29 Ocak 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 102: The Maccabees - Given to the Wild (Fiction Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 29 Ocak 2012

İzledikleri gelişim süreciyle beni şaşırtan gruplar arasına The Maccabess de katıldı. Beş müzisyenin 2004 yılında Londra’da kurduğu indie rock grubu, bu ay üçüncü albümünü yayımladı. 2007 tarihli “Colour It In” ve 2009’da çıkan “Wall of Arms” ile kendilerine azımsanmayacak bir hayran grubu edinmişlerdi. Fakat bu iki albüm de beni gruba çekmek için yeterli olmadı. Sert gitarların sürüklediği “X-Ray” ya da sıradan gençlik endişelerini anlatan "Toothpaste Kisses" çekmedi beni. O nedenle yeni albümden çok büyük bir beklentim yoktu.

Ancak “Given to the Wild”ı ilk dinleyişte etkilendim ve dinledikçe de daha çok beğendim. The Maccabees hem sound hem de içerik olarak çok daha olgun bir albüm yapmış. Bu değişimin ne kadarı grubun kendi isteğiyle oldu bilmiyorum. Bu kez prodüktörlüğü U.N.K.L.E. üyesi Tim Goldsworthy ve daha önce Katie Tunstall, Elbow ve New Order gibi isimlerle çalışan Bruno Ellingham ile paylaşmışlar.

Tim Goldsworthy’nin, elektronik unsurların albümde biraz daha belirginleştirilmesi bakımından katkı yapmış olduğunu düşünüyorum. Ama değişim bununla sınırlı değil; sözlerdeki derinleşen duygusallığın yanı sıra, daha melodik, akılda kalıcı, gitar rifflerinin daha çarpıcı olduğu, vokalin tonunun alçaltılıp etkisinin yükseldiği bir albüm “Given to the Wild”. Adının aksine vahşileşen değil, sakinleşip durulan bir çalışma. Olumlu anlamdaki bu durulmada, grubun albümü yaparken “eşi benzeri olmayan müzik esinleri” olarak adlandırdıkları David Bowie, Kate Bush ve The Stone Roses gibi isimlerin etkisi de olmuş kanımca.

"Given to the Wild" ile ilgili çoğu yorumda Arcade Fire'ın “The Suburbs” adlı albümünün esin kaynağı olduğu söyleniyor. Buna itiraz etmiyorum ama benim aklıma daha çok Coldplay'in “Parachutes” dönemi geliyor. “Feel to Follow”daki vokalde de Wild Beasts nahifliği hissediyorum. Kanımca, The Maccabees, farklı esinlenmeler altında müziğini biraz daha karışık ve karanlık bir hale getirse de daha zengin bir duyarlılık kazandırmış.

Sonuçta tekrar tekrar dinlemek isteyeceğiniz çok güzel bir albüm çıkmış ortaya. Benim albümdeki favorim, “Slowly One”. Bir ayrılığın ardından her ufak hatırayla, her sevgi sözcüğüyle sevdiği kadını hatırlayan bir erkeğin iç burkan duyarlılığını yansıtan şarkıda Orlando Weeks’in vokalini ilk duyduğumda aklıma Thom Yorke’un "Fake Plastic Trees" ve “Codex”teki vokali geldi ve “Slowly One, Thom’u kıskandırır” dedim. Şarkının bağımlılık yaratan tarafı yalnızca yumuşacık vokali değil, sakin bir şekilde seyrederken birden 2:27’de gitar seslerinin yarattığı sele kapılması dinleyene tokat gibi çarpıyor. 3:50’ye kadar süren bu bölümü defalarca dinlemek istiyor, şarkıyı durmadan başa alıyorsunuz.

Ambientvari bir girişle başlayıp birden gitar ve perküsyonun katılmasıyla rotasını tamamen değiştiren “Unknow” da, duyduğum en çarpıcı şarkılardan birisi. “Ayla”nın başındaki piyano melodisinin şarkı ilerledikçe gitarlarla girdiği diyalogun verdiği keyfi de ayrıca vurgulamak isterim.

Bunlara benzer ufak ama çok dikkat çekici ayrıntılarla bezenmiş, altyapısı çok sağlam ve kalbe dokunan, içten bir albüm “Given to the Wild”. Artık The Maccabees için heyecanlanabilirim. Bende iz bırakacak bir albüm yaptılar.





