konserler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
konserler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2015 Cuma

İSTANBUL'DA NOVA MUZAK MUCİZESİ: ALUK TOLODO + BEN FROST


24.4.2015

Garip bir kent İstanbul... Bir yanda içinde IŞİD gibi vahşi bir örgütün yuvalandığı haberleri geliyor, bir yanda Üsküdar Belediyesi'nin meydana koyduğu Kâbe maketini tavaf edenler çıkıyor; diğer yanda da sadece zulümsüz vegan ürünler satan Vegan Dükkan'da etsiz döner satılmaya başlanırken Ben Frost gibi deneysel müzik yapan sanatçılar kentte konser veriyor. Gericiliğin ve ilerici fikirlerin böylesine iç içe geçtiği enteresan bir kent İstanbul. Avrupa ve Amerika'nın daha uygar kentlerinin deneysel müziğe, ilerici akımlara kucağını açması beklenebilecek bir durum ama günümüzde kültürel ve düşünsel açıdan çağın gerisine doğru hızla yol alan bir ülkede bu çok daha şaşırtıcı. Düşünsenize en büyük meydanındaki kültür merkezi yedi yıldır keyfi bir kapatmaya maruz kalan ve bunun sorgulanamadığı bir kent İstanbul. Tarihten gelen belli bir birikimi var elbette ama o kültürün son 13 yıldır nasıl sıkıştırılıp bastırıldığını hepimiz biliyoruz; burada ayrıca anlatmaya gerek yok...

Bu giriş biraz karamsar gelebilir ama sadece dün akşam Borusan Müzik Evi'ndeki konserden eve dönerken aklımda beliren düşünceleri paylaşmak istedim.

Konsere dönersek... İstanbul'da müzik adına güzel şeyler de oluyor ve bunlardan biri de kesinlikle Borusan Müzik Evi ve Kod Müzik işbirliği ile gerçekleştirilen Nova Muzak serisi. Bohren & der Club of Gore, Earth, Robin Guthrie, Alva Noto ve Blixa Bargeld, Nils Petter Molvaer, Moritz von Oswald Trio, Eivind Aarset ve Jan Bang, Murcof, Keiji Haino, Fennesz, Lillevan, Hauschka gibi son derece ufuk açıcı müzisyen ve grupların hepsini bu sayede canlı dinledik. Zaten listedeki bu isimleri arka arkaya okuyunca bile nasıl sıradışı bir iş başarılmış olduğu anlaşılıyor. Dün akşam bu serinin 16. etkinliğinde Fransız deneysel rock üçlüsü Aluk Tolodo ve deneysel elektronik müzik sahnesinin dahi yeteneklerinden Ben Frost'u dinledik.

Üç müzisyenden oluşan Aluk Tolodo hakkında fazla bir bilgim yoktu ama konserden önce yaptığım araştırmalar sayesinde nasıl bir performans ile karşılaşacağıma dair bir fikrim oluşmuştu. Yeraltı black metal dünyasının önde gelen gruplarından Diamatregon ve Vediog Svaor'un eski üyelerinden oluşan grup, space rock, black metal ve krautrock'ın kaynaşmasından oluşan gürültülü, karanlık ve ritmik tekrarlara dayalı bir müzik yapıyor. Dün akşam da enstrümanlarına ellerini sürdükleri andan itibaren hiç ara vermeden, bir saat boyunca zaman zaman hızlı gitar rifleriyle noise rock'a dönen, sonra doom ambient'a yönelip ardından ritmik yapıyı canlandırarak progresif rock sularına giren, saykedelik etkileşimi yüksek bir set sundular.

Grup çalarken, yılmadan tekrarladıkları, matematiksel bir kurguyla oluşturulan ses örgülerinin ve ritimlerin yarattığı hipnotik etkiye kapılmamak olanaksız. Ancak aynı zamanda uyum kadar uyumsuzluk, aksaklık ve tuhaf ritmik yapılar da barındırıyor müzik. Bir bütün olarak değerlendirildiğinde çok sert, başına buyruk bir karakteri var; bir reddediş, bildiğini okuma söz konusu. 2012'de yayınladıkları ve kapağında bir yanardağın yer aldığı albüme "Occult Rock" adını vermişler. Bu isimle anılan türle herhangi bir ilgilerinin olmadığını, bu ifadeyle müziklerinin sound açısından, tematik ve estetik olarak yaşadığımız evrendeki gizli güçler ve akıl ile ilişkili olduğunu anlatmak istediklerini söylüyorlar. Yanardağ da simyasal dönüşümün ve primordial titreşimin sembolü olarak görülüyor.

Bütün bunları bilerek grubu dinlediğinizde, gitarların [Matthieu Canaguier (bas gitar), Stantidas Riedacker (gitar)] adeta ayaklarınızın altındaki tabanı sarsıp kulaklarınızda uğultu yaratan titreşimi ve davulcu Antoine Hadjioannou'nun tam anlamıyla gözlerinin dönercesine, gerçekten gözlerinin sadece beyazı görünür hale gelinceye kadar kendinden geçerek çıkardığı mükemmel vuruşları çok daha derinden hissediyorsunuz. Grubun performansından sonra Hilmi Tezgör ile konuşurken, davulu daha fazla duymak istediğini, o nedenle müziğin içine fazla giremediğini söyledi. Ben sanırım tavandan sarkıtılan tek bir büyük ampülün ve yandaki spot ışıkların aydınlattığı sahnede o müziğin içine doğrudan daldım, kapıyı da çalmadım.



Aluk Tolodo'nun performansından sonra, salondaki dinleyici sayısı biraz daha artsa da, Ben Frost gibi bir müzisyeni dinlemeye daha fazla dinleyici geleceğini ummuştum açıkçası. "A U R O R A", 2014'ün en güzel albümlerinden biriydi; en azından sadece bu nedenle bile daha fazla ilgiyi hak ediyor. Borusan Müzik Evi'nde dün tam olarak kaç kişiydik bilemiyorum ama o akşam orada olmak, İstanbul'da yapabileceğimiz en iyi işti bence.

Minimalist, enstrümantal deneysel müziğin bana göre günümüzdeki en yetenekli prodüktörlerinden biri Ben Frost. Film ve sahne performansları için yaptığı müziklerle de besteci yönünün gücünü tartışmasız kanıtladı.

Borusan Müzik Evi'ndeki Ben Frost performansını kelimelere dökebileceğimden, üzerimde yarattığı etkiyi net bir şekilde anlatabileceğimden emin değilim. Aluk Tolodo ile örtüşen yanları vardı; Frost'un endüstriyel gürültüler, elektronik dokular ve gerçek dünyadan seslerle oluşturduğu müziğinde de ciddi bir meydan okuma var, uysal ya da yatıştırıcı değil. Aksine insana duvarları indirtip, önüne geleni yıkabilecek bir direniş gücü veriyor. Karanlığın içinden sıyrılıp her adımda daha derinleşen oluklara dalıyorsunuz ama gücünüz azalmıyor. "The Carpathians" adlı parçada can çekişen bir hayvanın hırlamasını dakikalarca dinlerken vahşi bir dünyada yaşadığınızı duyumsuyor, ürküyor ama yılmıyorsunuz. Bu sözler bir kabusu aklınıza getirmesin; gerçekleri tüm çıplaklığıyla önünüze seren müziğin kurduğu alternatif evrende farklı bir boyuta geçiyorsunuz. Ben Frost'u dinlerken uzaylılar müzik yapsa böyle olabilirdi diye geçirdim içimden. Bu dünyayı ve alternatif evreni olağanüstü bir kurguyla bir araya getirebilen bir müzik...

Aluk Tolodo'nun müziğinde çoğunlukla tekdüze seyreden ruh haliniz Ben Frost'un müziğiyle dalgalanma içine giriyor. Etkisi çok yoğun ve sarsıcı bir dalgalanma bu. Ancak ilginçtir, Ben Frost'un aralıksız yaklaşık 1.5 saat süren seti sonunda yıpranmışlık hissetmiyorsunuz; tersine ruhunuz coşkuyla yüceliyor. Sosyal medyada birinin "uzun süreli depresyonda tehlikeli" diye yazdığını gördüm; bence tam tersine, anlatmaya çalıştığım bu katartik etki nedeniyle o tür bir durumda çok yardımcı olabilir.

Ben Frost dünkü performansında daha çok "A U R O R A"dan kesitler sundu bize. Başlangıçta omzunda asılı duran gitarı sanırım bir ses probleminden dolayı kullanamadı. Sahnede tek başına durup mucizeler yaratan müzisyenlerden biri o da. Çok katmanlı müziği sadece ruhumu bir kıyıdan diğerine savurmakla kalmadı, minimalist teknoya yöneldiği anlarda dans da ettirdi. Sabaha kadar çalsa orada öylece durup ayakta dinlerdim. Bana göre, insanoğlunun deneyimlediği en iyi şeylerden birisi Ben Frost'un müziği... Yılın en güzel konserleri listeme girdi elbette.



(Fotoğraflar bana aittir.)

19 Nisan 2015 Pazar

MARTYN HEYNE VE AWVFTS İLE DİPSİZ DERİNLİK


19.4.2015

A Winged Victory For The Sullen'ı (AWVFTS) 2012'de Erased Tapes Records'ın 5. yıldönümü turnesi kapsamında yine Salon'da dinlediğimde tek kelimeyle büyülenmiştim. Olafur Arnalds ve Nils Frahm ile sahneyi paylaştıkları o konser, Dustin O'Halloran'ın piyanoda, Adam Wiltzie'nin gitar ve elektronik seslerdeki ustalığının mükemmel bir kanıtı olmuştu. İkilinin grupla aynı adı taşıyan 2011 tarihli albümüne yansıyan sıcaklığı, Anne Müller'in çellosunun da katkısıyla canlı hissetmiştik.

Bu kez geçen yıl yayınlanan ikinci albümleri 'Atomos' için çıktıkları turne kapsamında İstanbul'a geldi ikili. Dün akşam sahneyi Adam Wiltzie'nin kendine ev olarak seçtiği kent Brüksel'den üç müzisyenle; keman, viyola ve çello enstrümanlarıyla müziğe katkıda bulunan bir üçlü ile paylaştılar.

AWVFTS için açılışı yapan ise, özellikle üzerinde durmayı hak eden 31 yaşındaki müzisyen Martyn Heyne'ydi. Berlin'de hayatını sürdüren Heyne'nin müziğe olan ilgisi, çocukken annesinin piyanosunda doğaçlamalar yapmasıyla başlamış, 10 yaşına geldiğinde artık düzenli olarak performanslar gerçekleştiriyormuş. Amsterdam Konservatuarı'nda aldığı müzik eğitiminden sonra, Berlin'e taşınmış ve son dönemde kendini Efterklang, Peter Broderick, Nils Frahm ve Benoit Pioulard gibi olağanüstü yetenekli müzisyenlerle çalışırken bulmuş. Henüz yayınlanmış bir materyali yok ama genç dostum Ahmet dün konser sonrasında kendisi ile konuştuğunda, bu yıl bir EP ya da LP çıkaracağını öğrenmiş.



