30 Eylül 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXXXIV - EYLÜL 2014 EN İYİLER SEÇKİSİ - 29.9.2014


29.9.2014 tarihinde Dinamo FM'de yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Gut und Irmler - Früh
2- Daisuke Tanabe - Arrow
3- kidkanevil - Thousand Year Forest 
4- Rival Consoles - Recovery
5- The Black Dog - Wrong Pocket
6- SHXCXCHCXSH - Wadin Guise
7- Aphex Twin - 4 bit 9d api+e+6
8- Thom Yorke - There's No Ice (For My Drink)
9- The Twilight Sad - Last January
10- Camera - To The Inside
11- Robert Plant - Embrace Another Fall
12- Nick Cave and the Bad Seeds - Give Us a Kiss



27 Eylül 2014 Cumartesi

MÜZİĞİN DAĞITIM VE SATIŞ YÖNTEMLERİNDEKİ SON GELİŞMELERE DAİR BİR ANALİZ


27.9.2014

Aslında müziğin dağıtım ve satış yöntemlerinde yaşanan gelişmeleri, U2'nun sürpriz bir şekilde Apple ile işbirliği yaparak yayınladığı yeni albümü "Songs of Innocence" sonrasında yazmayı düşünmüştüm ama iyi ki beklemişim; çünkü dün akşam bu konuyla doğrudan ilgili bir gelişme daha oldu. Son birkaç gündür sosyal medyadaki hesaplarından birtakım görseller paylaşıyordu Thom Yorke. Sonunda beyaz bir plak görüntüsü ile birlikte, "Stanley Donwood ve ben eski materyalleri gözden geçiriyoruz; bu arada Radiohead stüdyosunda overdub'lar sürüyor," şeklinde bir bilgi verdi. Herkes beyaz plağın anlamını çözmeye çalışırken, dün gece bir anda aldığımız e-postayla, yeni bir solo Thom Yorke albümünün BitTorrent (BT) aracılığıyla yayınlandığını öğrendik. "Tomorrow's Modern Boxes" adını taşıyan albüm, müzik tarihinde BT protokolü üzerinden ücretli olarak yayınlanan ilk albüm oldu. Nasıl oldu da bugüne kadar adı çoğunlukla korsan paylaşımlarla anılan bir uygulama bu şekilde kullanılmaya başlandı? Bunu olabildiğince açık, kapsamlı ama basit bir dille anlatmaya çalışacağım. Bu arada Apple ve U2 anlaşmasına da gelecek sıra...

Müzik Tarihinde Değişen Formatlar

Müzik tarihine bakarsak, müziğin dağıtımı ve yayımı için gerçekleşen aşamalar oldukça etkileyici. İnsanlık, canlı müzikten radyoya, radyodan plaklara, plaklardan 8-track bantlara, oradan kasetlere, kasetlerden CD'lere, CD'lerden dijital formatlara vardı. Kasetin ardından 1980'lerde CD'li günleri yaşamaya başladık. İlk ticari CD, Billy Joel'e aitti. 1 Ekim 1982'de altıncı albümü '52nd Street', bu formatta basılan ilk albüm olmuştu. (İlk olarak 1978'de yayınlanan albüm, 1982'de CD olarak yeniden basıldı.) Elbette CD'lerin ortaya çıkış süreci, daha önce, 1974 yılında başlamıştı ama müzikte yaygın ve ticari olarak kullanılmaya başlanma tarihi 1982. Aradan 25-30 yıl geçtikten sonra, CD satışlarında düşüşler başladı; bugün artık giderek daha az insan CD alıyor.

CD satışlarının düşmesinde en önemli etken, müziğin dijitalleşmesi ve kuşkusuz MP3 teknolojisinin gelişmesi. İlk MP3, 1987'de Karlheinz Brandenburg tarafından Suzanne Vega'nın "Tom's Diner" adlı şarkısı için yapıldı. O anda dijital müzik devrimi başlamıştı. Bugün dünyada müzik satışlarını değerlendiren raporlara baktığımızda, fiziksel formatların hızla azaldığını, dijitalde gün be gün artış olduğunu net olarak görebiliyoruz. (Arada bir ufak kaymalar oluyor ama genel olarak durum bu.) Plak satışlarında son yıllarda bir ölçüde artış görülse de, ben uzun zamandır geleceğin stream teknolojisinde olduğunu düşünenlerdenim.

Peki fiziksel formattaki bu düşüşün nedeni nedir derseniz, elbette tek bir nedeni yok. MP3 çalarlar sayesinde her an her yerde yanınızda onbinlerce şarkıyı taşıyabilme gibi olağanüstü bir olanağa sahip olmamız ve internetin hayatımızın her anını yönlendirir hale gelmesi, müziğin de dijital olarak dinlenip satın alınmasının önünü açıyor. Bana zaman zaman şu soru sorulur: "MP3 mi plak ya da CD mi?" Getirdiği kolaylıklar nedeniyle MP3 de dinliyorum; seyahate giderken ya da sokakta yürürken bana yoldaşlık eden şarkıları yanımda götürmeme yardım ettiğinden, benim için vazgeçilmez bir format bu. Ancak ses kalitesi daha iyi olduğundan ve fiziksel olarak albümü kapak tasarımıyla bir bütün halinde sanat eseri şeklinde görmeyi sevdiğimden, plak edinmeyi de çok seviyorum. Sonuçta ikisinin de yeri ayrı, birinin varlığı diğerini yok etmiyor benim için.

Fakat herkes için böyle olmayabilir; fiziksel albüm formatlarının artık daha az tercih edilir olmasının ardında yatan temel bir neden daha var. Sonuçta MP3 teknolojisinde ses, CD ve plak kadar kaliteli değil ama maliyeti daha ucuz. Plak şirketleri müzik dağıtımındaki bu gerçeğin çok geç farkına vardı ve uzun süredir elde ettikleri büyük kazançları aynen sürdürmek için de epey direndiler. Bence bugün de büyük kısmı manzarayı tam olarak görebilmiş değil. Spotify, ilk kurulduğunda bu kurumla işbirliği yapmakta tereddüt ettiler; beş yıl önce yazdığım bir yazıda bu sistemin "yasal Napster" olarak adlandırıldığını belirtmiştim. Plak şirketleri, eskiden olduğu gibi hem sanatçılara ödedikleri teliften kısmak, hem de dinleyicilerin cebinden bolca almak yoluyla elde ettikleri devasa kazançları eskisi gibi devam ettirebileceklerini sandı. Oysa artık fiziksel format tek yol olmaktan çıkınca, müzisyenlerin dinleyiciyle buluşması için plak şirketlerine gereksinim kalmıyordu. 1990'ların sonundan itibaren Napster gibi, Kazaa, LimeWire, Freenet gibi yasadışı dosya paylaşım sistemlerinin (peer-to-peer ya da P2P) ortaya çıkışıyla, işin rengi tamamen değişti. İnsanlar, aniden dev bir müzik arşivine hiçbir ücret ödemeden sahip olmaya başladılar. Bana göre korsan kitap basıp yazarın emeğini sömürerek haksız çıkar/kazanç elde etmekten bir farkı yok bunun. Evet, müziği çok seven insanlar paylaşıp indiriyordu o dosyaları ama olan asıl yeni çıkış yapmaya çalışan müzisyenlere oldu. Büyük plak şirketlerinin gelirlerinin düşmesi ya da zaten dünya çapında ün ve büyük bir servet kazanmış gruplar değil endişem; albüm yapıp hayatını sürdürmeyi uman bir sanatçının hayallerinin suya düşmesi...

Bağımsız Yaratıcıların Desteklenmesi

Bu gelişmeler sonucunda net olarak ortaya çıkan şuydu: Ün kazanamamış bir müzisyen artık sadece albüm yaparak hayatını sürdüremez; mutlaka ek bir iş yapmalı ve arta kalan zamanında müziği hobi olarak sürdürmeli. Sanatın bu kadar değersizleştirilmesiydi bana dokunan. Müzik yapabilmek, herkeste bulunmayan çok önemli bir yetenek. Bir insan mimar olarak hayatını kazanabiliyorsa, müzisyen olarak da kazanabilmeli, toplum, sanatçıya o yeteneğe sahip olduğu için gereken değeri vermeli. "Değer sadece maddi olarak ölçülmez," diyenler var buna karşı. Ancak hayatın gerçekleri de belli; kendini idare edecek kadar maddi güce kavuşamayan sanatçı, sokakta dilenmeye mi başlayacak? Sanatçının eserini ücretsiz ediniyorsanız, o hayatını idame ettiremez olduğunda, "Sanatı güzel, değerli benim için," dediğinizde kendinize inanacak mısınız?

Sonuçta bunları yazarak, yasadışı dosya paylaşım sistemlerinin sanatçının hakkını yediğini anlatmaya çalışıyorum. Plak şirketlerinin aşırı para hırsı yüzünden çok pahalıya satılan albümlerin sonu dijital devrimle geldi. Bu durumda, 'o zaman madem eskisi gibi çok para ödemiyorsunuz, biraz daha az ödeyin' denildi, CD fiyatlarında düzenlemeler yapılmak istendi ama tutmadı. Artık bir kere ücretsiz müzik indirme başlayınca, sistem iflah olmadı.