-

22 Ocak 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 101: The Black Keys - El Camino (Nonesuch Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 22 Ocak 2012

Son yıllarda duyduğum en iyi rock albümlerinden birisi The Black Keys’den geldi. Geçen aralık ayında çıkan albüm, eğer bu kadar iddialı olmasa, yıl sonu telaşında arada kaynayıp giderdi. Ama “El Camino” arada kaynayacak değil, her türlü engeli aşıp kendini her koşulda dinletecek bir albüm.

Vokalist/gitarist Dan Auerbach ve davulcu Patrick Carney’den oluşan Ohio’lu ikili, 2010 tarihli “Brothers” adlı albümleriyle geçen yılın Grammy ödüllerinde kuvvettli bir rüzgar estirmişti. Prodüktörlüğü (“Tighten Up” adlı single hariç) Mark Neill ile birlikte üstlendikleri albüm, büyük başarı kazanınca ardından gelen albümün nasıl olacağı merak konusuydu.

Patrick Carney, geçenlerde Rolling Stone dergisine verdiği bir röportajda, “İnsanlar Nickelback’i dünyanın en büyük rock grubu diye görmeye başladığı için rock & roll ölüyor. Dünyanın en büyük rock grubunun daima boktan olacağı düşüncesini kabul ettiler. Bu nedenle asla dünyanın en büyük rock grubu olmaya çalışmamalısınız” diyerek epey ilgi çekti. Bana göre söylediğinde doğruluk payı çok. Nickelback gibi yaratıcılıktan uzak sıkıcı albümler yapmadıkları için kendi adıma çok da memnunum.

Yedinci albümleri için prodüktörlük koltuğunu müzik dünyasının dahi yeteneği Danger Mouse ile paylaşmaları da çok akıllıca bir karardı. “El Camino”da önceki çalışmalarındaki kadar eklektik ve dengeli bir sound yok. Saf bir garage rock, soul ve glam rock karması hakim. Gitar rifflerinin sürüklediği melodik şarkılar, bir anda tutuşturuyor dinleyeni.

Bunun en önemli nedeni, grubun önce müziği ortaya çıkarıp, sonra şarkılara uygun sözler yazması. Hatta önemli bir kısmını mikrofonda melodiye uyacak şekilde düzenlemişler. Albüm, aşk, hırs, tutku, kalp kırıklıkları hakkında iddiasız sözlerle dolu ama kendileri şarkıların hiçbirisinin özel bir anlamı olmadığını söylüyor.

Danger Mouse’un iyi pop soundu yaratma konusundaki ününü bilen bilir. Özellikle Gnarls Barkley ve Gorillaz ile yaptığı çalışmalarda bu yönünü kanıtladı. Yaptığı düzenlemelerle The Black Keys’in sounduna da dinleyiciyi derhal yakalama özelliğini zerketmiş.

Brothers” albümündeki daha yavaş şarkıları konserlere uyarlamakta sıkıntı çeken The Black Keys, bu kez işi sağlama almış; evinizde dinlerken bile o şarkıların konserde çalındığında nasıl onbinleri coşturabileceğini hayal edebiliyorsunuz. Belli ki 2012’de The Black Keys albümü ve konserleri çok konuşulacak.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Leonard Cohen İle Bir Paris Akşamı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 18 Ocak 2012

Ozan şarkıcı, şair, romancı, kültür ikonu Leonard Cohen, bu ay yeni bir albüm yayınlıyor. “Old Ideas” adını taşıyan albümün tanıtımı için Paris’te düzenlenen toplantıya Türkiye’den ben katıldım. Pazartesi akşamı, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen bir grup gazeteci ile birlikte Paris’in ünlü otellerinden Hotel Crillon’da yerimizi alıp Leonard Cohen’ı beklemeye başladık.

Saat tam 19:30’da siyah takım elbisesi, siyah fötr şapkası ve gri gömleğiyle, her zamanki gibi en şık haliyle karşımızdaydı. Gazetecileri kısaca selamlayıp, hoş geldiniz dedi ve menajeriyle birlikte bizimle aynı koltuklara oturarak albümünü baştan sona dinledi. Arkasından da sorularımızı yanıtladı.

Albümden kısaca söz etmek gerekirse, “Old Ideas”, 2004’ten bu yana Cohen’ın yayınladığı ilk çalışma. 10 şarkıdan oluşan oluşan albüm, her zamanki gibi Cohen’ın aşk, sevgi, günlük hayatın işleyişi ve insanoğlunun zihnini meşgul eden endişeler üzerine düşüncelerini ve gözlemlerini aktarıyor.