Martyn Heyne, dün akşamki yarım saatlik konseriyle, sahnede tek başına durup mucizeler yaratan sıradışı müzisyenler listeme girdi. Omzunda bir elektro gitar, yanında bir elektronik davul ve synthesizer ile oluşturduğu seslerle, giderek derinleşen, melodik ve müthiş hipnotik bir müzik yarattı. Dinlediğimiz o kısa set, ses sanatının çok yoğun etkileşim yaratan örneklerinden biriydi. İki uzun, bir kısa parçadan oluşan konserden bazı bölümleri kaydettim. Özellikle en son çaldığı ama henüz adını bilmediğim parçanın bir an önce yayınlanmasını sabırsızlıkla bekleyeceğim. Burada paylaştığım videolar bir fikir verebilir umarım. (Bu arada Set Aglow adlı işbirliği projesi ile 7 Haziran'da Alman Büyükelçiliğinin İstanbul'daki yazlık konutu Tarabya Kültür Akademisi'nde, 10 Haziran'da ise Ankara'da Goethe Enstitüsü'nde çalacağını öğrendim. Deneysel sound'lardan hoşlananların ilgisini çekebilecek Set Aglow, gitar ve synthesizer'da Heyne'nin, klarnette Claudio Puntin'in yer aldığı bir proje. Tavsiye ederim.)



Martyn Heyne'nin kusursuz açılışından sonra verilen arada, Salon'daki sandalyelerde oturan dinleyiciler arasında fazla bir kıpırtı olmadı. Sanki müziğin tılsımı ile yerimize çakılmış gibi bekledik AWVFTS'ı. Kısa bir sahne hazırlığının ardından müzisyenler yerlerini aldıklarında, Adam Wiltzie, dün akşamki konserin uzun bir turnenin son performansı olduğunu ve Salon'da cuma gecesi verdikleri konserde izledikleri şarkı sıralamasını değiştirerek çalacaklarını söyledi. Öğrendiğime göre, cuma gecesi önceliği 'Atomos'a vermişler; dün akşam ise ilk albümden şarkılar daha fazlaydı ve iki konsere de giden Ahmet'in belirttiğine göre sıralama tamamen değişmişti.

Sahnenin sadece müzisyenlerin önlerindeki notaları ve enstrümanlarını görmelerini sağlayan ufak ampüllerle aydınlatıldığı bir salonda dinledik grubu. Oldukça loştu ve tek konuşan enstrümanlardı.

İlk albüm ile 'Atomos' arasında, ikilinin ses paletinin genişlemesinin yanı sıra, her iki müzisyenin de modern klasik alanındaki besteci yönünün daha net olarak ortaya çıkması yönünde belirgin bir fark var. İlk albüm, hem O'Halloran'ın hem de Wiltzie'nin etrafında piyano ve gitar tınılarıyla şekillenirken; 'Atomos'ta yer yer her ikisinin de geri plana çekildiğine ve itici gücü yaylılara devrettiğine tanık oluyoruz. Bunu albümü plaktan dinlerken de hissetmek olanaklı elbette; fakat canlı dinlerken özellikle o seslere yapılan vurgu çarpıcıydı. Bu açıdan, grubun 2012 konseriyle dün akşamki farklılık gösteriyordu. Adeta bir oda orkestrasını dinler gibi bir hisse kapıldım.



'Atomos'un çağdaş koreograf Wayne McGregor'un dans projesi için özel olarak bestelenen müziklerden oluştuğu düşünülünce, bu fark daha iyi algılanıyor. McGregor, projeye başladıklarında O'Halloran ve Wiltzie'ye sadece bazı fotoğraflar ve görüntüler göndermiş, müziği tamamen onlara bırakmış. İkilinin söylediğine göre, 'Atomos' atomların formasyonu ve uzay boşluğu ile ilgili. Atomların uzayda dizilişlerini düşününce, albümde var olan kesintisiz bağlantının nedeni de ortaya çıkıyor. Asıl neden müziğin tamamen enstrümantal olması değil, müziğin kurgusundaki bu bağlantı. Dün akşamki konserde de bu his hakimdi; ilk albümden şarkılar çalındığında dahi, onları ikinci albümden ayırmak çok kolay değildi.

AWVFTS'ın müziği modern klasik ya da ambient klasik olarak anılsa da, efekt pedalları, synth ve klavye kullanımı bakımından bu türler içinde ayrı bir yerde duruyor. Ambient drone'ların içimizi titrettiği, görkemli bir melankolizm, dipsiz bir derinlik, ancak yaşanarak anlaşılabilecek bir ses deneyimiydi dünkü konser...


(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

11 Nisan 2015 Cumartesi

İNSAN RUHUNUN İNCELİKLERİNİ SESLERLE DOKUYANLAR: GREG HAINES - DOUGLAS DARE @ SALON


11.4.2015

Greg Haines ile Douglas Dare'in aynı gece çaldığı Salon konseri, bu yıl en heyecanla beklediklerimden biriydi. Her ikisini de son birkaç yıldır yakından izliyorum. Radyo programım Vegan Logic'te şarkılarını çaldım, albümleri çok dinlediklerimden oldu, Dare'in "Whelm" albümü 2014'ün en iyi albümleri listemde yer aldı.

24 yaşındaki İngiliz piyanist Douglas Dare'i geçen yıl Brooklyn'de eski bir ambardan dönüştürülerek performans mekanı haline getirilen Glasslands'de canlı dinleme olanağı bulmuştum. Nils Frahm öncesinde çaldığı o yarım saatlik performans, büyük çıkış yapacağının göstergesiydi. Nitekim geçen yılın en dikkat çekici yeni isimlerinden birisi oldu.

Greg Haines'in klasik müzik ile elektronik müziği bir araya getirdiği, modern klasik/ambient kompozisyonlarındaki yaratıcılığı ilgiyle ve hayranlıkla izliyorum ama dün akşama kadar hiç canlı dinlememiştim. Douglas Dare'den önce, hiç kesmeden 50 dakika boyunca tek başına yaptığı müzik, tek kelimeyle kusursuzdu. Klavye, synth, efektler, loop'a aldığı melodiler, melodika ve piyano ile sanki laboratuvardaki çılgın profesörü andıran bir edayla enstrümanlar arasında hızla mekik dokudu; yarattığı elektro-akustik sesleri bütünleştirip birbirinin içinden geçirirken, seslerle roman yazdı adeta.

Müziğin yansıttığı ruh halleri değişse de, hiç kesmeden devam etmesinin nedeninin de o bütünlüğü bozmamak olduğunu düşünüyorum. Haines, bir süre neşeli bir tonda devam eden müziğe kendisi de salınarak eşlik ederken, bir anda dark ambient tınıları çarpıyor kulağımıza; ritim yavaşlıyor, piyanonun yüzü kararıyor, 19. yüzyıldan kalma Victoria tarzı bir kilisenin karanlık salonundan yükselebilecek synth seslerini duyuyoruz. Sonrasında tutamadığım gözyaşlarım ise, piyanodan yansıyan dürüst duygusallığa ruhumun bir verdiği bir karşılık... Hüznün ya da acının değil, müziğin güzelliğinin yol açtığı bir dışavurum.



Greg Haines çalarken, sanki denizin ortasındaki bir kayığın içinde yakamozun parıltısından gözleriniz kamaşmış gibi oluyorsunuz. Dinleyeni bulunduğu yerden alıp zaman içinde bir tür seyahate çıkaran güçlü bir müzik bu. İnsanı hem fiziksel hem de ruhsal anlamda böylesine bir yoğun etki altına almasında, Greg Haines'in aynı zamanda bale ve dans koreografileri için de müzik yapmasının rolü olsa gerek. Hareketi yaratan ritmi ve duyguları harekete geçiren etkileşimi yakalamış müziğinde. Dün akşamki 50 dakikalık konseri bana yetmedi. Umarım daha uzun bir konser vermek için yine gelir İstanbul'a.



Greg Haines'in ardından kısa bir aradan sonra genç müzisyen Douglas Dare ve davulda Fabian Prynn geldi sahneye. Brooklyn'deki konserinde tek başınaydı ve sadece piyano çalmıştı Dare. Bu kez bir Nord klavyenin önünde, davul eşliğinde başladı konserine. Yaşadığı olayları şarkılarına kendine özgü çekici bir tuhaflık içinde aktarıyor Dare. Mesela hiç dövmesi olmasa da, dövme yaptırmanın nasıl bir his olduğunu deneyimlemese de, bedeninde dövme değil, yara izi istediğini söyleyebiliyor 'Scars'da. Büyükbabasını savaş sırasında sevdiği bir kadınla mektuplaşırken hayal ettiği şarkısı "Caroline", vokal melodisindeki ustalığının zirveye çıktığı şarkılardan birisi. Öyle dokunaklı bir tonda söylüyor ki, öyküsüne rağmen bu şarkı büyükannesinin bile favorisi olmuş.

Dare'in sadece piyano ile verdiği tamamen akustik Brooklyn konseri, saf bir şiirsellik örneğiydi. Dün akşamki performansında, davulun da katkısıyla soundu daha vurucu ve hareketliydi. Bir ara Fabian Prynn sahne arkasına geçip onu yalnız bıraktığında, salonda piyano olduğunu görünce onu da çalmak istediğini söyledi ve o sözünü ettiğim saf şiirsel tınılardan örnekler de sundu.

Şarkı aralarında anlattığı kısa öyküler ve yaptığı esprilerle renklendirdiği konser, Douglas Dare'in dış görüntüsüyle uyumlu çocuksu yanını da ortaya çıkarıyor. Kırılgan, naif, romantik, duyarlı ve aynı zamanda tutkulu bir kişilik var o müziğin arkasında. Ruhunun bütün güzelliklerini dinleyiciyle paylaşan bir yetenek... Kendisini giriş katında sandalyelerde oturarak ve asma katta bacaklarını demir parmaklıkların arasından aşağı sarkıtarak tam bir sessizlik içinde dinleyenlere, "Hepiniz çok saygılısınız. Teşekkür ederim. Belki de sandalyede oturduğunuz için... Yukarıdan sallanan ayaklar görüyorum. Siz de dikkat edin orada," diyecek kadar da kibar.

Terapi gibi konserler vardır ya; onlardan biriydi dünkü de... Günlük hayatı kaplayan kabalık, şiddet, küfür kıyamet iki saatliğine yok oldu; insan ruhunun inceliklerini seslerle dokuyan müziğin güzelliği doldurdu Salon'u...

Douglas Dare setlist: Clockwork - Nile - Seven Hours - Lungful - Whitewash - Unrest - Swim - Scars - London's Rose - Caroline - Flames - Repeat


(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

-

2 Nisan 2015 Perşembe

A PERFECT EVENING OF POETRY AND MUSIC: CONCERT REVIEW-- MORRISSEY IN GLASGOW


2.4.2015

Morrissey
SSE Hydro, Glasgow
21st March 2015

A perfect evening of music and poetry, Zulal Kalkandelen reviews Morrissey’s SSE Hydro show with words and photos.

British icon Morrissey took the stage last night at The SSE Hydro, Scotland’s largest public event arena, and mesmerized his fans with a wonderful mix of old and new songs. Based on his keen perspective on culture, gender, modern-day society, and politics, his concerts is a form of conceptual art from beginning to end. With all meat and fish products removed from the venue’s menu and a t-shirt depicting a naked Morrissey with his hand over the Queen’s mouth among the merchandise, it was clear that Morrissey was in the house.

He started last night’s show with a distinction choice. Once we got in the venue, our ears were greeted by Russian composer Nikolai Karlovich Medtner’s ‘Andantino con moto’ played by Evgeny Svetlanov. It was a marvellously unusual start.

The music mix they played as an intro also included ‘The Gift’ from The Velvet Underground, ‘It Happens Every Time’ by Tim Buckley, ‘Lazy Sunday’ by Small Faces, ‘Morning Star Ship’ by Jobriath, ‘Your Woman’ by Tyler James, ‘The Hop’ by Theatre of Hate, ‘Dark Sunglasses’ by Chrissie Hynde, ‘Shamrock’ by Nathan Abshire, ‘It’s Indian Tobacco My Friend’ by Cornershop and finally he made thousands of people heard Maya Angelou reading her poem “No, no, no, no”.

