24 Şubat 2013 Pazar

Nick Cave and the Bad Seeds - Push the Sky Away (Bad Seeds Ltd.)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Şubat 2013

Nick Cave and the Bad Seeds, 'Dig!!! Lazarus, Dig!!!' ile sevenlerini gösterişli bir şekilde selamladıktan beş yıl sonra 'Push the Sky Away'in minimalizm limanına demirledi ve açıkçası ben bundan çok memnunum. 2008’de 'Dig!!!, Lazarus, Dig!!!'deki oldukça sert, maskülen garage rock sounduyla çok övgü almıştı grup. O albümden sonra 2009’da kurucu üyelerden multienstrümantalist Mick Harvey ayrılınca The Bad Seeds bir süre sessiz kaldı. O arada Nick Cave ve bazı grup üyelerinin yan proje olarak yürüttüğü Grinderman’in ikinci albümü çıktı, Cave ve Warren Ellis film müzikleri yaptılar. 

'Push the Sy Away'de tercih edilen soundun en önemli getirisi, Nick Cave’in öykü anlatıcı rolünü daha çok belirginleştirmiş olması. Mick Harvey’in enstrümantasyonda yarattığı şiirselliği aramıyor değilim ancak bu kez girilen yoldaki yalınlık ruhuma daha çok uydu. Cave’in gitar seslerinin arasından da kendini gösterecek kadar güçlü bir sesi olsa da, yeni albümde sanki enstrümanlara yön verip liderlik eden onun telaffuz ettiği sözcükler. Bu açıdan Leonard Cohen’a benzetilmesi de şaşırtıcı değil. 

Nick Cave, görsel bir yanı olmayan, sadece duygulardan beslenen şarkılar yazamadığını, mutlaka hakkında şarkı yazacağı şeyi görmek ihtiyacı hissettiğini söylüyor. Ama bir yandan da, ne ile ilgili olduğunu anlamak için oturup çözmeniz gereken hikayelerden bahseden şarkılardan da hoşlanmadığını söylüyor. Müziğin kendiliğinden ruha dokunmasını bekliyor. Bunu başarmak için, ilk anda gerçek hikaye ile ilgisiz görünse de farklı duygusal etkileşimleri barındıran imajları bir sekans içinde kullanmayı öğrenmek için yıllarca uğraşmış. Bana göre yeni albüm bu hedefine en çok yaklaştığı çalışması.

Gerçekten de 'Push the Sky Away'i dinlediğinizde Nick Cave’in sizi belli bir zaman ve mekan diliminde bir yolculuğa çıkardığını hissediyorsunuz. Bu açıdan sinemasal bir sound var albümde. Etrafında olan her şeyi gözlemleyip 55 yaşın verdiği olgunlukla süzgeçten geçirmiş, elinde kalanları da kara mizah ve komedi ile ince ince işlemiş Cave. The Bad Seeds’in 15. albümünde de sözlerde Cave'in her zamanki şair duyarlılığı var. Bir anda ortaya çıkan sözler değil bunlar; hep yaptığı gibi denize bakıp uzun uzun düşünmüş belli ki; kafasındaki karakterler yine ölüm, seks, inanç, modern toplum, aşk temaları üzerinde dönüp duruyor. 


Nick Cave ve grup üyeleri, Fransa’da 19. yüzyıldan kalma bir köşkü stüdyo haline getirip orada kaydetmiş albümü. Bütün bir kayıt sürecini aynı yerde, değişik bir ortamda geçirmelerinin sounda büyük etkisi olduğunu söylüyor Warren Ellis. Düşünsenize aynı yerde yiyor, içiyor, yatıyor, uyanıyor ve albümü düşünüyorsunuz. Stüdyoya sabah işe gelir gibi gelip akşam çıkarak yapılan kayıttan çok farklı bir deneyim olsa gerek. Sözleriyle insanı bir seyahate çıkaran albümün aynı zamanda müzik olarak da bu duyguyu yaratmasında kayıt sürecinin devamlılığının etkisi olmalı. Mesela 'Higgs Boson Blues'a dair ilginç bir bilgi var. Kayıt yapıldığı sırada kimse, Nick Cave dahil, şarkıyı tümüyle daha önceden dinlememiş. Şarkıyı söylerken, sözlere o anda son şeklini vermiş Cave, nereye gideceğini önceden planlamamış; grup üyeleri ise onun şarkı söyleyişine göre hareket etmiş. Bu tür deneyleri yapmaya elverecek bir çalışma yönteminin tercih edilmesi çok isabetli bir karar olmuş.

Bu kez albümde Nick Cave’in dediği gibi önceden çalışıp öğrenmeniz gerektiren bir öykü yok. 'Dig!!! Lazarus, Dig!!!'i anlamak için İncil’de geçen Lazarus’un kim olduğunu bilmek gerekiyordu. 'Push the Sky Away', tema olarak o albümle ortak konulara değinse de, bunu modern hayattan imajları kullanarak yapıyor. 'Higgson Boson Blues'da popüler kültür simgeleri olarak Hannah Montana ve Miley Cyrus’a, sırtında 10 dolarlık gitarıyla müzik peşinde gezinen Robert Johnson’a, Lucifer’e atıf yapılması bundan. Şarkıda geçen “Who cares what the future brings” sözüyle, Batı kültürüne özgü modern toplumda ruhani yönün zayıflamasının altını çiziyor. 'Water’s Edge'de bir dere kenarında bacaklarını açıp oğlanlara gösteren kızları anlatırken ise, sesindeki tonlamanın da vurguladığı gibi, görsel bir şova dönüşüp soğuyan sevgiyi anlatıyor. 

