31 Mayıs 2015 Pazar

Dijital müzikte duvarları kaldıracak yeni bir platform: cubic.fm


31.5.2015

"Cubic.fm bütün müziğiniz için tek bir müzik çalar! Bütün çevrimiçi müziğinizin tek bir yerde toplandığını hayal edin, nerede olursanız olun istediğiniz an erişip istediğiniz kişiyle anında paylaşabileceğiniz bir yerde. İşte size cubic.fm!"

Online müzik servislerinin müzik dinleme alışkanlıklarımızı baştan aşağı değiştirmekte olduğu şu günlerde iddialı yeniliklere imza atan başarılı girişimler arasında Türkiye'den bir isim de var. Boğaziçi Üniversitesi’nde okurken tanışan 4 genç girişimcinin kurdugu cubic.fm, dijital müzikte oluşan duvarları kaldırarak müzikle etkileşimin tek noktada toplanmasına olanak sağlayan global bir platform olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. 

Geliştirdiği yenilikçi servisle geçen sene ulaslararası müzik girişimlerinin yarıştığı MidemLab’da 30 finalist arasından sıyrılarak prestijli ‘Coup de Coeur’ ödülünü alan Cubic.fm bu sene de Startup Turkey Challenge 2015’te en iyi 3 girişim arasında yer aldı. cubic.fm şu an kapalı betada, gelişmeleri sürdürüyor. Eğer müzikseverseniz siz de kaydolun, geri dönüşüm almayı çok istiyorlar.

Cubic.fm geliştirdiği tarayıcı eklentisi ile internette gezinirken herhangi bir yerde karşınıza çıkabilecek her tür müzik içeriğini kolayca kendi müzik kütüphanenize ekleyerek bütün arşivinizi tek bir noktada toplamanızı sağlıyor. Böylece sevdiğiniz müzik ister dinlediği şarkıyı paylaşan bir arkadaşınız aracılığıyla Facebook’ta, ister YouTube, Spotify veya bir müzik blogunda karşınıza çıksın, artık müziği yeniden dinlemek üzere tek bir noktada toplamanız mümkün oluyor. Yani müzik arşiviniz internette keşfettiğiniz yeni müziklerle tek noktada büyürken, siz de herhangi bir kısıtlama olmadan arşivinize her an her yerden erişip, küratörlüğünü yaptığınız müzik listelerini farklı mecralarda paylaşabiliyorsunuz. 


28 Mayıs 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - MAYIS 2015 EN İYİ KAYITLAR SEÇKİSİ - 27.5.2015


28.5.2015

Dün akşam Açık Radyo'da yayınlanan programın kaydı.

1- Sleaford Mods ­- No One’s Bothered
2- Fram ­- Ghost Ship
3- Annabel (Lee) ­- I Will Lead Us
4- Long Arm ­- Foresthead
5- Valet ­- Transformation
6- Die Wilde Jagd ­- Wah Wah Wallenstein
7- She Past Away ­- Katarsis
8- Jac Berrocal, David Fenech, Vincent Epplay ­- Spain
9- Vito Ricci ­- The Bride
10- Nick Cave & Warren Ellis ­- Farewell at Tinguit
11- Holly Herndon ­- Interference
12- Prurient - Shoulders of Summerstones

(İmaj tasarım: Rahşan Koçoğlu)




24 Mayıs 2015 Pazar

SLOWDIVE RÜYASINI GÖRDÜK!


24.5.2015

Sonunda oldu; Slowdive'ı da dünya gözüyle izledik, canlı dinledik! Bu yıl 10. yılını kutlayan Chill-Out Festival, güzel bir sürpriz yapıp grubu İstanbul'a getirdi. Shoegaze'in efsane grubunu kurulduğu 1989 yılından bu yana dinleyip takip eden bir hayranları olarak oldukça heyecanlıydım konser için. Üstelik 1990'lı yıllarda yaptıkları derin müzikle hiç çıkmamak üzere kalbimize giren ama 1995'te dağılan ve bundan 19 yıl sonra 2014'te beklenmedik bir şekilde bir araya gelen bir gruptan söz ediyoruz. Anlaşılan aradan geçen onca zamanda ne sevenleri büyülü müziklerini unutmuş ne de onlar sahneyi... Anlaşılan içlerindeki müzik tutkusu o kadar güçlüymüş ki, yaşanan onca zorluğa rağmen yine turnedeler. Geçen yıl ocak ayında Twitter’dan duyurdukları bir internet sitesi aracılığıyla hayranlarını heyecanlandırıp sonunda Primavera festivaline katılacağını açıkladı Slowdive. Bundan yaklaşık 1.5 yıl sonra İstanbul’da Chill Out Festival’a katılmaları gerçekten önemli bir müzik olayı.