1993'te Kaliforniya Ünivsersitesi bünyesinde Rob Lord, Jeff Patterson ve Jon Luini tarafından kurulan The Internet Underground Music Archive, şarkıların indirilmesine olanak verilen ilk online mecraydı ama herhangi bir plak şirtketine bağlı olmayan müzisyenlerin müziklerini duyurma amacıyla başlatıldığından ücretsizdi. Daha sonra 1998'de Ritmoteca.com bir iş modeli olarak geliştirildi ve şarkılar 0.99 dolardan, albümler 9.99 dolardan satılmaya başlandı. Ardından büyük plak şirketlerinin de devreye girmesiyle çeşitli MP3 satış siteleri açıldı ama hiçbiri tutturamadı; çünkü artık Napster müzik dünyasını iyiden iyiye avucuna almıştı. 9 Ocak 2001'de Apple'ın iTunes'u hayatımıza sokmasıyla yeni bir aşamaya geçildi. 28 Nisan 2003'te iTunes online mağazası hizmete girdi ve müziğin mal olarak görüldüğü bu sistemde şarkılar albüm ruhu bozularak tek tek satılmaya devam etti ve diğerlerinin aksine sektörde büyük bir pazar edindi iTunes.

Hep düşünürüm, kitabım tümüyle değil, bölüm bölüm satılsa ne hissederdim diye... Roman değil bir öykü kitabıysa bile, bütünlüğün bozulmasından üzüntü duyardım. Üstelik albümleri müzisyenlerin düşüncelerini/hayallerini açıkladığı bir sanatsal form olarak gördüğümden, onların ruhunu incelemeyi çok seven birisi olarak şarkılar tek tek satıldığında içim acıdı. Ancak dijital dünyanın hızı ve hırsı karşısında yapacak bir şey yoktu; iTunes kısa sürede hemen herkesi alıştırdı bu düzene. iTunes'un bir diğer kötü yanı, satıştan % 30 dolayında pay alması. Bu durumda yine olan ayakta durmak için zorlanan tanınmayan sanatçılara oluyor.

Radiohead'in "Ne Kadar Ödeyeceğini Kendin Belirle" Deneyimi

Müzik endüstrisindeki kargaşa sürerken, 2007'de Radiohead'den bir atak geldi. Plak şirketleriyle anlaşmaları bitmişti; yedinci stüdyo albümleri 'In Rainbows'u kendi siteleri üzerinden "ne kadar ödeyeceğini kendin belirle" mantığıyla dijital olarak yayınladılar. O günü hatırlıyorum; anında siteye girip bir albüme ne kadar ödüyorsam onu ödeyip almıştım. Sonra çevremde pek çok kişinin "0" yazıp bedava indirdiğini öğrendim. Radiohead'in yaptığı, hem gözü doymayan plak şirketlerine hem de müzisyenlerin üzerinden haksız kazanç sağlayanlara atılan bir tokattı aslında. Thom Yorke'un söylediğine göre, 'In Rainbows'a ödenebilecek en fazla miktarı £99.99 olarak belirlemişlerdi ve bu miktarı ödeyen 15 kişi vardı, grup üyeleri o 15 kişi arasında değildi. 'In Rainbows'un gruba ne kadar satış geliri sağladığı rakamsal veri olarak hiç açıklanmadı; birçok kişi BitTorrent'ten bedave indirse de, bir önceki albümleri 'Hail to the Thief'ten daha fazla kazandıkları söylendi.

Fakat bu modelin şöyle bir sıkıntısı vardı: Radiohead gibi kariyerinde doruğa ulaşmış bir grup, plak şirketine rest çekip "ne ödeyeceğini kendin belirle" yöntemiyle kendi sitesinden yayınlayabilir ve buna karşın yine eskisi kadar gelir elde edebilir; ama onlar kadar bilinmeyenler/yeni yola çıkanlar bunu yaparsa bu modelin işlemeyeceği gün gibi açık. Yani herkesin kullanabileceği bir yöntem değildi bu.

Stream Sistemlerinin Gelişimi

Müzisyenler, müzik endüstrisinin ileri gelenleri, bu sorun üzerinde düşünmeye devam ederken, bir yandan da albümler yayınlandığı anda yasadışı paylaşım sitelerine düşüyor ve büyük bir kesim yine hiçbir karşılık vermeden müziği bilgisayarına indiriyor. Çoğunun gerekçesi de, "İndirmezsem çoğu albümü dinleyemem, hepsini almaya param yetmiyor," şeklinde. Oysa artık müziği bilgisayara doğrudan indirmeden de dinleme yolları var. 2000'lerin ikinci yarısından sonra Spotify, Deezer, Pandora gibi stream servislerinin kurulmasıyla, müziği bedava indirenlere bir anlamda "Tamam, eskisi kadar çok para vermeyin, sadece ayda bir verip üye olun ve çok sayıda müziğe hem bilgisayarınızdan hem de telefonunuzdan ulaşın," dendi. Akıllı telefonların gelişmesiyle artık insanlar özel bir MP3 çalar yerine telefonlardan müzik dinlemeye başlar olmuştu. Farklı üyelik önerileriyle çıkıldı dinleyicinin karşısına. Yeni müzikler keşfetmek için iyi birer platform olan bu sistemler, bir ölçüde başarı kazandı. "Müzik bilgisayarıma doğrudan inmese de, ayda belki birkaç albüm alabileceğim kadar bir para veririm, bunun karşılığında istediğim anda sayısız şarkıyı dinleyebiliyorsam ne fark eder?" diye düşünenler ikna oldu. Stream servislerinin yıllar içinde gelişme oranına baktığımızda da belli artışlar var.

Bunun yanında hem Soundcloud gibi müzisyenlerin müziklerini internet üzerinde dinleyiciyle paylaşmasına hem de Bandcamp gibi doğrudan satışa sunmasına olanak veren siteler açıldı. Her birinde sadece 30-40'ar saniyesini değil, tümünü dinleyebildiğiniz çok sayıda şarkı var; albümlerin bir kısmı bu mecralarda paylaşılıyor. Bana göre bugün bağımsız müzisyenleri desteklemek için en ideal site Bandcamp. Birçok muhteşem albümü orada dinleyip keşfediyorum, beğenince de alıyorum. iTunes ya da Spotify gibi, farklı anlaşmalarla büyük plak şirketlerini ya da müzisyenleri kayıran bir sistem de yok orada. David Byrne ve Thom Yorke'un başını çektiği bir grup müzisyen, Spotify'da stream başına ödenen teliflerde büyük grupları ve bazı plak şirketlerini kayıran, tanınmayan müzisyenlerin aleyhine, bağımsızları dışlayan bir sistem kurulduğunu söyleyerek ciddi şekilde eleştiride bulunuyorlar. Ancak Bandcamp'teki sistem farklı. Merchandise denilen grupla ilgili özel tasarlanmış eşyaların satışından % 10, download üzerinden ise % 15 pay alıyor Bandcamp, Inc. Satış tutarı 5000 dolara ulaşırsa, download üzerinden alınan pay % 10'a iniyor. Müzisyen, müziklerini yüklemek için ücretsiz hesap açıp istediği fiyatları belirleyebiliyor; ayda 10 dolar ödeyerek Bandcamp Pro hesabı açarsa, dinleyicileri için şahsa özel dinleme sağlayabiliyor, indirim kodu gönderebiliyor. Bandcamp'in müzisyenler için tek olumsuz yanı, stream'den gelir yaratmaması, müzisyeni desteklemek istiyorsanız tek yol albümü/şarkıyı almak.

Soundcloud'da ise, yine ücretsiz hesap açılabiliyor ama yükleyebileceğiniz data süresi 2 saat. Pro hesap açmak için ayda 6 dolar ya da yılda 55 dolar öderseniz, bu dört saate çıkıyor. Sınırsız hesap için ayda 15 dolar ya da 135 dolar ödüyorsunuz; ancak sınırsız dendiğine bakmayın, haftada en fazla 30 saaatlik müzik yükleyebiliyorsunuz. Soundcloud'daki stream'lerden gelir elde etmiyor müzisyen. Bunun için SoundExchange ile işbirliği yapıp, müziğinizi lisanslamanız gerekiyor. Sonuçta Soundcloud, satıştan daha çok paylaşım odaklı bir mecra.

Görüldüğü gibi, kapitalist sistemde müzisyenin yaşam mücadelesi hiç de kolay değil. Kodamanların, tuzu kuruların dışında kiminki kolay ki? Kimseninki... Ama eğer bizler müzik sevdalıları olarak, tanınmayan ama iyi müzik yapanların yaşam mücadelesini zorlaştırmak değil kolaylaştırmak istiyorsak, bunların dışında bir yol bulunması için beynimizi zorlamalıyız. Hem sonuçta albüm gelirleri yok olma aşamasına gelince, neredeyse tek gelir kaynağı olarak konserler kaldı. Son yıllarda tüm dünyada yaşanan festival ve turne patlamasının nedeni de bu. Konserlerin artması iyi ama aynı oranda bilet fiyatları da artıyor. Endüstrinin var olması için birileri para kazanmak zorunda; sonuçta o da yine konser izleyicilerinden çıkıyor. Üstelik onların ödediği paralar da yetmiyor; bankalar ve büyük şirketler sponsor olunca, etkinlik alanları onların reklamlarıyla donatılıyor. Bir yandan sistemi sorgulayan şarkılar, diğer yanda da holding reklamları olunca, müzik dünyası benzersiz bir yapaylığın içine sürükleniyor.

