26 Aralık 2010 Pazar

Vitrindeki Albümler 50:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 26 Aralık 2010

THE ORB FEAT. DAVID GILMOUR-Metallic Spheres (Columbia)

Avrupa’da ekim ayında yayımlanan “Metallic Spheres”in ülkemizde çıkışı aralık ayını buldu. Biz Türkiye'de dinlemekte geç kaldık ama kuşkusuz 2010’un en iyi albümlerinden birisi. Ambient/house türünün yaratıcı topluluğu The Orb’un Pink Floyd’un efsanevi gitaristi ve vokalisti David Gilmour’la buluşması zaten başlı başına heyecan verici bir olay.

Aslında Gilmour ve The Orb daha önce de işbirliği yapmıştı. Pentagon’un bilgisayar sistemine izinsiz girmekle suçlanan Gary McKinnon’a yardım amaçlı projede bir araya gelmiş ve Graham Nash’ın “Chicago” adlı parçasının ambient yorumuyla dikkat çekmişlerdi.

The Orb, Gilmour'la bu çalışmanın ardından, geçen yıl bir jam session sırasında yeniden buluştu ve bu muhteşem albüm ortaya çıktı.

Yaklaşık 50 dakikalık “Metallic Spheres”, “Metallic Side” ve “Spheres Side” olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Her ikisi de beşer parça içeren bölümler bir bütün olarak, olağanüstü bir atmosferik sound yaratıyor.

Gilmour’un elektro ve “lap steel” gitarda sergilediği yetenek, The Orb’dan Alex Paterson’ın klavye ile turntable ve Youth’un (Martin Glover) bas gitar ile klavyede yarattığı seslerle buluşunca, ortaya Pink Floyd albümlerindeki saykedelik havayı hatırlatan büyüleyici bir ambient çalışması çıkmış.

Belki bir eleştiri olarak, “Gilmour’un gitarının daha fazla öne çıkmış olmasını dilerdik” diyenler çıkabilir. Ancak sonuçta bu bir The Orb albümü. Gilmour gibi bir dehanın katkısı ise, bana göre, albümün en fark edilir yanı.

Ambient hayranı değilseniz bile, Gilmour'un büyüleyici gitarını bir kez daha dinlemek için bu albümü kaçırmayın. Albümün The Orb ile uzun zamandır işbirliği yapan Simon Ghahary tarafından tasarlanan kartoneti ve farklı bir estetik yansıtan grafik tasarımları ise gerçekten görülmeye değer.



Albümün tanıtımı için hazırlanan tanıtım filmi:

The Orb EPK from Columbia Records on Vimeo.



Benim albümdeki favorim, ikinci bölümdeki "Hymns to the Sun" (reprise). Bu parça için YouTube'da New York görüntüleri eşliğinde hazırlanan çok güzel bir videoya rastladım.



-

19 Aralık 2010 Pazar

Vitrindeki Albümler 49:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 19 Aralık 2010

DAFT PUNK- Tron: Legacy Soundtrack (Walt Disney Records)

Walt Disney’in merakla beklenen bilimkurgu filmi Tron: Legacy’nin soundtrack albümü, Fransız elektronik müzik ikilisi Daft Punk’ın imzasını taşıyor.

Tekno, house ve disko müziği karıştırıp yarattıkları “French house” sounduyla tanınan ikili, filmde de bir gece kulübünde DJ’lik yaparak rol alıyor.

Bir bilimkurgu filminin müziklerini yapmak için daha uygun bir isim düşünmek zor doğrusu. Hem müzikleriyle hem de canlı performanslarında kullandıkları robot kıyafetleriyle bunun için tam biçilmiş kaftan Daft Punk.

Orijinali 1982’de çekilen filmin o dönemdeki soundtrack albümü Moog synthesizer ile gerçekleştirdiği elektronik müzik çalışmalarıyla tanınan Amerikalı besteci Wendy Carlos tarafından yapılmış ve doğal olarak synthesizer soundu öne çıkmıştı.

Daft Punk ise, filmin bu yeni versiyonu için, şaşırtıcı bir şekilde çok daha az elektronik öğeye yer vermiş. Düzenlemeleri ve orkestrasyonu Joseph Trapanesein yaptığı soundtrack, 100 kişilik bir orkestra ile yorumlanan daha akustik bir sounda sahip.

O kadar ki, eğer müziği Daft Punk’ın yaptığını bilmeseniz, bunu tahmin etmeniz zor. Hatta zengin orkestrasyonu duyunca, “Hans Zimmer mi yaptı acaba?” diye düşünmeniz bile mümkün. Ancak “The Son of Flynn” ve “Arena” adlı parçalardaki elektronik-akustik karışımları da sizi şüpheye düşürecektir.

Toplam 22 parçalık albümde, dinler dinlemez “Bu Daft Punk!” diyebileceğiniz üç parça var: “Derezzed”, “End of Line” ve kapanış jeneriğinde yer alan “Tron Legacy”. Nitekim grup, albüm için ilk resmi videoyu da "Derezzed" adlı parçaya çekti.

İkilinin yaratıcılık sınırlarını çok zorladığı bir çalışma olmasa da, albümün filmin içinde kaynayıp gitmemesini, ayrıca zaman ayrılarak dinlenmesini dilerim. Çünkü her şeyden önce, klasik müzik ile elektronik müziği oldukça başarıyla bütünleştiriyor.

Özellikle belirtilmesi gereken bir nokta, orkestradaki yaylılarla synthesizer'ların uyumu. Filmi izlerken hayranlık verici bu uyumun farkına varmak olanaklı olmayabilir. O nedenle sadece müziğe odaklanmak için soundtrack albümü ayrıca dinlemek gerekir.

Sonuçta "Tron: Legacy", belki Daft Punk'ın bildiğimiz sounduna hayran olanları çok hoşnut etmese de, kanımca, gruba yeni hayranlar kazandırabilecek bir albüm.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Melissa Auf der Maur Salon'u tutuşturdu!


Melissa Auf der Maur'un cuma akşamı Salon'da verdiği konser umduğumdan da iyiydi. Kendisini 2004 yılında New York'ta Curiosa Festivali'nde izlemiş ve sahnedeki enerjisinden etkilenmiştim.

Bu defa ikinci albümü "Out of Our Minds"ın tanıtım turnesi kapsamında ülkemize de uğradı. Konserden önce prodüktörlüğünü yönetmen Tony Stone ile birlikte üstlendiği, albümle aynı adı taşıyan kısa filmi gösterildi. 28 dakikalık bu film, geçen yıl Sundance Bağımsız Filmler Festivali'nde de yer almıştı.

Yaklaşık yarım saat gecikmeyle saat 22:30'da gösterim başladı. Melissa Auf der Maur ile yaptığım röportajı daha önce bu blogda yayınladığım için ayrıntısıyla film üzerinde durmayacağım. ( Röportajı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz. )

ESTETİK KALİTE, ÇARPICI GÖRSELLİK

Ancak şunu söylemek isterim; Güney Vermont'ta ormanlık bir alanın içinde çekilen OOOM, çok ilginç bir konuyu müthiş bir estetik kaliteyle işlemiş.

Sanatçının kendisinin söylediğine göre, zamanda seyahat konusuna odaklanan film, "birbirine koşut bir şekilde ortaya çıkan iki enerjinin hayali atmosferine giriş için bir davet. Filmde akılla kalp arasındaki ikilik keşfediliyor."

Filmdeki görsellik öylesine çarpıcı ki, gösterim bitince keşke bir daha izlesek diye düşündüm. Tabii bu arada biz filmi izlemeye çalışırken yine bağıra çağıra konuşanlar da eksik değildi... (28 dakika susup film izleyemeyenler için ne demeli sizce?)

Saat 23:10'da OOOM projesi için hazırlanan bir tanıtım filmi yansıdı perdeye. Ardından biz videodaki görüntülerin etkisiyle ekrana takılıp kalmışken, Melissa ve ekibi gözüktü sahnede.