İlk Slowdive konserim olduğundan ne ile karşılacağımı tam olarak bilemesem de, yıllardır hiç usanmadan dinlediğim şarkıların konser atmosferinde canlı çalınacağını düşündükçe giderek artan bir heyecanla vardım LifePark'a. Slowdive öncesinde çalan Balthazar'ı dinlerken şaşırtıcı gözlemlerde bulundum. Grubu izleyen çok coşkulu bir kalabalık vardı. Birkaç yıl önce SXSW'da bir barda dinlediğim Belçikalı indie rock grubunun o kadar büyük bir ilgiyle karşılanmasına şaşırdım açıkçası.

Sabırsızlıkla beklediğim an saat 22:10 civarında geldi ve sahnede Rachel Goswell (vokal/gitar), Neil Halstead (vokal/gitar), Simon Scott (davul), Nick Chaplin (bas gitar) ve Christian Savill'i (gitar) görünce adeta çok eski yıllardan dostlarımı görmüş gibi sevindim. Hepsi benim gibi biraz daha yaşlanmış ama çok tanıdık. Öyle ki ilk gitar tınısı ve davul vuruşuyla birlikte, shoegaze, ambient ve dream pop'la yoğrulan melodilerin yarattığı masalsı evrene hiç düşünmeden dalıverdim. 1990 tarihli ilk kısaçalar Slowdive ile aynı adı taşıyan şarkı ve yine aynı kısaçalardan "Avalyn" ile açılışı yaptıklarında, sahne önünde biriken az sayıdaki hayranın mutluluk çığlıkları kapladı ormanı.

O çığlıkları atanlardan birisi, tam da yanımda duruyordu ve konsere gelemeyen bir arkadaşına şarkıları telefondan dinletirken gözlerinden yaşlar akıyordu. Böylesine yoğun bir duygu selini yaşayanlar olarak sayımız fazla değildi. Ne yazık ki müzik tarihinin en nadide gruplarından birinin ilk Türkiye konserine gelenler azdı; hem de bir saat öncesinde aynı sahnede Balthazarı'ı dinleyenlerden çok daha azdı.

Ama grup üyeleri dün akşam o sahnede olmaktan dolayı mutlu görünüyordu. 1991 tarihli ilk albüm "Just for a Day"den "Catch the Breeze" adlı şarkıya geçmeden önce Rachel Goswell, şahane İngiliz aksanıyla "Lovely to be here" diye seslendi kitleye. Üzerinde siyah mini elbisesi, kırmızı ayakkabıları ve yüzünde insanın içini ısıtan bir gülümsemeyle bakıyordu dinleyicilerine. Bir ara kalabalıktan birisi "You're hot!" diye bağırdı ama duruşu bana saf bir küçük kız edasını hatırlatıyordu. Gündüz güneşi önleyen ağaçların gece ormana ürpertici bir serinlik yaydığı sırada Neil Halstead ile Goswell'in rüzgarın esişini izleyip yeniliğe açılmaktan söz eden uçucu vokaline kapılmamak olanaksızdı.

Grubun Cocteau Twins ve My Bloody Valentine gibi efekt pedallarıyla gitar tınılarını eğip bükerek elde ettiği müthiş yoğun sound, sanki ses dalgalarıyla hepimizi içine alan transparan bir balon yaratmıştı. Sahnedeki video ekranda renkler ebru sanatını hatırlatırcasına birbirine karışırken, 1993 tarihli ikinci albüm Souvlaki'den "Machine Gun" geldi. Yarattıkları atmosferik sound gerçekten de ilk albümlerinin üzerine yapıştırılan etikette yazdığı üzere, “insanın aklını risksiz bir şekilde uçuran bir madde gibi.” Dinleyeni farklı bir boyuta geçirip, adeta ayakta hayal gördüren bir etkisi var bu çok katmanlı müziğin.

Aynı albümden "Souvlaki Space Station"ın sarsıcı gitar riff'ini duyduğumda hissettiğim mutluluğu kelimelerle anlatabileceğimi sanmıyorum ama ruhumun üzerinde hiçbir ağırlık olmadan boşlukta süzüldüğünü düşündüm. Bu hissi yaşayanlar vardır ve eminim beni anlayacaklardır. Ne güzel tesadüftür ki, bu şarkıyı hemen ardından üçüncü albüm "Pygmalion"dan "Blue Skied an' Clear"a bağladılar. Neil Halstead'in yatıştırıcı etkisi yapan uysal sesi ile devam etti rüya...

Bir ara Rachel Goswell'in yere çöküp Neil Halstead'in gitar çalışını izleyişini gördüm. Bir dönem hayat arkadaşı olduğu müzisyen hakkında ne düşünüyordu elbette bilemem ama onların müzik birlikteliği eşsiz bir güzellik. Gurur duyarcasına izliyordu Halstead'i. Konser boyunca sahnenin tam ortasında duran Nick Chaplin, bas gitarıyla Slowdive soundunda önemli rol oynadığını kanıtlıyordu performansıyla.

