluyoruz. İçerde adım atacak yer yok ve ortam havasız. Ama o gece için bunların fazla önemi yok. Çünkü farklı kültürlerin müziklerini dinlemek için bulunmaz bir yerdeyiz.

Meksikalılar'ın heavy metal’ini, Kübalılar'ın rap’ini ya da henüz kimsenin keşfetmediği yetenekli grupları mı dinlemek istiyorsunuz? The Stinger Club’a gidiyorsunuz. Roman kahramanı olabilecek nitelikte garip tiplerle mi karşılaşmak istiyorsunuz? Soluğu orada alıyorsunuz. Barın hemen arkasında “Soyun ve Al Bedava İçkiyi” yazan bir tabela duruyor...

Artık kapalı olan o barda bedava içki için soyunan hiç kimseyle karşılaşmadım, ama günümüzün en iyi gruplarından birini orada keşfettim. Brooklyn’in ünlü art rock beşlisi TV on the Radio’dan (TVOTR) söz ediyorum. Onları ilk kez The Stinger Club’ın ufacık sahnesinde çalarken dinledim. O dönemde daha çok, turntable, electronika ve hip-hop ağırlıklı bir müzik yapıyorlardı.

Aradan geçen yıllar, dördü siyah, birisi beyaz ırka mensup beş müzisyenden kurulu grubu, kendilerinin bile düşünmediği yerlere taşıdı. 2003 tarihli albümleri “Desperate Youth, Blood Thirsty Babes” çıktığında, yılın en çok konuşulan albümü oldu. 2006’da yayımlanan “Return to Cookie Mountain”, çok olumlu eleştiriler aldı. O albümde David Bowie ile işbirliği yapmış olmaları nedeniyle ayrıca dikkat çektiler.

ÖFKE VE DANS

Yeni çıkan üçüncü albümleri “Dear Science” ise, kanımca, hem kariyerlerinin en iyisi, hem de yılın en güzel albümlerinden birisi. İlk iki albümlerini de çok severek dinleyenlerden biriyim. Ama grubun bu defa daha geniş bir kesime hitap edebilecek bir albüm ortaya çıkardığını söylemek gerek.

Slant dergisi, “hiper-analitik bir müzik eleştirmeninin dışında herhangi bir insanın da hoşlanabileceği bir albüm” tanımlamasını yapmış. Karışık ve biraz zor bir müzik yaptıkları doğru ama o kadar da değil...

Post-punk, funk, rap, electro, drum & bass, caz, shoegaze, akapella, soul, hepsinin bir tür karışımı TVOTR’nun müziği. “Dear Science”da perküsyonu öne çıkarıp dans ağırlıklı bir albüm yapmışlar. Prince’i andıran gitar riff'leri LCD Soundsystem’i çağrıştıran dans ritimleriyle, çelik nefesliler Afrobeat vuruşlarıyla müthiş bir dinamizm içinde bir araya getirilmiş.

Ama dans deyince, sözlerin neşeli olduğunu düşünmeyin. Müzik hareketli olsa da sözler havadan sudan bahsetmiyor. Çözümü şöyle bulmuş grup: Kızgınlıklarınızı anlatırken dans etmenizi ve dans ederken de gülmenizi öneriyorlar... İçinde yaşadığımız sorunlara gömülmüş dünya düşünülecek olursa, pek de fena bir yöntem değil aslında...

TVOTR, bu albümde de yaşam, aşk, hayaller ve ölüm konularının etrafında dolanıyor. “Love Dog” adlı şarkıda, “Sabır bir değerdir/Sessizliği seni yakana kadar” diyorlar...Yine eleştirel hava seziliyor şarkılarda. Albümün herkesi dansa davet eden şarkısı “Dancing Choose”, kâr peşindeki medyanın haber bombardımanı altında kalan sokaktaki adamdan söz ediyor. Dönen planlarda hiçbir rolünün olmadığını ve görüşlerinin önemsenmediğini bir türlü anlayamayan adamdan...