6 dakikayı aşan süresiyle albümün en uzun şarkısı 'Jubilee Street', Bee isimli bir kadının öyküsünden yola çıkıp insanoğlundaki ahlaki bulanıklığı anlatıyor. Cave’in sonra dönüp 'Finishing the Jubilee Street' adlı bir başka şarkı yazması, bu albümdeki şarkı yazarlığının gelişimini incelemek bakımından önemli. Bu defa yatağına uzanıp hayalindeki gelini düşlüyor. Şarkılar arasında kurulan bağlantı, aslında Cave’in bir şekilde şarkı yazma sürecini de belgeliyor.

Albümün ilk single’ı olarak yayımlanan 'We No Who U R'da, “Tree don’t care what the birds sing” derken, sosyal paylaşım sitelerine, Twitter’a atıf yaptığı belli. Albüm için hazırlanan basın bülteni de, şarkıların, internetin insan hayatına yaptığı etkiyi, karşılaştığımız onca bilgi, fikir, olay arasında neyin önemli olduğuna karar vermemizdeki rolünü yansıttığını söylüyor. 

İnsanoğlunun doğasını, modern toplumun tuhaflıklarını ortaya koyan şarkılarıyla dinleyiciyi sarsan bir albüm 'Push the Sky Away'. Nick Cave’in kapanışta albüme adını veren şarkıda söylediği gibi, bazıları bu sadece rock’n roll deyip geçse de, sizi ruhunuzun ta derinliklerine götürüyor. 


-

22 Şubat 2013 Cuma

Müzikte katıksız dürüstlük


Dün akşam İstanbul müzik sahnesinde sıradışı bir gece yaşandı. 35-40 kadar kişi tanık oldu bu geceye ama Valgeir Sigurðsson ile Nadia Sirota'yı canlı dinlemek, konser mekanı olarak Salon için bir artı, dinleyenler içinse büyük bir kazanç oldu. Aslında konser, sadece Valgeir Sigurðsson konseri olarak duyurulmuştu ama viyolacı Nadio Sirota'nın sahnedeki rolünü ve olağanüstü performansını düşünecek olursak, bence ikisinin adıyla duyurulması daha doğruydu.

Akademik müzik eğitimi alıp, SAE Enstitüsü'nden tonmaister derecesiyle mezun olmuş İzlandalı bir müzisyen Valgeir Sigurðsson. Björk, Nico Muhly, Kronos Quartet, Feist, mum, CocoRosie, Ben Frost'un da aralarında olduğu birçok isimle çalışmalar yaptı. Bu işbirliklerinin dışında 2007'den bu yana da solo albümlerini yayınlıyor. Nadia Sirota ise, adını yeni duyduysanız bile, viyolanın sesini farkında olmadan daha önce mutlaka dinlediğiniz bir sanatçı. O da eğitimli bir müzisyen; ünlü Juilliard müzik okulundan mezun. Max Richter, Nico Muhly, The Meredith Monk Ensemble, Johann Johannsson gibi modern klasikçilerle yaptığı işbirliklerinin yanı sıra, Grizzly Bear, Jonsi, The National, Ratatat, My Brightest Diamond ile de çalıştı. Arcade Fire'ın The Suburbs albümünde de katkısı var.




Altyapıları ve birikimleri böylesine güçlü iki müzisyeni hiç tanımasanız da konserlerine giderken beklentiniz daha yüksek olur. Her ne kadar ikisini de daha önceden tanısam da, ilk kez canlı dinleyeceğim için bende de böyle bir beklenti vardı ve o beklenti boşa çıkmadı.

Sigurðsson, hiç yerinden kalkmadan her şeyi yerinden yürüten bir organizatör konumundaydı sahnede. Ama bunu hiçbir kompleks belirtisi göstermeden yapması da dikkat çekici; çoğunlukla Nadia Sirota'nın bir adım öne geçmesine izin verdi. Hem kendisinin eski ve yeni albümünlerinden hem de Sirota'nın yeni albümünden parçaları çaldılar. İki müzisyenin birbirleriyle diyaloğu piyano-viyola etkileşimiyle devam ederken, Valgeir Sigurðsson'un ses mühendisi titizliğiyle bilgisayar ve klavye aracılığıyla yaptığı katkılar, soundun elektro-akustik bir nitelik kazanmasını sağladı.



Valgeir'in elleri, piyano, çeşitli ses ve efektlerin önceden kaydedildiği bilgisayar ile klavye arasında gidip gelirken, Nadia Sirota'nın elleri viyolasından çıkan agresif soundu yaratıyordu. Agresif dedim; çünkü onun viyolasının alışılagelmiş romantik, yumuşak bir dili yoktu. Zaman zaman iyice gerildi, bazen de iç burkan bir isyanı duyumsattı. Bu tür müzikler çok daha esaslı geliyor bana; dinleyeni peşine takmak için numara yapmıyor, eğlendirici olmaya çalışmıyor müzisyen. Gerilim varsa vardır, içinden ne geliyorsa dürüstçe onu çalıyor.