Müziği yasadışı yollardan bedava indirenlerin kullandığı bir diğer gerekçe de şu: "Ben grupları konserlerine giderek destekliyorum ama müziklerini alırken para vermiyorum." Zaten çoğu müzisyen ve plak şirketi artık albüm satışından para kazanmayı bir kenara itmiş olduğundan, konserlere yükleniyor. İyi ama konser verip yeterince insanı toplayabilenler için sorun önemli ölçüde çözülse de, tanınmayan, ismi bilinmeyen müzisyen için bu da gerçerli değil. Ne albüm satabilecek ne de konser önerisi alacak... Bu durumda nasıl destekleyeceksiniz o sanatçıları? Ürettikleri müzik nedeniyle onları destekleyecek bir sistem yaratmak en doğrusu değil mi?

U2 ve Apple'ın Rahatsız Edici İşbirliği 

Bildiginiz gibi, tam da bu aşamada geçenlerde sahneye yine Bono çıktı. Apple ile 2004'te özel bir U2 iPod'u için işbirliği yapmış, sadece kırmızı ve siyah renginden başka hiçbir farkı olmayan aleti U2 üyelerinin imzasıyla 50 dolar daha pahalıya satmıştı Apple. Ama bu kez, 10 yıl sonra daha büyük bir skandala imza attı grup. Apple'ın yeni telefonu iPhone 6'in bütün dünyanın canlı izlediği basın toplantısında aniden sahneye çıkıp, yeni albümünün bir anda 'bedava' olarak bütün iTunes kullanıcılarına gönderildiğini açıkladı. Tüm dünyadaki yaklaşık 500 milyon iTunes kullanıcısı, 'Songs of Innoncence'a tek bir kuruş ödemeden, kendi arzusu dışında sahip oldu. Albüm için 'bedava' dendi; doğru hiçbir dinleyici para ödemedi ama aslında albüm hiç de ucuz değildi; Apple'ın patronu Tim Cook, albümü bu yöntemle iTunes üzerinden dağıtmak için U2'ya 100 milyon dolar ödediklerini söyledi. Yani U2, albümünü Apple şirketine satıp gelir endişesini sıfırlamış, bir de üzerine 'bedava' diye caka satıyordu. Sonuçta bir rock grubu ve müziği, dünyanın en büyük holdinginin marka yüzü haline geldi. Maliyet açısından bakarsanız, U2 için çok hesaplı bir iş; albüm yayınlandıktan sonraki birkaç gün içinde 38 milyon insan ya indirmiş ya da stream yoluyla dinlemiş. Bir de üzerine 100 milyon dolar gelince, keyifleri yolunda... Ama Apple açısından çok pahalıya patlayan bir anlaşma olduğu kesin.

Beni bu anlaşmada en çok rahatsız eden şey, müziğin değersizleştirilmesiydi. Belki de radyolarda sevdiğim şarkı çıksın da dinleyeyim diye saatlerce bekleyerek büyüdüğüm için... Belki de müziğin kapitalist düzenle bu kadar el ele olmasından nefret ettiğim için... Müziğe ulaşmak için çok zaman ve emek harcayan bir kuşaktan gelince, bugünkü ortamda bir tıkla indirilip sonra bilgisayarın derinliklerinde unutulup giden albümlere üzülüyorum. Dinleyici, müziğe ulaşmak için bilinçli bir çaba göstermeli; elbette bazı şeylerin artık daha kolay olması kötü bir şey değil ama dünyanın en büyük rock gruplarından birisinin albümünü isteğiniz dışında bilgisayarınızda bulunca ne anlamı kalıyor bunun? Uygulanan yöntem o kadar rahatsız ediciydi ki, kapıya ücretsiz bırakılan ve sonra da 'en çok satılan gazete' diye yutturulmaya çalışılan Zaman gazetesine benzedi albüm. Apple, dünya çapında ortaya çıkan şikayetler üzerine albümün iTunes'dan atılması için özel bir yöntem geliştirmek zorunda kaldı. Ayrıca U2 konumunda bir grup, Apple ya da başka bir holdingle bu tip anlaşmaları yapmakta hiç zorlanmayabilir ama müzik bu şekilde değersizleşirse, yola yeni çıkan müzisyenler ne yapacak? Bono ve arkadaşlarının onları düşündüklerini sanmıyorum. Albümün adının tersine, hiç masum bir yöntem değildi U2 ve Apple anlaşması.

Thom Yorke + BitTorrent Sürprizi 

Biz daha bu meseleyi tartışmayı sürdürürken, bir de baktık yazının en başında söz ettiğim gelişme yaşandı: Thom Yorke, ikinci solo albümünü aniden BitTorrent üzerinden 6 dolar karşılığında yayınladı! Tam da U2/Apple olayının üzerine gelince Twitter'da aşağıdaki değerlendirmeyi yaptım. Nasıl gördü bilmiyorum ama Paulo Coelho'nun bu tweeti beğenip 9.5 milyon takipçisiyle paylaşması da bana sürpriz oldu.


BitTorrent, daha önce belirttiğim gibi, Radiohead'in 'In Rainbows'u yayınladığı sırada korsan indirmeler dolayısıyla zarar görmesine neden olan bir P2P dosya paylaşım sistemi. Neden onu tercih etti diye düşünülünce, çeşitli teoriler üretilebilir. Ama bana göre, şu andaki sisteme karşı çıkıp, onun yerine herkesin kullanabileceği paralı bir yöntem geliştirmeye çalışıyor. Radiohead ya da Thom Yorke, daha fazla gelir elde etmek istese, albümleri yayınlamak için mecra bulmakta sıkıntı çekeceklerini sanmıyorum; istedikleri her yer ile özel bir anlaşma yapıp çok yüksek ücretler talep edebilirler, uzun yıllardır o konumdalar. Thom Yorke, Spotify'a ve U2 uygulamasına karşı çıkarken, ayakta durmak için çabalayan bağımsız müzisyenleri, yaratıcı gücünü kullananları gözetiyor. Zaten fotoğrafını paylaştığım açıklamasında da bunu net olarak belirtiyor.

BitTorrent'in tercih edilmesi ayrıca ilginç. Çünkü adı korsan müzik indirme ile anılan bir yapıyı, yasal düzleme çekme çabası var burada. Daha önce başka müzisyenler de BirTorrent'i kullanarak bazı materyaller yayınladılar, hatta Moby 'Innocents' adlı albümünü kendi plak şirketi Little Idiot'tan yayınladıktan çok kısa bir süre sonra tümüyle bedava olarak BitTorrent'ten paylaştı. Ancak bunların hepsi ücretsiz paylaşımlardı. Thom Yorke'un BitTorrent üzerinden 6 dolar karşılığında albüm satması, korsanı hedefleyen bir yöntem. Bir yerde bükemediği eli sıkıyor. Ama bu el sıkışma bilinen BT yöntemine göre değil, Yorke'un kurallarına göre şekil alıyor. Tabii BitTorrent de buna eğilimli olmasa böyle bir buluşma gerçekleşmezdi. BT yetkililerinin bir süredir bu yönde bir çaba içinde oldukları biliniyordu.

Peki bu işe yarar mı? İnsanlar müziğe bedava sahip olabildiği sürece para ödeyip almayı tercih eder mi? İki saat içinde BitTorrent'ten benim gibi 34.900 kişi, 6 dolar ödeyip Thom Yorke'un yeni albümünü satın almış. Ancak albüm yayınlandıktan sonra henüz bir saat olmamıştı ki, malum sitelere düştü. Çoğu kişinin oralardan indirdiğini tahmin ediyorum. Bunun bitmesi için dinleyicinin müziğe yaklaşımının, algısının değişmesi gerekiyor. Daha önce de albümleri yasal olarak indirmek için çeşitli platformlar vardı ama BitTorrent'i yasal alana kaydırmak önemli. Bir de dün sosyal medyada, "Thom Yorke gibi bir müzisyenin 8 şarkıdan oluşan yeni albümü sadece 6 dolar. Korsan indirmeyin artık, alın bu albümü," diyen çok kişi gördüm. Aracılar aradan çıkınca, müziğin maliyeti düşebilir ve dinleyicinin ödediği paranın çok büyük kısmı müzisyene gidebilir. Yapılması gereken bu.

Milyon dolarlık U2'ya özel Apple yöntemindense, Thom Yorke + BitTorrent işbirliği, genel anlamda her aşamadaki ünlü/ünsüz müzisyeni gözeten ve herkesin uygulayabileceği bir yöntem olarak düşünülmüş. Tabii başarılı olursa... 'Neden Bandcamp'i kullanmadı?' diye soranlar da var haklı olarak. 'Tomorrow's Modern Boxes' bir bundle olarak yüklü bir dosya halinde indiriliyor, içinde video da var. Teknik olarak BitTorrent tercih edilmiş olabilir ama asıl neden, belirttiğim gibi, korsanla adı özdeşleşmiş bir yapıyı yasal alana çekme deneyimi olmalı.