Bu albümde blues formunda şarkılara da yer verdiği için mutluydu Cohen. “Blues’u ve müzikal yapısını her zaman sevdim. Ama blues söylemeye hakkım olmadığını düşünmüştüm hep. Bir otorite tarafından verilmiş değil ama sonunda bir şekilde bu formu kullanma hakkım olduğunu hissettim. Bazı şarkılar o şekilde ortaya çıktı ve artık blues söyleme hakkım var” dedi. Sesine de çok yakışmış blues, yazdığı sözlere de...

Şarkılarda odak noktası aşk ve sevgi olsa da hüzün hep hissediliyor. Bu tespitimi Cohen’a aktarıp “Acı çekmek, sevmenin gerekli bir parçası mı?” diye sordum. Bunu duymanın kendisi için ilginç olduğunu; çünkü albümü yaparken iyi bir ruh hali içinde olduğunu söyledi.

Sonra da şunu ekledi: “Ne kadar derinden acı çektiğimin ben de farkında değilim. Sevdiğimiz tüm parçalarda hep bir miktar acı olduğu bir gerçek. Jingle Bells bile, doğru şekilde söylenirse, insanı çok güçlü duygulara yönlendirebilir. Aslında daha önce yapılmış bir şey bu. İnsanlar yaşgünlerinde ‘Happy Birthday’ şarkısını söylüyor. Ama Marilyn Monroe da söyledi ve o izlenimi değiştirdi. Bir şarkı bulaşık yıkamakla da ilgili olabilir, daha büyük meselelere de işaret edebilir. Bu onu nasıl söylediğinizle ilgili. Ama bana göre iyi bir şarkıda bu unsurların hepsi olur.

Cohen’ın müziğindeki sır da burada; hayatın her yönü var onun yazdığı sözlerde, şarkıların hüznün en zarif ve esprili halini yansıtıyor. Sözlerindeki ironiler depresif değil, aksine sakinleştirici bir etki yapıyor. Espri unsuru sorulduğunda, “Kadınların erkeği (Ladies’ man) olarak, hayatımın bu döneminde onlarla ilişkim çok miktarda espri içermek zorunda” diye yanıt veriyor.

Kendisiyle de dalga geçebilme olgunluğuna erişmiş, bilgeliğe uzanmış bir sanatçı o. “Going Home” adlı şarkısında “takım elbise içinde yaşayan tembel piç” diye söz ediyor kendisinden ama bizler onun geldiği bu noktada şiirlerine, müziğine, çizimlerine bakınca hâlâ öğrenebileceği bir şey kalmış mıdır diye düşünüyoruz. O ise, tüm alçakgönüllülüğüyle “Kendi aptallığınızdan asla kurtulamazsınız. Yetersizliğinize ya da utanç duyulacak davranışlarınıza ilişkin bolca örnek bulabilirsiniz. Kendi kendinizi acı verici şekilde eleştirme fırsatları bulsanız da bu gerçekler asla tam olarak çözüme ulaşmaz.” diyor.

Toplantıda albüm kapağındaki fotoğrafın Cohen’ın “çalışma arkadaşım, genç bir Türk dostum” diye andığı Kezban Özcan tarafından çekildiğini ve fotoğraftaki kadın gölgesinin de ona ait olduğunu öğrendik.

Daha sonra Cohen'a plak imzalatmak için yanına gittiğimde konuşurken, torununun da bir Türk bakıcısı olduğunu söyleyip, “Türklerle yakın ilişkilerimiz var” dedi. Gülerek imzasını attı plağıma, sesi, karizması, ağırlığı ve aklıyla 16 Ocak akşamını unutulmaz ve çok özel kıldı 77’lik eşsiz delikanlı!




LEONARD COHEN'A SORULAN SORULAR VE VERDİĞİ YANITLAR

Leonard Cohen'a sorulan sorulan diğer soruları ve verdiği yanıtları da aşağıda bir araya getirdim. (Cohen, albümü dinledikten sonra önce Fransız bir radyocunun sorularını yanıtladı, sıra sonra gazetecilerin sorularına geldi.)

-Gazetecilerle birlikte oturup kendi albümünüzü dinlemek nasıl bir deneyimdi?

LC: Bunu anlatmak çok zor.

-Herkes çok sessizce dinledi. Sanırım iyi bir işaret.

LC: Kimse salonu terk etmedi.

-Fransızlarla özel ilişkiniz dikkatimi çekti. Toplantıdan önce Fransızların sizin çalışmalarınızı daha rahat anladığını söylüyordunuz.