Albümde yine politik yaklaşımlar var, yine kızgın ve eleştirel, ama Bush döneminin son günlerini yaşayan Amerika’da ortalıkta gezen umudun izleri de seziliyor. Bunun en iyi örneği, “Golden Age” adlı parçadan yansıyan iyimserlik. Mucizeler çağının yaklaşmakta olduğunu duyuran şarkının klibi de bu havayı yansıtıyor. Dans eden polislerin üniformalarının altından kalp motifleri ve gökkuşağı renkleriyle bezeli tişörtler çıkar mı? Şarkının videosunda öyle yapmışlar. Olur mu olur...

Belki fazla analitik olacak, ama bana göre “Dear Science”, 21. yüzyılın saçmalıklar silsilesi halinde gelişen toplumsal ve politik olayları karşısında akla bir çağrı. Albümün adının, grup elemanları stüdyoda çalışma halindeyken, gitarist/prodüktör Dave Sitek’in bir kağıda yazdığı nottan geldiğini düşünürsek, haksız da sayılmam. O notta şöyle yazmış Sitek: “Sevgili Bilim, lütfen sorunları çözmeye ve hastalıkları iyileştirmeye başla ya da kapa çeneni.

11 Ekim 2008 Cumartesi

R.E.M. ve Sonrası


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/11 Ekim 2008



Aranızda kaç kişi İstanbul’dan?” Kalabalıka yer alanların çoğunun eli havada.

Kaç kişi İstanbul dışından bu konser için geldi?” Ellerin bir bölümü havada.

Kaç kişi 1975’ten sonra doğdu?” Ellerin büyük bölümünün yine kalktığını gören R.E.M.’in 48 yaşındaki solisti Michael Stipe, bunun üzerine herkesi güldüren bir karşılık veriyor: “Ben de elimi kaldırıyorum. Çünkü harika görünüyorum!

Doğru söylüyor... Kesinlikle çok iyi görünüyor ve mükemmel sahne performansıyla alkışı fazlasıyla hak ediyor. Ufak tefek, incecik fiziğinden beklenmeyecek kadar enerji dolu. Michael Stipe’ın çekingen ve biraz da soğuk diye nitelenen bir kişiliği olduğu bilinir. Ama sahnede şarkı söylerken hiç de öyle değil. Üstelik kendisine özgü öyle bir dans edişi var ki, işte o ünlü dansı yaptığı zaman çekingenliğinden eser kalmıyor. Geçen hafta sonu Kuruçeşme Arena’da rock grubu R.E.M.’i dinlerken, sahne büyüsü denilen şey bu olsa gerek diyorum içimden...

Pozitif ve İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen S.O.S. İstanbul adlı etkinlik kapsamındaki konser, R.E.M.’in ülkemizdeki ilk performansıydı. 1980’de kurulan bir grup oldukları düşünülürse, oldukça geç geldiler.

Yeni albümleri “Accelerate”de yer alan şarkıların yanı sıra, eskilerden de çaldılar. Ve tabii dinleyicinin şarkılara katılımını da, her konserde olduğu gibi, yine o unutulmaz hitler sağladı. “Man On the Moon”, “Everybody Hurts” ile çoşan kalabalık, “Losing My Religion”ı hep birlikte söyledi. Obsesif ve karşılıksız aşkın adeta marşlarından biri olan bu şarkıyı on bin kişinin birlikte seslendirişi, görülmeye değer bir manzaraydı doğrusu.

İki saatlik konser sırasında, her zamanki gibi politik mesajlar vermeyi de ihmal etmedi Michael Stipe. Bir Amerikalı olarak bu yıl sonunda hükümetlerinin değişecek olmasından mutluluk duyduğunu söyledi; Barack Obama’ya ve yürüttüğü kampanyaya teşekkür etti. Yaklaşık 8 yıldır Bush hükümeti altında yaşamak, birçok Amerikalı için utanç nedeni gerçekten... Stipe’ın sevincini anlamak hiç zor değil.