“No more
the dream that you
will cease haunting me
down in fetid swamps of fear
and will turn to embrace your own
humanity
which I AM
No more
the hope that
the razored insults
which mercury-slide over your tongue
will be forgotten
and you will learn the words of love…”

What an epic choice it was to start a concert with the strength of poetry!


Morrissey has invited very talented musicians to open his shows over the years and last night in Glasgow, the legendary Cree singer-songwriter/activist/artist Buffy Sainte-Marie took the stage. Merging her Indian roots with a modern, pounding sound, The Canadian native put a very strong half-hour show.

The interval film show was full of Morrissey’s personal touchstones – New York Dolls quoting the Shangri-Las on German TV show; Charles Aznavour singing ‘Emmenez-moi” at Olympia; The Apex Theory playing ‘Apossibly’; Jefferson Airplane playing ‘White Rabbit’; Penetration playing ‘Don’t Dictate‘; Anna Sexton reading a poem about suicide; American writer Gertrude Stein reading an excerpt from ‘Matisse’; a footage showing cheerful celebrations marking the death of Margaret Thatcher and the final image saying ‘Margaret Thatcher is dead. LOL!’.

Then as we were listening to Klaus Nomi’s spine-chilling ‘Wayward Sisters’, the curtain came down dramatically and there were Morrissey and his band in the bright lights! His presence on stage is so charismatic that the moment you see him, you know that you are in the company of a true legend. The Smiths’ ‘The Queen Is Dead’ was played as the opener and the backdrop showing the Queen giving the middle finger and a picture of Kate Middleton and Prince William captioned ‘United Kingdumb’ simply made the audience descend into screams of euphoria.

Soon after, we got the tremendous bliss of ‘Suedehead’, followed by ‘Staircase at the University’ and the title track from his latest solo album ‘World Peace Is None of Your Business’. He played 20 songs total but the experience was still too short.

The highlights of the night were ‘One of Our Own’, ‘Istanbul’, ‘Scandinavia’, ‘Everyday Is Like Sunday’, ‘The Bullfighter Dies’, ‘Meat Is Murder’ and the closing track ‘Speedway’. Morrissey’s early songs and The Smiths songs received the greatest reception but gems like ‘Istanbul’, ‘I’m Not a Man’ and ‘Neal Cassady Drops Dead’ amazed the crowd with his lyrical prowess.

Compared to his other shows, Moz seemed not to be in a talkative mood last night but he shared his opinion on the Scottish independence with the audience and it met with rapturous applause. ‘I know many of you will disagree with me, well, you might, but I was very disappointed by the outcome of the referendum. You missed your perfect chance. Maybe next time,” he said. It was not so surprising, because he had declared his support for Scottish independence ahead of the referendum. But if he hadn’t expressed his thoughts about this controversial political subject on stage in Glasgow, I’d have been disappointed. Because he is a living example of a true artist who never shies away from stating his opinions and knows no boundaries. He’s an outsider, in a literal sense, who bravely disturbs the comfortable by always speaking his mind and he has never stopped proving that for more than three decades.

Last night, Morrissey rarely spoke between the songs but announced, “I will always be in your debt,” while gracefully taking letters from fans. Until ‘Meat Is Murder’, apart from bright lights and some images, there was barely any stage decoration. But The Smiths’ well-known animal rights protest song was supported with shockingly graphic footage of factory farm cruelty to animals. During the song the band was really got wild, pounding on huge drums that sounded so angry. This is the song that changed my life and I still think it is the most intense song ever recorded. Not only it is disturbing, but it is also awakening.

To me, ‘Meat Is Murder’ is always the best part of a Morrissey show, but some people say “hearing it in a live setting destroys the energy in the room and that’s why it is the ‘love it or leave it’ portion.” But obviously, Morrissey has never been an artist who wants to be liked by everyone. He just sings his heart out.

As usual, his shirt toss caused chaos among fans who tried to get a piece of shirt. He ripped open his shirt and presented his body to the audience. When I interviewed last year, he said, “ It’s not meant to be an orgiastic moment – I’m not asking anyone to find me impressively seductive, but rather, to get out of this human need to always be enclosed … enclosed within clothes, within cars, within houses … humans are obsessed with being ‘inside’ or covered, and they don’t feel comfortable with the lyric natüre of freedom of any kind.”

When he returned to the stage for an encore, he told the audience, “Whether you take the high road or the low road, I love you,” and ended the concert with ‘Speedway’. It was a perfect evening of music of poetry.

Like it or not, he has always been true to his fans… ‘in his own strange ways’, as he put it best in ‘Speedway’.
  • The Queen Is Dead (The Smiths song)
  • Suedehead
  • Staircase at the University
  • World Peace Is None of Your Business
  • Kiss Me A Lot
  • Istanbul
  • I’m Throwing My Arms Around Paris
  • Neal Cassady Drops Dead
  • One of Our Own
  • Yes, I Am Blind
  • Trouble Loves Me
  • Scandinavia
  • Stop Me If You Think You’ve Heard This One Before (The Smiths song)
  • Everyday Is Like Sunday
  • What She Said (The Smiths Song)
  • The World Is Full of Crashing Bores
  • I’m Not a Man
  • The Bullfighter Dies
  • Meat Is Murder
  • (Encore) Speedway
(This review was first published on Louder Than War. Words and photos @ Zulal Kalkandelen
http://louderthanwar.com/morrissey-glasgow-live-review/)

21 Mart 2015 Cumartesi

GLASGOW'DA MEST EDİCİ BİR YIKIM: DALHOUS + CUT HANDS


20.3.2015


Bu gece Glasgow'da Dalhous ve Cut Hands'i ilk kez canlı dinlediğim konser, kentin müzik tarihi için ne kadar sıradışıydı tam olarak bilmiyorum ama benim kişisel müzik tarihimde unutulmayacak kadar sıradışı bir deneyim oldu. Mükemmel bir rastlantı sonucunda kente ayak bastığım ilk gün, Türkiye'ye gelme olasılıkları pek olmayan bu iki ismi arka arkaya aynı mekanda izleme olanağı buldum. Üstelik de içinde vegan restoranı olan Stereo adlı bir mekanda!

Giriş katta çok lezzetli bir vegan akşam yemeği yedikten sonra alt kata indiğinizde fazla büyük olmayan performans mekanı karşılıyor sizi. Kullanılan loş ışık ve dumanlarla yeraltı müziğin karakterine uygun, gizemli ve çekici bir atmosfer yaratılmış. İskoç ikili Dalhous ve İngiliz yeraltı sahnesinin ikonlarından William Bennett'in solo porojesi Cut Hands'in Glasgow için bile deneysel kalacağını tahmin ediyordum ama açıkçası adeta evin salonuna toplanmış parti veren bir arkadaş grubunu andırır şekilde sadece 25-30 kişi olacağımız da aklıma gelmemişti. Deneysel elektronik müzik performanslarında genel olarak var olan bir durum, bu konserde de söz konusuydu; 30 kişinin sadece 6'sı kadındı...

Edinburgh'lu ikili Dalhous'u 2013'te yayınladıkları 'An Ambassador for Laing' adlı albümden bu yana yakından takip ediyorum. Müziklerine dikkat çekmek için radyo programım Vegan Logic'te de birkaç kez yer vermiştim gruba. Blackest Ever Black etiketiyle 2014'te çıkan 'Visibility Is A Trap' adlı kısaçalardan sonra yayınladıkları 'Will To Be Well' de, 2014'te En İyi Albümler listemde 21 numarada yer almıştı. Elektronik müzik prodüktörleri Marc Dall ve Alex Ander'in İskoç psikiyatrist R. D. Laing'in çalışmaları üzerine odaklanıp, 'beden ve akıl, hastalık ve iyilik, fiziksel ve metafiziksel olan' arasındaki ilişkileri incelediği bu albüm, hem sarsıcı hem de sakinleştirici bir etki yaratıyordu dinleyicinin üzerinde. Daha önce de belirttiğim gibi, melankolik ses örüntülerini, yaptıkları düzenlemelerle duygu durumları arasındaki değişimleri ifade eder hale getirme yeteneği var Dalhous'ta. Bu nedenle onları canlı dinlemeden önce aklımda albümdeki bu duygu durumlarını nasıl yansıtacaklarına dair sorular vardı.

İlginç bir şekilde hiç görsel kullanmadı ikili; sadece elektronik ekipmanın başına geçip, 45 dakika boyunca aralıksız çaldılar. Şarkılar arasında hiçbir boşluk bırakmadan kesintisiz devam etti set. Son derece karanlık, insanı sürekli içine çeken ama bir şekilde ruhsal ferahlama yaratan bir sound hakimdi. Elektronik seslerin endüstriyel müzikle bütünlenişi, zaman zaman yerini ambient'a bıraksa da geçişler kısaydı. Karanlığın iyice yoğunlaştığı anlarda, müziğin dış dünyadan kopma ya da kaçış yerine yeni bir çıkış önerdiğini duyumsattı bana. İçinde bulunulan ortamdan fiziksel uzaklaşma söz konusu olmasa da, ruhen ya denizin altında ya da gökyüzünün tepelerinde bir yerde nefes alabildiğiniz, bambaşka bir yer öneriyordu sanki... Albümlerindekine göre çok daha yoğun, çarpıcı bir etkisi vardı müziğin; duygu durumuna dair değişimi yansıtmakla kalmadı; müziğin kendisi yepyeni duygular uyandırdı.

Dalhous çalmaya başladığında en önde 18-19 yaşlarında genç bir kadın vardı. Başından sonuna kadar hiç kıpırdamadan, bir heykel gibi durup dinledi müziği. Adeta bir saygı duruşunda bulunur gibiydi. Arkasından Cut Hands sahneye gelince, bu kez perküsyon vuruşlarıyla bedenini farklı bir ruh ele geçirmiş gibi dans ediyordu. Bu gözlem, bana Dalhous ile Cut Hands'in müzikleri arasında yarattıkları etki açısından bir karşılaştırma yapma fırsatı da verdi.

William Bennett'in Afrika ve Haiti Vodou müziğine karşı eskiden beri var olan ilgisini, ustası olduğu noise/power electronics ve tekno ile buluşturduğu Cut Hands, baskın vuruşları ve tekrarlanan ritimleriyle çoğu kişi için rahatsız edici olabilecek bir sounda sahip. Söz ettiğim genç kadının Dalhous'ta dimdik kıpırdamadan dururken, Cut Hands eşliğinde kendini tamamen müziğe bırakması, bir ayrıntının da altını çiziyor aslında. Dalhous'ta bir çıkış olduğunu, dinleyicinin ruhen yeni bir ortama sürüklendiğini belirttim az önce. Oysa Cut Hands'te bir kaçış var bana göre; beden ritimlere uyum gösterirken, insana egemen olan hareket ama bu hareket aynı zamanda metafiziksel. Çoklu ritimlerle bezenen parçalar akarken, sinir sistemi kendiliğinden harekete geçiyor.

Daha önce Bennett'in canlı performanslarında Vodou ritüellerine dair görseller kullandığını duymuştum. Neyse ki bu gece hiçbir görsel yoktu; kullansaydı müziğin direkt etkisine ilişkin gözlemim bu kadar net olamayabilirdi.