Bu mesele burada bitmiyor elbette. Tam anlamıyla işe yarar bir düzen kurulana kadar daha çok çalkantılar olur diye düşünüyorum.

25 Eylül 2014 Perşembe

YENİ APHEX TWIN ALBÜMÜ 'SYRO' VE DİNLEME ODASI


25.9.2014

En son mayıs ayında Soma'da yaşanan katliam nedeniyle Dinleme Odası'nı iptal etmiş ve sonra da etkinliklere yaz döneminde uzun bir ara vermiştik. Sezonu görkemli bir dönüşle açalım istedik ve Richard D. James'in 13 yıl sonra Aphex Twin adı altında yayınladığı yeni albümü 'Syro'da karar kıldık. Dünyanın farklı kentlerinde albüm çıkmadan önce düzenlenen dinleme partilerine özenmiyor değildim; önümüz, arkamız, sağımız, solumuz kargaşa içindeyken, böyle kaotik bir gezegende, elektronik müziğin dahi isimlerinden birinin yeni albümünü bir grup müzik meraklısı ile buluşup dinlemekten başka daha heyecan verici ne olabilir ki... İşte bu heyecanı İstanbul'a taşımayı amaçladık. Geçen salı akşamı Kontra Plak'ta bugüne kadar en çok talep gören Dinleme Odası etkinliği gerçekleşti; hatta üzülerek bazı isteklilere sandalyelerde yer kalmadığını bildirmek zorunda kaldık.

O akşam Tektosag Records bünyesinden iki müzisyen Utku Önal ve Koray Kantarcı da aramızdaydı. Her zamanki gibi albümü baştan sona, bu kez plaktan dinledik ve sonrasında da söyleşimize geçtik. Ben, o toplantıda ifade ettiğim görüşlerimi, bu yazıda derlemeye çalışacağım.

13 yıl sonra gelen Aphex Twin albümü diyoruz ama aslında 2001'de çıkan 'Drukqs'tan sonra, 2006'da 'Chosen Lords' ve 2009'da 3.5 saatlik Analord serisi derleme albümler olarak yayınlanmıştı. Ayrıca bu arada 1994 yılından kalma Caustic Window albümü de Kickstarter kampanyası ile hayranlar tarafından alınıp dijital olarak yayınlandı. Hepsinin ardında Richard D. James olduğundan, aslında 13 yıldır albüm çıkarmıyor denilemez ama sonuçta en çok tanınan Aphex Twin adıyla yeniden resmi albüm çıkarması önemli.

Aphex Twin, gerçek adıyla Richard D. James'in kim olduğunu burada ayrıca anlatmaya gerek yok; bugüne kadar elektronik müzikte yaptıklarıyla özel soundunu yaratıp ayrı bir kategori açtırdı kendisine. 1990'lardan bu yana ne yayınlasa derhal bulup dinlediğim, yaptığı her işi önemsediğim çok yaratıcı bir müzisyen. Bu kez beklenmedik bir anda gelen albüm haberi de bende epey heyecan yarattı. Londra semalarında beliren zeplin, sonrasında New York'ta kaldırıma çizilen Aphex Twin logosuyla gelen gizemli duyuru, Warp Records'ın 25. yılına çok yakıştı doğrusu. Hemen ardından albümden ilk şarkı 'minipops 67 [120.2] (source field mix)' yayınlandı. İlk izlenim olarak, belli ki daha çok insana yakın gelebilecek bir parça seçilmişti ama üzerinde oynanmış vokalleri, şarkının ortasında aniden değişen karakteriyle ilginç bir başlangıçtı. Fakat albümün bütününü temsil eden bir sound değildi.




'Syro'nun bütününe baktığımızda, daha ikinci parça 'XMMAS_EVET10 [120] (thanaton3 mix)'ten itibaren dinleyiciyi biraz daha zorlayan bir kulvar başlıyor. Albüm boyunca acid house, deep house, jungle, drum'n bass, tekno türleri arasında gidip geliyor Aphex Twin; zaten kariyeri boyunca hiçbir zaman tek bir türe takılıp kalmadı. Beni en çok etkileyen özelliklerinden biridir bu. Hiçbir zaman "ben bir tekno ya da drum'n bass albümü yapacağım" diyerek yola çıkmadı. Bunun nedeni, asıl derdinin ses tasarımı olması. Kendisini "sesleri hedef alan seri katil" diye adlandırması elbette boşuna değil. Bir müzisyen olarak belli bir duygu yaratan melodilerin peşine düşmekle ilgilenmiyorsanız, ses tasarımları yaparak daha teknik bir yola sapıyorsunuz; ortaya çıkan sound herhangi bir şekilde bir duygu manipülasyonuna neden olmuyor. Şarkılara kullandığınız ekipmanın isimleri verip, kullandığınız vokalleri de eğip bükerek herhangi bir şey anlaşılmaz hale getirince, yaptığınız müzikle dinleyici arasından bir anlamda çekiliyorsunuz. Benim için bu fantastik bir olay.

''Syro'da yer alan 12 parça, belki son 5-6 yıla belki de daha fazla bir zamana yayılan kompozisyonları içerse de, az önce anlattığım şekilde belli bir duygusal yönlendirmeden arındırılsa da, dinlerken adeta hepsi belli bir zaman aralığında kısa sürede yaratılmış izlenimi veriyor. Bu açıdan oldukça bütünlüklü bir albüm; bpm'ler yükselip alçalırken, sesler arasında karmaşık ilişkiler kurulup ortaya çıkan yeni ses öbekleri birbirinin içinden geçerken, çok katmanlı bir müzik kurgulanıyor. Bütün bunları tek bir insanın bilgisayarının başında yüzlerce pahalı ekipmanla yaptığını düşünmek, insanı daha da hayrete düşürüyor.

Bugüne kadar kullandığı ekipmanları açıklamaya pek yanaşmıyordu Aphex Twin; son röportajında, bu bilgileri verdiği anda çoğu kişinin o pahalı aletleri almaya çalışacağını, oysa belirleyici olanın ekipman olmadığını söylüyor. Dinleme Odası'nda müzisyen dostlarımıza da bu konuyu sordum; onlar da aynı yönde görüş belirttiler, sonuçta aletleri kendi soundunu yararacak şekilde kullanmak, gerekirse bir yerlerini oynayarak bozmak da söz konusu. Son yıllarda giderek analoga kayma yönünde güçlü bir eğilim var elektronik müzik dünyasında. Analog synth'ler, drum machine'ler oldukça popüler. 'Syro'da elektronik ile akustiği, analog ile dijitali mükemmel biçimde bir arada kullanıyor Aphex Twin. Sesler birbirinin içinde eriyip yeni kimlik kazandığından, bazı yerlerde neyin ne olduğunu ayırmak kolay değil. Vokallerde de aynı durum söz konusu. Aphex Twin, kendisinin, eşinin, çocuklarının, anne ve babasının seslerini kullanmış bazı yerlerde ama öyle bir işlemiş ki bunları, ne dendiğini anlamak olanaklı değil. Zaten amacı da bu; anlamlı bir sözle dinleyicinin beyninde bir fikir uyandırmak istemiyor, vokali sadece ses olarak düşünüp kullanıyor. Müziğinin bu soyut karakterini her aşamada ısrarla sürdürmesi, Aphex Twin'in en saygı duyduğum yönlerinden. Seslerin peşinde seri katile dönüştüğü için müteşekkirim!

'Syro'yu baştan sona dinleyenlerin bir kısmı, bir ara dikkatlerinin dağıldığını ve müzikten kopar gibi olduklarını belirtiyorlar. Benim için böyle bir durum söz konusu olmadı, ancak davul vuruşlarının öne çıktığı 'CIRCLONT6A [141.98] (syrobonkus mix)' ve 'CIRCLONT14 [152.97] (shrymoming mix)' içimde derin sarsıntılar yarattı. Rus eşi Anastasia için yazdığı son parça 'aisatsana [102]', hepsinden farklı bir yerde duruyor. Piyano tınılarıyla yaratılan duygusallıkla albümün geri kalanından hemen ayrılıyor. Bunu daha önce 'Kesson Daslef' adlı parça ile 'Drukqs' albümünde de yapmıştı hatırlarsanız. 'aisatsana [102]'yi 2012'de Londra'da izlediğim remote orchestra konserinde dinlemiştim. Kocaman piyanoyu bir platform üzerinde yukarı kaldırıp halatlarla asmışlardı. Sonra yanlardan çekilen halatlarla takır tukur sesler çıkararak sallanmaya başlayan piyanonun tuşlarına uzaktan kumanda ile dokunan Richard D. James, bu şarkıyı çalmıştı! Gerçekten bugüne kadar gördüğüm en olağanüstü deneyimlerden biriydi. İzlerken kalbimin atışları hızlanmış, 'müzik böyle de yapılır!' dedirtmişti bana. (Fikir vermesi için bu yazıya ve aşağıdaki videoya bakabilirsiniz.)