Aşağıda videolarını da koyduğum bu dakikalarda mekan ve sahne tamamen karanlıktı; giderek beliren bir kırmızı ışığın arasından Melissa gitarıyla ortaya çıktığında Salon'da büyük bir tezahürat duyuldu.

Bu kadar ufak tefek bir kadının, ağır bir gitarı büyük bir yetkinlikle kaldırıp cayır cayır çalışı gerçekten etkileyici. Sahnedeki hakimiyeti ve dinleyiciyle kurduğu diyalog bakımından da usta rock yıldızlarına verilecek 10 puanı hak ediyor Melissa. Ekibin tümünün siyah kiyafetleri ve sol yakalarına kırmızıyla işlenmiş M harfi de, Melissa'nın görüntüye verdiği önemin sonucu olsa gerek.

Ama büyük rock yıldızlarının kasıntı hali hiç yok onda. Dinleyicilere konsere geldikleri için teşekkür edecek kadar mütevazı.

ENERJİK VE KEYİFLİ BİR KONSER

Bir ara sahneye Melissa'nın özel anonsuyla Norveçli bir saksofoncu geldi. İstanbul'da konser vereceklerini duyunca ekibe eşlik etmek istemiş. İyi ki de etmiş; olağanüstü bir saksofon performansı duyduk böylece.

Hem dinleyiciler hem de tahmin ediyorum ki müzisyenler açısından oldukça doyurucu, çok enerjik ve keyifli bir konserdi. Hani bazı konserlerde sahnedeki müzisyenlerin kendilerini çaldıkları müziğe tamamen adayıp yapabileceklerinin en iyisini ortaya koyduklarını hissedersiniz; bu da o konserlerden biriydi.

Şu kesin ki, Melissa Auf der Maur, OOOM albümüyle kendisini solo müzisyen olarak kanıtladı. Vokalde bas gitarda olduğu kadar iddialı değilse de, altı yıl önce gördüğümden bu yanda performans kalitesinin daha da geliştiğini söyleyebilirim. Yolu açık olsun!

Melissa Auf der Maur ve ekibi sahneye çıkmadan önce gösterilen tanıtım videosu. (Bu videoda arka planda sürekli bağrışıp gülüşenlerin çıkardığı gürültüyü duyabilirsiniz.)

melissa auf der maur from zülal on Vimeo.



Sahneye ilk çıktıkları an. (Video biraz karanlık başlıyor ama sonrası izlemeye değer.)


-

16 Aralık 2010 Perşembe

Bu konser ateşli olacak!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 16 Aralık 2010

Rock müziğin başarılı kadın müzisyenlerinden Melissa Auf der Maur, 17 Aralık’ta İstanbul'da bir konser verecek. 38 yaşındaki Kanadalı sanatçı, Hole ve The Smashing Pumpkins gruplarında bas gitarist olarak yer aldı, aynı zamanda profesyonel bir fotoğrafçı.

Ben kendisini 2004 yılında New York'ta Robert Smith'in düzenlediği Curiosa Festivali'nde canlı dinleme olanağı bulmuştum. İlk solo albümünü yayımladığı yıldı; sahnedeki enerji düzeyinin yüksekliğine tanık olunca, "Bu işin arkası gelir" demiştim. İkinci albüm için uzun süre ses çıkmadı ama beklenen haber bu yıl geldi.

Aradan geçen zamanda bu yeni albümü yapmak için “Out of Our Minds”da (OOOM) farklı bir yöntem izledi Melissa. Müziğini, çizgi roman ve film gibi farklı sanat dallarıyla buluşturan bir projeye dönüştürdü. Albümden esinlenerek çekilen kısa film, geçen yıl Sundance Film Festivali’nde yer aldı.

Melissa Auf der Maur ile röportaj yapma olanağı çıkınca, kendisine zaten bildiğimiz The Smashing Pumpkins ve Hole yıllarını sormayı düşünmedim. Özellikle disiplinlerarası sanat yaklaşımıyla yaptığı ikinci albüm çalışmaları üzerine odaklandım. OOOM'ın yaratım aşamasında müziğin görseli, görselin müziği etkileme süreci bana çok ilginç geldi. Çünkü bu süreci anlarsak, albümün içerdiği müziği de doğru yorumlayabileceğimizi düşünüyorum.

Daha çok müzik çalışmalarınızdan tanınıyorsunuz. İkinci solo albümünüz birçok sanat dalını kapsayan bir projeye nasıl dönüştü?

Çocukken Montreal’de harika bir sanat okuluna gittim. Orada görsel, işitsel ve performans sanatlarında eşit ağırlıkta eğitim vardı. Liseden mezun olunca üniversitede fotoğraf dalında çalıştım, daha sonra da bir barda DJ’lik yaparken kendi müzik grubumu kurdum. Bütün bu tutkular, benim için başından beri aynı derecede önemli oldu. Hole’a katılmam önerildiğinde, ki bütün zamanımı müzik yapmaya ayırabileceğim milyonda bir karşıma çıkabilecek bir fırsattı; diğer her şeyi bir süre durdurmak zorunda kaldım. Hole, The Smashing Pumpkins ve ilk solo albümümü de kapsayan bu süreci geride bıraktığımda, köklerime dönme vaktinin geldiğini biliyordum. İkinci solo albümümü yazmaya başladığım andan itibaren, kendi kendime bir söz verdim ve bütün ilgi alanlarımı tek bir projede bütünleştirme kararı aldım.

"İNSAN İÇİNDE VAR OLAN BİR SOUND İLE DOĞAR"

Bu projeye başlamadan önce nasıl bir sound elde etmek istediğinize dair net bir görüşünüz var mıydı, yoksa biraz da akışına göre mi şekillendi?

Ben, insanın içinde varlığını sürdüren belli bir sound doğduğuna inanıyorum. Onu rüyalarınızda ve ilk gençliğinizde duyuyorsunuz. Benim soundum da uzun zamandır iç benliğimde yaşıyor ve okuldaki eğitimle, yaptığım çalışmalarla ve dinlediğim diğer müziklerle gelişimini sürdürüyor. OOOM, ilk albümden bu yana doğal bir evrimleşme şeklinde gelişti. Hangi sesin benim için doğru olduğunu biliyorum. Bu, sadece onu arayıp bulma meselesi. Derinleştikçe daha çok gelişiyor. Örneğin, ben şarkı yazma tekniğimi ilerletmek için bilinçli bir tercihte bulundum. İlk albümümün tümü gitar üzerinde klasik rock riffleriyle yazıldı. Bu albümde de o şekilde yazılan şarkılar var; ama bunun yanı sıra piyano, bas gitar, davul ve autoharp üzerine yazılanlar da var. Sonuçta bas gitarist olduğum için, beni en çok hoşnut edenler de onlar. Ancak bas gitarla şarkı yazmanın yolları çok net değil. O nedenle yeni yollar arıyorum ve bu beni istediğim şarkıya ulaşma duygusuna daha da yaklaştırıyor. Albümdeki sesler konusunda ise, evet, gitar soundunun nasıl olması gerektiğine dair kesin fikirlerim var. Sanki suyun altından duyulan sesler gibi, flanger ve phaser’larla elde edilen sesler... Gitar bölümlerinin çoğu bu şekilde yazıldı.

Yeni albümü yaparken bunun dışında şarkı yazım sürecinde farklı ve olumlu bir değişim oldu mu?