William Bennet çalarken, Dalhous'ta 30-31 olan dinleyici sayısı, önce 25'e sonra da 20'ye düştü. Çoklu ritimlerin çoğu kulak için aşırı, fazla deneysel ve çok karanlık olduğu kesin. Karanlığa illa ki kötü anlamlar yüklemeyen, aksine zoraki mutluluk saçan müziklerden rahatsız olan biriyseniz, Cut Hands'in agresif soundundan keyif alabilirsiniz ama o kadar abartılı olduğu anlar var ki bu nedenle yine de emin değilim.

Yeraltı bir mekanda Dalhous'un müziğiyle çarpıldıktan sonra Cut Hands'i dinlemek benim için unutulmaz bir deneyim oldu. 1 saatlik seti bitince 'More!' diye bağıranlar oldu ama Bennett, 'Sadece 1 saat' diyerek indi sahneden. Geceyi kısaca birkaç kelimeyle tanımlamak gerekirse; mest edici bir yıkımdı diyebilirim.

(Mekan çok karanlık olduğundan flaş kullanarak sadece birer kare çekebildim. Fotoğraflar bana ait.)





16 Ekim 2014 Perşembe

Unutulmaz Bir Konser İçin Dünyadan 5 mekan Önerisi


16.10.2014

Zaman zaman medyada “Dünyanın En Güzel Konser Mekanları” başlıklı listelere rastlarız. Bu listelerin bazısı, “en güzel” derken, binanın insanı hayran bırakan mimarisini, bazısı da son teknolojilerle giderek kusursuzlaşan akustiğini ölçüt alır. Her iki anlamda da dudak uçuklatan müthiş konser salonları var elbette ve çoğu da genellikle klasik müzik konserlerinin verildiği büyük salonlar. Bunlar, Viyana Devlet Operası, Vienna Musikverein, Sidney Opera Binası ya da Los Angeles’taki Walt Disney Konser Salonu gibi zaten internette ufak bir araştırmayla bulabileceğiniz mekanlar. O nedenle ben bu yazıda, kendi deneyimlerime dayanarak unutulmaz bir konser deneyimi yaşayabileceğiniz alternatif salonları listeledim. Bu sekiz canlı konser mekanının arasında bir tek Harpa daha büyük ve kapsamlı bir salon olarak farklı; diğerleri ise, müzisyenler ile izleyici arasında çok sıcak bir etkileşimi olanaklı kılan ufak mekanlar. Yolunuz aşağıda söz ettiğim kentlere düşerse, bu mekanlarda konser izlemeye çalışmanızı öneririm.

HARPA (Reykjavik, İzlanda)

2011 yılında açılan Harpa, içinde farklı büyüklüklerde dört ayrı salonun bulunduğu, girişteki kafeteryası, müzik dükkanı, toplantı odaları ve en üst katındaki barı ile büyük bir yapı. İzlanda Senfoni Orkestrası ve İzlanda Operası da aynı binada yer alıyor. İzlanda’da yaygın olan volkanik bazalt sütunlarından esinlenen yapı, çelik bir iskelet üzerine değişik renklerde geometrik kesimli cam panellerle inşa edilmiş. Ortaya çıkan bina dışardan o kadar çarpıcı ki, 2013’te Avrupa Birliği Çağdaş Mimari ödülünü kazandı. Özellikle akşamları Atlantik Okyanusu’na düşen yansımasına, camların aldığı renklere bakmaya doyamıyor insan. İçine girdiğinizde ise, bir konser salonundan bekleyebileceğiniz bütün konfora sahip. Kırmızı rengin hakim olduğu salonda müthiş bir ses sistemi var. Sahneye odaklanıp sadece müzikle ilgilenmenizi sağlayacak bir oturma düzeni tasarlanmış. Ben, Harpa’nın açıldığı yıl, Björk’ü orada dinleme fırsatı buldum. O konserin verdiği keyfi, aynı büyüklükte başka bir salonda alamadım bugüne kadar. İnsan konser sonrasında tepedeki barda bir içki içip okyanusa bakarken, bir süre için dünyanın geri kalanını unutuyor.

MIRROR CHAPEL (Prag, Çek Cumhuriyeti)

Mirror Chapel, 1232’de yapılan, Prag’ın eski şehir merkezindeki en büyük tarihi kompleks Klementinum’un  içinde yer alıyor. Üniversiteleri, Astronomi Kulesi’ni ve muhteşem Barok Kütüphanesi’ni de kapsayan Klementinum’da zaman içinde gelişmeler yaşandı ve 1724’te Mirror Chapel de bu komplekse katıldı. 170 kişilik oturma kapasitesine sahip olan şapelde 18. yüzyıldan kalma iki ender org bulunuyor. Bir zamanlar Mozart’ın da konser verdiği o buram buram tarih kokan salonda oturup müzik dinlemek, olağanüstü bir deneyim. Kış döneminde her gün saat 17:00’da, nisan ayından ekim sonuna kadar ise her gün 18:00’da ünlü bestecilerin eserlerini Çek Devlet Operası’nın yanı sıra, önde gelen Çek orkestraları ve müzisyenlerden dinlemek olanaklı.

THE DEAF INSTITUTE (Manchester, İngiltere)

Manchester, dünya müzik tarihine bahşettiği gruplar ve akımlarla ayrı bir yere sahip. The Smiths, The Fall, Joy Division, New Order, Happy Mondays, The Stone Roses, The Chemical Brothers, James vb. birçok efsanevi grubun, Madchester sahnesinin doğduğu kent orası. Bunun sonucu olarak da kentte çok canlı bir müzik ortamı, irili ufaklı konser mekanları var. Bunların içinde özellikle The Deaf Institute’a dikkat çekmek istiyorum. Bina, Viktoria dönemi mimarisi, kubbeli tavanı, ahşap yer döşemeleri ve barının üstünde yer alan eskiden kalma hoparlörleriyle daha içeri adım atar atmaz farklı bir his yaratıyor. Gündüzleri kafe-bar olarak hizmet verilen mekan, geceleri her katta farklı bir etkinliğin olduğu peformans salonuna dönüşüyor. Birkaç yıl önce, en üst katında yapılan Timber Timbre konserine gitmiştim. Ön grup yerine büyük ekranda çizgi film izlemiş, bir yandan da içeceklerimizi içmiştik. Bir evin pek de büyük olmayan salonu kadar bir alanda, sadece 100-150 kişilik bir dinleyici topluluğu içinde, oldukça karanlık bir ortamda ve çok iyi bir ses sistemi aracılığıyla Tiber Timbre’yı dinlemek, çok yoğun bir etki bırakmıştı üzerimde. Manchester’a giderseniz, TheDeaf Institute’ün takvimini kontrol edin; mekanda genellikle elektronik/indie rock/ folk’u kapsayan türlerde alternatif isimler konser veriyor.

MURYOKU MUZENJİ (Tokyo, Japonya)

Yaklaşık 33 milyon insanın yaşadığı dev bir metropolde doğal olarak çok farklı müzik zevklerine hitap eden konser salonları var. Kimisi ana akım müziği, kimisi yeraltı kültürünü yaşatan bu mekanlar arasında seçim yapmak da çok zor. Ama eğer daha önce gittiğiniz bütün canlı müzik mekanlarından farklı, garip bir yere adım atmak istiyorsanız, Tokyo’nun Koenji bölgesinde yer alan Muryoku Muzenji adlı barı öneririm. Sahibinin kedi sevgisi nedeniyle duvarlara kedi resimleri, Hello Kitty posterleri, bayraklar, geleneksel Japon süslemeleri, elle yapılan çizimler, desenler asılmış, her yerden bir şey sarkıyor. Japonya’nın yeraltı kültüründe tanınan grupları canlı dinlemek için de iyi bir alternatif sunuyor burası. Dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir barda, başka hiçbir yerde dinleyemeyeceğiniz, gerçek anlamıyla sıradışı müzikleri duymayı hedefliyorsanız listenize alın derim.

SMOKE JAZZ & SUPPER CLUB (New York, ABD)

New York’un Harlem bölgesindeki bu ufacık barda, haftanın yedi günü canlı konser veriliyor. 1976-1998 arasında Augie’s adıyla hizmet veren bar, 1999’da yenilenerek Smoke adını almış. Kadife perdeler, mumla aydınlatılan masalar, antika avizelerle çok sıcak bir dekorasyon yapılmış. İsterseniz barda oturup içkinizi içerken hafif atıştırmalıklar yiyor ya da önceden rezervasyon yaptığınız masada oturup yemek yiyorsunuz. Bunları yapmak çoğu caz barda mümkün zaten ama Smoke’da müthiş bir akustik var. Şehirdeki diğer ünlü caz barların da hepsinde müzik dinledim ama Smoke’daki akustik kalitesi belirgin şekilde öne çıkıyor. Dünyanın en iyi caz müzisyenlerini bu mekanda dinlemek olanaklı. New York’a yolu düşen özellikle ana akım caz dinleyicileri için uğranması gereken bir mekan. Ayrıca kendinizi bir anda 1950’ler Amerikası’nda hissetmek istiyorsanız da mutaka öneririm.

Bu makalenin aslı, 25 Ağustos'ta redbull.com.tr'de yayınlandı.

2 Nisan 2014 Çarşamba

KRAFTWERK 3D KONSERİ: HALA İLHAM VERİCİ, DAİMA MUHTEŞEM!


02.04.2014

Hani bir oyun vardır; size bir kelime söylenir ve karşılığında aklınıza ilk gelen şeyi bir kelime ile söylemeniz istenir. Elektronik müzik ve robot denilince bugün birçok kişinin aklına Daft Punk gelebilir ama benim için bu iki kelimenin ilk çağrışımı daima Kraftwerk. Çünkü bana elektronik müziği ilk sevdiren de, robotların dünyasına ilgi duymamı sağlayan da anların çığır açan müziği. 1970'lerde bütün dünya uzun saçlı müzisyenlerin gitar odaklı hard rock/heavy metal gruplarıyla doluyken, onların, bütün enstrümanları bir yana koyup syhthesizer ve vocoder'larla elektronik müziğe yönelmesi, başlı başına bir devrimdi. Müzikleri öylesine çağının ötesindeydi ki, yalnız 70'lerde müzik yapanları değil, 2000'li yılların müzisyenlerini de etkiledi. Günümüzde elektronik müzik yapanlara neden bu tür müziğe yöneldiklerini sorduğunuzda, Moby'nin dediği gibi, "Eğer Kraftwerk'ü duymamış olsaydık, hiçbirimiz bugün elektronik müzik yapıyor olmazdık," karşılığını alırsınız. Sadece bu tür içinde kalanları değil, müziğe deneysel yaklaşan her müzisyeni de etkiledi Kraftwerk; Bowie, Gary Numan, OMD, John Foxx, Joy Division, New Order, Blondie, Björk, Depeche Mode ve daha niceleri, Kraftwerk'ten esinlendi.