Dinleme Odası'nda albümü değerlendirdiğimiz söyleşide, "Bunun bir Aphex Twin albümü olduğunu bilmeseydiniz, ne derdiniz?" diye sordum müzisyen konuklarımıza. "Sonuçta uzun yıllardır takip ettiğimiz bir isim olduğundan anlardık onun olduğunu," dediler. Kontra Plak'tan Okan Aydın da, "Tahminde bulunmam gerekseydi, sayacağım üç isimden birisi olurdu," dedi. Ben de uzun yıllardır dinleyicisi olduğumdan anlardım diye düşünüyorum. Ona özgü belli bir sound var; bu albüm de ondan mahrum değil. Peki 'Syro' Richard D. James diskografisinde nereye oturtulabilir? Kendisi daha önce her şeyin en iyisini yapmış bir isim; 'Syro' diğerlerinden daha iyi değil belki ama sonuçta çok iyi bir elektronik albüm. Bana göre albümde çığır açıcı bir yenilik yok; onları da daha önce kendisi yapmıştı zaten. Ancak 'Syro', beklenmedik bir anda hayatınıza girip size enerji aşılayan bir nefes gibi; ana akım elektronik müziği istila eden düzinelerce birbirini kopyalayan ve daima kolaya kaçan berbat albümün yanında keşfedilecek bir sürü ayrıntıyla dolu, döndüreceğiz döndürebildiğimiz kadar.

23 Eylül 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXXXVII - LEONARD COHEN - 22.09.2014


22.09.2014 tarihinde Dinamo FM'de yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Leonard Cohen - Introduction
2- Leonard Cohen - Tower of Song
3- Leonard Cohen - A Street
4- Leonard Cohen reads his poem "Prayer for Messiah"
5- Leonard Cohen - There for You
5- Leonard Cohen - Amen
6- Leonard Cohen - I'm Your Man
7- Leonard Cohen reads "A Thousand Kisses Deep"
8- Leonard Cohen - Master Song
9- Leonard Cohen - Suzanne
10- Leonard Cohen - Anthem
11- Leonard Cohen reads his poem "Almost Like the Blues"
12- Leonard Cohen - Almost Like the Blues






PORTISHEAD'İN TARİHİNE IŞIK TUTAN 6 KAYIT


23.09.2014


Türkiye’de müzikseverlerin uzun yıllardır beklediği bir konser, sonunda bu ay gerçekleşiyor. 23 yıl önce Bristol’de Beth Gibbons ve Geoff Barrow tarafından kurulan Portishead, 20 Ağustos’ta İstanbul Küçükçiftlik Park’taki Midtown Fest kapsamında ülkemizdeki ilk konserini verecek!

Rolling Stone dergisinin, benim de çok beğendiğim bir ifadeyle, “Gotik trip-hop” diye tanımladığı Portishead soundu, özellikle 90’larda ilk gençlik döneminin bunalımlarını yaşayanlar için eşsiz bir sığınma aracıydı. Beth Gibbons’ın kırılgan vokali, tekinsiz cızırtılı sesler, soul müziği ve 1960-70’lerin film müziklerinden gelen esintilerle buluşunca ortaya çıkan film noir ruhu öylesine kavrayıcıydı ki, Portishead’in açtığı kapıdan koşarak girdik hepimiz. O zamana kadar Massive Attack ile tanışmış olanlar için tanıdıktı bu karanlık ve hipnotik sound. Nitekim Portishead’in müziğine yön veren prodüktör, besteci ve enstrümantalist Geoff Barrow, Massive Attack’ın ilk albümü “Blue Lines”ın kaydı sırasında prodüksiyon ekibinde de görev almıştı. 

Portishead’in 1994 tarihli ilk albümü “Dummy”, 90’ların başında özellikle Bristol’de gelişen trip-hop türü içinde dönüm noktalarından birisi oldu. Onunla da kalmadı; İngiltere’nin Britpop ile sarsıldığı aynı dönemde, yılın en iyi albümleri arasında kendine sağlam bir yer buldu ve gruba 1995 yılında En İyi İngiliz Albümü dalında Mercury ödülü kazandırdı. Trip-hop’un geniş kitlelere ulaşması açısından önemli bir işlev gördü o ödül. Bu albümün kaydı sırasında prodüktörlüğü Barrow ile ortak üstelenen Adrian Utley, kısa bir süre sonra gruba üçüncü üye olarak katıldı.

Bugüne kadar sadece üç stüdyo albümü ve bir konser albümü yayınladı Portishead. 1999-2005 arasında grup üyeleri farklı projelere yöneldi. Geoff Barrow ve Adrian Utley, prodüktörlüğe ağırlık verdi, Barrow ayrıca Beak adlı grubu kurdu; Beth Gibbons 2002’de solo albümü “Out of Season”ı yayınlayıp, film müziği çalışmaları yaptı. Ama bunlar olurken grup hiçbir zaman dağılmadı. 2005’ten bu yana yine bir aradalar, konser vermeye devam ediyorlar. 

2008’de yayınlanan üçüncü albüm “Third”den bu yana sabırsızlıkla yeni albümü bekliyoruz ama Portishead bu; “Söyleyeceğimiz bir şey olduğunu hissettiğimizde albüm yayınlarız,” diyorlar. Beklemeye devam ederken grubu İstanbul’da canlı dinlemek hayranlarına gerçekten iyi gelecek. Savages, Thought Forms, Telepolitik, The Away Days ve The Ringo Jets’in de katılacağı Midtown Fest’i heyecanla beklerken, konsere grubun unutulmaz şarkılarından bir seçkiyle hazırlanalım istedik. 

SOUR TIMES (1994)

Bu şarkı için, yıkıcı ama vazgeçilemeyen aşkların 90’lı yıllardaki en çarpıcı manifestolarından biriydi dersem yanlış olmaz. Beth Gibbons, ilk albüm “Dummy”den ikinci tekli olarak yayınlanan “Sour Times”da, kendisine sadık olmayan sevgilisini geride bırakırken, “Kimse beni senin sevdiğin gibi sevmiyor,” diyor; sesindeki tınılar, aşkın yaşattığı karmaşık duygularla hüznü mükemmel yansıtıyordu. Massive Attack’ın “Blue Lines” ile tamamen hakim olduğu trip-hop sounduna yenilik getiren ana unsur, Gibbons’un bu puslu sesiydi. 



*****

GLORY BOX (1995) 

“Dummy”den yayınlanan bir diğer tekli olan “Glory Box”ın, hem bir ilişkide kadın ile erkek arasındaki sorunlu etkileşimden söz ettiğini, hem de toplumda kadına biçilen rolle ilgili olduğunu düşünenler vardır. Ben ikinci gruptanım. Şarkının isminde bile bir ironi var. Avustralya ve Yeni Zelanda’da kadınların ilerde evlendiklerinde kullanacakları giysi ve eşyaları biriktirdiği sandığa verilen isim “Glory Box”, bizdeki çeyiz sandığına denk düşüyor. “Sadece kadın olmak istiyorum” sözleriyle akla kazınan bu parça, albümün hip-hop’a en uzak duran şarkısı; daha çok 1950’lerde barlarda çalınan soul şarkılarını andırıyor. Isaac Hayes’in “Ike’s Rap II” ve 1960’ların TV dizisi “The Adventures of Robinson Crusoe”dan sample’lar kullanılan, bir kez dinlense bile insanın aklında yer edebilecek melodisiyle Portishead klasiklerinden birisi. Adrian Utley’nin bu şarkıdaki mükemmel gitar tınılarının da altını çizmeden geçmeyeceğim tabii.



*****

ALL MINE (1997) 

Grubun kendi ülkesi İngiltere’de 8 numaraya kadar yükselerek Top 10’e giren tek şarkısı oldu “All Mine”. “Portishead” adlı ikinci albümde yer alan ve trip-hop ile caz füzyonu buluşturan bu parçanın, küçük bir kızın orkestra önünde şarkı söylediği akılda kalıcı bir videosu vardır. “Dummy”e göre daha karanlık ve klostrofobik bir soundu olmasının yanında daha deneyseldir bu albüm. Barrow ve Utley, prodüksiyon sürecinde önce orijinal müzik kaydedip, sonra onları şarkının içinde sample olarak kullanmıştı. Şarkının obsesif aşk sözlerini Beth Gibbons’un kırılgan yorumuyla dinlemek sarsıcı; videoda o sesin küçük bir kıza ait gibi görünmesi ise, aynı zamanda ürpertici.



*****

UNDENIED (1997)

“Portishead” albümünün üçüncü şarkısı, kanımca Beth Gibbons’ın duygularını en yoğun olarak yansıttığı şarkıdır. Aşkın karşısındaki güçsüzlüğün sesindeki titremelerde bulduğu karşılık, eşi bulunmaz bir içtenliğin de kanıtı. “Seni buldum, gözlerinin ardındakini gördüm. Nasıl devam edebilirim?” diye sorarken, saklayamadığı duyguların yoğunluğundan kendisi de korkuyor. Trip-hop’un en derin şarkıları arasında ayrı bir yere sahip “Undenied”. Yavaş ritmiyle gece karanlığındaki yalnız yürüyüşlerin değişmez soundtrack şarkılarından birisi aynı zamanda. Bıraktığı etki zamanın ötesinde, çarpıcı ve bağımlılık yaratıcı...