Piyano, gitar ve bas üzerinde çalışmanın dışında, şarkıları yazmaya ara vermek, en büyük değişimi yarattı. Zorunlu bir araydı bu; çünkü albüm çalışmalarımızın tam ortasında plak şirketi, müzik endüstrisindeki eski modelin çöküş sürecine girdi. Şirketteki herkes bir günde işten kovuldu ve çok sayıda sanatçının sözleşmesi iptal edildi. Aslında bu tam da benim istediğim şeydi; ancak albüm üzerindeki haklar konusunda uzun süreli bir dava süreci başladı. Müzikteki geleceğim belirsizdi; her şeye ara vermeye karar verdim. Şans eseri tam o sırada yönetmen Tony Stone’la tanıştım ve OOOM’un film versiyonu için işbirliği yaptık. Bir yıl kadar çalıştık bunun için. 28 dakikalık bir film olsa da, tümüyle bütün prodüksiyonu biz yaptık, finansman ikimiz tarafından karşılandı. Güney Vermont’ta ufak bir barakada kalarak, ormanın içinde çektik filmi. Bütün prodüksiyon güneş enerjisi kullanılarak yapıldı. Film üretmek, tamamen başka bir amosferde işbirliği yapmak, olabilecek en iyi şeydi. Bu sürecin sonunda bütünüyle yenilenmiş bir şekilde albüm çalışmalarına döndüm ve aldığım ilhamı müziğe yansıttım. Ayrıca da albüm üzerindeki yasal haklarımı da elde ettim!

Albümün adını “Out of Our Minds” koymanızın özel bir anlamı var mı?

Kesinlikle! Bu dinleyici ve seyirciye bir davettir. Diyoruz ki; “Zihninizin dışına doğru, kalbinizin içine doğru yönelin. Kalplerimiz nicedir orada yanıbaşımızda duruyor...” Bu, özel bir ifade; bütün projenin özünü ortaya koyan parça.

ZAMANDA SEYAHAT HAKKINDA DÜŞSEL BİR FİLM

Bu projede uyguladığınız disiplinlerarası sanat yaklaşımının ne gibi avantajları oldu?

Duyguları aktarmak için daha çok araca ve insanlarla iletişim kurmak için daha fazla fikre sahip olduk. Projeyi açıklamak için alternatif yollar elde ettik. Söylemimize derinlik kazandırabildik. Tek bir tıkla indirilebilecek ya da internette tek bir sayfaya sığdırılabilecek olan bir içerikten daha fazlasını vermek istedik. Müziği çevreleyen daha derin bir dünya kurmak istedik. Bu projeyi tanıtmak için son 1.5 yıldır seyahat ediyorum. Tek bir projeyle, film festivallerine, çizgi roman ve bilim kurgu fuarlarına, çağdaş sanat müzelerine, rock barlarına ve müzik festivallerine konuk oldum. Bu benim için olağanüstü bir şey. Başka yaratıcı çalışmalar yapan gruplardan davetler aldım; bütün bunlar insan ve sanatçı olarak hayatımı zenginleştiriyor.

Albümün görsel versiyonlarının dinleyicinin hayal gücünü sınırlayabileceği yönünde bir endişeniz oldu mu hiç?

Bu çok iyi bir soru! Hayır, bu konuda endişelenmedim; görseller de kendi içinde yoruma oldukça açık. Benim istediğim, şarkının yansıttığı duyguyu yakalayan bir film yapmaktı. Filmi de şarkıyı yaptığım aynı yöntemle yaptım.

Filminizin ana öğeleri bir ormandaki kadın, ağaç, bir Viking ve bir kamyon. Birbirlerine kanla bağlanan bu öğeler arasındaki öyküyü şekillendirirken, müziğin dışında sizi ne etkiledi?

Bu zamanda seyahat hakkında düşsel bir film...Her şey albüme adını veren şarkıdaki nakarat kısmından geliyor. Birbirine koşut bir şekilde ortaya çıkan iki enerjinin hayali atmosferine giriş için bir davet bu. Akılla kalp arasındaki ikiliği keşfediliyor: Ağaçla balta, kadınla kamyon, cadı ile Viking arasında da bu ikilik var...

"MÜZİKTE HER ZAMAN DAHA FAZLA GİZEM OLACAK..."

Aynı zamanda çalışmaları önemli dergilerde yayınlanan profesyonel bir fotoğrafçısınız. Şarkı yazarken hayalinizde beliren bazı manzaralar, görüntüler ya da sahneler size ilham veriyor mu?

Evet, belli atmosferler hayal ediyorum. Bu nedenle bu albümün etrafında gelişen bir film yapmak istedim.

Bana göre, bir karşılaştırma yapmak gerekirse, müziğin kendi başına yarattığı hayali atmosfer, görsel olandan çok daha güçlü. Sizin açınızdan OOOM albümü ile bundan uyarlanan çizgi roman ile film arasında böyle bir karşılaştırma yapmak olanaklı mı?

Evet, müzikte rüya benzeri erişilmez bir sihir var. Film ve çizgi romanda bunu elde etmeye çalıştım. Ne var ki, müzikte her zaman daha fazla gizem var olacak...

"HOLE'A GERİ DÖNMEME GEREK YOK AMA YENİDEN BİR ÇALIŞMA YAPMAK HOŞ OLUR"

Geçen yıl kendinizi Courtney Love ile ruh kardeşi gibi hissettiğinizi söylediniz. Gelecekte Hole ile birleşme olasılığı var mı yoksa solo çalışmalarınıza devam mı edeceksiniz?

Hole, bir şekilde yeniden birleşmiş durumda. Love’ın kararı, sanırım onun geçmişe değil geleceğe bakma arzusuyla ilgili. Geçmişimiz ortada, o geçmiş nedeniyle de daima ruhen bağlı olacağız. Gruba tekrar dönmeme gerek yok ama Hole ile geçirdiğim dönemden gurur duyuyorum. Bir noktada durup tekrar bir çalışma yapmak da hoş olur. Tura çıkmasak bile, bir best of çalışması, video, fotoğraf, röportaj ya da bir performans olabilir. Gelecek ne getirecek göreceğiz...

İstanbul’daki canlı performansınızla ilgili nasıl bir beklenti içine girelim?

Tamamen kalpten ve içten gelen bir ateş!

"Out of Our Minds" adlı şarkının videosu:


Bu da film için çekilen tanıtım filmi:


_

12 Aralık 2010 Pazar

Vitrindeki Albümler 48:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 12 Aralık 2010

CYNDI LAUPER-Memphis Blues (Naive Records)

Cyndi Lauper’ı 1985 yılında “Girl Just Want to Have Fun” ve “Time After Time” hitleriyle tanıdık. O dönemin punk görünümlü, rengarenk saçlı, sıradışı pop yıldızıydı.

Aynı yıl ilk albümü “She’s So Unusual” ile “En İyi Yeni Sanatçı” kategorisinde Grammy aldı, zaman içinde kazandığı ödüller, filmler ve albümlerle pop ikonu haline geldi.

Ama aradan geçen yıllar onu da değiştirdi; artık 57 yaşında ve yıllardır yapmak istediği albümü yaptığını söylüyor. Yanlış anlaşılmasın; hala yerinde duramayan, sahnede kıpır kıpır bir müzisyen kendisi.

Ancak bu defa, iki yıl önceki elektronik dans albümü “Bring Ya to the Brink”ten sonra farklı bir kulvara girmiş. “Memphis Blues”, adından da anlaşılacağı gibi, klasik bir blues albümü.

Doğrusu ben Lauper’ı pop şarkıcısı olarak hep sevdim ama 57’sinde blues’a yönelmesini de alkışla karşılıyorum. Çünkü her zaman onun sesinin blues için çok uygun olduğunu düşündüm.

Sesine çok yakışan şarkıları usta bir ekiple yorumlamak için Memphis’de kamp kurmuş Lauper. Yanına Allen Toussaint, B.B. King, Jonny Lang, Kenny Brown, Charlie Musselwhite, Ann Peebles gibi caz dünyasının ünlü yeteneklerini alınca, ortaya çok keyifli bir albüm çıkmış.