2005'te Rockİstanbul'da canlı dinleme olanağı bulduğumuz grubu ikinci kez New York'ta yakaladım. Dün akşam 3D konser turnesi kapsamında, kentin en güzel performans mekanlarından United Palace Theater'daydı (UPT) Kraftwerk. Önce konserin gerçekleştiği mekan hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. United Palace Theater'ın kentin en güzel performans mekanlarından biri olduğunu söyledim ama aslında en güzeli demek de yanlış olmaz. New York'taki konser salonları düşünüldüğünde, akla hemen Radio City Music Hall, Carnegie Hall, Beacon Theater gelir. Bu salonların hepsi de hem atmosfer hem de akustik açısından çok iyi; ben hepsinde çok sayıda konser izledim ama hayatının önemli bölümü konserlerde geçen biri olsam da, UPT'a dün akşam ilk kez gittim. İçeri girer girmez de adeta büyülendim. Kentin Washington Heights adlı bölgesinde 175. Cadde ile Broadway'in kesiştiği köşede yer alıyor bina. Dışardan bakıldığında bir katedral olarak inşa edildiği belli oluyor ama içeri girdiğinizde duvarlarda papazların sözlerinden alıntıları görünce durum iyice netleşiyor. 1925-1930 arasında inşa edilen yapıyı, 1969 yılında Birleşik Hıristiyan Evanjelist Derneği satın almış, o günden beri de bir kültür merkezi olarak içinde çeşitli etkinlikler gerçekleştiriliyor. Eğer Moor-Rococo etkili eklektik Oryantalist mimari tarzına ilgi duyuyorsanız ya da bir şekilde mimari ile ilgileniyorsanız, New York'a yolunuz düştüğünde bu binayı ziyaret etmenizi öneririm.

Balkon katıyla birlikte toplam 3400 kişilik kapasitesi olan salonda Kraftwerk'ün iki gece üst üste vereceği konserlerin bileti tahmin edilebileceği gibi karaborsaya düşmüştü, kapıda fahiş fiyattan bilet satan fırsatçılar kol geziyordu. Geçen yıl New York'ta MOMA ve Londra'da Tate Modern'de albümleri baştan sona çaldıkları seri konserlerin biletlerinin yol açtığı çılgınlığı, bilet satışı yapılan sitelerin yoğunluktan çöküşünü, ünlü müzisyenlerin bile Twitter'da Kraftwerk bileti aradığını düşünürsek, yine de 3D konsere bilet bulabilmek büyük şanstı.

19.30'da UPT'nin önünde epey uzun bir kuyruk vardı. Sırada bekleyip içeri girince dağıtılan 3D gözlüklerimizi aldık ve fazla geçmeden tam 19.50'de sahnedeydi grup. Hem konser için seçtikleri salon hem de sahneye çıkış saatleri ilginçti. Synthesizer'ların üzerine konduğu ayaklı konsolların başında dört Kraftwerk üyesinin görünmesiyle birlikte açılışı 1978 tarihli "The Man-Machine"in ilk parçası "The Robots"la yaptılar. Açıkçası Kraftwerk'i oturarak dinlemek bana çok doğru bir yöntem gibi gözükmüyor ama oturmalı düzene sahip bir salonun tercih edilmesinin de bir gerekçesi olmalı diye düşündüm. Nitekim 3D görsellerin rolünün müzik kadar etkili olduğu bir konserdi izlediğimiz. Konser yazılarında, öncelikli tercihim müziğe vurgu yapmak için, 'izleme' yerine 'dinleme' kelimesini kullanmak, ancak Kraftwerk'in dünkü konseri söz konusu olduğunda, gönül rahatlığıyla 'izleme' kelimesini kullanabilirim. Kraftwerk üyeleri, sadece ellerini ve başlarını oynatarak, neredeyse bedenlerinin geri kalanı bütünüyle basit bir şekilde sahnede dururken, biz izleyiciler de arkalarındaki dev ekranda akan görüntülerin içine gerçekmiş gibi daldık.



Konser sırasında tercih edilen görüntülerin karakteristiği ile müziğin niteliği arasındaki müthiş uyum, senkronizasyonun mükemmelliği, salona yayılan ses kalitesinin yüksekliği, bugüne kadar gördüğüm bütün konserleri geride bırakacak kadar iyiydi. Teknolojinin vardığı boyuta Roger Waters, Gorillaz, Michael Jackson, U2 gibi büyük isimlerin konserlerinde de tanık olduk. Ama Kraftwerk 3D konserinde, sadece renkler, geometrik şekiller, yazılar ve sayılarla yaratılan bütünlük, gerçekten de insanın ağzını açık bırakacak bir kusursuzluk sergiliyor. Konserlerde gereksiz görsel ağırlığına karşı olan ve bundan hazzetmeyen birisi olarak bu konuda iki istisnam var. Birisi, Waters gibi şarkıda anlatılan mesajı güçlendiren görsellerin performans sanatı bakış açısıyla bir senaryo akışında sergilenmesi; ikincisi de, Kraftwerk'teki gibi, şarkının algılanışına etki etmeden sadece onunla uyumlu soyut görseller olarak sunulması. Bu iki kullanım dışında, sahnede 50 kişiyle oradan oraya koşup jimnastik yapanlar ya da Lady Gaga gibi kendini kuzu çevirme gibi kızarttıranların yarattığı atmosfer, ilgiyi müzikten başka alana kaydırıp onu ikinci plana attığından bana hitap etmiyor.



Kraftwerk'te görsellerin büyük kısmının soyut şekillerle yapılan grafikler içerdiğini söyledim; bunun dışında birkaç şarkıda gerçek hayattan kayıtlar da vardı. Mesela "The Model"de 50'li-60'lı yıllardan manken, film görüntüleri ya da "Auobahn"a eşlik eden yol, araba görüntüleri gibi… Bunlar da mantıklı bir kurguya dayanan öykü içinde yer almadığından dikkati müzikten koparmıyordu ama yine de benim tercihim, sayılar, geometrik şekiller ve yazılarla yapılanlardı.

Kraftwerk'in kurucularından Florian Schneider, 2008'de gruptan ayrıldığında şimdi ne olacak diye endişelenmiştik. Ralf Hütter ile yaptıkları unutulmaz albümleri düşündükçe, grubun geleceğine dair endişelerim tümüyle ortadan kalkmıyor elbette ama dünkü performans, Kraftwerk'i canlı dinleme açısından hiçbir endişeye yer olmadığını kanıtlıyordu. Yine de 2003'te yayınladıkları "Tour de France Soundtracks" albümünnden sonra yeni bir albüm kaydetmediklerini göz önünde bulundurursak, bu bakımdan kaygı duymadığımı söyleyemem. Schneider, Hütter ve hatta bir dönem birlikte çalıştıkları Michael Rother ve Klaus Dinger'ın da yer alacağı Kraftwerk bir hayal mi bilmiyorum…


3D konser için, en çok sevilenlerden oluşan bir şarkı listesi yapmış grup. "The Model", "Computer Love", "The Man Machine, "Neon Lights" ve "Radioactivity" gibi salondakilerin en çok duymayı istediklerini arka arkaya çaldılar. Toplam iki saat süren konser, dinleyicilere yetmeyince, yoğun alkış sonrası tekrar sahneye gelip "Aero Dynamik" ve "Planet of Visions"ı çaldılar. Katedralin oturmalı salonunda olmasaydık, çok rahatlıkla mekan underground bir tekno kulübüne dönerdi. Tekrarlanan ritimler insan bedenini esir alır, sadece kafa sallamayla kalmamıza izin vermezdi. Evanjelist inanca ait bir mekanda geleceğin müziğini dinlemek oldukça ironikti ama belki de daha ironik olan tekno pop'u  dans etmeden dinlemekti. Sokağa çıkıp metroya doğru yürürken, "belki de en ironiği, 1970'lerde yapılan müziği 'geleceğin müziği' diye tanımlamak" diye geçirdim aklımdan. Ama işte Kraftwerk mucizesi burada: Bir müzik yaratırsınız, ortaya çıktığı dönemde de, 40 yıl sonra da geleceğin müziği o olur. Geleceği geçmişte kuranlara efsane dememiz boşuna değil!


Şarkı listesi: The Robots - Metropolis - Numbers/Computer World - It's More Fun to Compute / Home 
Computer - Computer Love - The Man-Machine - Space Lab - The Model - Neon Lights - Autobahn - Prologue - Tour de France 1983 - Tour de France 2003 (Etape 1) - Tour de France 2003 (Etape 2) - Airwaves - Geiger Counter / Radioactivity - Trans-Europe Express / Metal on Metal / Abzug - Boing Boom Tschak / Techno Pop / Musique Non-Stop /// Aero Dynamik - Planet of Visions 

(Kameramın bataryasını konsere giderken yanıma almayı unuttuğum için cep telefonumla fotoğraf ve video çektim ama onlar da fazla kaliteli çıkmadı. O nedenle bu yazıda promo fotoğraflarını kullandım, videolar da Youtube'dan…)

28 Mart 2014 Cuma

DOUGLAS DARE + NILS FRAHM @ GLASSLANDS


27.03.2014

Bir gün önce 11 saat uçak yolculuğu yaparak vardığınız kentte, saat farkından dolayı uykusuzluktan ayakta zor durduğunuz ve havanın -2 derece olduğu bir günde konsere gidip 3.5 saat ayakta durur musunuz? Konserine gittiğiniz müzisyeni daha önce beş kere canlı dinlemişseniz, altıncı kez dinlemek için sokaklarda rüzgardan savrula savrula yürümeyi göze alır mısınız? Ben alırım; yeter ki sevdiğim bir müziği canlı dinlemek söz konusu olsun, şartları ve bünyemi zorlar giderim. Nitekim çarşamba gecesi New York'ta soğuktan yüzüm ve ellerim donmaya yüz tutsa da, şiddetli rüzgarın itişiyle yere kapaklansam da, sonunda Brooklyn'de eski bir ambardan dönüştürülen performans mekanı Glasslands'e varmayı başardım. İçinde bir barı, asma balkonu olan bu eski ambar, son yıllarda birçok önde gelen müzisyenin de konser verdiği popüler bir mekan haline geldi. Beni oraya götüren nedense, modern klasiğin en parlak yeteneklerinden Nils Frahm'dı. Her dinlediğimde daha iyi çaldığına tanık olduğum için, bir sonraki konserini heyecanla beklediğim bir müzisyen kendisi. Geçen yıl yayınladığı "Spaces" adlı albümünde kaydettiği aşamayı konserinde de görmenin ayrı bir zevki olacağından emindim. 

Glasslands'in sahnesi oldukça ufak; bir piyano ile klavye ancak sığmış, sahnenin kenarlarına dinleyiciler oturup dirseklerini dayamışlardı. Hani hep denir ya, sanki evin oturma odasında konser veriliyor gibi samimi bir görüntü vardı. Sahneye ilk olarak saat 19.30'da 23 yaşındaki İngiliz piyanist/vokalist Douglas Dare geldi.  (Bu arada Türkiye'deki konser mekanlarına tekrar hatırlatmakta yarar var. Evet, İstanbul'un şartları biraz farklı ama ön grup varsa 19.30, en geç 20.00'da çıkıyor sahneye.) Böylece mayıs ayında Erased Tapes etiketiyle yayınlayacak olan ilk albümü "Whelm"den şarkıları ilk kez konserde duymuş oldum. Mini konserinde arka arkaya duygusal baladlarını seslendirdi Dare. James Blake ve esin kaynaklarından biri olarak gördüğü Rufus Wainwright'ı andıran bir tarzı var; sesi, gücünü dokunaklı yorumundan ve şarkılarında anlattığı öykülerin gerçekliğinden alıyor. Açıkçası yarım saatlik konser yetmedi bana, albümünü merakla bekliyorum.