Dün gece dinlediğimiz müzik, çoğu zaman karanlıktı, arada bir gri renk aldığı da oldu. İzlanda'yı görenler bu müzikle o ülke arasında daha rahat bağ kurabilir. Katıksız bir dürüstlük, yalınlık ve yoğunluk içeriyor şarkılar bunlar. Beni etkileyen de bu özelliklerin karışımı. Müzisyen, birtakım hesaplarla rol yapmasın istiyorum; aklından ve kalbinden geçenler, rahatsız edici ya da yıkıcı bile olsa, ben o saf duygunun peşindeyim. Valgeir Sigurðsson ve Nadia Sirota, aradığımı bulduğum konserlerdendi.

Kapanışta Sigurðsson'un adını henüz bilmediğimiz yeni albümünden bir parça çaldılar. 50 dakikalık kısa konserin bitişi çok sarsıcı oldu. Yıkıcıydı ve çok güzeldi. Yazıya "Müzikte katıksız dürüstlük" başlığını uygun gördüm. Ben "Katıksız dürüstlük ütopyadır," diyenlerden değilim.

20 Şubat 2013 Çarşamba

Borusan'da Bir Tortoise Gecesi


20.02.2013
 

Dün akşam Tortoise'u üçüncü kez canlı dinledim. İlkinde Amsterdam Melkweg'de Broken Social Scene konserinde ön grup olarak çıkmışlardı. İkincisi ise, geçen sonbaharda New York Webster Hall'da yapılan Thrill Jockey plak şirketinin 20. yılını kutlama gecesiydi. Bunları yazmamın nedeni, üçüncü defa çok daha ufak bir salonda gördüğümde bir kıyaslama yaptığımı belirtmek için.

Dün akşam Borusan Müzik Evi'nde sık gördüğümüz uygulamanın tersine, dinleyicilerin tümü ayaktaydı ve buna karşın mekan tamamen doluydu. Gruba ilgi gösterilmesine çok sevindiğimi belirtmeliyim; çünkü Tortoise o ilgiyi gerçekten hak ediyor.

Daha önceki iki konserde olduğu gibi İstanbul'da da grup içinde artık iyice oturmuş olan uyumu yansıtan bir dinamizmle çaldı Tortoise. Başlangıçta davul pedalının bozulması ve arada yaşanan bazı ses aksaklıkları çok da sorun olmadı; büyük bir profesyonellikle hepsinin üstesinden geldiler.


Tortoise konserlerinde en çok dikkatimi çeken nokta, soundun bir organizma gibi gözünüzün önünde ortaya çıkışına tanık olmanız. Beşlinin karşılıklı atışmaları, son derece organik bir şekilde girdikleri yan yollara dinleyiciyi de aynı tutkuyla taşımalarına neden oluyor. John McEntire, John Herndon ve Dan Bitney'in iki davulu dönüşümlü çalışları ve Jeff Parker'ın gösterişe kaçmayan ama varlığını belli eden incelikli gitarı Tortoise'ın müziğinin temelini oluşturuyor. Hiçbirisi bir diğerinin önüne geçmeye çalışmıyor; tamamen eşitlikçi bir müzik üretimi bu. İşin ilginci, doğaçlamalara da yansıyor aynı anlayış. Kimse kendini kaybedip alıp başını gitmiyor; birbirlerinin dilinden çok iyi anlayan beş müzisyenin deneysel macerası da şaşırtıcı; ritim temelinde şaşmayan bir uyumları var. Müziklerini dinlerken o ritimlerin peşine takılıp sürükleniyorsunuz.

Her ne kadar Tortoise için, benim de benimsemediğim bir şekilde, yaygın olarak "post-rock" grubu dense de, içinde önemli oranda caz, progresif rock ve elektronik unsurları taşıyan bir müzik yapıyorlar. Dün Borusan Müzik Evi'nde 2009 tarihli son albümleri "Beacons of Ancestorship"in ilk şarkısı "High Class Slim Came Floatin' In" ile başladıkları konserde, hem o albümden hem de ilki dışında daha önce yayımlanan dört albümde yer alan şarkıları çaldılar. Baştan sona kadar dinleyicinin ilgisi hiç kopmadı. Müziğiyle, dinleyicisiyle, atmosferiyle güzel bir konserdi. Artık üçüncü deneyimden sonra rahatlıkla söyleyebilirim: Tortoise, sadece iyi müzik yapmakla kalmıyor, aynı zamanda çok iyi bir konser grubu.

Setlist: High Class Slim Came Floatin' In - Gigantes - Monica - In Sarah, Mencken, Christ and Beethoven There Were Women and Men - Minors - The Suspension Bridge at Iguazu Falls - Along the Banks of Rivers - Benway - Charteroak Foundation - Dot/Eyes - Prepare Your Coffin - Crest - Bis: Glass Museum - Salt the Skies

(Fotoğraflar bana aittir.)