Blues deyince doğal olarak insanın aklına hemen hüzünlü şarkılar geliyor. Ancak Cyndi Lauper’ın sesi, albüme farklı bir renk katmış; çoğu şarkıda tempo tutmakla yetinmeyip dans edesi geliyor insanın.

Albümde özellikle anılması gereken şarkılardan birisi "Wild Women Don't Have the Blues". 1924 tarihli bu Ida Cox bestesi, güçlü feminist mesajıyla yıllardır birçok şarkıcının ilgisini çekti ve defalarca cover'landı.

Lauper da, uzun zamandır uğrunda desteklediği LGBT (Lezbiyen, Gay, Biseksüel ve Transseksüel) hakları mücadelesini anmak için bu şarkıyı yeniden yorumlamış. Ancak ilginç bir şekilde, bu versiyon albümde yer almıyor; şarkı, albümü piyasaya çıkmadan önceden sipariş edenler için yapılan özel basım cd'lere konulmuş.

Avrupa’da eylül ayında çıkan albüm, ülkemizde A.K. Müzik tarafından yeni yayımlandı. 2010’u uğurlarken güzel bir blues albümü dinlemek isteyen herkese tavsiye ediyorum bu albümü.

Bu arada bir bilgi olarak da şunu söyleyelim: Prodüktörlüğü Scott Bomar ile birlikte Lauper'ın kendisinin üstlendiği "Memphis Blues", 2010 Grammy ödüllerinde "En İyi Geleneksel Blues Albümü" dalında aday gösterildi.

Bu sanatçının kariyerindeki 14. Grammy adaylığı. Bakalım 11. albümüyle yakaladığı bu adaylık ona ikinci Grammy'yi getirecek mi?







_

11 Aralık 2010 Cumartesi

These New Puritans live performance @ Salon-7.12.2010


These New Puritans'ın geçen haftaki İstanbul konseri dinleyicilerin bir kısmında hayal kırıklığına neden oldu.
Ben de onlardan biriyim. Grubun "Hidden" albümünü beğenerek dinliyorum ve daha önce albümü dinlerken böyle bir tespitim olmadı.

Konserde vokalin çok cılız kalması, ses sisteminden kaynaklanmıyordu. Daha önce aynı mekanda birçok konser dinlemiş birisi olarak böyle bir sorunla ilk kez karşılaştım. Ayrıca perküsyon oldukça güçlüydü; diğer seslerse bir sorun yoktu.

Şu bir gerçek ki, bazı gruplar konser grubu değildir; canlı performansları ile albüm kayıtları arasında farklar olabilir. Bana göre These New Puritans, en azından o gece iyi bir performans ortaya koyamadı. 1 saati bulmayan konserde dinleyici ile iletişim de kuramadılar ama kanımca en önemli sorun vokalde... Düşünsenize böyle bir müziğin ardında güçlü bir ses olduğunu...

Konsere gelmeyenler için aşağıdaki video bir fikir verebilir. Kısa bir video ama konserde duyduğumuz ses aynen buydu.

These New Puritans from zülal on Vimeo.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Interpol, yeni isimlerle aynı güçte


© Zülal Kalkandelen

AMSTERDAM- Alternatif rock severlerin baştacı Interpol’ü, 2010 turnesinde Amsterdam’da canlı dinleme olanağı buldum.

Ülkemizde henüz konser vermeyen ve büyük merakla beklenen gruplardan biri Interpol. Çok sayıda hayranı var ve bu yıl çıkan albümü de grubun müzikal çizgisi hakkında bazı tartışmaları gündeme getirmiş durumda.

2000’li yıllarda post-punk’ın yeniden canlanmasında çok büyük katkısı oldu Interpol’ün. O dönemde New York’ta kurulan grup, alternatif rock camiasında hızla hayran kitlesini genişletti. Aradan geçen zamanda dört stüdyo albümü yayınladılar. Özellikle ilk iki albümleri, “Turn on the Bright Lights” ve “Antics”, o kadar başarılıydı ki, ardından gelenler onlar kadar büyük övgüler almadı.

Son albümün kaydından sonra, bas gitarist ve klavyeci Carlos Dengler’ın gruptan ayrılması ve Interpol’ün bağımsız plak şirketi Matador’u bırakıp büyük plak şirketi Capitol Records ile anlaşması, grubun farklı bir yöne doğru gideceği yorumlarına neden oldu.

Bu yılki turnede Interpol’ü görmek, gerçekten sahneye yansıyan bir değişiklik olup olmadığını anlamak bakımından önemliydi. Ben, grubu 2004 yılında New York’ta The Cure’un solisti Robert Smith’in düzenlediği Curiosa Festivali’nde de dinlediğim için, ister istemez iki performansı karşılaştırdım.

AÇILIŞ SURFER BLOOD'DAN

Amsterdam’ın en büyük konser salonlarından biri olan 6000 kişilik Heineken Music Hall, o gece tamamen doluydu.

20’li, 30’lu ve 40’lı yaşları kapsayan çok geniş bir hayran grubu var Interpol’ün. 40’lı yaşlardaki hayranlar, konserin başlamasına yakın gelip koltuklarda oturmayı tercih etse de; 20’li yaşlarında olanlar için durum farklıydı. Sahne önünde yer kapmak isteyenler, insanın adeta yüzünü kesen soğuk rüzgara karşın kuyrukta bekleşiyordu.

Gecenin açılışını indie rock sevenlerin yakından tanıdığ, Floridalı alternatif rock grubu Surfer Blood yaptı. Yarım saatlik kısa ama doyurucu performanstan çıkardığım sonuç, grubun, özellikle açık hava festivallerine hareket katacak bir isim olacağı yönünde.

Konser için salonun kapılarına asılan duyuruda Interpol’ün sahneye 21.30’da çıkacağı belirtilmişti. Tam o saatte ışıklar karardı, duman makinesi son hızda çalışırken siyah takım elbiseler içinde beş müzisyenin gölgeleri belirdi. Müziği her zaman karanlık olan bir grubun ruhunu yansıtmak için çok uygundu bu görüntü...

AYNIYIZ VE ANTICS’İ AŞAMADIK...

Interpol’ün konser için yaptığı şarkı seçimi de ilginçti. O akşam çalınan 18 parçadan sadece 5 tanesi (“Success”, “Summer Well”, “Barricade”, “Lights” ve “Try It On”) yeni albümdendi. Geri kalan 13 şarkının içinde ağırlıklı olarak 7 parçayla “Antics” albümü yer aldı.

Bana kalırsa, bundan şu mesajı almak olanaklı: Büyük plak şirketine de geçsek, Carlos gruptan ayrılsa da, yeni albüm öncekiler kadar beğenilmese de, biz aynıyız ve haklısınız; hala “Antics”i aşamadık.

Belli ki Dengler’ın yerini doldurmak pek kolay olmamış Interpol için. Onun yerine bu turnede bas gitarda David Pajo, klavye ve geri vokalde Brandon Curtis olmak üzere iki müzisyen eşlik ediyor.

Paul Banks'in ve grubun konserde şarkı aralarında teşekkür etmekten başka dinleyiciyle özel bir iletişimi olmuyor. Bu durum, geçen yıllar içinde değişmemiş. Son derece ciddi bir şekilde sahneye çıkıyor, şarkılarını çalıyor ve gidiyorlar...

1.5 saatlik konserden sonra şunu söyleyebilirim: Grubun 2004 ile 2010 canlı performansları arasında bir gerileme yok. Interpol, Paul Banks, Sam Fogarino ve Daniel Kessler’den oluşan çekirdek kadroyla, en azından sahnedeki gücünden hiçbir şey yitirmemiş.