S.O.S.’İN ÖNEMİ

Aynı zamanda Kuruçeşme Arena’nın sezon kapanış etkinliği olan S.O.S. İstanbul hakkında da söylenmesi gereken bazı konular var. Öncelikle biz de Michael Stipe gibi birincisi gerçekleştirilen bu organizasyonu düzenleyenlere teşekkür ediyoruz.

R.E.M.’le birlikte, İngiltere’den Spiritualized, ülkemizden Ayyuka ile Mor ve Ötesi’nin de katıldığı, bütün güne yayılan bir ilk buluşma oldu S.O.S. İstanbul. Etkinlik sayesinde birçok sivil toplum örgütünün projelerini tanıtma olanağı bulması önemliydi. Konserler arasında sahnenin bu kuruluşların temsilcilerine bırakılması ve böylece dinleyiciler arasında bir “farkındalık” yaratılmaya çalışılması iyi bir fikirdi.

Fakat kanımca, konuşmaların yapıldığı sırada ses düzeyinin yetersiz kalması bir eksiklikti. Çünkü arkalara doğru gidildiğinde konuşmacıların anlattıklarını duymak neredeyse olanaksızdı. Tabii, sanki R.E.M. her hafta sonu orada konser veriyormuş gibi, müziği dinlemek yerine arkadaşlarıyla bağırarak konuşmayı tercih edenlerin, bir sivil toplum örgütünün temsilcisi konuşurken susmasını beklemek fazla iyimserlik... Dinlemeyi bilmeyen bir toplumda yaşıyoruz. Öğrenemememizin en önemli nedenlerinden biri de bu. Bir toplantıya katılanların dinlemesini bilmesi eğitim meselesi... Dinleyip anlamak ise bir başka mesele...

TEMA Vakfı’nın temsilcisi çevreyi korumaktan söz ederken, bir gencin, uzayan tuvalet sırasına bakarak, “Beklemektense ben denize işemeyi tercih ederim,” diye dalga geçişi inanılır gibi değildi. İnsan Hakları Örgütü’nün projeleri aktarılırken, kadınların yüzde yetmişinin partnerleri tarafından dövüldüğünü duyan delikanlının, “Bak bunu sevdim işte!” diye bağırışına ne demeli?

Elbette o etkinliğe gelen herkesin bu kadar bilinçsiz olduğunu söylemiyorum. Ama olaylara bu şekilde yaklaşan gençler de azımsanmayacak sayıda. Geçenlerde Baskın Oran, gençlerin 12 Eylül’de neler olduğundan haberlerinin bile olmadığını söylerken haksız değildi. Bunda suç kimindir? Giderek eğitimin içini boşaltanların tabii ki!

İşte bu nedenle S.O.S. İstanbul gibi, müziğin eğlenceden öte toplumsal duyarlılığı geliştirmeye de yarayabileceğini gösteren etkinliklere özellikle ihtiyaç var. Tepki göstermek, silkinmek ve inisiyatif alabilmek için! Hani belki uyku fizyolojizisinde REM Uykusu denilen duruma benzer bir şey olur... Hızlı göz hareketleri ile karakterize edilen, beyin aktivitesinin arttığı dönemdir bu. Bu evrede görülen rüyalar hatırlanır. Genel olarak bunun sonrasında birçok kişi uyanır. R.E.M. uzun süredir beklenen bir rüyaydı, sıra artık uyanışta...

5 Ekim 2008 Pazar

Kentler ve Kültür


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/4 Ekim 2008

Her gece yüzlerce konserin verildiği sayısız performans mekanına sahip bir kent New York; adeta bir "Jukebox" (müzik kutusu) gibi... Sokaklarda, metroda, restoranlarda sürekli değişik müzikler geliyor kulağınıza.