17 Şubat 2013 Pazar

Vitrindeki Albümler 152: Darkstar - News From Nowhere (Warp Records)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 17 Şubat 2013

 

Çoğu kişi muhtemelen Darkstar’ı 2010’da Hyperdub etiketiyle çıkan “North” adlı ilk albümleriyle duydu. O yılın en iyi albümlerinden biriydi. Oysa Londra’da yaşayan iki müzisyen, James Young ile Aiden Whalley, 2007’den beri bu isim altında müzik yapıyordu. Yayınladıkları ilk kısaçalar, “Dead 2 Me” / “Break” kendi plak şirketleri 2010 Records’tan çıkmıştı. 

2008 ve 2009’da arkasından gelen single ve EP’lerden sonra, yine Hyperdub'dan yayımlanan “Aidy’s Girl is a Computer” adlı single ile dikkat çektiler ve yıllar içinde elektronik müzik kulvarında dubstep, synthpop ve glitch arasında evrilen bir sound geliştirdiler. 

Ancak ilk albümlerinde bir fark vardı. Bu kez James Buttery vokalist olarak aralarına katılınca artık üçlü olarak yollarına devam ettiler. Daha önce yaptıkları kayıtlarla kıyaslanınca dans müzik sahnesinden ayrılarak daha deneysel ve karanlık bir dubstep/ambient kulvarına girdikleri görülüyordu.


Yenilikleri denemeye meraklı bir grup izlenimi verdiklerinden bu yıl Warp Records’tan çıkan albümlerini beklerken grubun hangi yöne meyledeceğini merak ediyordum. İkinci albümleri “News From Nowhere” yayımlanınca gördük ki, Darkstar, yoğun olarak indie elektronika ile saykedelik pop etkisi altında kalmış. Albüm, Brian Eno’yu anımsatan bir ambient soundunu Buttery’nin insanı usulca adeta bir rüya alemine sürükleyen vokaliyle buluşturan “Light Body Clock Starter” ile başlıyor. Fakat aynı şekilde akıp gitmiyor şarkılar. Sample’lar, ses tekrarları elektronik altyapıda işlenmiş vokallerle  bir araya gelince Matthew Dear ile Animal Collective benzeri bir sound hakim oluyor. 

Bana göre albümün en öne çıkan şarkılarından birisi “-”. Bu ismin tercih edilmesinin nedeni, daha baştan dinleyiciye bir algı dayatmasında bulunmamak mıydı bilemiyorum ama müzik çok etkileyici. Buttery’nin giderek incelen vokalinin ekolanışı, hipnotik bir etki yaratıyor. Söz edilmesi gereken bir diğer şarkı, atmosferik bir gizemi barındıran “Bed Music - North View”. Ancak belirgin bir şekilde “North”a göre daha iyimser bir hava var bu albümde. Nitekim son şarkı, "Hold Me Down", "Bed Music- North View"un yarattığı kapalı havayı dağıtıp dinleyiciye bir tür umut aşılıyor.


Bunun ardındaki neden albümüm kaydedildiği zaman ve yer olabilir. Çünkü grup, bu albümü Londra’daki isyanların başladığı dönemde kaydetmeye başlamış ve müziğe odaklanabilmek için tası tarağı toplayıp kırsal bir bölgeye gitmişler, müzikteki saykedelik, ambient havanın o atmosferden kaynaklandığını tahmin etmek zor değil. 

Darkstar, yeni bir plak şirketine geçmekle kalmadı, aynı zamanda ilk albümde beğeni alan soundunu da geride bıraktı. Müzikte yenilenmek için cesur adımlar atmak gerekli. Grup, her anlamda yenilenmiş ve yine güzel bir albüm ortaya çıkarmış. Kapaktaki rengarenk çiçekler de bunun görsel metaforu olabilir. İlk anda insanı hemen içine çeken bir albüm olmasa da, zamanla müziği yaşadıkça daha çok kavrıyor. 

-

14 Şubat 2013 Perşembe

Julien Plenti geride kaldı, yaşasın Paul Banks





Paul Banks, İstanbul'da 1 Haziran 2011'de gerçekleşen Interpol konserinden sonra kente ikinci kez geldi ama bu kez konseri kendi adıyla yayınladığı solo albümünün turnesi kapsamındaydı. Geçen sonbaharda çıkardığı albüm hakkında yazdığım yazıda, karşısına çıkan zorluğun, post-punk'ın 2000'lerde yeniden diriliş dönemine en büyük çentiklerden birini atan Interpol'ün duyulduğu ilk anda tanınan, belirgin sesi olmasından ve grubun gecelerin huzursuzluğuna soundtrack oluşturan karanlık soundu ile özdeşleşmesinden kaynaklandığını yazmıştım. Ama "Banks" adlı ikinci albümünde alter egosu Julien Plenti'yi geride bırakıp sonunda kendisi olarak ortaya çıktı ve Interpol'den bağımsız olarak bir solo kariyer sürdürebileceğini kanıtladı.

Solo konserini ilk kez canlı izlediğim için sahnedeki duruşuna, dinleyicisiyle iletişimine, diğer ekip arkadaşlarıyla grup içi dinamiğine ayrı ayrı dikkat ettim. Yine hepsi siyah kıyafetler içinde dört erkek müzisyen vardı sahnede. İlk anda Banks'i büyük bir arenada ya da stadyumda değil, Babylon gibi dinleyici ile sahne arasındaki etkileşimin daha yoğun olduğu bir mekanda görmek şaşırtıcıydı. 2009 albümü "Juien Plenti is... Skyscraper"dan "Unwind" ile başladı konser. Alkışlar karşısında dinleyicilere teşekkür eden Banks, bazen gülümseyerek gördüğü ilgiden memnuniyetini de gösterdi; gitarını çalıp neredeyse olduğu yerde sabit kalsa da konser boyunca bana oldukça rahat gözüktü. 