LC: Benim çalışma geleneğimin kuşaklar önce burada kurulduğunu düşündüm hep. Bu nedenle hiçbir şeyi ayrıca açıklama gereği duymadım. Bir şarkının müziği, şözleri, müzisyenin pozisyonu Fransa’da ve diğer Avrupa ülkelerinde açıklıkla anlaşılmış durumdaydı. Ancak bu Amerika’da bütünüyle alışılıp benimsenmiş bir durum değildi.

-Bizim için ne anlama geldiğinizin farkında mısınız? Bazen size gösterdiğimiz saygıdan sıkılabilirsiniz belki de. “Mükemmel şarkıcı”, “mükemmel şair“ “mükemmel akıl” vb. ifadeler ne hissettiriyor?

LC: Muhteşem. Gerçekten iyi hissettiriyor. Bu tür bir kibarlığa karşılık teşekkür etmekten başka bir şey söylemek çok zor.

-Çok akıllı ve parlak bir insansınız. Daima söylediğiniz, yazdığınız çizdiğiniz ve yaptığınız her şey hakkında düşünüyorsunuz. Bir sanatçının insanlar üzerinde nasıl böyle bir etki bırakabileceğini düşünüyordum...

LC: Ben de herkes gibi kendi hayatımı yaşıyorum. Günlük acil işler söz konusu olduğunda benim de o tür soruları sorma lüksüm olmuyor. Daha büyük boyutlu alanlarda onlara kafa yoruyorum.

-Dindar bir insansınız sanıyorum. Yanlışsam düzeltin. Sizin için dinin anlamı ne? Albümü dinlerken dinin insanı gerçekten özgürleştirebileceğini düşündüm. Siz gerçekten özgür bir ruha sahipsiniz, özgür bir insansınız. Bunun yaşla ilgili olduğunu da sanmıyorum.

LC: İtiraf etmeliyim ki yaşla çok ilgisi var. Bu konuda pratik yapmanın ya da disiplinin sonucu mu bilmiyorum ama bir yerde yaşlandığınızda beynin anksiyete ile ilgili belli hücrelerinin öldüğünü okumuştum. Bu nedenle kendinizi ne kadar disipline ettiğinizin bir önemi de yok. Hücrelerinizin durumuna göre çok daha iyi a da kötü hissedebilirsiniz.
Bir Zen hocası dostum var. Şu anda 104 yaşında ama yaşlılığa karşı hiç taviz vermiyor. Onunla zaman geçirmek çok güzel. Dinden söz ettiniz ama bu yaşlı hoca asla dinden konuşmaz. Konuşabildiği her sefer bu özel çalışmayı işaret eder. Bu dindar bir çalışma değil. Doğadaki işleyiş, kişi ve cisim arasındaki ayrılığı ve bir olma yöntemini anlatıyor. Bir anlamda bilimsel bir temeli var. Kesin durumlara değil, bireysel deneyimlere dayalı. Bir tapınma, tanrı yok. Bir toplumda yaşama bağlılık, kendi duygularınız ve diğerlerinin duygularının farkına varmak konusunda aşırı duyarlı olmak anlamına geliyor. Dinle gilili herhangi bir etkinlikten daha çok bu tür bir etkinlik. İman, inanç yok. Din tanımına girmiyor.



-"Old Ideas" ne anlama geliyor? Eski düşünceleri gözden mi geçiriyordunuz yoksa eski düşenceler en iyisi midir?

LC: Tam olarak ne anlama geldiği konusunda emin değilim. Sadece bir düşünce. Bizi en çok ilgilendiren konulara dönüp bakmak anlamında. Tan ne olduğunu söylemek zor. Bizimle kalıp yaşayan, günlük endişeler.

-Neşeli depresyon gibi ifade, kavram olabilir mi?

LC: Depresyon ciddi bir konu. Kötü bir buluşma ya da kötü bir hafta sonundan söz etmiyorum. Depresyon dediğinde klinik bir depresyondan, tüm geçmişinizden, anksiyete denilen durumdan, hiçbir şeyin iyi gitmediğini ve zevk alınabilecek hiçbir şeyin olmadığını hissettiğiniz ve bütün stratejilerinizin çöktüğü durumdan söz ediyorum. Bu tür depresyonu çok yaşadım. Ama açıklamaktan mutluyum ki, yaşamımın belli bir döneminde, hayatımın geç bir döneminde, iyi hocaların ve iyi şansın sayesinde depresyonu aştım ve tekrarlamadı. Umuyorum ki bitti ve bir daha dönmez.

-Hiç kötü bir özelliğiniz var mı?