Douglas Dare'in ardından Nils Frahm, her zamanki gibi güleryüzü ve esprileriyle sahnedeydi. "Burada birçok elektronik müzik konseri veriliyor. Ben tek piyanomla ne yapabilirim diye düşünüp, yanımda eski bir elektronik davul da (drum machine) getirdim. Yeni bir şarkımı çalacağım onunla" dedi ve öyle nefes kesici güzellikte bir şarkı çaldı ki, tüm salonu adeta uçurdu. O çalarken aklımdan şu geçti: Frahm'ın bir sonraki albümü daha elektronik ağırlıklı olmalı. "Spaces"te farklı seslere yöneldiğinin işaretini vermişti ama belli ki onu daha ileriye götürüyor, ses ve enstrüman paletini genişletiyor. Piyanoyu kendine özgü sıradışı bir tarzla çalan bir Frahm, modern klasiğin ya da tek bir türün kalıpları arasına sıkışabilecek bir müzisyen değil. Konser boyunca zaman zaman IDM örnekleri verip, oradan ambient ve modern klasiğe uzandı. Sert darbeleriyle piyanoyu tuşlu bir çalgının ötesinde bir boyuta çıkarıp, ona perküsyon aleti ruhu kazandırdı. Konserin büyük bölümünde radikal, kışkırtıcı ve isyankardı piyanosu; uysal olduğu anlarda da bilindik klişe romantizmi değil, tutkulu bir dilin tınılarını yansıtıyordu.



"Spaces"ten şarkıları çalarken bir anda ayağa kalkıp solundaki mikser ve synthesizer'a yönelirken, sonra ani bir hareketle oturup piyanonun tuşlarına uzanıyor. Ses geçişlerini kontrol ederken, kendi çaldığını sample'layıp loop'a alıyor ve hepsini birden inanılmaz bir yetkinlikte koordine ediyor. Yeri geliyor, parmaklarındaki hızı izlemeye gözüm yetişemiyor; an geliyor "Screws" albümünden "You" adlı bestesinde olduğu gibi müthiş bir solo piyano eşliğinde minimalist dinginliğe dalıp gidiyorum. Bir eli piyanoda, bir eli Fender Rhodes üzerinde çalarken, "For - Peter - Toilet Brushes - More"da tuşların yaylarına ve mikrofonların üzerine müzik fırçası adını verdiği aletlerle vururken, akustik ile elektroniği benzersiz şekilde kaynaştırıyor.

Farklı soundları bütünleştiren "Spaces", eklektik tarzıyla, kuşkusuz Nils Frahms'ın kariyerine yeni bir boyut kattı. Bundan sonra ondan bir minimal tekno/IDM albümü gelirse hiç şaşırmam, hatta konserde dinlediğim yeni müziklerinden sonra bence bunu mutlaka yapmalı.

Glasslands Gallery'de benim izlediğim konserden sonra aynı gece aynı mekanda ikinci konseri vardı Frahm'ın. O kadar ilgi olmuş ki, ikinci konseri koymuşlar ve onun da biletleri anında tükenmiş. 2011'de yine New York'ta bir kilisede onu dinlediğimde Amerika'da bu kadar büyük bir isim değildi; hatta "Felt albümünü sormak için girdiğim plakçılar onu tanımıyordu henüz. "Spaces" ile ABD'yi ele geçirmiş Frahm. Yoğun alkışlara da "Kasımda yine geleceğim, görüşürüz" diyerek yanıt verdi. Hiç değilse ikinci konserden önce bir 20 dakika kadar dinlensin diye hoşça kal dedik Frahm'a. Olanak olsa kalıp ikinci konseri de izlemek isterdim; çünkü bir insanın 20 dakika arayla o nefes kesen performansı nasıl yineleyebildiğini çok merak ediyorum.

(Konser mekanı oldukça karanlıktı. Bu yüzden videolar da karanlık çıkmış ama yine de konserde çektiklerimi paylaşıyorum.)

14 Mart 2014 Cuma

Video: Thee Silver Mt. Zion @ Salon


14.03.2014

Dün uzun zamandır heyecanla beklediğim bir konser vardı. Thee Silver Mt. Zion, sonunda iki gece arka arkaya çalmak üzere Salon'daydı. Ama ne yazık ki, yine çok sarsıcı günler yaşıyoruz Türkiye'de. Son birkaç gündür, nefes alabilmem için ekmek kadar önemli olan müzikten bile uzaklaştığım bir dönemin içindeyiz. Açıkçası, o kadar istememe karşın, konsere kendimi zorlayarak gittim. Biliyorum, müzik her zaman eğlence demek değildir; insanlar en üzgün anlarında da müzikte teselli ve güç bulabilir ama Berkin'in ölümü ve arkasından yaşananlar çok etkiledi beni.

Konseri uzun uzun anlatmak, gelemeyenler için özetlemek isterdim ama şu anda buna odaklanmakta zorlanıyorum. Sadece konserde çektiğim videoları paylaşıyorum. Bu günler de geçecek elbette, tarih kitapları bu günleri yazacak... Ve bütün bu olanlar çok acı bir sızı olarak hep kalacak kalbimizde.


7 Mart 2014 Cuma

BARGELD VE TEARDO MÜZİĞİN DİLİNİ KONUŞTURDU


07.03.2014

Blixa Bargeld'ı İstanbul'da en son Borusan Müzik Evi'nde canlı dinleyeli 15 ay olmuş. O konserde Alva Noto ile sıradışı bir performans sergilemişler, iki gece arka arkaya müziğin gücünü iliklerimize kadar hissetmemize neden olmuşlardı. Aradan geçen 15 ay, hem benim kişisel yaşantım hem de Türkiye'nin koşulları açısından çok zor bir dönemdi. Tam o arada İtalyan müzisyen, besteci Teho Teardo ile Blixa Bargeld'ın ortak imzasını taşıyan "Still Smiling" girdi hayatıma. Hani bazı anlar vardır, bir şarkı duyarsınız ve o size etrafınızdaki herkesten, her şeyden daha yakın gelir; işte bana o duyguyu 2013'ün kaotik Haziran ayında bu şarkı yaşattı. (Albüm hakkında yazdığım yazı) O günden beri de bu şarkıyı canlı dinleyeceğim anın hayalini kurdum. Sonunda birkaç ay önce Salon'da konser verecekleri haberini aldım. Her günün sonunda takvim yapraklarını birer birer yırtarken heyecanlanmamı sağlayan ender konserlerden biriydi.

Dün akşam bu heyecanla gittim Salon'a. Her iki katta da, doğru bir tercihle, sandalyeli oturma düzeni uygulanmıştı. Kısa bir bekleyişten sonra her üçü de tamamen siyah giysiler içindeki müzisyenler sahnede yerlerini aldı. İkilinin geçen yıl verdiği konserleri Youtube'da izlediğimde çellist Martina Bertoni'nin yanı sıra, bir yaylı dörtlüsünün de sahnede yer aldığını görmüştüm. Ancak bu kez yanlarında sadece Martina Bertoni vardı; albümde The Balanescu Quartet'in icra ettiği yaylı seslerinin yerini, dün akşam bilgisayardaki kayıtlar aldı. Bunun yarattığı bazı sıkıntılar oldu konserde. Blixa Bargeld'ın bilgisayardan gelen seslerden memnun olmadığında, hem gitar çalan hem de aynı anda bilgisayarı kontrol eden Teardo'ya ters bakışları ve hafif çıkışları oldu. Zaman zaman çellonun ve gitarın sesi fazla yükseldi ve Bargeld'ın gür sesinin önüne geçti. 



Ancak belli ki Bargeld'ın iyi bir günüydü dün; şarkı aralarında Teardo ile espriler yapıp şarkılara dair bilgiler verdi, dinleyiciden gelen tepkilere gülümsedi. Her zamanki gibi siyah gömlek, ceket, yelek ve pantolondan oluşan sahne kıyafetinin içinde görünümü aynıydı ama rahat bir ruh hali içinde olduğu belliydi. Açılışı, "Still Smiling" albümünden "Nur Zur Erinnerung" ile yaptılar. Çellonun yarattığı gerilime karşılık veren gitar tınıları ve Bargeld'ın Almanca sözleri yorumlarken çıkan kararlı yorumu, daha ilk andan yarattığı dramatik atmosferle salonun havasını değiştirdi. Arkasından yine aynı albümden "Mi Scusi" ile devam ettiler. Türkçe anlamı "özür dilerim" olan şarkıda birtakım çarpıcı sorular yöneltiyor Bargeld. "Farklı bir dilde öpebilir miyim?", "Başka bir dilde ben kimim?" ve "Metaforlar beni izler mi?"gibi sorular suratımıza çarparken, incelikli enstrümantasyonun yarattığı sıradışı seslerin içinde adeta olduğumuz yere çivilendik.



Sıra "Axolotl"a geldiğinde, gerilimli çelloya, Blixa Bargeld'ın dilini ağzının içinde dolandırarak çıkardığı müthiş sesler eşlik etti. İlk iki dakika bu şekilde elektronik sesler, çello tınıları ve Blixa Bargeld'ın yarattığı o tuhaf seslerle geçti, 2. dakikada Almanca vokal devreye girdi ve 3. dakikada Blixa Bargeld'ın meşhur çığlığı kulaklarımıza doldu. "Axolotl"un bir Meksika semenderinin adı olduğunu düşünürsek, bundan daha iyi bir canlandırma olamazdı; albümü dinlerken bunu hissetmiştim ama canlı tanık olmak ayrıca güzeldi. Blixa Bargeld, sadece farklı insan tiplerine değil, farklı canlı türlerine de sesiyle hayat vermekte en usta müzisyen. Sadece bu niteliği bile onu herkesten ayrı bir yere koyuyor benim gözümde. 

"Still Smiling"in ilk notaları duyulduğunda bir hayalimin daha gerçekleştiği andı. Gezi Direnişi'nden bu yana bana güç veren şarkıda, "En karanlık günü de hatırlıyorum ama bu sonuncu değildi," diyor Bargeld, ama yine de "biçimsiz ruhumun en derinliklerinde hala gülüyorum" diye avunuyor. Ancak o sözleri söylerken mimiklerinden anlaşıldığı gibi ironik bir avuntu bu… 



Konser boyunca şarkılar albümdekinden farklı bir sıralamaya tabi tutulsa da, 12 şarkının da hepsi çalındı. Bis için sahneye tekrar gelmelerinden önce "Defenestrazioni" dışında tüm albümü canlı dinledik. O ana kadar araya sadece bir cover girdi. Brezilyalı müzisyen Caetano Veloso'nun "The Empty Boat" adlı şarkısının enfes bir yorumunu duyduk Bargeld'dan. (Albümde yer alan "Alone With The Moon", The Tiger Lillies grubunun kurucusu Martin Jacques'in yazdığı bir şarkının cover'ı.

Alkışlar üzerine sahneye tekrar gelen ekipten tek bir şarkı ya da en fazla iki şarkı beklerken, "Defenestrazioni" ile birlikte, Teho Teardo ile Blixa Bargeld'ın bu yıl 1 Mart'ta satışa çıkan yeni kısaçaları "Spring"de yer alan üç şarkıyı daha dinledik. A yüzündeki "The Empty Boat"tan sonra yeni kaydettikleri "Nirgendheim", bence konserin en muhteşem dakikalarına imza attı. Hüzünlü, şiirsel ve çok etkileyici bir şarkı. Bargeld'ın mızıka çaldığı, çığlıklarını esirgemediği, içinden ateş çıkarcasına söylediği, epik bir eser! (Ne yazık ki şarkının sadece 1 dakikasını kaydedebildim. Aşağıda onu paylaşıyorum.)