Gözlerim ve kulaklarım Interpol gitaristi Daniel Kessler'ı aradı elbette ama Banks'e dünkü konserde eşlik eden ekip de oldukça iyiydi. Aralarındaki etkileşim, her birinin profesyonelliği ve tutkuyla çalışları, dinleyici çok coşkulu olmasa da konserin dinamik bir seyir izlemesine neden oldu. Arada bir daha iyi bilinen şarkılarda kalabalık biraz daha hareketlenir gibi oldu ama bence son bir iki şarkı hariç dinleyicinin tepkisi güçlü değildi. Yine de bence Paul Banks ve grubu, sahnede enstrümanları aracılığıyla akıcı bir söyleşiyi yürüttüler. Hiçbirisi diğerini yanıtsız bırakmadı, grup üyelerinin diyaloğu dikkat çekici şekilde uyumluydu.

Ben konseri asma katta hoparlörün arkasında kalan yerde dinledim. O nedenle sahnedeki sesi duyuyordum ve benim açımdan herhangi bir sıkıntı yoktu. Ancak konseri alt katta dinleyenler, sesin orada tatmin edici olmadığını söylediler. Ben de bir ara fotoğraf çekmek için alt kata indiğimde, yine hiç bitmeyen konser sorunumuz olan yoğun konuşma uğultusuyla karşılaştım... 

Paul Banks'i dinlerken zaman zaman gözümü kapattığımda Interpol konserindeymiş gibi bir hisse de kapıldım. Bazı şarkılarda Interpol'ün karanlık havası sardı Babylon'u ama kimi zaman da duyduğum vokal ne kadar tanıdık olursa olsun, Interpol'den farklıydı. Paul Banks'in bu konuda iyi bir denge kurduğunu düşünüyorum. Ne tamamen ayrı olduğunu ne de aynı kaldığını iddia yaratıyor. Şarkının gereği neyse o oluyor. 



Konserde çalınanlara gelince, her iki albümünden şarkılara da yer verildi. "Another Chance" hariç "Banks" albümünün tümünü, ilk albümden de yedi şarkıyı dinledik. Yeni şarkılarından "Goodbye Toronto" da setlist'te yerini almıştı. "Only If You Run", "Fly as You Might", "No Chance Survival", "The Base" ve "Summertime is Coming",  diğerlerinden farklı olarak mekandaki elektriği artırdı. Bis için geri geldiklerinde "Skyscraper", "Goodbye Toronto", Game for Days" ile müthiş bir final yaptılar. 

Yazının girişinde söylediğime açıklık getireyim; Paul Banks, Interpol'den ayrı olarak solo kariyerinde de sağlam adımlarla ilerlediğini canlı performansıyla ortaya koydu. Julien Plenti geride kaldı, yaşasın Paul Banks!

Bu arada Babylon'da hafta içi konserlerde kapı 20.30'da açılıp, 21.30'a ön grup konulunca, ana grubun sahneye çıkışı yine 22.30'a sarkıyor. Saatinde başlamama olasılığı da söz konusu olunca, bir süre önce yakındığımız durum yeniden gündeme geliyor. Bence hafta içinde 21.30'dan sonrası konser başlama saati için geçtir. Sabah erken saatlerde kalkıp işe gitmiş ve ertesi gün de çalışacak insanın gece 1'de eve dönmesini beklemek yanlış. Hem İstanbul'da herkes Taksim civarında yaşamıyor. Bu durumda çalışan ve uzakta oturanlar doğrudan elenmiş oluyor. Bu yüzden konserlere gelmeyen çok insan tanıyorum. Hafta içinde konser başlama saatinin 21.30'u aşmamasını mekan yöneticilerinden bir kez daha rica ediyorum. Eğer ön grup olacaksa, o zaman onların sahneye çıkışı 20.30'a alınamaz mı?

Setlist: Unwind - Fun That We Have - I'll Sue You - Only if You Run - Arise, Awake - Fly as You Might - No Chance Survival - Young Again - Lisbon - Over My Shoulder - No Mistakes - The Base - Paid for That - Summertime is Coming // Skyscraper - Goodbye Toronto - Game for Days.

-






10 Şubat 2013 Pazar

Vitrindeki Albümler 151: My Bloody Valentine - m b v


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 10 Şubat 2013

2013, müzik dünyasında büyük sürprizlerle başladı. Yılın ilk ayında David Bowie’nin 10 yıl süren sessizlikten sonra yeni albüm kaydettiğini öğrendik. Şubat ayının ilk günlerinde de, onun kadar beklenmedik ve şaşırtıcı olmasa da, yine çok sevindirici bir sürpriz yaşadık. 2 Şubat Cumartesi dijital dünya, alternatif rock grubu My Bloody Valentine’ın yeni albüm yayınlayacağı haberiyle sarsıldı. Aslında grubun geçen yılın sonunda yayınlaması beklenen bir albümdü bu. O nedenle belki de bu haberin hiç şaşırtıcı olmaması gerekirdi. Ancak grubun hikayesini bilen herkes, bir an inanmakla inanmamak arasında bocaladı. Dile kolay; 22 yıldır MBV’nin 1991 tarihli “Loveless” adlı albümünden sonra çıkaracağı 3. albümü bekledi hayranları ama bir türlü çıkamadı o albüm.