New York’un birçok karakteristik özelliği var; ama bana sorarsanız birincisi, müzik konusunda içinde barındırdığı seçeneklerin çeşitliliğidir derim. Öyle ki, Amerikalı gençlerin işlettiği bir Brooklyn kafesinde oturup bu yazıyı yazdığım sırada, Aşık Veysel’den “Uzun İnce Bir Yoldayım” çalıyor... New York’u tanıyanlar için şaşırtıcı değil tabii. Bu kentin her tür müziğe açık oluşunun demografik, sosyolojik ve ekonomik nedenleri var.

ÇOK KÜLTÜRLÜLÜĞÜN GETİRDİĞİ ÇEŞİTLİLİK

En önemlisi bir göçmen kenti New York. Kentte yaşayan her üç kişiden birisinin Amerika dışında bir ülkede doğduğu düşünülürse, durum daha iyi anlaşılır. Bu farklı insan grupları New York’a gelirken, elbette başta yemek ve müzik olmak üzere, kendi kültürlerine ait özellikleri de beraberinde getiriyor. Bu nedenle, kentin sokaklarında dolaşmak bile, insana kendisini müthiş bir çeşitlilik içinde hissettiriyor.

Bizim kentlerimizde eksik olan da bu... Kentlerde yaşayan farklı etnik gruplar yok oldukça, kültürel ortam tekdüze bir hal alıyor... Rant uğruna Sulukule’nin yok edilmeye çalışılması da, bunun son örneklerinden birisi. Kesin olan şudur ki, Sulukule ortadan kalkınca, sadece orada yaşayanlar değil, hepimiz kaybedeceğiz...

Çünkü diğer kültürlere kapalı bir ortamda doğup büyüyenler, farklılıklara tahammül gösteremiyor. Oysa demokrasi, farklılıkları zenginlik olarak yorumlayıp onlardan beslenen toplumlarda gelişiyor. Çinlisi, Japonu, İtalyanı, Meksikalısı, Afrikalısı, İspanyoluyla New York, herkesin kendi kültürünü yaşatıp diğerlerininkini de tanıyabildiği kocaman bir platform. Her yerden farklı melodiler yükselirken, parklar, sokaklar, meydanlar, aklınıza gelebilecek her yer performans mekanı...

PARAN KADAR KÜLTÜR

Diğer yandan, kentlerin kültürel ortamını belirleyen faktörlerin en önemlilerinden birisinin ekonomik etkenler olduğu da açıktır.

Son yılllarda en büyük kentimiz İstanbul’da konser ve festival organizasyonları oldukça hareketlendi. Bu sayede değişik grupları canlı dinlemek -tabii parası ve olanağı olanlar için- daha kolay hale geldi. Fakat İstanbul dışındaki kentlerin durumu kültürel faaliyetler açısından hiç de iç açıcı değil. Ankara bile bunca yıldır bu alanda gelişme gösterememiş, bir başkente yakışmayacak kadar kısır kalmıştır. Anadolu’daki diğer kentlerin hali ise çok daha vahimdir...

Akşam eve götüreceği ekmeğin parasını nasıl kazanacağını düşünen insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda, doğal olarak kültürel ihtiyaçlar bir lüks haline geliyor. Hayat standardının bizdeki gibi düşük olduğu ülkelerde, insanların yaşamdan beklentileri de asgari düzeye iniyor. Tek bir konsere gitmek, hatta tek bir CD almak bile, birçok kişinin aylık bütçesinde sarsıntıya yol açıyor.

Ülkemizde alım gücünün düşüklüğüne ek olarak, bilet fiyatlarının yüksek olması da düzenlenen etkinliklere ilgiyi azaltıyor. Kültürel faaliyetlere yatırım yapmak isteyen firmaların azlığı bir sorun... Yeterli mekanların olmayışı bir diğer sorun...