*****

MACHINE GUN (2008)

 Grubun yaklaşık dokuz yıllık uzun bir aradan sonra yayınladığı üçüncü albümü “Third”ün ilk teklisidir. Analog ile dijitali müthiş bir başarıyla birleştiren albümün daha agresif ve kaotik karakteri, bu şarkıda makineli tüfek sesi gibi sürekli tekrarlanan mekanik perküsyon ile örülen sentetik bir melodi ile kurgulanır. Bu açıdan New Order’ın “Blue Monday” adlı şarkısını hatırlatan şarkıda, minimal tekno ve dubstep unsurlarını bulmak da mümkündür. Sözleri farklı anlamda yorumlanabilirse de, benim düşünceme göre yürümeyen bir ilişkiyi ve insanın o durumda kendi içinde yaşadığı derin çelişkileri anlatır “Machine Gun”.



*****

THE RIP (2008)

 “Machine Gun”daki elektrikli, sert soundun yerine akustik gitar ve flüt ile bir İngiliz folk müziği şarkısı gibi başlar “The Rip”. Şarkının ilk yarısından sonra devreye giren perküsyon ve klavye ile sound canlansa da, albümde diğerlerinden ayrıdır bu şarkı. Tarif edilemeyecek kadar büyük ama belirsiz bir kayıptan söz eder; folk’tan krautrock’a evrilen karakteriyle olağanüstü güzel ve gizemlidir. Gibbons’ın kendisini alıp uzağa götüreceklerini söylediği beyaz vahşi atlar neyin metaforu bilmiyorum ama şarkıyı dinlerken insanın başka alemlere sürüklendiği kesin.



Ağustos ayında redbull.com.tr'de yayınlanan yazım.

16 Eylül 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXXXVI - REMIX PT. V - 15.9.2014


15.9.2014 tarihinde Dinamo FM'de yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- David Byrne - Dance On Vaseline (Remixed by Thievery Corporation)
2- Ludovico Einaudi - Divenire (Carsten Nicolai Remix)
3- Lisa Gerrard - Space weaver (Twylo Chaos Remix)
4- Blixa Bargeld & Gudrun Gut - Die Sonne (Black Sunrise remix)
5- Aphex Twin - Lichen (Cyanea Remix)
6- Raffertie - Rain (Teebs Remix)
7- Steve Reich & Coldcut - Music for 18 Musicians (Maceo Plex Remix)
8- DJ Shadow - Six Days (Machinedrum Remix)
9- Portishead - Roads (Max Cooper Remix)
10- Massive Attack - Fatalism (Ryuichi Sakamoto & Yukihiro Takahashi Remix)




9 Eylül 2014 Salı

VEGAN LOGIC LXXXV - SONBAHARA MERHABA II - 8.9.2014


8.9.2014 tarihinde Dinamo'da canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Submerse - Buildingblocks.insert
2- Poppy Ackroyd - Seven
3- Robin Saville - In Konik Mokkin
4- IIIII Five Eyes - August 25
5- Kiasmos - Looped
6- Dave DK - Nakai Pop (Ambient version)
7- Portico Quartet - Window Seat (Will Ward Remix)
8- Matthew Collings - Crows
9- Das Ding - Billionaire Space Tourist
10- The Citizens' Band - Into
11- Aphex Twin - minipops 67 (source field remix)
12- Slow Dancing Society - Pieces of Your Presence
13- Slow Dancing Society - The Warm Familiar Smell of September 


7 Eylül 2014 Pazar

BLONDIE @ BLACK BOX


7.9.2014
Bu yıl 40. yılını kutlayan rock grubu Blondie, dün akşam Türkiye'de ilk konserini verdi. 1970'lerin ortalarında Amerika'da new wave ve punk sahnesinde öne çıkan grup, 1982-1997 arasındaki ayrılık döneminin dışında, günümüze kadar aktif bir şekilde yoluna devam ediyor. Bu yıl çıkardıkları "Ghosts of Download" ile birlikte toplam on stüdyo albümü yayınladılar. Grubun kariyeri boyunca birçok müzisyen aralarına dahil olup ayrıldıysa da, ilk kurucular vokalist Debbie Harry ve gitarist Chris Stein hâlâ sahnede birlikte.

Blondie'nin punk, disco, rap, new wave tarzlarını buluşturan müziği 1970, 80 ve 90'lar boyunca geniş kesimlere hitap etmelerini sağladı. En çarpıcı farkları neydi diye sorarsanız, Chris Stein'ın mükemmel gitar riff'leriyle bezenen albümleri, müzikte yaratıcılığı bir yana bırakmadan ticari olmayı başarabilmeleri derim. Bugün birçok müzik grubunda eksik olan temel nitelik de bu. Ticari hedefe o kadar kilitleniyorlar ki, yaratıcılık neredeyse tamamen es geçiliyor. Oysa müziğin varlık nedeni yaratıcılık değil miydi? Vokalist Debbie Harry'nin o yıllarda müzik sahnesinde kendine özgü cazibesi ve belirgin karakteri de Blondie'nin ayırıcı özelliklerindendi. Albüm kapaklarında bakarsanız, hep arkasına erkekleri almış, çok güzel bir kadın olarak Debbie Harry önde yer alır. Elbette bu bilinçli bir tercihti ve insanların aklında yer etti. Hatta bu nedenle, Blondie'nin bir grup değil, sarı saçlarıyla hemen dikkat çeken Debbie Harry'nin bir solo projesi olduğunu düşünenler bile vardır.

Bu yıl Blondie'yi ilk kez Glastonbury Festivali'nde canlı dinleme olanağım oldu. Öğlen vakti, yağışlı bir havada, çok büyük bir kalabalığa seslendiler. Müthiş bir ilgi vardı konsere. Hemen herkesin şarkıları Harry ile birlikte söyleyip dans ettiği coşkulu bir performanstı. Debbie Harry'i 69 yaşında üzerinde siyah kapri pantolonu ve beyaz askılarıyla dans ederken görmek insana ayrı bir enerji veriyor, o da bunları o kadar güzel taşıyor ki...

İstanbul konseri kapalı bir mekanda olacağı için ayrıca merak ediyordum. Maslak'taki yeni konser mekanı Black Box'a ilk kez Bob Dylan konserinde gitmiştim. O zaman sanatçının isteği üzerine zemindeki alanda sandalyeli bir oturma düzeni uygulanmıştı ve salon tribünler dahil tamamen doluydu. Dün akşam ise, sağ ve sol yanlardaki tribünler siyah perde ile kapatılmıştı, sadece sahnenin tam karşısında kalan tribünlerde izleyici vardı. Zemin, sahne önü ve normal ayakta kategorileri şeklinde ikiye ayrılmıştı. Öğrendiğim kadarıyla Black Box'ın toplam kapasitesi 5500 kişi. Bu durumda, Blondie gibi 40. yılını kutlayan popüler bir grubun Türkiye'deki ilk konserine yeterli ilgi vardı diyebilir miyiz emin değilim. Ancak Black Box, farklı büyüklükteki konserlere uyarlanabilecek şekilde akıllıca tasarlandığından, dikkatlice bakmazsanız ortada göze batan bir durum yoktu.

Konserin açılışını 1978 albümleri "Parallel Lines"ın unutulmayan hiti "One Way or Another" ile yaptı grup. Güneş gözlükleri, kırmızı tayt-siyah mini elbise ve üzerinde kırmızı siyah renklerde ceketiyle yine gösterişliydi Debbie Harry. Yaptığı danslar ve enerjisiyle de 69 yaşında olduğuna inanmamızı iyice zorlaştırdı. O sahnedeki varlığıyla tam bir odak noktası yaratırken, Chris Stein ile birlikte ona eşlik eden diğer müzisyenler, albüm kapağında olduğu gibi yine geri plandalar ama iyi kulakların hemen fark edebileceği kadar da hakimler enstrümanlarına. Ama zaman zaman Debbie Harry'den rol çaldıkları da oluyor; mesela Tommy Kessler muhteşem gitar solosuyla salonu inlettiğinde herkesin gözü ona kaydı. Grubun konser sırasında fazla göz alıcı ışık oyunlarına başvurmadan sadece sahnede yer alan üç ekrandan video görüntüleri yayınlaması ilginç bir tercih. Çünkü sonuçta video mesajlarının Massive Attack gibi etkili kullanıldığı bir konsept değil bu; Blondie her şeyin önünde sahnede. Bu yüzden konserdeki videoların süsleme dışında fazla bir işlevi yoktu bana göre.

Toplam 16 şarkı içinde bu yıl 40. yıllarını kutlamak için yayınladıkları iki CD'lik "Blondie 4 (0) Ever" albümünde yer alan dört yeni şarkı çaldı grup. Diğerleri ise, 1970'lerden bu yana yayınladıkları albümlerden dengeli bir derlemeydi. "Heart of Glass", "Call Me", "Maria", "The Tide Is High" gibi sevilen şarkıları seslendirmeyi ihmal etmediler. Konserin en coşkulu anları da, bu şarkılara dinleyicilerin eşlik ettiği dakikalardı. Ben hiçbir zaman büyük bir Blondie hayranı olmadım ama şarkılarını dinlerken hep eğlendim. Dün akşamki de keyifli bir konserdi. Blondie'nin 40. yılı kutlu olsun!