“Loveless”ın kaydının iki yıl sürmesi, Creation Records ile vokalist/prodüktör Kevin Shields arasındaki ilişkiyi iyice germişti. O şirketten ayrılıp Islands Records ile anlaştılar ama aldıkları avansla inşa etmeye çalıştıkları yeni stüdyoda çıkan teknik aksaklıklar, işi yokuşa sürdü. Sonrası, iki cover şarkı kaydedilen ama aslında grubun her bir üyesinin bir anlamda kendi başının çaresine baktığı bir tür sessiz kargaşa dönemi.

Grup, 2007’de bir araya gelip konserler vermeye başladığında yeni albüm umutları tekrar canlanmıştı. Kevin Shields’in “Ölmezsek yeni bir MBV albümü kaydedeceğiz” şeklindeki sözleri o umutları hep canlı tuttu. Bir gün çıkacağını biliyorduk ama ne zaman? İşte o an, 2 Şubat’ı 3 Şubat’a bağlayan gece geldi. Ben cumartesi günü grubun kendi Facebook hesabından yaptığı duyuruyu Twitter üzerinden haber aldım ve büyük bir heyecanla gece saat 11’e kadar bekledim. Baktım bir gelişme yok, sabah ola hayrola dedim içimden. Sabah gerçekten de hayırlı haber gelmişti. m b v adını taşıyan 3. My Bloody Valentine albümüne 22 yıl sonra kavuştuk!



Kalbimin uzun yıllardır görmediğim ilk aşkımı görmüşcesine attığını söylersem abartmış olmam. Kalbim çarparken bir yandan da endişeliydim; acaba yıllar onu ne hale getirmişti? Acaba yeniden buluşunca yılların onun üzerindeki etkisini görüp üzülecek miydim? Ya keşke aklımda eski hali kalsaydı dersem? Ya bana eskisi gibi içten görünmezse?.. İçimde bir ürperti ile yaklaştım ona ama gördüm ki o değişmemiş; gönlümü kaptırdığım en etkileyici haliyle hala sapasağlam duruyor. Bu öyle mutlu bir his ki, yaşayan bilir. Yıllara meydan okumuştu MBV. Aşktan, bir türlü ulaşılamayan sevgiliden söz ederken yine ayakta kalmayı başarmıştı.

Onca zaman sonra yaşanan karşılaşmanın sarsıntısını biraz olsun atınca, ona daha yakından baktım elbette. Indie rock tarihinde sanki bir girdabın içine kapılmış gibi çalan gitar soundu denilince akla gelen ilk gruplardandır MBV. Tremolo kolunu çekili tutup, bol reverb ile seslerin eğilip büküldüğü o sound, MBV'nin en temel özelliklerinden. Yeni albümde o soundu büyük ustalıkla kullanıyor grup. Albümün özellikle ilk yarısı (ilk 5 şarkı), “Loveless”la çok benzeşen bir çizgide ilerliyor. Yine vokallerin gitar sesleri ve sample’ların arasında gömüldüğü, insanın adeta başını döndüren bir his yaratan o bilindik sound hakim.



Ancak Bilinda Butcher’ın yumuşacık vokalini, Yo La Tengo’yu anımsatan sıcak bir melodi ve öne çıkan bas soundu ile bütünleştiren “New You”, ilk albüm “Isn’t Anything” ile daha çok örtüşüyor. Fakat ondan sonra “In Another Way”le melodik altyapıda hissedilir hale gelen farklı etkileşimler, “Nothing Is” ve “Wonder 2”da devam ediyor. Son iki şarkıda vokal de kullanılmamış. Jungle music etkisinin çok daha belirgin hale geldiği şarkılar bunlar. Bu durumun altını çizmek için şarkıya “In Another Way” adını mı verdiler bilmiyorum ama ben sound olarak albümün ilk yarısıyla fark seziyorum. Gitar ve synthlerin o çılgın buluşmasını da oldukça ilginç buldum. Albümün kapanışını yapan “Wonder 2”da sanki havalanında uçak havalanırken duyduğumuza benzeyen ve kulağı zorlayan sıradışı sesler duyuyoruz. Her ne kadar m b v, “Loveless”tan önemli miktarda iz taşıyorsa da albümün ikinci yarısındaki bu durumu da göz ardı etmemek lazım.

Hem yıllar önce gönlümü kaptırdığım MBV, tamamen aynı kalsaydı da fark etmezdi benim için. Bir şey çok iyiyse aynı yoldan ilerleyebilir; bazı gruplar bu ayrıcalığa sahip olacak kadar özeldir. “Only Tomorrow”da sevgilisine “her kalp atışımı duymanı isterim, seninkilerin benim olmasını isterim” diyor Kevin Shields, aşkın hep yarınlarda daha kolay olduğundan dem vuruyor. Keşke albümü dinlerken bir müzikseverin kalp atışlarını duyabilseydi, ne hissederdi acaba?