Ama bu ikisinin yanında bir tane daha sorun var ki, onun aşılması epeyce zor gözüküyor... O da, televizyon önünde zaman geçirmeye alışmış insanlarda bu tür etkinliklere katılma kültürünün gelişmemiş olması... Bir konser ya da tiyatro salonu bile bulunmayan kentlerde başka ne beklenebilir?

Kültürsüz kalkınma olmayacağını bilen Atatürk'ün direktifiyle kurulan Halkevleri'ni kapatanlar yanıt versin!

28 Eylül 2008 Pazar

New York'tan Müzik Önerileri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/27 Eylül 2008

Bu hafta New York müzik sahnesinden son haberleri aktarıp bazı önerilerde bulunacağım.

1. ÖNERİ: THE VEILS

2001’de Londra’ra kurulan The Veils’i Amerika turnesinin New York ayağında yakalayıp canlı dinleme fırsatı buldum. Gerçi asıl konser, deneysel müzikler yapan Avustralyalı Liam Finn’indi ve The Veils onun konserinde ön grup olarak yer alıyordu. Fakat doğrusu beni konsere asıl çeken The Veils oldu.

Şu ana kadar iki albüm yayımlayan grubun, alternatif rock türünün yakın takipçilerinin dikkatinden kaçmış olduğunu sanmıyorum. Çok başarılı ikinci albümleri “Nux Vomica”, Türkiye’de Equinox Music tarafından piyasaya sürüldü.

Fakat ne yazık ki, The Veils gibi grupların çalışmalarını, sadece ana akımda yer alan sanatçıların albümlerini satan müzik marketlerde bulmak olanaklı değil. Zaten genel olarak albümler de çok az satıldığından sınırlı sayıda albüm çıkıyor piyasaya. Bu durumda müzikseverlerin merak ettikleri grupları dinlemeleri için tek yol internet oluyor.

The Veils’in de bazı şarkılarını Myspace sayfalarından ya da kendi internet sitelerinden dinlemek olanaklı. Grubun solisti Finn Andrews, bir dönemin ünlü New Wave grubu XTC’de keyboard çalan, Iggy Pop, David Bowie ve Brian Eno gibi efsane isimlerle işbirliği yapan Barry Andrews’un oğlu.

Finn Andrews, olağanüstü güzel bir sese ve yeteneğe sahip. Şarkı söylerken kendini tüm benliğiyle müziğe öyle bir veriyor ki, neredeyse Joy Division’ın solisti Ian Curtis’i andırıyor diyebilirim... Bu söylediğim şaşırtıcı biliyorum ama ne dediğimi biliyorum.

Bu arada The Veils hayranlarına müjde: The Velis'in üçüncü albüm kaydı da tamamlandı.

2. ÖNERİ: THE DANDY WARHOLS

1995’te ilk albümlerini yayımlayan Oregon’lu The Dandy Warhols, Amerika’da rock müziğin en sevilen gruplarından. Bu yıl mayıs ayında altıncı albümleri “...Earth to the Dandy Warhols...”u çıkaran grup üyeleri, isimlerinden de anlaşılacağı gibi pop art akımının en önemli temsilcilerinden Andy Warhol'dan esinlenmiş.

Bunun yanı sıra, The Beatles, The Velvet Underground ve The Rolling Stones’u da ilham perileri arasında sayıyorlar.

New York’ta yeni açılan konser mekanı Terminal 5’da verdikleri konserde, farklı yaşlardaki dinleyicilerden oluşan bir gruba seslendi The Dandy Warhols. Gitarı öne çıkaran, dinlerken çoğunlukla insanda olumlu duygular uyandıran yüksek tonda bir müzik yapıyorlar ve en önemlisi de akıllıca davranarak vokalleri öldürmüyorlar. Dinleyiciyi herkesin eşlik edebileceği akılda kalıcı şarkı sözleri ve nakaratlarla yakalıyorlar. Özellikle son albümlerini bulup dinlemenizi öneririm.