Konserde çalınan şarkılar sırasıyla söyle:

Success
Say Hello to the Angels
Narc
Lenght of Love
Summer Well
Rest of My Chemistry
Slow Hands
C'mere
Untitled
Barricade
Take You on a Cruise
Lights
PDA
Try It on
Not Even Jail

-- Bis

The Lighthouse
Evil
The Heinrich Maneuver

2010'un En İyi Albümleri


Her yıl aralık ayında adet olduğu üzere, ben de yine "Yılın En İyi Albümleri" listesi yaptım.
Elbette listeler kişiye göre değişir; birisinin çok sevdiği bir albümü diğeri hiç beğenmeyebilir.
Ancak ne kadar öznel olsa da, ben listeleri seviyorum. Hem geçen yılı gözden geçirmek hem de iyi albüm yapan grupları desteklemek için faydalı oluyor.

"Ne var ki liste yapmakta?" demeyin... Yıl boyunca yayımlanan yüzlerce albümü takip edip dinlemek ve sonra da hepsinin arasında bir değerlendirme yapmak oldukça fazla emek ve zaman istiyor. Ayrıca belki herkesin en çok beğendiği ilk birkaç albüm bellidir; ama 50 albümlük bir liste yapıyorsanız, bu biraz daha zor oluyor.

Ben aşağıda isimleri yer alan albümleri tekrar anlatma gereği duymadım. Onun yerine ilk 20 albümde en sevdiğim şarkılara ait videoları ekledim. (Zaten bir kısmı hakkında daha önce de yazılar yazmıştım; blogda arama yaparsanız, o yazılara ulaşabilirsiniz.)

Bu albümler, 2010 yılında benim en yakın dostlarımdı. Sevincimi, üzüntümü, endişemi, heyecanımı bu albümlerle yaşadım. Özellikle "The Durutti Column"ün "A Paean to Wilson" adlı albümü olmasaydı, 2010 benim için çok daha zor geçerdi. Yürekten bağlıyım o albüme; dilerim ki herkes bulup dinlesin.

Gelecek yılı yeni dostlarımla tanışmak için büyük bir heyecanla bekliyor, herkese bol müzikli ve konserli iyi bir yıl diliyorum!

1-The Durutti Column - A Paean to Wilson
Albümde yer alan "Chant"ın YouTube'daki videousu var ekte. (Resmi video değil ama kim koyduysa ona da teşekkürler burdan.) 10 dakika 37 saniye ayırıp bu parçayı dinlemenizi öneririm.

Bir de yine aynı albümden "How Unbelievable"ı YouTube'dan ekledim. Video tam 4' 56'' 'ya geldiğinde Tony Wilson İngiltere'deki ekonomik durumla ilgili şunları söylüyor: "How Unbelievable... The Labour could be in power for 10 years and the wealth gap in this country gets worse..."

Tam 7'11''de ise bu kez şöyle diyor Wilson: "Socialism is not complex. It means a deep, central belief, natural in your heart that the poor should not be so poor and the rich should not be so rich. In Britain, the gap between the rich and the poor has got wider..." Tony Wilson'a saygıyla şapka çıkarıyorum!





2-Brendan Perry - Ark
Ne yazık ki, Brendan Perry'yi Sofya'ya kadar gelmesine karşın bu yıl turnede yakalayamadı İstanbul... Bir gün olağanüstü güzellikteki bu albümü canlı dinlemeyi hayal ediyorum. Albümden en sevdiğim şarkı "Wintersun"ın resmi olmayan videosu aşağıda. Videodaki ses kalitesi iyi değil, en iyisi siz bu albümü alın:)



3-Brian Eno - Small Craft on a Milk Sea
"Dust Shuffle"


4-Autechre - Oversteps
"see on see".


5-The National - High Violet
"Afraid of Everyone"


6-Bill Callahan - Rough Travel for a Rare Thing
"Rock Bottom Riser"


7-Forest Swords -Dagger Paths
"Miarches"


8-Oneohtrix Point Never - Returnal
"Returnal"


9-The Fun Years - God Was Like, No
"Division of Labor"


10-Arcade Fire - The Suburbs
"Modern Man"


11-Olafur Arnalds - “.......and they have escaped the weight of darkness”


12-Owen Pallett - Heartland
"E is for Estranged"


13-Walls - Walls
"Soft Cover People"


14-Flying Lotus - Cosmogramma
"And the World Laughs with You" (Feat. Thom Yorke)


15-Olöf Arnalds - Innundir Skinni
"Surrender" (Feat. Björk)

Ólöf Arnalds - Surrender (Official Video) from One Little Indian Records on Vimeo.



16-Gil Scott-Heron - I'm New Here
"Me and the Devil"


17-Matthew Dear - Black City
"Soil to Seed"


18-Gonjasufi - A Sufi And A Killer
"Sheep"


19-Dark Star - North
"Ostkruez"


20-Laurie Anderson - Homeland
"The Beginning of Memory"


21-Joanna Newsom - Have One on Me


22-Deerhunter - Halcyon Digest
"Helicopter"


23-Max Richter - Infra
"Infra 3"


24-Dollboy - Ghost Stations
"Oranienburger Strasse"


25-Pantha du Prince - Black Noise
"Es Schneit"


26-Ryuichi Sakamoto - Playing the Piano
"The Sheltering Sky"


27-Jonsi - Go
"Kolnidur"


28-Crystal Castles – Crystal Castles ( II )
"Not in Love" (Feat. Robert Smith of The Cure)


29-Swans - My Father Will Guide Me Up a Rope to the Sky
"Reeling the Liars In"


30-Wyatt, Atzmon, Stephens - "......for the Ghosts Within"
"Laura"


31-Beach House - Teen Dream
32-These New Puritans - Hidden
33-Glasser - Ring
34-Eluvium - Smiles
35-Les Savy Fav - Root For Ruin
36-Future Islands - In Evening Air
37-John Grant - Queen of Denmark
38-The Octopus Project - Hexadecagon
39-Eleven Tigers - Clouds are Mountains
40-Blonde Readhead - Penny Sparkle
41-Gold Panda - Lucky Shiner
42-Shed - The Traveller
43-Liars - Sisterworld
44-Holy Fuck - Latin
45-Paul Weller - Wake Up the Nation
46-Caribou - Swim
47-Ikonika - Contact, Love, Want, Have
48-Brian McBride - The Effective Disconnect
49-Keith jarrett-Charlie Haden - Jasmine
50-Autre Ne Veut - Autre Ne Veut

_

5 Aralık 2010 Pazar

Vitrindeki Albümler 47:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 5 Aralık 2010

WYATT/ATZMON/STEPHEN- “......for the ghosts within” (Domino Records)

Bu albümü almamın ilk ve en önemli nedeni, müziğini ve savunduğu politik görüşleri takdirle izlediğim Robert Wyatt’ın içinde yer aldığı bir proje olmasıydı.

Art rock grubu Soft Machine’in kurucusu Wyatt, uzun yıllardır solo kariyerini sürdürüyor. Yayınladığı birçok solo albümün yanı sıra çeşitli müzisyenlerle işbirlikleri de yapıyor.

Bu defa da, saksofoncu/yazar Gilad Atzmon ve kemancı/besteci Ros Stephen ile çalışmış.

Albümde, “Lush Life”, “In a Sentimental Mood” ve “Round Midnight” gibi caz standartları yeniden yorumlanmış.

Bu yorumların en ilginç tarafı, saksofon, klarnet ve kontrabasa alışılmışın dışında Sigamos Yaylı Dörtlüsü’nün eşlik etmesi. Ros Stephen’ın yaylılar için yaptığı düzenlemeler sayesinde bu çok sevilen parçalara farklı bir özellik katılmış.

Wyatt’ın ünlü falsettosu, bu albümde de yine o tanıdık olgun kırılganlığı sergiliyor. Ancak özellikle açılış şarkısı "Laura” ve “In a Sentimental Mood”da hissettiğimiz bu kırılganlık, albüm boyunca sürmüyor.

Örneğin Louis Armstrong’un “What a Wonderful World”üne yapılan cover’da çok dozunda bir keyif yansıtıyor Wyatt.