Bugüne kadar toplam üç albüm yayınlayan grup, beş şarkıyla en çok "Souvlaki"yi andı. Bu albümün kaydından önce Rachel Goswell ve Neil Halstead’in özel hayatlarındaki birlikteliklerini de sonlandırmalarının etkisiyle, Neil Halstead tarafından yazılan şarkıların tümünde tema aşk ve ayrılığa dair. Konserde çaldıkları "When The Sun Hits" de onlardan biriydi.

19 yıl ara vermiş olsa da, grubun sahnedeki bütünlüğü açısından dünkü konser olağanüstü başarılıydı. Kalabalık içinden sürekli adı bağrılarak istenen şarkılara gülümsemeyle karşılık verdi Rachel Goswell. "Aranızda Alison var mı?" diye sorduğunda "Souvlaki"nin açılış şarkısını çalacaklarını anladık ve sevdiği kişiyle uçuşa geçen erkeğin deneyimlerine başta da söz ettiğim gibi herhangi bir madde kullanmadan ortak olduk.

Aşağıda videosunu paylaştığım "Dagger"ı çaldıklarında, Neil Halstead tüm naifliğiyle içimde ılık bir meltem esintisi yarattı. Rachel Goswell'in de gitarı omzuna takıp eşlik ettiği şarkı, bence konserin en güzel anlarındandı. "Seni gerçekten kaybetmedim / Sadece bir süre kaybettim" diyor şarkıda; "Ben senin hançerinim, senin yaranım" diye devam ediyor. Muhtemelen birlikte olunca birbirine zarar veren ama hala birbirini seven iki insanın zorunlu ayrılığıydı anlatılan...

Rachel Goswell, konserin son şarkısını bu dedikten sonra 1991 tarihli "Holding Our Breath" kısaçalarından "Golden Hair"in gizemli ambient tınılarını duyduk. Sözleri James Joyce'un yazdığı şiirden alınan Syd Barrett bestesi bu muazzam şarkıyı unutulmaz bir yorumla çaldı Slowdive. Az ama öz bir kitle olarak öyle güçlü bir tezahürat yaptık ki, tekrar geldiler sahneye ve biste bize "Souvlaki"den "40 Days"i bahşettiler. Neil, "Gülümsemeni seviyorum dedim, yapma" derken Rachel yine muhteşem güzel gülümsüyordu. Konserin sonunda günün bütün yorgunluğuna rağmen ben de gülümsüyordum.

Fakat çok tuhaf bir şekilde konserin bittiğini anlar anlamaz, unuttuğum üşüme titreme şeklinde yeniden başladı, üzerimdeki giysiler yetersiz oldu. Müzik belki insanı hayattaki her şeyden koruyamaz ama bir süreliğine farklı dünyalara uçurma konusunda ondan daha güçlü bir şey yok. Bu duyguyu bir kez daha yaşattığı için Slowdive'a sonsuz teşekkürler! Turnede biriktirdikleri parayla yeni albüm kaydedip yayınlayacaklarını biliyorum ve o günü iple çekiyorum.

Setlist: Slowdive - Avalyn - Catch the Breeze - Crazy for You - Machine Gun - Souvlaki Space Station - Blue Skied an' Clear - When the Sun Hits - Morning Rise - She Calls - Dagger - Alison - Golden Hair // 40 Days



(Fotoğraflar ve video bana aittir.)
-

BABYLON SOUNDGARDEN 2015'TEN İZLENİMLER


24.5.2015

Bu yıl İstanbul'da festivaller ayına dönüşen mayıs ayının son haftasında iki festival çakıştı. Babylon Soundgarden ve Chill-Out Festival, İstanbulluları ikisi arasında bir tercih yapmak durumunda bıraksa da, ben zor olanı tercih edip meraktan ikisini de ziyaret ettim. Bu yıl beşincisi düzenlenen Babylon Soundgarden'a özellikle Kilyos'ta yeni yapılan kalıcı festival mekanını görmek için gittim. Geçen ay Babylon ekibinin düzenlediği kahvaltılı toplantıda verilen bilgiler kafamda bir imaj oluşturmuştu ama yerinde görmek şarttı. 