LC: Hayır, yok. (Bunu gülerek söyledi.)

-İnsanlar sizi sahnede gördüğünde hep büyüleniyor. İnsanlardan bu tür tepkiler alınca ne hissediyorsunuz?

LC: Her yakın, yoğun ilişkide olduğu gibi, ilişkiyi tartışmak çok zararlıdır.



-Dinlediğimiz ilk şarkınız Going Home'da, "Leonard ile konuşmayı severim. O bir centilmen ve kılavuz. Takım elbise içinde yaşayan bir piç" diyorsunuz. Kim bu Leonard?

(Leonard Cohen, bu soruya eliyle kendini işaret edip gülerek yanıt verdi.)

-İsrail’e son ziyaretiniz hakkında sormak istiyorum. Herkes büyüleyici olduğunu söylüyor. İnsanlar, eleştirmenler İsrail’deki son konserinizin çok özel olduğu fikrinde. Siz de aynısını hissettiniz mi? Ayrıca İsrail’i boykot etmeniz için size baskı yapanlara nasıl karşılık verdiniz?

LC: Sanatsal iletişimde boykota inanmıyorum. Çünkü iletişim için son umut o. Biz insanlar arasında iletişim kurulması umuduyla bir açıklama yaptık, bu konuda bir fon oluşturduk. Konserden elde edilen tüm geliri o fona bağışladık. Orada 50 bin kişi var. İki toplum arasında iletişim kurulmasını teşvik etmeye çalıştık. Biliyorum umutsuz bir durum. Biliyorum birçok kişi için tartışma dışı ama bir noktada insan bir şeyler yapmak istiyor. Bizim yaptığımız da buydu.

-Albüm kapağındaki fotğrafta bir kadın gölgesi var. Kim o?

LC: Evimin bahçesinde çekildi o. O gölge fotoğrafçının gölgesi. Kezban Özcan, bir Türk çalışma arkadaşım, genç dostum. O gölge fotoğrafta aslında daha aşağıda, farklı bir yerdeydi. Onu Photoshop’la yukarı çekince iki tane gölge daha gizemli oldu. Sanırım böyle de iyi oldu.



-Bir keresinde birçok çalışmanızın hazır halde olduğunu ve aralarında şarkıların da bulunduğunu söylemiştiniz. Onları kullanmayı düşünüyor musunuz?

LC: Bitmemiş çok materyalim var elimde. Ama şu anda üzerinde çalıştığım yeni bir albüm için yeterli malzemem de bulunuyor. 1 yıl ya da biraz daha uzun bir süre içinde yeni bir albüm yapabilirim.

-Hepimiz için geçerli olan kesin sonla ilgili nihai bir düşünceye vardınız mı?

LC: Bir sonuca vardım. Öleceğim. Düşündükçe çeşitli olasılıklar bu tür soruları gündeme getiriyor tabii ama ben bunu bir galibiyetle yapmak istiyorum.

-Ölümden sonraki gelecek yaşantınızda ne yapmak isterdiniz?

LC: O süreci pek anlamıyorum ama kızımın köpeği olarak yeniden hayata dönmek isterdim.

-Bu albümde eskilere göre daha çok flamenko etkisi hissediliyor. Burada Enrique Morente'yi anmak isterim. Dostunuzdu sanıyorum ve geçen sene öldü. Flamenko seviyor musunuz, dinliyor musunuz?

LC: Flamenkoyu çok seviyorum. Kimse dinlemezken ben flamenko dinlerdim. Bana derinden dokunan bir müzik. Flamenko, fado, blues, rembetika, country bunlar daima beni en çok etkileyen müzikler. Müzik hayatımdaki en büyük ayrıcalıklardan birisi, Enrique Morente'nin müziğimi flamenko formunda yorumlamasıydı. Enrique Morente'yi buradaki insanlar tanıyor mu bilmiyorum ama geçen sene öldü. Kendi kuşağının en önemli sanatçılarındandı. Rocksteady etkisini flamenkoya yansıttı, tutkuyu ve özgünlüğü feda etmeden diğer birçok unsuru flamenkoya taşıyıp sağlam bir füzyon yarattı. Çok iyi bir şarkıcı ve müzik alanında çok yaratıcıydı. Benim çalışmamla ilgilenip kendi geleneklerinde yorumladığı için büyük bir onur duydum. Bu şarkıları topladığı Omega adlı bir albüm yaptı. Principe Asturias Ödül Töreni'nde ünlü flamenko şarkıcısı Duquende'nin "The Gypsy's Wife" adlı şarkımı flamenko formunda söylemesi beni derinden etkileyen bir olaydı.