Bana göre albümle uyum göstermeyen tek parça “Where Are They Now?”. Wyatt’ın “Dondestan” albümüne adını veren bu şarkı, burada çok daha karışık bir hal almış, Stormtrap olarak da bilinen Filistinli Abboud Hashem’in rap’i ile Wyatt’ın vokalinin karışımı benim kulağıma biraz garip geldi...

Özellikle caz ve avangard çalışmalardan hoşlananlara önereceğim bu çalışma, yılın en iyi albümlerinden birisi.

Albüm açılış şarkısı "Laura"yı aşağıda dinleyebilirsiniz.


Albüm şarkı listesi:

1. Laura
2. Lullaby For Irene
3. The Ghosts Within
4. Where Are They Now
5. Maryan
6. Round Midnight
7. Lush Life
8. What’s New
9. In A Sentimental Mood
10. At Last I Am Free
11. What A Wonderful World

-

4 Aralık 2010 Cumartesi

OWEN PALLETT: TEK KİŞİLİK ORKESTRA


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 4 Aralık 2010

İKSV binasının içindeki Salon, bu sezon programıyla kentin kültürel atmosferine önemli katkılarda bulunuyor. Geçen perşembe akşamı mekanın konuğu, çok yetenekli Kanadalı bir müzisyendi: 2010 yılının en başarılı albümlerinden birisine imza atan 31 yaşındaki Owen Pallett!

Pallett’ı eylül ayında New York’ta canlı dinlemiştim; The National grubunun konserinde açılışı o yapmıştı. Daha doğrusu, gitarist/perküsyonist Thomas Gill ile birlikte çalmıştı.

Final Fantasy adıyla anıldığı günlerden bu yana Owen’ın çalışmalarını beğeniyle izliyorum; ama canlı performansını ilk gördüğümde düşündüğümden çok daha fazla etkilenmiştim. Albümleri dinlerken hayran olduğum o zengin müziğin yalnızca iki müzisyen tarafından yaratıldığını görmek çok çarpıcıydı.

İstanbul’daki konserinde ise, başlıktaki ifadenin tam hakkını verdi Owen. Bu defa tek başınaydı. Kemanı, loop pedalı ve klavyesiyle çıkardığı seslerle, dinleyicilerin yüreğine dokundu.

ÇOKSESLİ MÜZİĞİ TEK BAŞINA İCRA EDEN MÜTHİŞ YETENEK

Pallett’ın albümlerinde öylesine bir ses çeşitliliği var ki, konseri gözünüzü kapayıp dinlerseniz kolaylıkla müziğin bir orkestra tarafından çalındığı duygusuna kapılabilirsiniz. Bu işin sırrı, canlı performanslarında ortaya çıkıyor.

Önce kemanını çalıyor Pallett, kendi çaldığı bu melodi loop pedal aracılığıyla tekrar edilirken, o kemanıyla başka sesler yaratıyor. Kimi zaman klavyesine dokunuyor, kimi zaman kemanı adeta bir mandolin gibi tutarak tellerini parmaklarıyla çekiyor. Bir tür ses deneyi yapıyor sanki... Bir orkestranın öğeleriyle yorumlanabilecek müziği, elektronik altyapıyla birleştiriyor.

Bu çok katmanlı müziği, büyük bir ustalıkla kullandığı yumuşacık vokaliyle süslüyor. Ayakkabısız, sadece çoraplarıyla sahnede dururken, ilginç bir şekilde yalın ama etkileyici bir duruş sergiliyor.

ÇİFTÇİ LEWIS İLE YARATICISI OWEN

Son derece zekice yazılmış şarkı sözleri, “Heartland” albümünde 14. yüzyılda Spectrum adlı hayali bir yerde yaşayan Lewis adlı bir çiftçiden söz ediyor. Aslında karısını ve kızını geride bırakıp savaşçı olan Lewis aracılığıyla bizlere şiddeti, öfkeyi, sevgiyi yani insanı anlatıyor.

Lewis ile yaratıcısı Owen arasındaki diyalog, konserde zaman zaman müzisyenin dinleyicilerle girdiği diyaloglarla kesiliyor. Twitter’da İstanbulla ilgili iletiler yazan Owen'a sorular yöneltiliyor kalabalığın içinden... İstanbul için "Gördüğüm en güzel şehir!” diye yazmış Owen.

Ben de diyorum ki, gittiğim en güzel konserlerden birisiydi Owen Pallett konseri! Sahnede tek başına durup o müthiş müziği yaratan adama çok imrendim. 70’lerin analog synth-pop’undan klasik müziğin çoksesliliğine uzanan bu ufak tefek adamın müzikteki izi gerçekten büyük.

O kendi müziği için şöyle diyor: “Gayler hakkında değil ama gay bir müzik bu.” Benden tam puan bu gay müziğe!

Ülkemizde henüz çok tanınmayan Pallett’ı İstanbul’a getirmek organizatörler açısından bir riskti. Bunu göze alanlara da tam puan!

Konserden videolar:
Owen Pallett- "Keep the Dog Quiet"


Owen Pallett- "Lewis Takes Action"

Owen Pallett from zülal on Vimeo.






(Fotograflar ve videolar: Zülal Kalkandelen)

-

3 Aralık 2010 Cuma

Owen Pallett İstanbul konserinden bir video:


Dün akşam Salon'da Owen Pallett konserindeydim. Şimdilik çektiğim bir videoyu aşağıda paylaşıyorum. Konserle ilgili yazımı fotoğraflarla birlikte daha sonra ekleyeceğim.
Videoda Pallett'in seslendirdiği şarkı, son albümü Heartland'den "Lewis Takes Action".

Owen Pallett from zülal on Vimeo.

28 Kasım 2010 Pazar

Vitrindeki Albümler 46:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 28 Kasım 2010

BRYAN FERRY-Olympia (Virgin Records)

Art rock'ın efsane grubu Roxy Music’in vokalisti Bryan Ferry, uzun yıllardır sürdürdüğü solo çalışmalarına bir yenisini ekledi.

Ancak albüme katkıda bulunan isimler açıklanır açıklanmaz hemen bir tartışma başladı: Buna bir solo Ferry albümü mü demeli, yoksa Roxy Music albümü mü?

1994 tarihli “Mamouna”dan bu yana ilk kez Roxy Music’in dört üyesi bu albümde buluştu. Phil Manzanera, Andy Mackay, Brian Eno ve Bryan Ferry bir araya gelirse Roxy Music olmaz mı?

Olabilir de; ancak bunu belirlemek için o isimlerin albüme ne oranda katkı yaptığına bakılır.

Bir kere, albümde bir tek “Song to the Siren” cover’ında bu dört isim birlikte yer almış; başka hiçbir şarkıda bu birliktelik gerçekleşmemiş.

Ayrıca, Ferry dışında diğerleri bu albüme “Mamouna”daki kadar katkıda bulunmamış.

Ve en önemlisi Roxy Music albümleri, her zaman Ferry'nin solo albümlerine göre daha deneyseldir...

Sonuçta "Olympia neden Roxy Music albümü olarak çıkmadı?" sorusu bana göre mantıklı değil.

"Olympia"da Ferry ile çalışanlar arasında başka ünlü isimler de var. En dikkat çekenleri, Jonny Greenwood (Radiohead), Mani (The Stone Roses), Flea (Red Hot Chili Peppers), Marcus Miller, David Gilmour, Scissor Sisters, Groove Armada, Nile Rodgers...

Kapağa top model Kate Moss’u yerleştirip, bunca önemli müzisyenin desteğini alan Ferry, işi şansa bırakmamış gerçekten. Bazen 70’lerin disko esintilerini synth’lerle birleştirmiş, bazen de piyano ve gitar soloların yarattığı melankoliye sürüklenmiş.