Öncelikle ulaşım konusuna değinmek isterim. Kent merkezinden festival alanına toplu taşıma araçlarıyla oldukça kolay bir şekilde vardık. Darüşşafaka metro durağında bekleyen servisler 7.5 TL karşılığında bizi doğrudan Kilyos'taki alana götürdü. Ben 15:00 civarında festivale gittiğim için trafik sorunu ile karşılaşmadım ama şoför çıkışta izdiham olacağı tahmininde bulunuyordu. Akşam da Chill Out'a gitmek için 19:00'da tekrar 7.5 TL verdik ve aynı servisle Darüşşafaka metrosuna gidip, oradan metroyla bir durak ilerideki Hacıosman durağından LifePark servisine bindik. Yani Soundgarden'da son konserden sonra çıkışta ne olduğunu göremedim. Arabalarıyla gelenleri de düşünecek olursak muhtemelen bir süre trafik yoğunluğu yaşanmış olabilir ama bu İstanbul'un genel bir sorunu ne yazık ki...

Kilyos'a ulaşır ulaşmaz tüm festival alanını bir uçtan diğer uca dolaşarak mekan düzenlemesine göz gezdirdim. Koyun müthiş manzarası kumda güneşlenip dans eden gençlerin neşeli görüntüsüyle birleşince bir anda umutlandım. Burnuma dolan kum ve deniz kokusunu da çok özlemişim; gördüklerim çok güzel geldi. Koyun kendi doğal güzelliği öyle etkileyici ki, fazla bir süsleme yapılmadan sadece en görünür yerlere Peace, Love, Respect yazılarının yerleştirilerek minimal bir tasarım tercih edilmesi çok yerinde olmuş. Babylon Soundgarden'da farklı büyüklüklerde dört sahne var. Ben en çok en ufak olan İstanbul Sahnesi'ni sevdim ama hepsi de koyun en güzel yerlerine konulmuş. Sahneye çıkan her müzisyenin konsere başlarken, 'Muhteşem bir yerdeyiz. Harika bir ortam!" diyeceğini tahmin etmiştim. Nitekim de öyle oldu. 

Festival alanında dolaşırken yemek standlarında gözüm vegan yemek aradı doğal olarak. İki alternatif görerek sevindim ama genel olarak tüm yemek seçenekleri azdı bana göre. Tüm günün orada geçirildiği düşünülürse bence bu konuda biraz daha çok seçenek sunulabilir. Fiyatlar fazla yüksek tutulmamış diyebiliriz; bira 12 TL, su 3 TL ve yemekler de 18-20TL civarındaydı. Sonuçta artık veganlar olarak festivallerde gün boyu aç kalmayacağız! Tabii basın çadırındaki ikramlar arasında vegan sandviç bulunduranlara da ayrıca teşekkür ederim.

Babylon Soungarden'ın en sevindirici özelliklerinden biri ise, tuvaletlerdeki gelişmeydi! Suyu akan, sabunu ve tuvalet kağıdı olan, uygar modern tuvaletler var alanda. Akşama doğru katılımcı sayısı artınca sıra oluştu yine ama artık o da bir festival geleneği sanırım. 

Festival alanının ortasına kurulan açık pazarda çeşitli ürünler satılıyordu. Plak, kulaklık gibi müzikle ilgili ürünlerin yanı sıra, giyim ve süs eşyaları da vardı. Buna bir itirazım yok ama acaba sivil toplum kuruluşlarının da standlar açması iyi olmaz mı? Bu yönde bir çalışmayı aradı gözüm. 

Çevrenin bu fiziksel özelliklerinin dışında asıl konuya yani müziğe gelirsek... Babylon Soundgarden'ın büyük isimlere odaklanan bir festival olmadığı, doğa ile iç içe bir ortamda güzel bir gün geçirmek için iyi müzik yapan grupları buluşturmayı amaçladığı belli. Dört sahnede çalan 24 isme baktığımızda elektronika, folk, rock, R & B gibi farklı türlerde müziğe yer verildiğini ama headliner odaklı bir lineup olmadığını görüyoruz. Bu açıdan değerlendirildiğinde lineup kendi içinde renkli. Dün festivalde dolaşırken deneysel bir sahneye yer verilmesi talebimi hatırladım ve onu Soundgarden'ın yeni mekanında hayal etmeye çalıştım. Oldukça rahat ve neşeli bir atmosferi var festivalin. Bütün sahneleri açık ve denize nazır. Benim kastettiğim türdeki müzikler için pek de uygun bir ortam değildi açıkçası. Çünkü ben dinleyenin sınırlarını zorlayan, sorgulayıp sorgulatan, müzik için dinleyenin çaba sarfedeceği sıradışı müziklerden; punk, postpunk, darkwave, industrial gibi deneysel türlerden söz ediyorum. Festival alanında ufak kapalı bir mekan olursa orada bu tarza yer verilebilir mi? Dün Kilyos'taki ortamı görünce yanıtım evet olamıyor. Çünkü Soundgarden'ın Kilyos'a taşınmasıyla festival olarak genel karakteri de daha farklı ve net bir nitelik kazanmış. Umarım benim arzum başka bir festivalde gerçekleşebilir.