(Bu arada Black Box yöneticilerinden bir ricam var: Dün gece Black Box'ın olduğu yerden metro durağına gitmek isterken Maslak'ın arka sokaklarında kaybolduk. Oralarda taksi bulmak da çok zor olduğundan epey bir zorluk yaşadık . Konser çıkışında metro durağına servisler oluyor ama onlara binmek için oluşan sırada beklemek istemeyenler ya da servisler harekete geçmeden önce konserden ayrılanların yolunu bulabilmesi için çevreye yönlendirici oklar konulursa, metro durağına ulaşım kolaylaşır. Ayrıca o civarda yollarda ışıklandırmanın da artırılması sağlanabilirse yararlı olur.)

Setlist: One Way or Another - Rave - Hanging on the Telephone (The Nerves cover) - Mile High - Call Me - What I Heard - Maria (sonunda Dennis'e bağlandı) - Euphoria - A Rose by Any Name - Rapture (Beastie Boys'dan ( (You Gotta) Fight For Your Right (to Party!) ile birlikte) - The Tide Is High (The Paragons cover) - Atomic - Sugar on the Side - Heart of Glass // War Child - Dreaming



(Fotoğraflar ve video bana aittir.)
-

5 Eylül 2014 Cuma

MORRISSEY: "THE LAST THING SECURITY FORCES EVER WANT IS PEACEFUL PROTEST"


5 September 2014

First of all, thank you very much for taking the time to answer my questions. It’s a big honour for me. I’m not going to ask you anything about the Harvest drama because you already explained it perfectly. Most people seem to not get it but I like the way you have fallen out with your record company. In our society, it is strongly advised to keep our mouth shut if we want to succeed. In my opinion, you are a total antidote against this common notion. You are still your teenage self and have the same spirit that always refuses to accept the nonsense of the record industry. There’s one thing I want to ask... You said you pushed the label for a proper video for “Istanbul” but they backed off. Have you had a specific idea/narrative for the video? 

Yes, it was based on the opening scenes of “West Side Story” with the band and I actually dancing through the streets.   Harvest just wouldn’t do it.  It was the first snap in our relationship, mainly because they didn’t have any alternative ideas.  I don’t mind objections if someone has a better idea.  Ultimately the head of Harvest DID have an idea … which was “let’s get rid of Morrissey”… unfathomably silly.

I read these lines on NME.com: “Can you imagine not having a Morrissey-shaped chapter on this pivotal time for music, when the old forms are dying out and the new ones are yet to be born? It’s unthinkable. It would be like leaving Jesus out of “The Last Supper.” In your opinion, what is the main purpose of the old forms in this age?

I’m not entirely sure what they mean, but I would imagine it’s a reference to the Lou Reed generation – all of whom will probably pass away within the next ten years.
All of the Ramones have now gone. Or else the NME consider the old forms to be the people who wanted to make music in order to enforce different content because they understood the value of change and the power of music, and so on. 

Reading your fantastically written “Autobiography” was a great joy to me. When I finished reading it, I felt that it is a great evidence that you are still the outsider’s outsider. You are still the ultimate idol of the bookish, isolated teenagers holed up in their bedrooms. So, in a sense nothing has changed with you. Some might say, considering the large amount of mainstream attention, this might seem like a misnomer. In fact, you always tell the brutal reality because you have the critical mind of an outsider. Why do you think so many musicians lack this attitude towards contemporary culture and abandon their imagination to so called “practical necessities”? 

I feel that a lot of people have given up on music precisely because of situations similar to the one I’ve just had with Harvest … that labels cannot cope with artists who are not clichéd.  But it’s never been the case throughout the history of music that a label in itself has changed music for the good.  It is always the artist, and it is  the artist that keeps people who work for record labels in their jobs.  Even if an artist has confusing ideas to a label, the ideas should be given a chance because the artists vision might help the label eventually, even if the label are too constricted to understand at first.  I don’t think a record label invented Alice Cooper or The Ramones or Patti Smith, or any artist that ever had a vision.  Now, I think, other bands will be reluctant to sign to Harvest because of how Harvest has treated me.  The vanity or ego of a label can also destroy a label rather than make it appear to be in control.

In “Autobiography”, you tell us about some details of how The Smiths emerged as an independent band in Manchester. Many things have changed over the past 30 years. So many of the people who are making the breaks today seem to be produced by established figures and the internet play a big role in this. If you are an emerging artist, the music industry must be frightening at the moment. If you had to enter the music industry today, how would you go about it? What advice would you give to aspiring musicians thinking of pursuing a career in the craft?

I know a lot of young people who, in another climate, would have made music, but who are repulsed by the way talent is now artificially created.  My own view is that it doesn’t matter how you break through as long as you have something to say, but, of course, it can’t be a coincidence that all of the major artists in the mainstream music chart have absolutely nothing to say and are utterly servile!  It seems to me that music is no longer a place for individual expression unless you just want to make music for yourself and your friends.  Every fact of the modern world is crying out for change and release, yet there is no evidence of this in the mainstream music charts.  It’s almost as if no one is allowed through unless they are … well, meaningless.  

Although streaming looks to be the future of music ‘consumption’ -I hate to use this word- a while ago some musicians, especially David Byrne and Thom Yorke, got some attention when they publicly complained about Spotify and other digital music services. Major labels love Spotify because they receive a huge amount of shares, but artists are not equal on it. There are indie labels, as opposed to majors, receive no advance, receive no minimum per stream. For years, the major record labels used their monopoly of distribution and their control of radio to prevent independent music from competing in the mainstream. Now with the record industry in disarray, do you think it’d be possible to change the system and let people decide what’s popular, not marketing?

The labels don’t want the people to choose.  Marketing is all that modern music is about, and it is only marketing and not talent or ability that creates success. This is why only the dumbo generation succeeds in pop without much trouble, because synthetic excitement isn’t likely to be a problem for the labels. But because marketing is the only reason why any singer is successful, songs with no merit become huge hits, and consequently the music world is unconvincing, and it relies upon awards to make singers appear to be genuine artists.  At the same time, young people who are serious about singing or playing an instrument would look at television talent shows and find them morally repulsive.  Which they are!



“World Peace Is None of Your Business” is a stunning record. In the opening track, you sum up the current desperate situation of the world. It’s a powerful anti-war, anti-state song. You openly agree with the anti-voting revolution. The No Vote campaign has been very much discussed in Turkey recently because of the local elections and presidential elections. I totally understand why you support this strategy. Yes, it is time for a form of change. Because the bad guys always win! How do we stop that? Is non-voting system alone enough? How do we achieve a nonviolent change?

Well, a little spark can cause a big fire! It doesn’t really take much to turn the world’s social outlook upside down.  I support the No Vote campaign because it is a silent vote for constitutional reform.  No vote means you have no confidence in whatever it is you’re served up.  The present system is entirely and absolutely authoritarian – and nothing else.  Electing the least of a hideous bunch always leads us to precisely the same unhappy place.  The idea of a single President or Prime Minister is ludicrous to me, because you are absolutely giving the divine right to a single individual to do what they please to other living beings, and to define rights and wrongs, and to carry out such dealings away from any public scrutiny.  Consequently, in the Middle East there never seems to be enough blood.  The human race has grown more nervous, not less, under the current regimes, and elected political parties persistently show themselves to want nothing to do with the people once they get the public vote.   

The song “Istanbul” has touched my heart deeply. Its lyrics are so poignant that most Turkish people related it to the resistance that took place in Turkey last year. The year 2013 was very tough for the Turkish people. There was a nationwide wave of protests against the oppression of the Islamic-rooted government. The Turkish police used tear gas and water cannon as the primary methods to disperse people. Their response to the civilians was extremely violent. Seven young people died and thousands were injured in the police crackdown on the protests across Turkey. Berkin Elvan, one of those young people who got killed by the cops, was only 14 years old. When you released “Istanbul”, almost everyone in Turkey couldn’t help but think of our brown eyed boy Berkin. Could this be just a coincidence?