-

5 Şubat 2013 Salı

Vegan Logic'ten esinlenen kaset baskılar


Dinamo FM'de pazartesi akşamları 20.00-21.00 arasında canlı yayınlanan Vegan Logic http://www.mixcloud.com/VeganLogic11/
adlı programımı takip eden bir dinleyici, esinlenip aşağıdaki kaset baskıları yapmış. Takma isim kullandığı için gerçek adını bilmiyorum ama kendisine teşekkür ederim. Çok beğendim ve blog okuyucularımla paylaşmak istedim.

3 Şubat 2013 Pazar

Blog sayesinde yeni bir keşif: Gravitysays_i



Gravitysays_i adlı Yunan grup bana şu mesajı göndermiş: "We're reaching out to you because we look for new ears that will appreciate what we do, as the audience in Greece is very limited by definition. Your site (zulalmuzik.blogspot), even via gooogle translator :-) , seems really intresting and we believe we would be a good fit."

2003'te Manos Paterakis ve Nikos Retsos tarafından kurulan grup, 2007'de ilk albümü "The Roughest Sea"yi yayımlamış. Modern insanın yalnızlaşması, kibir ve egoizm üzerine odaklanan bir konsepte odaklanan şarkılarında dikkat çeken nokta, geleneksel enstrümantasyonu elektronik seslerle buluştururken bir yandan da minimalist bakış açısını alternatif rock ile birleştirmeleri.

2011 tarihli ikinci albümleri "The Figures of Enormous Grey and the Patterns of Fraud", toplumsal değerleri ve ahlak temasını hem bireysel hem de kolektif bilinç unsurları olarak ele alıyor. Karanlık atmosferik havanın daha çok belirginleştiği bu albümle Yunanistan'da müzik bloglarının en iyiler listesinde yer almışlar.

Şu anda beş kişilik bir ekipten oluşan grubun şarkılarını ilginize sunuyorum. Dinlediğim kadarıyla iyi bir alternatif rock grubu. Daha ayrıntılı inceleyeceğim ben de. Grubun resmi sitesi: http://www.gravitysaysi.com/en/

En çok bu şarkılarını beğendim.






Vitrindeki Albümler 150: Mountains - Centralia (Thrill Jockey)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 3 Şubat 2013

İçinde kaybolup gitmeyi düşlediğiniz bir albüm arıyorsanız elektro-akustik ikilisi Mountains’ın yeni albümü “Centralia” tam bu iş için. 12-13 yaşında okulda tanışıp yıllar içinde dostluklarını geliştiren Amerikalı iki öğrencinin müzik buluşmasıyla ortaya çıkmış bu ikili. Brendon Anderegg ve Koen Holtkamp, Chicago’da bir sanat enstitüsünde okurken, önce kendi kendilerine yaptıkları kayıtları paylaşmaya başlamışlar. Bir gün Brendon’un bir kaydını çok beğenen Koen,bir plak şirketi kurup onu yayınlamayı ve böylece daha fazla insana duyurmayı önermiş. Böylece ilk plak şirketlerini kurmuşlar. Son yıllarda çalışmalarını artık kendilerine üs seçtikleri Brooklyn’de sürdürüyorlar. 

“Centralia”, ikilinin Mountains adı altında yayımlanan 5. albümü ama Thrill Jockey’den çıkan 3. çalışması. Ambient/drone türünün bütün çekiciliğini bünyesinde buluşturan 66 dakikalık albümün özelliği, akustik kayıtlar ile elektronik sesleri birleştirirken benimsenen bakış açısı; ikili, hep yapıldığı gibi, elektronik ekipmanı akustik materyali manipüle etmek, onun içinde eritmek için kullanmamış. Gitar, org, çello, elektronik piyano ve synth, ses manzaraları yaratmak için organik bir şekilde bir araya getirilmiş; sesler arasındaki geçişler öylesine doğal ve değişken ki, elektronik ile akustik arasındaki bu kimya, albüme farklı bir yapılanma kazandırmış.

Açılıştaki 11 dakikalık “Sand”i dinlerken adeta insan kendini akışkan bir sıvıya dönüşmüş gibi hissediyor. Akıp gitmeniz için gereken yatağı da müzik sağlıyor. Albüm boyunca içinde bulunduğunuz ortam değişiyor, kimi zaman drone ya da çello yoğunlaşınca kararıyor, bazen de “Identical Ship”te olduğu gibi akustik gitar tınılarıyla duruluyor her şey, dinginlik egemen oluyor. 

Albüm boyunca yavaş yavaş gelişip evrilen ses öbeklerinin yarattığı melodilerin dinleyici tarafından yorumlanabilmesi için kişisel algı gücüne gereksinim duyuluyor. 20 dakika süren “Propeller”ın içinde hem Brian Eno var hem Fennesz. Elektronik piyanonun drone'lar ile kaynaşmasına kendinizi bıraktığınız anda sürükleniyorsunuz. Son 2.5 dakikada duyulan rüzgar sesinin arazi kaydı olduğunu düşünüyorum ama bir an geliyor bilgisayarların dijital dünyasına girdiğimi hissediyorum. O kısımda ne olduğunu tam anlayamadım. 