Bryan Ferry'nin Groove Armada ile işbirliği yaptığı "Shameless"ın bu albümde daha yavaş ritimli bir versiyonu yer alıyor. Aynı parça Groove Armada'nın son albümünde farklı bir kayıtla yer almıştı. Bana sorarsanız, dans müziğiyle Ferry'nin sesinin romantik kırılganlığını birleştiren o versiyon, daha ilginç ve güzeldi.

Bir de belirtmeden duramayacağım; bırakın "Song to the Siren"i This Mortal Coil söylesin... Ferry'ninki iyi olmadığından değil; This Mortal Coil'in olağaüstü güzellikteki cover'ının üzerine daha iyisinin yapılabileceğini düşünmediğimden söylüyorum bunu...

"Olympia"dan yayımlanan ilk single "You Can Dance" oldu.Video, Ferry'nin müzikte mükemmelliğin yanı sıra görselliğe de önem veren görkemli tarzını bir kez daha gözler önüne seriyor.



Sonuç olarak, biraz fazla parlatılmış bir prodüksiyon olsa da, başarılı bir modern pop/rock çalışması “Olympia”. Özellikle “Reason or Rhyme” ve “Me Oh My” adlı şarkılara dikkat çekmek isterim.

"Me Oh My":


"Reason or Rhyme":

Bryan Ferry – Reason Or Rhyme found on Pop

24 Kasım 2010 Çarşamba

Video: Broken Social Scene


Broken Social Scene playing "Lover's Spit" at Paradiso in Amsterdam on November 19th 2010.
javascript:void(0)

23 Kasım 2010 Salı

Musicincolors için seçtiğim şarkılar ve renkler


İnternet üzerindeki yaratıcı projeler arasında beğeniyle izlediğim Musicincolors için bu haftaki playlist’i ben belirledim. Dört şarkı seçmem ve bunları renklerle ilişkilendirmem istendi.

Peki neden bu şarkıları seçtim ve neden o renklerle ilişkilendirdim? Merak edenler için açıklamak istedim.

Öncelikle seçeceğim dört şarkının da enstrümantal olmasına karar verdim. Böylece alternatifler sınırlanacağı için, seçme işlemi çok daha kolaylaşmış olacaktı. Gerçi şarkıların beğendiğim sözlerini de bildirip renk belirlemem istenmişti. Ama bu parçaların soundları o kadar güçlü ki, söze gerek yok; renkleri çok açık. Onları da ayrıca tanımlayacağım.


1-İlk seçtiğim parça David Bowie’den “Subterraneans” oldu. Çünkü ben büyük bir Bowie hayranıyım. Çok sevdiğim, benim için ayrı bir yeri olan, özel bir müzisyen. Hep söylerim; bana göre Bowie’nin olmadığı bir liste eksiktir. O nedenle şarkı seçmem istenince aklıma her zaman ilk onun şarkıları gelir. Yine öyle oldu.

Yüzlerce Bowie şarkısı arasından “Subterraneans”da karar kılmamsa, parçanın büyük oranda enstrümantal olmasından kaynaklandı. “Büyük bir oranda” diyorum; çünkü şarkının ortalarında bir yerde Bowie sadece bir kez “Share bride failing star/ Care-line Care-line Care-line Care-line driving me Shirley, Shirley, Shirley own/ Share bride failing star” şeklinde anlamı pek açık olmayan sözler söyler. Toplam 5 dakika 39 saniye süren parçanın geri kalan kısmında vokal yoktur.

Berlin üçlemesini oluşturan albümlerin ilki “Low”un kapanış parçası “Subterraneans”, kanımca, Bowie’nin değeri yeterince bilinmemiş ama en güzel çalışmalarından biridir. “Low”un genel karakterine uygun olarak, karanlık ve deneysel bir soundu vardır. Bence “dark beauty” tanımlaması bir şarkı ile anlatılacak olsa, bu şarkı kullanılabilirdi.

Parçanın 1975’te Los Angeles’ta yapılan orijinal kaydında David Bowie elektro piyano, gitar ve saksofon çalıyor. Evet, sadece Bowie’nin free-jazz saksofon solosunu duymak için bile bu şarkı dinlenmeli. Analog synthesizer ve piyanoda bir başka müzisyen kahramanım Brian Eno var. Carlos Alamar gitarda, George Murray ise basta eşlik ediyor. Böyle usta bir kadrodan böyle büyüleyici müzik çıkar işte!

2-İkinci parça, hayatımın soundtrack albümünü yapacak olsam, içinde mutlaka şarkıları yer alacak bir gruptan geldi. The Durutti Column! Ne yazık ki ülkemizde çoğu müziksever, ana akım medyanın, radyoların görmezden geldiği bu müthiş grubun varlığını bile bilmeden yaşıyor...

Madem Musicincolors aracılığıyla böyle bir fırsat çıktı, ben de bunu iyi değerlendirip sizlere grubun son albümünden “Anthony” adlı parçayı dinletmek istedim.

2007’de ölen gazeteci ve radyo programcısı Anthony (Tony) Wilson, çok önemli bir müzik adamıydı. Aslında çoğunuz onu tanıyorsunuz; “24 Hour Party People” filminde Steve Coogan’ın canlandırdığı, Factory Records’ın ve Haçienda kulübünün efsanevi kurucusuydu o. İlk plak anlaşmasını The Durutti Column’le imzalamış, Happy Mondays, Joy Division gibi unutulmaz grupları müzik dünyasına kazandırmıştı.

İlk evladım dediği The Durutti Column, bu yıl çıkan albümünü Tony Wilson için kaydetti. Vini Reilly, Wilson’ın hayatı boyunca kendisine öğütlediğini yapmış ve bu albümde hiç vokal söylemeyip sadece gitar çalmış. Ama ne çalmak!

Bu muhteşem albümden “Anthony” adlı şarkıyı dinleyin ve hiç söz olmasa da enstrümanların dilinden Vini Reilly’nin hüznünü nasıl etkileyici şekilde aktardığını duyumsayın...

3-Autechre’nın 2010 tarihli “Oversteps” adlı albümü, çıktığı andan beri her gün hayatımda. İngiliz elektronik müzik ikilisi, 21. yüzyılda müziğin geldiği noktayı daha da ileri götüren deneysel çalışmalarıyla takdiri hakediyor. Saygıyla şapka çıkarıyor, sizleri “see on see” eşliğinde hayallerinizle baş başa bırakıyorum.

4-Ve son parçamız müzik dehası Brian Eno’dan geliyor.

Bu ay Warp Records’dan çıkan “Small Craft on a Milk Sea” adlı çalışmasını bütün müzikseverlere ve tabii öncelikle elektronik müzik dinleyicilerine öneriyorum. Ne yapın edin; ısmarlayın, yurtdışından getirtin ama edinin bu albümü. Değişen ruh halleri bir albümde ancak bu kadar güzel aktarılabilir. Eno’nun Jon Hopkins ve Leo Abrahams’la kaydettiği bu çalışma, hala genç kuşakların ne kadar ilerisinde olduğunun tartışmasız bir kanıtı. Düşündüm ki, Musicincolors “Dust Shuffle”sız kalmamalı!

Şarkıların renklerine gelince...

1-“Subterraneans” koyu gri olsun derim. Aralık ayında Berlin’de kaydedilen bu karanlık sound, başka bir renk olmaz. Siyah da olabilirdi ama Bowie’nin saksofonu o siyahı bir parça açıyor kanımca. Sanki az da olsa bir umut ışığı var o anlarda...

2-”Anthony” “blue hour” renginde olabilir. Fransızca deyim "l'heure bleue"dan gelir "blue hour" kavramı. Günde iki kere, sabah ve akşam saatlerinde ne tam gündüz ne de tam geceyken, alacakaranlıktaki geçiş sırasında gökyüzünde görülen o müthiş maviyi tanımlar.