Dün festivalde kaldığım süre içinde çok fazla grup dinleyemedim ama Radyo Babylon Sahnesi'nde Baths, Red Bull Music Academy Sahnesi'nde Ah! Kosmos ile Dengue Dengue Dengue ve Kilyos Sahnesi'nde Orlando Julius & The Heliocentrics'i yakalayabildim. Baths, erken saatlerde çoğu kişinin kumlarda güneşlendiği sırada sahneye çıktığından dinleyici azdı ama çimenlere oturup sürükleyici müziğine kulak vermek güzeldi. 2013'te yayınladığı "Obsidian" albümünden şarkıları ilk kez canlı dinleme olanağı buldum. IDM ve glitch tınılarının açık havada dolaşıp kulağıma yansıması, albümü evde dinlemekten çok farklı bir deneyimdi. Ah! Kosmos, her zamanki gibi etraftakileri derhal kendine çeken müziğiyle hem dans ettirdi hem de kapalı salonlar gibi plajın da hakkını verdiğini gösterdi. 

Lima-Peru'dan festivale yüzlerinde etnik maskeleriyle katılan ikili Dengue Dengue Dengue'yi ilk kez canlı dinledim. Elektronik altyapıyı tropikal ritimlerle buluşturan saykedelik bir sound hakim müziklerinde. İnsanı tümüyle içine alan değil, zaman zaman yakalasa da dinlerken ara ara uzaklaştığınız bir müzik bana göre. Ama kumsalda dans için iyi bir seçimdi.

En büyük sahne Kilyos Sahnesi'nde dinlediğimiz Nijeryalı ünlü saksofonist Orlando Julius'un yetenekli kadın dansçıyla renklendirdiği sıcak Afrobeat, Afrofunk melodileri, Babylon Soundgarden'ı iyice hareketlendirdi. Çimlere yayılanların yerinden kalkıp müziğe eşlik ettiği saatlerde Slowdive'ı kaçırmamak için festivalden ayrılmak zorunda kaldım. Ne yazık ki bu yüzden çok istediğim halde Goat ve Anna Calvi'yi dinleyemedim. 

Sonuç itibarıyla, müzik açısından beni kişisel olarak çok heyecanlandıran bir lineup sunmasa da, Babylon Soungarden yeni mekanındaki ilk etkinliğinde keyifli geçti. Deniz suyu şu anda soğuk olduğundan girebilen sayısı azdı ama gelecek aylarda hem tatil hem festival arayışı içinde olanlar için Babylon Kilyos Sahnesi iyi bir olanak yarattı. İstanbul'a ve müzikseverlere hayırlı olsun. Ülkede gericiliğin böylesine şahlandığı bir dönemde gençleri kızlı erkekli bir arada dans edip eğlenirken görmek çok önemli. 

Yazıyı, izlemekten zevk aldığım Lindy Hoppers'ın bir videosu ile bitireceğim. Lindy Hop dansını İstanbul'a getiren, ilk dans topluluğunu kuran girişimi her yıl Babylon Soundgarden'da yakalayıp izliyorum. Park Orman'da yarı kapalı ve ana sahneye uzak bir mekanda gerçekleştiğinde daha güzel oluyordu. Dün tersine Kilyos Sahnesi'ne çok yakın ve tamamen açık bir yerde yapılınca Mode XL'in müziği Lindy Hoppers'ı bastırdı. Yine de etrafta Swing meraklısı olanlar müziğe eşlik etmeyi ihmal etmedi. Belki de bundan sonra yine aynı alanda yapılacaksa Lindy Hoppers'ı ana sahnede konserlerin başladığı 16:00'dan önceki bir saate almak iyi fikir olabilir. 


(Fotoğraflar ve video bana aittir.)

21 Mayıs 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - MORRISSEY ÖZEL III - 20.5.2015


22.5.2015

Bu haftaki Vegan Logic'in konusu benim için ayrı bir yeri olan şair müzisyen, indie rock’ın yaratıcısı The Smiths’in karizmatik vokalisti, sözünü hiç sakınmayan yılmaz hayvan hakları aktivisti, toplumdaki ayrıksıların en özgün ikonu Morrissey'di. Program 20 Mayıs Çarşamba gününe denk geldi ama bugün Moz 55 yaşını tamamlayıp 56’ya giriyor. Vegan Logic başladığından bu yana her yıl bu tarihe denk gelen haftayı Morrissey’e ayırma kararı almıştım. Onun gibi çok boyutlu bir müzisyeni, “hayatta olmamın tek anlamı müzik yapmak” diyen bir sanatçıyı bir saatlik programda anlatmak olanaklı değil elbette ama her yıl gelenekselleştirdiğim bu programlarla en azından bir ölçüde bunu başarabilirim diye düşünüyorum. İyi ki doğmuş, iyi ki müzik yapıyor Morrissey. Çok yaşasın!