(Leonard Cohen buluşması ile ilgili diğer yazımı okumak için link: Leonard Cohen

(Fotoğraflar bana aittir.)

15 Ocak 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 100: Amy Winehouse- Lioness: Hidden Treasures (Island Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 15 Ocak 2012

Amy Winehouse’un trajik bir şekilde yaşama veda edişinin üzerinden henüz tam altı ay bile geçmedi ama yeni çıkan bir albümü var elimizde. Albümde yer alan ve 2002-2011 yılları arasında yapılıp daha önce yayınlanmayan 12 kaydı, prodüktörler Mark Ronson, Salaam Remi ve Winehouse’un ailesi belirlemiş.

Müzisyenlerin ölümünden sonra albümlerinin çıkması çok tartışılan bir konu. Bazıları plak şirketlerinin hemen harekete geçip bu olayı fırsat gibi kullanmasından rahatsız. Bazılarıysa sevdikleri sanatçının daha önce duyulmamış kayıtlarını dinlemekten mutlu. Winehouse yaşasa, bu albümün yayınlanmasına onay vermez miydi emin olamayız. O nedenle bu tartışma hep sürecek kanımca.

Ben de aynı gerekçelerle hem rahatsızım hem mutluyum. Michael Jackson’ın ölümünden sonra çıkan “Invincible”da olduğu gibi, onun söylediği şüpheli olan kayıtları içeren albümler elbette rahatsızlık yaratır.

Bir diğer endişe de, Tupac Shakur’un başına gelenin yeniden yaşanması. Amerikalı rap şarkıcısının 1996’da öldürülmesinden bugüne kadar farklı konseptlerde düzinelerce albüm yayınlandı. Umarım Amy Winehouse için de bu tür bir sömürü söz konusu olmaz...

Lioness : Hidden Treasures”, Winehouse’un “Frank” (2003) ile “Back to Black” (2006) adlı albümlerinin öncesinde ve sonrasında kaydettiği çeşitli cover’ları ve bilinen şarkılarının farklı versiyonlarını içeriyor.

Tony Bennett ile muhteşem düeti “Body and Soul”un yanı sıra, Amerikalı rap şarkıcısı Nas’ın sanatçıya eşlik ettiği “Like Smoke” da albümde yer alıyor. Soul ile rap karması çok rastlanan bir birliktelik değil ama “Like Smoke” olanların en iyilerinden.

Şarkıları dinlerken en çok dikkat çeken şey, Winehouse’un sesinde yıllar ilerledikçe hissedilen değişiklik oluyor. 2002’de “The Girl from Ipanema”yı söyleyen berrak, yumuşak sesli 18 yaşındaki genç kadınla, 2009’da “A Song for You” adlı şarkıyı söyleyen paslanmış sesin sahibi aynı kadın mı diye düşünüyor insan. Leon Russell’ın ünlü şarkısını söylerken güçlü kontralto sesi, “Hayatım sona erdiğinde birlikte olduğumuz zamanları ve bu şarkıyı senin için söylediğimi hatırla” diyor acıyla...

27 yaşında aniden kaybettiğimiz büyük bir yetenekten bu sözleri duymak, her dinleyici gibi beni de sarstı. Winehouse’un müziğinde her zaman var olan hüzün daha da koyulaştı.

Albümdeki yeni şarkılara gelince, “Between the Cheats”, Winehouse’un yayınlamayı düşündüğü üçüncü albümü için 2008’de kaydedilmiş. Belki Winehouse yaşasa bu haliyle albüme girmeyecekti ama ben dinlediğim kaydı çok sevdim. Çocukken annemin evde dinlediği şarkıları andırıyor, gözümü kapadığımda televizyonun siyah -beyaz döneminde yayınlanan 60'lardan bir filmi çağrıştırıyor.

Şunu belirtmek gerekir ki, bu albüm, Winehouse’un önceki çalışmalarıyla kıyaslanınca onlar kadar parlak değil. “Back to Black” gibi bütünlüklü bir albüm olmasa da, 9 yıllık bir sürede farklı yerlerde yapılmış kayıtları belli bir kalitede bir araya getirmek küçümsenecek bir iş değil. Mark Ronson ve Salaam Remi’yi bu nedenle kutlamak gerekir.

Bir de her şey bir yana; Amy ne söylese dinlenir... Hep dinlenecek.