Akustik enstrümanlardan çıkan seslerin sıcaklığını koruduğu için özel bir albüm “Centralia”. Albüm adı da ikilinin bugüne kadar müzik kariyerlerinde yaptıklarının ortasında durduğu için seçilmiş. Sonra albüm kapağı için bir kitaptan rastgele ilk sayfayı açtıklarında karşılarına bir harita çıkmış; merkezdeki konumu simgeleceyek imaj için bunun çok uygun olduğunu düşünmüşler. Mountains, bir anlamda dünyada yeni bir yer belirlemiş kendisine. Ben o yeri ziyaret edip çok beğendim; öle görünüyor ki bundan böyle sık sık ziyaret edeceğim. 


-

2 Şubat 2013 Cumartesi

Toy @ Salon


Geçen yıl Mono Festival'da The Horrors'a yapılan bu yıl Toy'a yapıldı. Hadi o zaman The Horrors 'ın gece sahneye çıkması, eve erken dönmeyi isteyen festivalcileri kaçırdı diyelim. Ama o da pek akla uygun gelmemişti o zaman bana; çünkü festivale gelen müziksever, ertesi gün de pazarsa, en iyi performanslardan birisini kaçırmaz diye düşünüyor insan. Ancak öyle olmamıştı; sahne önünde biriken ufak bir kitle The Horrors ile coşmuştuk.

Dün akşam da Salon'da İstanbul'a ilk kez gelen, son birkaç yılın en gözde gruplarından biri vardı. Yazıya başlarken The Horros ile aralarında paralellik kurdum; çünkü İngiliz indie rock grubu Toy'un soundu onları çok andırıyor. Toy'un ülkemize bu kadar gündemdeyken gelmesi, heyecan verici bir durum ama ne yazık ki şehir ortasında bir cuma gecesi normal saatlerde bile dinlemeye gelen sayısı pek fazla değildi. Demek ki bazıları ağzından sürekli NME'yi düşürmese de, önemsedikleri o dergiyi de fazla dinlemiyor. NME'nin 2012'de mutlaka izlenmesi gereken gruplar listesindeydi Toy; grupla aynı adı taşıyan albümleri de, geçen yıl birçok en iyi albümler listelesinde yer aldı. İstanbul'un müzik sahnesinde dünyayı yakalamasına olanak veren bu tür konserlere gösterilen ilginin yeterli olmaması, hem üzücü hem de düşündürücü...

Ben NME söylediği ya da listelerde yer aldığı için değil (NME'ye yakın olmadığımı hep söylerim); öncelikle grubun müziğini beğendiğim için konserdeydim. Ayrıca daha önce canlı dinlemediğim her grup için her zaman ayrı bir merak duyuyorum. Beş müzisyenden oluşan Toy'un shoegaze, krautrock, saykedelik rock, post-punk etkisinde, bas ve synth'leri öne çıkaran bir soundu var. Vokalist Tom Dougall'ın sesi, sahnede duruşu ve hatta saçları The Horrors'tan Faris Badwan'ı andırıyor. Kalabalığa doğrudan bakışlarını yöneltip sakince gitarını çalıyor Tom Dougall; eyeliner kullandığı yazılıp söyleniyor ama ortamda bunu görmeye yetecek kadar ışık yoktu. Arada bir şarkı isimlerini söyleyip teşekkür etmekten başka bir diyalog da kurmuyor dinleyici kitlesiyle. Grubun geri kalanı da konser boyunca shoegaze gruplara uygun tavırlar içindeydi; her biri kendini enstrümanına adamış ve adeta sahneden kopmuş gibilerdi. Ancak müziğin karakterine uygun olarak bence bu yerinde bir tavır.  Mekanda tercih edilen karanlık atmosfer, süzülen ışıklar ve sanki motora takılmış gibi akıp giden gitarlar, hepsi elbirliği etmişcesine dinleyiciyi müziğin içine çekiyordu.

Ben bir ara fotoğraf çekmek için alt kata indiysem de, konserin büyük kısmında asma katta bana My Bloody Valentine ve The Cure'dan da izleri bulduran o gitar sounduna takılıp sürüklendim, epey de dans ettim.

Toy, davul, bas ve synth üçlüsü arasında çok iyi bir denge kurmuş. Dinlerken biri diğerini ötelemiyor; her birinin ayrı ayrı karakteri kendini gösteriyor. Belirtilmesi gereken bir nokta da, iyi bir konser grubu olmaları. Albümdeki sounda çok yakındı performansları.

12 şarkı çaldıkları konser, yaklaşık 70 dakika sürdü. Tek bir albümü olan yeni bir grup için normal bir durum elbette. Albümdeki 12 şarkıdan 9 tanesini canlı dinledik; diğerleri yayınladıkları single'larda yer alan şarkılardı. Konser bittiğinde bis için tekrar gelmediler ama umarım İstanbul'a yeniden gelirler.

Setlist: Colours Running Out - Left Myself Behind - Lose My Way - She's Over My Head- Bright White Shimmering Sun - The Reasons Why - Dead & Gone - Make It Mine - Drifting Deeper - Motoring - My Heart Skips a Beat - Kopter 

(Fotoğraflar bana aittir. Konserde çektiğim bir videoyu paylaşıyorum.)



-

Translate