1- Morrissey - Angel, Angel, Down We Go Together
2- The Smiths - Wonderful Woman
3- Morrissey - Driving Your Girlfriend Home
4- Morrissey - Southpaw
5- Morrissey - Ganglord
6- Morrissey - You're Gonna Need Someone On Your Side
7- Morrissey - Whatever Happens, I Love You
8- Morrissey - Come Back To Camden
9- Morrissey - One Of Our Own
10- Morrissey - Smiler With Knife
11- Morrissey - Life Is A Pigsty




14 Mayıs 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - SLOWDIVE - 13.5.2015


14.5.2015

Dün akşam Açık Radyo'da canlı yayınlanan Vegan Logic'i tümüyle 23 Mayıs'ta Chill Out Festival'da dinleyeceğimiz Slowdive'a ayırdım. Kayıt, aşağıdaki bağlantılar aracılığıyla hem Archive.org üzerinden dinlenip indirilebilir hem de Mixcloud üzerinden dinlenebilir.

1- Slowdive - Visions of LA
2- Slowdive - Erik's Song 
3- Slowdive - Spanish Air
4- Slowdive - Shine
5- Slowdive - Moussaka Chaos
6- Slowdive - Sing
7- Slowdive - When the Sun Hits
8- Slowdive - Good Day Sunshine
9- Slowdive - Miranda
10- Slowdive - Red Five
11- Slowdive - Option One





12 Mayıs 2015 Salı

RÖPORTAJ: AH! KOSMOS // BABA FİGÜRÜNÜN / GÜCÜN REDDİYLE YAŞANAN ÖZGÜRLEŞME...


13. 5.2015

Son birkaç yıldır Türkiye’deki müzik çevrelerinde adını sık duyduğumuz isimlerden biri Ah! Kosmos. İlk olarak 2013’te “Flesh” adlı kısaçalarını dinlediğimde, not defterimde sürekli güncellediğim “çıkış yapacak müzisyenler” listeme girmişti. Aradan çok kısa bir zaman geçmesine karşın, hızlı ve sağlam adımlar attı müzik dünyasında. Üstelik başarısı sadece Türkiye sınırları içinde kalmadı; yurtdışında pek çok konser verdi, ünlü festivallerde yer aldı. Sonunda birkaç ay önce, ilk solo albümünün Berlin merkezli Denovali Records etiketiyle yayınlanacağı haberi geldiğinde şaşırmadım. Günümüzün en yaratıcı isimlerini bulup müziklerini yayınlama konusunda haklı bir üne sahip olan Denovali, elbette Ah! Kosmos’u da gözden kaçırmamış. 24 Nisan’da dinleyiciyle buluşan “Bastards”ın bana düşündürdüklerini Başak Günak’la paylaşıp, merak ettiklerimi sordum.

Artık tam zamanlı bir müzisyen olarak hayatını sürdürdüğünü biliyorum ve çalışmalarını ilgiyle izliyorum ama seni biraz daha yakından tanıyabilir miyiz? Başak Günak, müziği hayatının temeline oturttuğu zamana kadar nasıl geldi?

Boğaziçi'nde Kimya Mühendisliği’ni bitirdim, o dönemde çok yoğun şekilde bas gitar çalıyordum. Mezun olduktan sonra İTÜ MIAM'da Ses Mühendisliği ve Tasarımı Master'ına başvurmaya karar verdim. Master süresince ve sonrasında farklı stüdyolarda ses mühendisliği ve tasarımı yaparak çalıştım. 2012 yılının sonlarına doğru da kesin bir kararla tamamen müziğe odaklanmaya başladım.

Öncelikle ilk albümünü yayınlaman nedeniyle kutluyorum. Sonra da, bu albümü bence günümüzün en ufuk açıcı plak şirketlerinden biri olan Denovali etiketiyle yayınladığın için ayrıca kutluyorum. Çok güzel bir birliktelik oldu diye düşünüyorum. Nasıl gelişti bu işbirliği?

Çok teşekkür ederim. Denovali'nin bünyesindeki sanatçıları ve yayımladıkları albümleri yakından takip ediyorum. Onlarla kişisel olarak tanışmam ise, birlikte çalıştıkları bir sanatçıyla ortaklaşa çalışmam vesilesiyle oldu; bu süreçte o parçayı ve daha evvel yaptığım işleri sevdiklerini ilettiler.  Sonrasında da “Flesh”in plak ve CD formatında tekrar yayınlanmasında ve yeni albümüm “Bastards”ta birlikte çalışma kararı aldık.