It’s a not uncommon story, and you must remember how the Syrian unrest began with Assad arresting ten schoolchildren under the age of 15, and throwing them into prison where they were tortured. Assad did this because the kids had written DOWN WITH THE REGIME on a wall. This incident alone started the Syrian uprising, and the families of the schoolchildren took to the streets, and it was here that Assad’s Security Forces shot at the families and killed some of them.  This action then brought 20,000 people onto the streets chanting anti-government slogans, and Assad was free to slaughter whomever he wished. The UK government is now ready to re-engage with Assad!  But increasingly we see how civilian murders don’t actually matter at all with governments.  The recent Malaysian plane attack is a perfect example.  In the first few days the media referred to it as an attack, and then suddenly it became a disaster.  By ‘disaster’ they were telling us that nothing would be done about it, as if it were a flood or something.  We all see how civilian deaths do not register with world leaders unless a loss of oil or gas is involved, and suddenly there’s no question of military intervention.  What enrages me is how people who rise up against corrupt governments are referred to as rebels, protestors or agitators but never ever referred to as “the people”, which is what they are.  It is corrupt governments who are the rebels. You will never hear a news report say how “the police shot at the people”, yet you will always hear “the police shot at demonstrators” – as if demonstrators are not really people.  By calling the people ‘agitators’ or ‘rebels’ it divorces them from being your mother or your cousin.  You suddenly imagine fringe anarchists butting in.  The so-called Security Forces cause the most trouble and the most deaths throughout the world – Ferguson in the USA is a perfect current example – and the problem is that the Security Forces are beyond prosecution.  Because of this, nonviolent protest is always deliberately made to become violent by Security Forces so that the political issues are overshadowed by the news of violence instead, and this absolutely never fails.  So, instead of hearing why the people are taking to the streets in peaceful resistance, we are told of how several policemen were hurt in violent clashes, and this alone becomes the news story, and the plight of the people is ignored.  The last thing Security Forces ever want is peaceful protest because then the anti-government message is being aired and heard as loud as a bell.



You say when you’re in Istanbul you feel as if you could never die. And you should know that when you sing in Istanbul, we (all of your fans) feel the same. When are we going to experience this wonderful mutual feeling again? In October?

In December.  It is a Sunday evening.  I’ve always tried to get Istanbul Opera House, but it’s never available… or it doesn’t exist.

Ara Güler, a famous Turkish photojournalist, once said, "Istanbul is Jean Giraudoux's La Folle de Chaillot. Every since my childhood I always identified the city with the madwoman of Chaillot, a crazy woman of the type you can find in the Roman, Byzantine and Ottoman civilizations... Now she has grown old, but she never neglects her appearance. She puts on her jewelry, and applies her perfumes. She has caskets filled with jewelry from the old days of magnificent and grandeur. Touch this mad woman of the palace known as Istanbul anywhere you like and a jewel will appear." You revealed that Istanbul is the second to Rome as your most favorite city in the world. What image appears in your mind’s eye when you touch the city?

I love cities where the people are on the streets because I feel less alone.  If you are seen on the streets in England you must always account for why you are outside – I don’t mean politically, I just mean generally.  In America, anyone walking along the street is thought to be up to no good.  In England we are always enclosed, and usually zombified in front of a television.  In Istanbul and Rome I can walk and walk and walk, and I love to see groups of older people sitting around in squares or cafes just … doing nothing.  In England you can’t sit anywhere unless you buy something, and America is the same.  Unless you buy four bottles of wine you’re obliged to leave.  I also love societies where different age groups mix naturally, and I find this so in Turkey, and it’s very important and rewarding.  England and America look upon senior citizens as a problem. 

When you gave a concert in 2006 in Istanbul, you got on stage and saluted the crowd by saying “Zeki Müren!” It was a nice surprise for us, but nobody knows why you said that. How familiar are you with his music?

Not very.  He was introduced to me by an old friend (James Maker), and I found his style to be quite funny and soothing, and it interested me that such a traditionally macho culture could adopt a Zeki Muren without much fuss.  



“The Bullfighter Dies” emphasizes the cruelty to animals and human selfishness in a very effective way. I hope your new song could help to stop this horrific animal abuse in Spain. I don’t know if I am being too naive but listening to “Meat Is Murder” was sufficient to make me vegan years ago. On the other hand, we live in a society where violence has been very present at the most intimate levels. How hopeful are you that one day animal cruelty will be seen the same and given the same justice as human cruelty?

I think eating animals will be to the 21st century what smoking tobacco was to the 20th century, and because this is becoming evident, the factory farmers are hitting back very hard.  I don’t know anyone at all who eats animals, but the dominant animal-haters always make sure they are heard and seen, and this is why people such as I, who do not financially profit from their views, must also keep jabbing away.  There is, in fact, no such thing as bullfighting, because no one actually fights a bull.  There are bullmurders, but not bullfights.  It’s similar to those who call themselves hunters, yet they are armed to the teeth with weaponry that gives them an absurdly childish advantage over the animal.  The so-called hunter doesn’t even come within close range of the animal.  Everything is done from a safe distance.  This is why I despise people like Prince William and Prince Harry who have a paranoid obsession with killing animals. They are so typical of the stupidly cruel killers who never actually get their hands dirty.  They are both absolute pests.

We also live in a society where violence is a cultural style belonging especially to men. That’s why I find the song “I’m Not a Man” very brave. Every line in the song is to the point and deadly accurate in describing how society’s definition of men harms the mind and identity. In “Autobiography”, you tell us that Bowie’s androgynous appearance shook the British society in the 1970s. Do you remember the first image you saw that blurred the physical distinction between genders and the text (poem/book/story etc.) you read that did the same?

This again is why I despise Prince William and Prince Harry.  There’s a crackdown on possession of firearms in England, but the only people we ever see with guns are the stupid Royals, yet nobody says anything!  I think violence is ingrained into our societies because of the abattoir or slaughterhouses, and we usually find that however a person is allowed to treat animals is also the way they feel entitled to treat humans.  On the subject of gender, I think Gertrude Stein was the first image I saw of someone who just wasn’t prepared to follow on behind.  But it isn’t always simply a question of heterosexuality or homosexuality.  There are as many variables in heterosexual society as there are in homosexual society.  Describing a person in terms of their sexuality actually tells you nothing about that person.  The human race is a lot more varied than we are generally encouraged to believe.  So, I therefore found such as Gertrude Stein to be interesting because their androgyny seemed to unite male and female in one, and didn’t close off any new or further experiences, which sounds very healthy to me.  This is why early David Bowie and Patti Smith seemed like messengers, yet most of us still live in societies that insist upon painfully limited gender roles, and the assumption of male heterosexual rightness is still the absolute face of global politics.

You have compiled the track-listing for the forthcoming Best of the Ramones CD/LP and you have also chosen the slave image. What impresses you most about the Ramones?

At first, nothing!  I thought they were terrible on the Monday that I  bought their first album, and by Tuesday I was sneaking back to re-listen, and by Wednesday I was playing the LP at midnight, and by Thursday I was shocked at their magnificence. It’s incredible how the Ramones are now so hugely popular.  If they were still alive they’d be the biggest band on the planet, yet they died thinking nobody loved them.



The music industry is one of the industries where it is socially acceptable to discriminate against females. In the last couple of years, some female musicians have spoken against gender discrimination in music. What’s your take on this issue?

I don’t think anything has changed, thus you will hear how “she’s one of the best female singers” whereas you would never hear “he’s a great male singer.”  In your question you ask me about female musicians, but really, isn’t the term ‘musicians who are female’ because otherwise we’re acknowledging the proper musician as being without doubt male.  It’s similar to when people use the term ‘a female doctor’ as if men have the absolute divine right to be doctors whereas women do not.  “It was a female police officer” sounds as if we’re saying ‘not a real police officer’.  In music, we still look back on early Patti Smith and The Slits as being such radical breakthroughs because they were definitely not fluffy and feminine, whereas it’s now entirely flipped back to the helpless little girl voice being the one we only ever hear on the radio.  The Spice Girls were marketed as ‘girl power’, which is exactly what they weren’t.  If they’d had any guts they would have called themselves The Slum Mums, and of course, forget girlhood, it ought to have been ‘woman power’ if anything.  Could you imagine The Strokes announcing ‘we represent boy power’?  

As far as I know, there are 13 books named after your lyrics. (Here’s the list: http://www.avclub.com/article/but-not-much-more-not-much-more-13-books-named-aft-104692) Have you read any of these books?

Only the Douglas Coupland book.  I also see that there’s a new Swedish TV drama called Viva Hate.  A lot of similar things happen.  There were films called Mute Witness and The Hand That Rocks The Cradle and Louder Than Bombs … and, uh, it’s impossible to list them all.  It thrills me, though.  It proves that someone is listening.

How do you stay balanced and recharge your battery, given the stress of modern life, and all the things you have going on in your career? Do you ever have to get away from the music or your responsibilities for a moment in order to re-center? If so, what kinds of things do this for you? And most importantly, how is your health in general?

I don’t manage to remain very balanced!  I’ve suffered from Chronic Fatigue Syndrome for several years, and I feel intensely melancholic every day.  But have you ever actually heard of anyone who found lasting happiness? I think human existence is painful... fear, loneliness, physical decay, ill-health, loss ... and we must face these things every single day whilst also exercising the most austere self-discipline about work, money, appearance, and so on.  It’s confusing also because although money in itself is not the source of life, everything arounds us tells us that it is.  

You’ve been in so many people’s lives for so many years. Your music has had such an existential tone over the years, bordering on bitter at times. And you still stand on stage and never get out of people’s consciousness with the years. When you look back over your musical career, is there a feeling that stands out from the rest?

It’s never felt like a career.  Not for one single minute.  In fact, I have no idea what it is!  Certainly I feel unwanted by the music industry, and the recent Harvest thing accentuates that.  But it was never different.  The fact that I’ve survived for so long is quite incredible.

Thank you very much again. I am excitedly waiting to see you in Istanbul!

Likewise, although I probably won’t spot you unless you look especially noticable.  Perhaps if you dressed up as a goat?




Translate