-

8 Ocak 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 99: Grouplove - Never Trust a Happy Song (Atlantic Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 8 Ocak 2012

Mutlu şarkıya asla güvenme” diyen bir albüm, daha baştan adıyla ilgimi çeker benim. Mutluluk müzisyenlere şarkı yapmak için ilham verir mi?

Bu soruya “Evet” diyen müzisyenler var elbette ama fazla değil. Hüznün, insanoğlunun tutarsızlıklarının, dünyanın acımasızlığının, aşk acısının müzisyenler için esinlendirici olduğunu söyleyenler daha yaygın.

Albümü dinlemeden önce, 2009’da Los Angeles’ta kurulan alternatif pop grubu Grouplove da böyle mi düşünüyor ki albüme bu adı koydu diye merak ettim. Çünkü ilk yayımladıkları kısaçalarda yer alan iki şarkılarını 2010’da dinlemiştik. Beş gençten oluşan grubun, folk, alternatif pop, rock ve elektronik sesleri bir potada eriten müziği, genel olarak enerjik ve oldukça neşeliydi.

O nedenle albüme verdikleri isim, müzikleriyle bir anlamda tezat oluşturuyor. Bu durumda “güvenmeyin” diye tavsiyede bulundukları mutlu şarkılardan oluşan bir albüm mü yapmışlar, yoksa burada bir ironik yaklaşım mı var?

12 şarkıdan oluşan albümün, ilk 1/3’lik bölümü aynen kısaçalardaki enerjik ve olumlu havayı sürdürüyor. “Colours”da “İzne ihtiyacımız yok / İstediğimiz yere gidebilir, istediğimizi söyleyebilir ve istediğimizi yapabiliriz” diyor vokalist Chris Zucconi. Dinlerken insanı dansa davet eden, dertleri bir yana bırakıp dünyadaki güzelliklerin tadını çıkarmaya çağıran bir havası var şarkıların.

Ancak “Slow” adlı şarkıyla birlikte ikinci kısma geçildiğinde mikrofonu grubun ikinci vokalisti Hannah Hooper alıyor. Müziğin ritmi yavaşlarken birden hayatın zor yanları da işin içine giriyor. “Beni buraya getiren sensin/Sevinçlerin ve sen / Bütün o yıllar boyunca korkuyu getiren sen” diyor Hannah.

Sonra ardından Hannah ile Chris’in özgürce çıplak koşan, denize giren gençlerden söz eden “Naked Kids”deki düeti geliyor.

Albümün bundan sonrası bir hızlanıp bir yavaşlayan, hayatın hem güzel hem de kötü yanlarını anlatan şarkılarla dolu. Dolayısıyla albüm adının yansıttığı gibi tek bir tavır, bütünlük yok müziklerinde. İlk dinledikten sonra, tekrar tekrar dinlemek isteği duyuran şarkılar da var, es geçmek istedikleriniz de.

Şarkı sözlerinde ise bir derinlik, sofistike yaklaşım yok; çoğunlukla basit cümleler yineleniyor. Ancak grubun sözleri daha çarpıcı kılmak için bir çabasının olmadığı da belli. Bana kalırsa bir araya gelip, ince eleyip sık dokumadan, içlerinden geldiği gibi, çalıp söylemişler.

Grouplove’ın şarkılarının hiçbiri unutulmayacak ya da iz bırakacak türden değil ama Modest Mouse'u hatırlatan melodik müzik eşliğinde neşelenmek için indie pop albümü arayanlara hitap edebilir.



Rock'ın Yaşayan Efsanesi 65 Yaşında!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 8 Ocak 2012


Hangi Bowie’yi daha çok seversiniz? 60’ların sonunda folk-rock ile pop’u birleştiren ilk albümünü çıkaran masum yüzlü genç Bowie’yi mi? 70’lerin başındaki androjen görüntülü glam-rock yıldızı Ziggy Stardust’ı mı, funk/disko/soul ve R&B ile flört eden The Thin White Duke’ü mü?

70’lerin ikinci yarısında minimalist, ambient müziğe yakınlaşıp, Brian Eno ile kariyerinin en güzel albümlerine imza atan Berlin dönemindeki uçuk Bowie’yi mi? 80’lerde Queen, Tina Turner, Pat Metheny gibi isimlerle işbirlikleri yapıp megastar olarak yükselen Bowie’yi mi? Rock ile elektronik müziği buluşturduğu “Outside” dönemindeki halini mi?