Albümün iç kapağında sanat kuramcısı ve küratör Selen Ansen’in yazdığı bir metin var. O metin albüme özel olarak mı yazıldı, yoksa seni esinlendiren bağımsız bir metin miydi? Bu soruya vereceğin yanıtı bilmeden bir tahminde bulunmam gerekse, sonradan albüme özel yazılmış derim. Bilmem yanılıyor muyum?

Evet, Selen albüme özel bir metin yazdı. Albümün ismini “Bastards” koymamdaki ilham kaynağı Selen'in anlattıkları olduğu için, onun gönlünden çıkmış bir metnin yer almasını çok istedim.



"NEOLİBERAL SİSTEMDEKİ DELİLİKLER BİZİ İÇİNE ÇEKMEYE ÇALIŞIYOR"

Selen Ansen’in yazısında kullandığı baba, piç, kardeşlik ve özgürlük metaforlarını çok sevdim. Çünkü albümü dinlerken birbirinden farklı sesler ve şarkılar arasındaki ilişki en çok dikkatimi çeken unsurlardan biriydi. Hayatın içindeki hüzünlü, heyecanlı ya da dramatik çeşitli anların içine süzüldüğü bir evren var şarkıda; o anlamda tek boyutlu bir karakteri yok albümün... Bu çerçevede senin yorumunu duymak isterim.

Evet, albümün kendi küçük evrenini kurmasını arzu ettim. Parçalara baktığımızda baştan sona ya da küçük fragmanlar içindeki farklı katmanların aynı zamanda birbiriyle diyalog içinde de olmasını istedim. “Piçlik” kavramı sanata tam zamanlı vakit ayırmaya başladıktan sonra yaşadığım sıkışık anlara dair konuşuyor. Çoğunlukla huzurlu olsam da neoliberal sistem içerisinde bazı delikler var ki bizi birçok yerden içine çekmeye çalışıyor. Arzu ettiklerimize yöneldiğimizde erk tarafından baskılanmak ve bir baba figürünün/gücün reddiyle yaşanan özgürleşmeyi bu sıkışık anlarda hatırlamak benim için önemliydi. Piçliği sahip olduğu tüm çağrışımlarıyla sahiplenmek açılımlara sebep oldu.

Hem yalnız anlarımda dinlemek isteyeceğim hem de dans pistlerinde duymaktan zevk alacağım ayrı soundlar aynı albümde toplanmış. Bu açıdan Ah! Kosmos’un müziğinde hoş bir karşıtlık, belki de daha doğru deyişle, farklı ruh hallerinden kaynaklanan izler bulduğumu belirtmeliyim. Dinleme ile dansa odaklanma, karmaşa ile basitlik ilişkilerine dair müziğinde izlediğin bir yol var mı?

Aslında müzik yaparken bilinçli bir halde ve kesin kararlar içerisinde olmuyorum; o anda bana iyi gelen his neyse o oluyor ve parça sonlanana kadar da dönüşümler geçiriyor. Üretirken böylesi bir akış serbestliğine önem veriyorum ve bundan çokça besleniyorum. Albümdeki parçalar, gönlümün içinden çıkanlar. O yüzden parçaları ruh hallerimin, bana tesiri olan şeylerin yankıları olarak ifade edebilirim.

Albümdeki şarkıların ortaya çıkışını merak ediyorum. Tamamen birbirinden bağımsız mı oluştu şarkılar, yoksa albümün tümünü kapsayan bir konsept var mıydı aklında?

Şarkılar, birbirinden farklı zaman dilimlerinde, farklı ruh hallerinde oluştu. Ama bu zaman dilimindeki farklılığın albümün tamamını kapsayabilecek bütünsel bir akışa engel oluşturduğunu düşünmüyorum.

KESKİN SINIRLARDAN UZAK, BOŞLUKLARA AÇIK BİR YAKLAŞIM

Bazı şarkılarda Selen Ansen’in Fransızca konuşma seslerini kullanmışsın. Fransızca
bilmediğim için ne dendiğini anlayamadım ama müziğe gizem katmış. Anlasaydım bile, müziğinin içine belirsizlik ya da dinleyicinin kendisinin dolduracağı bir boşluk enjekte etmeyi sevdiğin yönünde bir izlenim edindim diyebilirim; ki bu tür gizem duygusunun beni çok cezbettiğini belirtmeliyim. Bu izlenimim ne kadar doğru?


Evet, dinleyiciye parçalarla kendi ilişkisini kurması için alan bırakmayı seviyorum. Keskin sınırlar çizmekten kaçınıyorum. Boşlukların, belirsizliklerin, deliklerin, öngöremeyeceğim ve öngörmek istemeyeceğim hislerin geçişlerine olanak bırakmasını önemsiyorum.