3. ÖNERİ: THE LITTLE DEATH

Elektronik müziğin başarılı ismi Moby’yi müzikle ilginenenler zaten yakından tanıyor. Ama pek çok kişi, üstelik New York'ta yaşıyor olsa da, son projesinden haberdar değil. Moby, bir iki yıl önce yanına birkaç müzisyen arkadaşını da alıp yeni bir grup kurdu.

Ama bu defa, ilginç bir şekilde elektronik müzikle hiç ilgisi yok grubun. Önceleri herhalde kendisini formda tutarken bir yandan da eğlenmek istiyor diye düşünenler oldu, ama The Little Death, kısa zamanda blues-rock türünden hoşlananlar için kaçırılmayacak yeni bir alternatife dönüştü.

Bir fikir vermesi açısından, ünlü film yönetmeni John Waters tarafından, orijinal Ike & Tina Turner Revue’ye benzetildiklerini belirtebiliriz. Vokalleri, Moby’nin Hotel albümünde de yer alan Laura Dawn’ın üstlendiği The Little Death, belirgin bir Janis Joplin etkisini yansıtıyor. Laura Dawn'ın güçlü sesi konserde adeta bir dinamit etkisi yaratıp konser mekanını tam anlamıyla ateşliyor.

Moby’nin gitarda eşlik ettiği grubun henüz yayımlanmış bir albümü yok ama kısa sürede olacağını söylüyorlar. (Grubun kayıtlarını dinlemek isteyenler, myspace.com/thelittledeathnyc sitesine girebilir.)

The Little Death, şimdilik New York’un Lower East Side denilen bölgesindeki ufak salonlarda konserler veriyor. Grubu geçen yıl da bir konserde canlı dinlemiş ve gösterecekleri gelişmeyi merak etmiştim.

Geçen haftaki konserlerinde yanıtı aldım: Yeni şarkılarını da yorumladıklarında görüldü ki, The Little Death son yıllarda New York'tan çıkan en kayda değer gruplardan biri. Müzikseverlerin dikkatine!

21 Eylül 2008 Pazar

En Manik Depresif Konser


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/20 Eylül 2008

Geçtiğimiz hafta New York’un ünlü konser salonlarından Radio City Music Hall’un önemli konukları vardı. Alison Goldfrapp ve Will Gregory’den kurulu Goldfrapp ve Martha Wainwright. Hiç durmadan yağmurun yağdığı bir günün sonunda sırılsıklam olmuş bir halde salona kendini atanlara müzik ilaç gibi geldi.

AÇILIŞ MARTHA WAINWRIGHT’TAN

Goldfrapp’tan önce konserin açılışını Kanada asıllı Amerikalı müzisyen Martha Wainwright yaptı. Bu yıl İstanbul Caz Festivali kapsamında ülkemizde konser veren Rufus Wainwright’ın kardeşi Martha. Folk rock türünde yazdığı şarkıları kendisi yorumluyor. Radio City Music Hall’daki konserinde Martha’yı ilk kez canlı dinleme olanağı buldum. Folk rock’a çok yakın olmamama karşın, esprileriyle süslediği performansından ve özellikle güçlü sesinden etkilendiğimi belirtmeliyim.

Martha, o gece son albümü “I Know You’re Married But I’ve Got Feelings Too”dan şarkılar seslendirdikten sonra, dinleyicilere hoş bir sürpriz yaptı. “Rufus da salonda mı?” diye soran dinleyicilere, “Belki,” diye yanıt verip, sahneye annesini, folk şarkıcısı Kate McGarrigle’ı davet etti. Annesi piyanoda kendisine eşlik ederken, mükemmel bir Fransızcayla söylediği romantik bir şarkıyla veda etti.

GOLDFRAPP’IN DEĞİŞKEN RUH HALLERİ

Birkaç yıl önce Goldfrapp’ı yine New York’ta ama Radio City Music Hall’a göre çok daha ufak bir salon olan Bowery Ballroom’da görmüştüm. Synthe’leri ile öne çıkan ve club müziğine yönelen ikinci albümleri “Black Cherry”nin turnesini sürdürüyorlardı. Alison, sahneye daracık mini eteği, ayağında topuklu uzun siyah çizmeleri ve yüzündeki ilginç makyajı ile çıktığında müziğin gerektirdiği teatral bir görselliği sergiliyordu.