Müzik tarihinde bu kadar çok alter ego geliştirip, bunca farklı türle haşır neşir olan terk müzisyendir Bowie. Unutulmaz şarkılara imza atıp, sayısız müzisyene ilham veren, popüler müziğin tarihinin akışını değiştiren isimdir o. İşte bu yaşayan efsane, 8 Ocak’ta 65 yaşını kutluyor.

15 yaşında ilk grubunu kurduğunu düşünürsek, 50 yıldır müzik dünyasının en esinlendirici ikonlarından birisi. Kendisi, işin başında bugünlere varacağını hiç düşünmemiş aslında. Müzik yazarı Paul Trynka’nın 2011’de yayımlanan “David Bowie: Starman” adlı kitabı şöyle başlıyor:

1991 yılında çocukluğundaki gibi soğuk ve yağışlı bir kasım ayında, David Bowie şoförüne Brixton Academy’ye giden manzaralı yolu izlemesini söyledi. Son birkaç haftadır konuşkan, açık ve şaşırtıcı şekilde kırılgandı, ama camdan bakarken birkaç dakika sessiz kaldı. Sonra arkasına döndüğünde, yanında oturan gitarist Eric Schermerhorn, yanaklarına düşen gözyaşlarını gördü. ‘Bu bir mucize’, diye usulca mırıldanıyordu Bowie. ‘Muhtemelen muhasebeci olmam gerekirdi. Her şey nasıl oldu bilmiyorum.’

Bu satırları okuyan herkes, Trynka gibi şunu sormuştur sanırım: “Yıldız olmak, böylesine göz kamaştırıcı bir insan için kaçınılmaz değil midir?” Bowie’nin Londra’da doğduğu yer olan Brixton bölgesine gittiğinde duygulanıp söylediği sözlerin çok içten olduğu kesin. Dışardan bakıldığında bizler için yeteneğiyle doğru orantılı şekilde gelişen olağanüstü kariyeri, onun için sürpriz olmuş. Bu durum ilk anda insanı çok şaşırtsa da, Trynka’nın Bowie’nin hayatına girmiş ikiyüzden fazla kişiyle röportaj yaparak yazdığı biyografiyi okuduğunuzda, onun neden böyle düşündüğünü anlamak daha kolay.

Savaş sonrası İngiltere’de John Lennon ve Eric Clapton gibi annesiyle sorunlar yaşayan, kendini toplumdan dışlanmış hisseden bir genç olarak yetişmiş Bowie. Trynka’ya göre, bugün olsa her üçünün de yetiştiği evlerin kapısını bir sosyal hizmet uzmanı çalardı. Yaşadığı sorunlardan müzik sayesinde çıkış yolu bulan insanlardan biriydi Bowie de.

Son yıllarda hasta olduğu ve müziği bıraktığı söylentileri dolaşıyor. Hatta bu söylentilere yenisini geçen yaz verdiği bir röportajda Paul Trynka ekledi ve “Eğer müziğe dönerse bunun mucize olacağına inandığını” söyledi. Şunu eklemeyi de unutmadı: “Ama mucizeler de gerçekleşebiliyor.

2003 tarihli “Heathen” albümünden sonra Bowie’den ses çıkmadı. Geçen yıl sürpriz bir şekilde, 2001’de yayınlanması düşünülen ama sonra vazgeçilen “Toy” adlı albümü internete sızdı. 1960’larda kaydedilmiş şarkıların daha önce duyulmamış versiyonlarının yer aldığı albüm konusunda Bowie’den hiçbir yorum gelmedi.

2011 Aralık ayında müzik dünyasını heyecanlandıran bir olay da, Bowie’nin BBC Top of the Pops programında 38 yıl önce “Jean Genie” adlı parçayı seslendirdiği performansa ait görüntülerin ortaya çıkması oldu. İngiliz Film Enstitüsü tarafından düzenlenen bir basın toplantısında, arşivden kaybolduğu düşünülen görüntünün tek kopyasının bir kameramanda bulunduğu açıklandı. Bowie’nin İngiltere’yi büyülediği o görüntüler, onunla ilgili medyaya yansıyan son haberdi.

Bowie müzikten emekli oldu mu?” sorusu, kendisi bir açıklama yapıncaya kadar sorulmaya devam edilecek. Çünkü benim bildiğim Bowie, böyle sessiz bir ayrılık yapmaz. Ama dönerse de büyük ve sarsıcı bir işle döner. Bugüne kadar izlediğim yüzlerce müzisyen içinde sahne performansı en etkileyici olan o. 65 yaşını kutluyorum ve müthiş sesini yeniden canlı dinleyeceğim günü bekliyorum.



-

Translate