Ben bu şarkıda, Tony Wilson’ın ardından gökyüzüne bakıp ona “Merhaba” diyen Vini Reilly’yi düşünüyorum hep. İçinde derin bir acı duysa da, onunla uzun yıllar paylaştığı dostluğu anımsayıp piyanonun tuşlarında kendini teselli ediyor sanki... Ya da ben öyle hayal ediyorum.

3-Melankolik hava ağır basıyor “see on see”de. Geçmişe veda etmekle geleceğe adım atmak arasındaki kararsızlığın izleri var melodide. Kırmızı ile maviyi karıştırırsanız hangi renk çıkarsa odur bu şarkının rengi... “Mor çıkar” diyorsunuz; ama burada geçiş naif bir romantizm içerdiğinden koyu değil açık tonda bir eflatun olabilir ancak.

4- “Dust Shuffle”, bütün dinamizmi ve hafif ajite edilmiş sounduyla sarıdır. Ama kanarya sarısı değil, çöl sarısıdır...

Bu parçaları dinlerken, renkler ve melodilerle süslü harika dakikalar geçirmenizi dilerim. Hayalsu'ya bu güzel siteyi kurduğu için teşekkürler!

Seçtiğim parçaları dinlemek için : http://www.musicincolors.com/

* Bu yazı, aynı zamanda Indie Istanbul adlı blogun takipçileri tarafından belirlenen En İyi 10 Türkçe Müzik Blogu arasında yer alan Musicalife için yazılmış ve ilk olarak orada yayınlanmıştır.

_

22 Kasım 2010 Pazartesi

Vitrindeki Albümler 45:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 21 Kasım 2010

LEONARD COHEN- Songs from the Road (Sony Music)

2009 yazının İstanbul’daki en güzel konserini Leonard Cohen vermiş, dinleyicileri mutluluktan uçurmuştu.

İstanbul’un da dahil olduğu o muhteşem turnenin albümü “Songs from the Road” adıyla yayımlandı; içinde farklı kentlerde çalınan 12 şarkının canlı kayıtları bulunuyor.

Lover, lover, lover”, “Bird on a Wire”, “Chelsea Hotel”, “Suzanne”, “Famous Blue Raincoat”, “Hallelujah” gibi artık klasikleşen bu şarkılar, daha önce yayımlanan çok sayıda albümde de yer aldı.

“Öyleyse neden alalım bu albümü?” diyorsanız, şunu söyleyebilirim; albüm, 20 dakikalık bir DVD ile birlikte çıktı.

Turne sırasında Cohen’ın kızı Lorca, ünlü müzisyene sahnede eşlik eden grupla ve sahne arkasında görev yapan ekiple röportajlar yapmış. The Webb Sisters, Sharon Robinson, Bob Metzger, Javier Mas, Neil Larsen’le yapılan röportajlar, Cohen’ın turne sırasında nasıl bir atmosferde konserlere hazırlandığına ilişkin çok önemli ipuçları veriyor.

The New Rebuplic’in editörü Leon Wieseltier, albüm kitapçığı için yazdığı notta “Yol, iki yer arasında bir hat değildir; iki yer arasında ayrı bir yerdir” diyor. Bu yolun Leonard Cohen için ne anlama geldiğini ancak DVD’yi izleyip anlamak mümkün. Bu yönüyle tam arşivlik bir çalışma.

Cohen’ın her konser öncesi ekibindeki bütün müzisyenlerin bileklerine kendi elleriyle rahatlatıcı esans sürmesi, gerçekten görülmeye değer. Belli ki turne yolu, Cohen için bir ruhi arınma yolu...

2009 turnesinin Lizbon konserinden "Famous Blue Raincoat":



-

15 Kasım 2010 Pazartesi

En İyi 10 Türk Müzik Blogu


Bu blogun okuyucularına duyurmak istediğim güzel bir haber var. Müzik yazılarımı topladığım bu blog, Indie İstanbul'un internette yaptığı bir araştırma sonucunda belirlenen "En İyi 10 Türk Müzik Blogu" arasında yer aldı.

Blogum hakkında şunları yazmışlar:

"Zülal Kalkandelen / Müzik Yazıları (http://zulalmuzik.blogspot.com)

Zülal Kalkandelen’in blogunda genellikle albüm kritikleri, röportajlar ve konser yazıları görürsünüz. “Vitrindeki Albümler” adlı köşesi ile röportajları dışında ben burada “konserler” kelimesini açmak isterim. Her bir konser yazısını okuduktan sonra sanki ben de o konsere gitmişim, görmüşüm gibi oluyorum. Kendisine has çok iyi bir anlatış tarzı var. Türkiye’de daha önce kimsenin yazamadığı türden konser yazıları ortaya çıkarıyor."


Aday gösterip seçenlere çok teşekkür ederim.

Listedeki diğer dokuz bloga göz atmayı da unutmayın. Bu blogların her biri müzik dünyamıza yapılan değerli bir katkıdır.

http://indieistanbul.tumblr.com/

-

14 Kasım 2010 Pazar

Vitrindeki Albümler 44:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 14 Kasım 2010

GİDON KREMER & KREMERATA BALTİCA - De Profundis (Nonesuch Records)

Son yıllarda çıkan en güzel klasik müzik albümlerinden birisinin altında Gidon Kremer imzasının bulunmasına hiç şaşırmadım. “De Profundis”, 67 dakika boyunca insanı bir duygusal maceraya çıkaran, olağanüstü etkileyici bir çalışma.

Şüphesiz yaşayan en iyi kemancılardan birisi Gidon Kremer; Kremerata Baltica adlı oda orkestrası ile çok sayıda önemli albüm yayımladı bugüne kadar.

“De Profundis”, eser seçiminden konseptine ve yorumların ustalığına kadar öylesine profesyonel bir çalışma ki, topluluğun kariyerinde mutlaka ayrı bir yeri olacak.

Albümde Sibelius, Arvo Pärt, Schumann, Michael Nyman, Schubert, Shostakovich, Astor Piazzola, Schnittke ve Georgs Pelecis’in de aralarında olduğu bestecilerden eklektik bir eser seçimi yapılmış.

Dinleyicide derin duygular yaratan bu 12 eserden oluşan albüm, sessiz kalmayı reddedenlere ve Rus işadamı Mikhail Khodorkovsky’ye adanmış. Kremlin’e karşı Komünist Parti’ye destek veren Khodorskovsky, birkaç yıl önce yolsuzluk suçlamalarıyla tartışmalı bir şekilde yargılanıp hapse atılmıştı.

Latin dilinde kalbinin derinliklerinden Tanrı’ya yakarış anlamına gelen “De Profundis”, Kremer’e göre, daha iyi bir dünya için çağrıda bulunan sanatçıların sesini duyuruyor.

Albüm bütünüyle büyüleyici; ama özellikle Arvo Pärt’den “Passacaglia” ve Pelecis’den “Flowering Jasmine”e dikkat çekmek isterim. Kendinize bir iyilik yapın ve bir saatinizi ayırıp bu şiir gibi albümü baştan sonra dinleyin.

Albümde yer alan eser listesi:

Jean Sibelius- Scene with Cranes (1906)
Arvo Pärt-Passaglia (2003, rev. 2007)
Raminta Šerkšnytė-De Profundis (1998)
Robert Schumann- Fugue No. 6 from Six Fugues on the Name B.A.C.H., Op. 60 (1845)
Michael Nyman-Trysting Fields (1992)
Franz Schubert-Minuet No.3 and Trios in D minor, D. 89 (1813)
Stevan Kovacs Tickmayer-Lasset Uns Den Nicht Zerteilen (2005)
Dmitri Shostakovich-Adagio (from Lady Macbeth of the Mtsensk District) (1932)
Lera Auerbach-Sogno di Stabat Mater (2005, rev. 2009)
Astor Piazzola-Melodia en la menor (Canto de Octubre) (c.1995)
Georgs Pelecis-Flowering Jasmine (1947)
Alfred Schnittke-Fragment

_

Translate