Oysa geçen haftaki konserde, sahnedeki Alison bambaşka biriydi. Hippileri andıran rengarenk püsküllü bir kıyafetle, saçları serbest bırakılmış bir halde ve yalın ayak karşımızdaydı. Goldfrapp’ın yaptığı müziğin albümden albüme değişik yönlere saptığının fiziksel bir kanıtıydı Alison’daki dönüşüm.

Will Gregory ile birlikte Alison’a eşlik eden diğer altı müzisyen de tamamen beyaz kıyafetler içindeydi o gece. Aslında bu, grubu iyi tanıyanlar için artık pek de şaşırtıcı olmayan bir değişiklik. Kendini doğaya adamış hippi görüntüsü, çok daha dingin bir soundu olan yeni albümleri “Seventh Tree”nin konseptine gerçekten çok uygun. Fakat aynı kostüm içindeki Alison’ı çılgın vuruşlarıyla insanı sarsan “Strict Machine”i söylerken görmek biraz garipti doğrusu...

Konserin açılış şarkısı için çok doğru bir seçim yapmış Goldfrapp: “Felt Mountain” adlı ilk albümlerinde yer alan ve müziklerinin taşıdığı o güçlü sinematik etkiyi en iyi yansıtan “Utopia”. Öyle ki, sahnenin arka kısmında yer alan büyük video ekranına düşen renklerin birbirine karıştığı anda, dinleyicilerin de duygusal atmosferi allak bullak oluyor. Duygusal açıdan allak bullak olmak iyi bir şey mi? Bu bir konserde gerçekleşiyorsa, öyle iyi oluyor ki, tarifi zor... Birkaç dakika sonra hatırlamayacağınız melodilerin popülerleştiği müzik dünyasında, bunun değeri çok büyük...

Konserin geri kalanında “Felt Mountain”dan başka şarkıya yer vermedi Goldfrapp. Çaldıkları şarkıların çoğunluğu “Seventh Tree”dendi. Ama dinleyiciyi canlandırmak istediklerinde yardıma yine “Black Cherry” yetişti. Koltuklarında hareketsiz oturan insanlar ayağa kalkıp dans ettiğinde salon bir anda kocaman bir dans kulübüne dönüştü. Müzikteki radikal değişim, dinleyicinin ruh halini de etkiledi ve bugüne kadar gördüğüm en manik depresif konsere tanık oldum. (Buradaki “manik depresif” ifadesini olumlu anlamda kullandığımı belirtmeliyim. Çünkü bunu yapabilen grup sayısı çok azdır. Konserlerde genel olarak en başından sonuna kadar aynı tarz müzik çalınır. Goldfrapp’ın en önemli özelliği ise, müzikler arasındaki geçişi büyük bir başarıyla gerçekleştirip dinleyiciyi de peşinden sürüklemesi.)

Bir buçuk saat süren konserin en unutulmaz anlarından birisi de, “Clowns” adlı şarkının çalındığı dakikalardı. Bütün ışıkların söndürüldüğü kapkaranlık salonda Alison’ın durduğu noktaya büyük parlak bir ışık yansıtıldı. Şarkı boyunca yalnızca o ışığı görüp Alison’ın olağanüstü güzellikteki sesini duydu salondakiler. O birkaç dakika süresince eminim herkes kendi filmini yazdı aklında. Kimisi yanında oturan sevdiğinin elini tuttu, kimisi uzaktaki sevdiklerini düşündü... Kısacası eşsiz duygular yaratan, en manik depresif konserdi. En kısa zamanda Goldfrapp’ı İstanbul’da da ağırlamak umuduyla...

Translate