Bu sırada İtalyanca bir şarkının öncesinde dinleyicilere sorular yönelten Bargeld'a verilen bir yanıt, konserin unutulmaz anlarındandı. Farklı dillere vurgu yaparak, "Kaç kişi İtalyanca konuşuyor? Kaç kişi Almanca, İngilizce konuşuyor? Tabii kaç kişi Türkçe konuşuyor derseniz ben de onlar arasında yokum," dediğinde, kalabalıktan birisi "We all speak music!" diye karşılık verdi. Yüzündeki ifadeden anlaşıldığına göre Bargeld dahil, salondaki herkesin beğendiği bir yanıt oldu bu, kimisi alkışlayarak destek verdi. Yaşadığımız ülkeyi düşünecek olursanız, teknik anlamda aynı dili konuşan milyonlarca insanın içine düştüğü toplumsal anomi karşısında, ortak dilin her zaman anlaşmaya yetmediğini, aslolanın, düşünce yapılarındaki uyum olduğununetolarak görüyoruz. Blixa Bargeld, Almanca, İtalyanca hatta Japonca söyleyebilir ama onu anlamak için müziği yeter bize. Bu duyguyu her konserde yaşamak olanaklı değil. Teho Teardo ve Blixa Bargeld'ın farklı dilleri ve sesleri kullanarak yarattıkları "Still Smiling", her şeyden önce bunu hissettirdiği için olağanüstü bir albüm. Salon'dan iki saat sonra çıkıp Twitter'a baktığımda, yaşadığım ülkeyi tek başına yönetmeye çalışan politikacının "Youtube'u, Facebook'u, Twitter'ı gerekirse yasaklarız!" dediğini okudum. O anda aklıma "Come Up and Se Me"deki şu sözler geldi: "The man who screwed a whole country!"


Setlist: Nur Zur Erinnerung - Mi Scusi - Axolotl - Buntmetalldiebe - Still Smiling - Nocturnalia - What If…? - Konjunktiv II - The Empty Boat (Caetano Veloso cover) - Come up and See Me - Alone with the Moon - A Quiet Life - Negroni // Soli Si Muore - Nirgendheim - Defenestrazioni - Millions of Eels 

(Fotoğraf ve videolar bana aittir.)

23 Şubat 2014 Pazar

SLEEP PARTY PEOPLE @ SALON


23.02.2014

Dün akşam Salon'da Sleep Party People'ı ilk kez canlı dinledim. Açıkçası, gaza ve şiddete boğulan Taksim'de yine olaylı bir akşamda Şişhane'deki mekana giderken, konserde fazla dinleyicinin olmayabileceğini düşünmüştüm ama yanıldım; Türkiye'deki ilk konserlerine ilgi oldukça fazlaydı. Salon'un giriş katı da, asma kat da tamamen doluydu. SPP ekibi, henüz ışıklar yanmadan sahneye çıkıp ellerindeki maskeleri yüzlerine geçirdikten sonra hemen çalmaya başladılar. Hepsi bir örnek olacak şekilde, önden fermuarlı siyah sweatshirt giymiş, kapşonları da başlarına geçirmişlerdi. Müzisyenlerin sahnede giydikleri kıyafetlerin müziğin sunumu ile olan ilgisini David Byrne "How Music Works" adlı kitabında ayrıntılı bir şekilde anlatmıştı. SPP'ın arkasındaki isim Brian Batz da, yaptığım röportajda, maskenin verdiği özgürlükten söz etmişti. Müzisyen olsam, ben de öyle bir maske takabilirdim sahnede. Ancak SPP'nin tavşan maskeleri, Daft Punk'ın sahne dışında da çıkarmadığı robot kostümü gibi değil; çünkü konser biter bitmez maskelerini sahnede çıkarıp bir kenara koydular, konser sonrasında imza verirken de herkes yüzlerini gördü. Onların maskeden beklediği, bunu bir reklam malzemesi olarak kullanmak değil; canlı müzik yaparken odaklanmayı artıran bir faktör olarak yararlanıyorlar ondan. Burial'ın kendi çektiği bir fotoğrafla ilk kez bu yıl yüzünü göstermesi de bu çerçevede ele alınabilir. Müzisyenin sahnedeki fiziksel görünümü ve müziğin sunumu arasındaki ilişki, ayrıca incelenmesi gereken bir konu.



22.30'da başlayan konserin açılışını, 2012'de yayınlanan "We Were Drifting On a Sad Song" adlı albümden "A Dark Good Heart" ile yaptı SPP. Ekibin hem dans ettiren coşkulu, hem de daha ağır tempolu şarkıları var. Konserdeki şarkı sıralaması yapılırken de bunlar arasında dengeli bir sıralama olmasına dikkat edilmiş; tam herkes dans havasına girmişken sakinleyen sound, bazılarında uyum sorunu yarattı ve bu nedenle konuşma gürültüleri duyuldu ama genel olarak izleyici ile sahne arasında iyi bir iletişimin kurulabildiği, ilginin hiç azalmadığı konserlerdendi.

SPP'ın gitar, perküsyon, klavye, synthesizer temelli müziğinde, hem vokalde hem de kullandıkları her türlü seste yoğun distorsiyon söz konusu. Brian Batz röportajda bunu da anlatmıştı; hiçbir sesi olduğu gibi kullanmayı tercih etmediğini, mutlaka üzerinde oynayıp başka bir şekle soktuğunu söylemişti. Tavşan maskeleri ve onunla uyumlu bir vokal ile yaratılan şarkılar, çok başarılı bir şekilde sahneye yansıtılan ışıklarla birleşince, konserde bir hayal alemi yaratılıyor adeta. Konser sırasında bir an, film yönetmeni olsam, onların konserinden bir sahneye filmimde mutlaka yer verirdim diye geçti içimden. Çünkü gerçek ile hayal arasında bir hissi yakalamayı başarıyorlar. En azından konser salonunun dışındaki kabalığa,  şiddete insan olmadıklarını söyleyerek yanıt verirken, çok inandırıcı bir ruh katıyorlar müziğe. Ne dersiniz? Belki de filmin konusu bu olurdu: Yaşadığı dünyada insanların hoyratlığından kaçmak için koşarak çıkış yolu arayan birisi, bir anda Brian Batz'ın uzaktan sesinin geldiği yere doğru yönelir ve karşısına çıkan dik merdivenlerden aşağıya iner, yaklaşan silahlı adamlardan kaçış için tek umuttur orası. Yeraltındaki mekana indiğinde sahnede müzik yapan SPP'ı görür ve o anda kahramanımız bambaşka bir evrenin içinde bulur kendini. Silahlı adamlar içeri girmek istediğinde, bu kez, sahneden yayılan duman ve sesin yansıttığı saflığın içinde nefes alamayıp oldukları yere yığılırlar… Böyle düşünceler içinde dinledim dünkü konseri; aklıma başka uçuk fikirler de geldi ama onları da yazarsam çok uzar.



Sleep Party People, canlı dinleyince müziklerinin etkisi artan gruplardan; konserde az önce anlatmaya çalıştığım görsel etkilerin yanında, sahnedeki dinamizm de buna eklenince ortaya çok güçlü bir performans çıkıyor. Ne yazık ki dünkü konser bana ve sanırım birçok kişiye yetmedi; ilk albümden beş, ikinci albümden altı şarkıyı toplam bir saat içinde çalarak ayrıldılar sahneden. Son şarkı, bir dinleyicinin arada bir adını bağırarak istekte bulunduğu ve Batz'dan "O daha sonra" diyerek yanıt aldığı, en ünlü şarkıları "I Am Not Human At All" oldu. (Bu arada daha önce de yazmıştım; konserlerde şarkı adı bağırarak istekte bulunmak bana düşünceli bir davranış gibi görünmüyor. Bırakın müzisyen ne istiyorsa onu çalsın; sonuçta müzik duygulara dayalı olduğundan belki belli bir şarkıyı o anda çalmak istemiyor olabilirler. Eğer kendisi sorarsa yanıt verilir ama böyle her şarkı arasında bağırıp talepte bulunmak hoş değil kanımca. Marianne Faithfull'un dediği gibi, sahne müzisyenindir; ne isterse onu söyler, çalar.) "I Am Not Human At All"un yedi dakikalık enfes bir yorumunun ardından Batz, "Mayıs ayında yeni albüm çıkınca yine gelmek isteriz," dedi ayrılırken. Biz de bekleriz yeniden.


Setlist: A Dark Good Heart - Chin - 10 Feet Up - The Dwarf and The Horse - Gazing At the Moon - Notes To You - We Were Drifting On a Sad Song - An Iris Pseudocorus - Heaven Is Above Us - Things Disappear Like Tears in the Rain - I Am Not Human At All 

(Fotoğraf ve videolar bana aittir.)

7 Şubat 2014 Cuma

SIRADIŞI BİR CAZ KONSERİ: Youn Sun Nah @ Borusan Müzik Evi


"Sıradışı", her müzisyen için kullanılabilecek bir sıfat değil; yetenekli olabilir, etkileyici olabilir ama sıradışı olmak herkesin harcı değil. Bunu, dün akşam Borusan Müzik Evi'nde Youn Sun Nah'ı (asıl adıyla Na Yoon-sun) dinlerken, bir kere daha hissettim. Koreli caz vokalisti, 2012'de İstanbul'a yine gelmişti ama o konseri kaçırmıştım. Dün akşam, albümlerinden tanıdığım müzisyeni ilk kez canlı dinledim. Youn Sun Nah'a bu kez kontrbasta Lars Danielsson yerine Simon Tailleu eşlik ediyordu; akordeon, bugüne kadar gördüğüm en tarz sahibi müzisyenlerden Vincent Peirani'ye, gitar ise usta müzisyen Ulf Wakenius'a emanetti. Her biri enstrümanına son derece hakim virtüözlerle Youn Sun Nah'ın uyumu, adeta kapıyı açan anahtarın kilide girişi gibi milimetrik bir uyum içindeydi.

44 yaşındaki Youn Sun Nah'ı tanımayanlar için kısaca bir bilgi vermek gerekirse, Kore'nin önde gelen orkestra şeflerinden bir baba ile müzisyen bir annenin kızı. Üniversitede Fransız Edebiyatı üzerine okudu ve bir moda şirketi için çalışırken bir tiyatro yöneticisi tarafından keşfedilip ilk müzikal deneyimini yaşadı. Sonra 27 yaşındayken, Paris'e gidip önemli okullarda caz ve şansonlar üzerine okudu. Bir yandan okulda öğretmenlik yaparken, bir yandan da Fransa'nın caz kulüplerinde, barlarında şarkı söylemeye başladı. 2001'de ilk albümü "Reflet"i yayınladıktan 2008'de Almanya'nın ünlü caz plak şirketi ACT ile anlaşana kadar toplam beş albüm yayınladı. Geçen yıl yine ACT'den çıkan "Lento" adlı albümü ile büyük başarı kazanan sanatçı, caz dünyasının bugün en yetenekli, en yaratıcı isimlerinden birisi.

Youn Sun Nah'ı sıradışı bulmamdaki temel neden, çok geniş bir vokal aralığında kullanabildiği güçlü, temiz bir sese sahip olması ve tamamen kendine özgü bir yorum geliştirmesi. Le Monde, onu, "Bir UFO'nun caz evrenine muhteşem bir ses ve tutkulu bir özgünlük ile dokunuşu" diye tanımlamıştı. Çoğunlukla birbirine benzeyen ama kusursuz yorumculardan biri değil o; evet, o da mükemmel ama herkesten farklı. Özgeçmişi ile ilgili yazılarda, caz hakkında hiçbir şey bilmezken, 27 yaşından sonra kimseden doğrudan ilham almadan kendi yolunu çizdiği belirtiliyor. Mutlaka bununla bir ilgisi var özgünlüğünün. Paris'e gitmeden önce bir arkadaşı caz üzerine çalışmalar yapmasını önerdiğinde, ona, cazın ne olduğunu sormuş. O da, "Popüler müziğin kökeni," deyince, caza yönelebileceğini düşünmüş. Batı kültürünün egemenliği altında yetişmemiş ama Batı'ya özgü formları kendi diliyle yorumlamayı öğrenmiş Youn Sun Nah. Nah'ın farkını sözcüklerle ancak bu kadar açıklayabiliyorum ama asıl albümlerini dinlerseniz, eminim, daha net bir şekilde algılanır bu özelliği.



Konsere gelirsek, baştan sona eksiksiz, çok profesyonel, doğal ve içten bir performanstı. Açılışı yapan şarkı, 2010 albümü "Same Girl"de yorumladığı popüler müzik klasiği "My Favourite Things" oldu. Daha önce duyduğum bütün versiyonlardan ayrılan, kırılgan ama bir o kadar da etkili bir yorumdu. Nah'ın tek başına sadece elindeki kalimbayı çalarak söylediği şarkıyı dinlerken, insan sesinin gücünü hissediyorsunuz. Ardından sahneye gelen Wakenius ile birlikte, Nine Inch Nails cover'ı "Hurt"e geldi sıra. "Lento"da yer alan bu şarkı, Wakenius'un dokunaklı gitar tınılarının üzerine Nah'ın duru vokalinin döşendiği enfes bir yorum. Tailleu ve Peirani'nin de yerini almasının ardından ekip tamamlanınca, farklı türlerin melodilerinde akıp giden bir yolculuk başladı dinleyiciler için. Perküsyonün rolü, zaman zaman gitara ve kontrbasa verilirken; Pierani'nin akordeonu adeta konuşturduğu şiirsel yorumu, beni konser salonu dışında başka dünyalara sürükledi.


Kore folk şarkısı "Arirang", Nah'ın kendi yazdığı "Pancake", Stan Jones bestesi "Ghostriders in the Sky", Vincent Peirani'nin bestelediği "Empty Dream" arka arkaya sıralanırken, Nah'ın en kalın, sert sesten bir anda en ince sese inip çıktığı, mırıldanır gibi yaparken aniden neredeyse çığlık attığı anlar, bana Blixa Bargeld'ı hatırlattı. İkisini aynı sahnede düşündüm bir an ve o hayal bile heyecanlandırdı beni. Çünkü düne kadar, sesini Blixa Bargeld kadar iyi kontrol edebilen bir kadın müzisyen ile karşılaşmamıştım. Özellikle "Ghostriders in the Sky"da Nah, bir an sanki bir heavy metal grubunun vokalistiymiş gibi agresif bir şekilde brutal vokal yaparken, birkaç saniye sonra ninni söyleyen yumuşak bir sese dönüşebiliyordu. Başlangıçta akordeon ile gitar diyalogunu dinlemek, iki halk ozanının sözlerle atışmasını dinlemekten farksızdı.



Ulf Wakenius bestesi "Momento Magico"nun çalındığı dakikalar ise, tek kelimeyle büyüleyiciydi; gitar ile vokalin yarışırcasına birbiri ile söyleştiği anlardan sonra, Wakenius'un unutulmaz solosunu dinledik. Nah'ın nefes almadan sesini eğip büktüğü sırada bu performansın okullarda ders olarak okutulması gerektiğini düşündüm. Hani derler ya, şaşkınlık ve hayranlıktan ağzımız açık bakakaldık. (Bu şarkının videosunu YouTube'dan buldum, yukarıda onu paylaşıyorum.) Simon Tailleu'nun kontrbasın tellerini parmaklarıyla parçalarcasına hızla çaldığına tanık olunca şaşkınlığımız daha da arttı. Klasik müzik, caz, pop, etnik müzik, tango, hepsi bir aradaydı ama öylesine bir özgün karışımdı ki, benzeri yok.

Konser sona erdiğinde uzun zamandır duymadığım kadar kuvvetli bir alkış fırtınası koptu. Youn Sun Nah, bis için geri geldiğinde, Amerikalı besteci, müzisyen Randy Newman'ın "Same Girl" adlı şarkısına yaptığı cover'ı bir müzik kutusundan çıkan tınılar eşliğinde tek başına söyledi. Ayakta alkışladık; yine yetmemişti, doymamıştık müziğe. En kısa zamanda yeniden ülkemize gelir ve İstanbul ile sınırlı kalmadan diğer kentlere de uğrarlar umarım. Dün akşam Borusan'da kuşkusuz yılın en iyi konserlerinden birisini izledik. Aslında benim açımdan bugüne kadar gördüğüm en iyi, en unutulmaz performanslardan biriydi. Tüm ekibe kocaman bir bravo!


(Youn Sun Nah'ın resim YouTube kanalından aldığım "Momento Magico" dışındaki diğer videoları ve fotoğrafları dün geceki konserde ben çektim.)


23 Ocak 2014 Perşembe

COLD CAVE'LE 80'LERE IŞINLANMAK



Dün akşam uzun bir aradan sonra Babylon'a Cold Cave'i dinlemeye gittim. En son 11 Aralık'ta Nils Petter Molvaer ile Moritz von Oswald'ı dinlemiştim aynı mekanda ama bir ayı aşkın bir süre geçmişse, o benim için uzun bir aralık demektir.

Cold Cave adıyla tanıdığımız Wesley Eisold, darkwave, noise, synthpop, gotik rock, art rock ile ilişkilendirilen bir müzik yapıyor. Geçmişinde hardcore punk ve noise rock kökenli gruplar var; bir süre de Prurient projesinde Dominick Fernow ile çalışmıştı. Benim dikkatimi, Matador Records'tan 2009'da çıkan ilk albümü "Love Comes Close" ile çekti. Eisold'un bariton sesini yurtdışında bir mağazada alışveriş yaparken duymuştum; görevliye gidip çalanın ne olduğunu sorunca, CD'yi göstermişti. Sonra hakkında araştırma yaparken The Guardian'daki şu satırlara rastladım: "Wesley Eisold, Nihilizm ve umutsuzluğun yeni ve genç tanrısı; Cold Cave'in estetiğini muhteşem bir şekilde sunuyor: "How Soon Is Now?'ın Morrissey'i Nitzer Ebb vuruşları ve New Order melodileri üzerine inliyor." Ben her ne kadar onda New Order'dan daha çok ilk dönem Depeche Mode izleri bulsam da, aynı cümlede Morrissey, Nitzer Ebb ve New Order'ı buluşturabilen bir müzisyen, radarımdan kaçmamıştı.

"Love Comes Close" ile iyi bir çıkış yakalayan Eisold, gelecek için umut vermişti; aynı zamanda şair de olduğundan şarkı sözlerinde özgünlüğü yakalaması, bence önemli bir avantajdı onun için. Ancak avantajları olduğu gibi dezavantajları da vardı; doğuştan tek ele sahip olduğundan müzik yaparken kullanabileceği aletler, synth, elektronik davul ve bilgisayar ile sınırlıydı. Bir zamanlar sevdiği grupların yanında roadie olarak dolaşan, kitaplarla dostluk kurup mutlu olabilmek için kitap dükkanı işleten Eisold, hayatta seçeneksiz olmadığını haykırmak kurmuş Cold Cave'i. O nedenle "Önceliğim müzik değil, Cold Cave estetiği ve yaşam tarzı" diyor ısrarla; müziğindeki yıkımın ve haykırışın izleri geçmişinde yatıyor. Konsere giderken aklımda bunlar vardı.

Neredeyse her zaman olduğu gibi, dün akşam da mekanın kapısı açıldığında içeri giren ilk ben oldum yine. Bazıları bunu "cool" bulmuyormuş. Kimin umurunda ki? Hem düşünsenize, "cool görünmek", birileri tarafından onaylanmak anlamına gelir. Hayatım boyunca hiç onaylanma hedefim olmadı. Ben, konser için sırada ya da kapıda bekleme heyecanını seviyorum. Üstelik dün erken gitmenin faydası da oldu. Bomboş mekanda Seda Ondin'in yani The Great Moon Hoax'ın setine kulak verdim. Cold Cave'e yakışan dikkat çekici bir dark sound hakimdi seçtiği şarkılarda; çok keyifle dinledim.

Konser başlarken salonda sadece 42 kişi vardı. Cold Cave'e pek ilgi göstermemişti İstanbul dinleyicisi. Hatta Babylon'a ilk girdiğimde, her zamanki gibi üst kata çıkmak istedim ama merdivenlere konan zincirle karşılaştım. İlk açıldığından beri giderim Babylon'a, fakat ilk kez üst katın kapandığını gördüm. Görevlilere sorduğumda, zaman zaman yapılan bir uygulama olduğunu söylediler; daha önce bana hiç denk gelmemesine şaşırdım. Neyse ki, konser 42 kişiyle başlasa da, daha sonra gelenlerle giriş katı bir süre sonra doldu.

Cold Cave, son birkaç yılda canlı performanslarına bir ekip halinde, 2 klavye ve bir bateri eşliğinde sahneye çıkarken, sonuçta Eisold'un tek başına kalmasıyla dönüşüm geçirdi. Dün akşam da Wesley Eisold'un yanında sadece synth, efekt pedallarını kullanan ve bazı şarkılarda geri vokal yapan tek bir kişi vardı. Daha önce okuduğum yazılardan o kişinin kız arkadaşı Amy Lee olduğunu biliyorum. Sahneye yerleştirilen bir video ekrandan görüntüler müziğe eşlik ederken, Eisold'un yüzü dahi görülemeyecek kadar loş bir ortam vardı. Ekranda yıkılan binalar, öpüşen bir çift, ayçiçeği tarlaları, grafik desenler akıp dururken, dinleyenlerin bir kısmı görüntüleri izliyor, bir kısmı da dans ediyordu ama eksik olan bir şey vardı; o da konser ruhuydu. Sanki bir kulüpte DJ set dinliyor gibiydik dün akşam. Oysa bence, Cold Cave'in müziği farklı sunulsa, dinleyiciyi daha çok içine çekebilecek bir karaktere sahip. Yine de bu açığı kapamak için sözlerin gördüğü işlevi de unutmamak lazım. "The Great Pan Is Dead", "Confetti", "People Are Poison" gibi şarkılarda dile getirilen sevgisizlik ve insanın içindeki kötülük, glitch ve noise ile buluştuğunda, darkwave'in derin atmosferinde yalpalarken buluyorsunuz kendinizi. Tam o sırada ekranda "Hunting Heart / Crushing Fear" yazıyor. Yazmasa da o hissi sözlerle hissettirmeyi başarıyor Cold Cave. Böyle ezip geçen, yakıp yıkan sözleri haykırarak dans etmek, müziğe özgü çok ilginç bir manik depresif hal ve ben bunu çok seviyorum.

Wesley Eisold, sahnedeyken "İstanbul'da olmak çok güzel. Geldiğiniz için teşekkürler," diyerek dinleyicilere kısaca hitap etse de aslında sahnede kimse umurunda değil belli ki. Kendi halinde çoğunlukla mikrofonun önünde, arada bir dans ederek tamamladı yaklaşık 50-55 dakikalık performansını. Bis için geri geldiklerinde ekranda Amerikan bayrağı eşliğinde Amerika'ya ince ince dokunduran "Underworld USA" adlı şarkı çalarken, 1980'lerden bir synthpop grubunun konserindeymiş gibi hissettim bir an. Işınlanma olanağı olsaydı, gözlerimi kapayıp pekala The Sisters of Mercy ya da The Cure konserine gidebilirdim mesela... Işınlanma mucizesi bir gün olacak mı bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var ki, o da, yıllar geçse de hiç eskimeyen bu karanlık sound, dünyanın her yerinde insanları dans ettirmeye devam edecek.


(Fotoğraflar bana aitttir.)
-

Translate