“Home” adlı şarkıyı, Selen Ansen’in yazdığı metinde sözü edilen babasız bir yuvanın
kuruluşu ile ilişkilendirebilir miyim? Çünkü bir araya gelmenin yarattığı heyecanı yansıtan bir ton var müzikte...


Çok teşekkür ederim sendeki yankısını paylaştığın için. “Home”'u yaptığım süreç mahallemde nefret cinayetlerinin, ötekileştirilmenin bağrışlarının en duyulduğu zamanlardı. Benim için “Home”, yaşadığım yer itibariyle her sabaha kötü bir haberle uyanmanın ağırlığının sesteki yansıması. Bende yankılanan bu hislerin ağırlığından bir miktar olsun kendimi sağaltabilmek adına yaptığım bir parça.

Macar sanatçı Tamas Andok’un çektiği siyah beyaz kapak fotoğraflarında derin bir
kuyu var. Birbirinden bağımsız seslerin eğilip büğülerek sonunda bir araya geldiği yeni yuva dipsiz bir boşluk gibi. Orada kimliklerini korumayı başarıyorlar mı, yoksa hepsinin buluşmasından tek bir organizma mı doğuyor? Yani duvarlara çarptıktan sonra geriye onlardan ne kalıyor?


Bence delik, kuyu imgelerinin yalnızca kendi sınırlarıyla tanımlanabilir oluşu, parçaların kendi microcosmuna ve albümde aralarındaki akışa baktığımda oluşan hisle güzel bir birliktelik içinde. Parçalar, hem kendi sınırlarını oluşturuyor hem de bir sonraki parçaya geçişkenliği barındırıyor. Bu sınır kavramını oyun alanına çevirebilmek adına albümdeki parçalara keskin duvarlar örmemeye çalıştım.



"NEVER AGAIN: ULUS-DEVLETLERİN GEÇMİŞİNDEKİ KARANLIK TARİH"

Albümün sonundaki “Never Again” adlı şarkıda, başlangıç parçasındaki ağır, daha karanlık hava yeniden beliriyor. Beni olumlu anlamda en çok meşgul eden şarkı da bu oldu. Dans pistini usulca terk edip, dış dünyaya kapıyı yeniden kapadığım anlarla örtüştü. Çözümlenemeyen ne var orada? Neden asla?

“Bir daha asla” cümlesi iktidarın ve ulus-devletlerin geçmişindeki karanlık tarihe dair sarf ettiği ya da sarf etmesi temenni edilen bir cümle. Ulus-devletlerin tarihinde şiddete maruz bırakılan, yerlerinden edilen sayısız halka yaşattığı anlara dönüp yapması gereken bir özeleştiri. “Never Again”deki bu çözümlenemeyen akış ve sürekli devinim de belki bu histen ortaya çıkıyor olabilir. Üretim sürecinde beni de çok meşgul eden, karşılıklı yorulduğumuz bir parça oldu diyebilirim.

Bu şarkıda Sinan Tınar davuluyla müzikte çok belirgin bir fark yaratmış; rota
krautrock’a dönmüş. Elektronik ekipmanın dışında bu tür enstrüman kullanımına nasıl yaklaşıyorsun? Konserlerinde kimi zaman saksofon, gitar gibi enstrümanlara yer verdiğini de biliyorum.


İlk başta o parçada canlı davul yoktu, parçadaki ritim patternini sample edilmiş akustik davul sesleriyle bilgisayar ortamında gerçekleştirmeye çalışıyordum. Sonrasında bu patterni Sinan'la kaydetmek, onun tuşesi ve yorumuyla yer alması hissi çok arttırdı. Sahnede ise, soundu istediğim gibi manipüle edebileceğim koşullar bulunduğu sürece ve kurguladığım performansa uygun olarak enstrümanların canlı olmasını tercih ediyorum.

“Anneannemin Koah’sı” adlı şarkında, anneannenin akciğer hastalığından esinlendiğini biliyorum. Nefes alamamazlık hissini yansıtmıştın o şarkıda. Müziğinde yaşanmış olaylar ile hayal dünyası arasındaki denge nasıl? Elbette hayaller de bir anlamda “yaşanmış” sayılabilir ama o felsefi tartışmaya çok derinliğine inmeden soruyorum.

Müzik yapmaya oturduğumda o an hissettiklerimin yoğun bir şekilde bir aradalığı var. Sesle geçirdiğim süreçte bu hislerin gitgide yoğunlaştığı ve yüzeydeki mantıksal konulardan uzaklaşıp, hayal ve yaşanmışlığın bana en tesiri olan derinliğe ulaşmaya çalışıyorum.

FARKLI DİSİPLİNLER İÇİN MÜZİK

Kendi projelerin dışında tiyatro, dans ve sinema gibi farklı alanlar için de müzik
yapıyorsun.  Müzikle hareket, dans ve görsel aynı potada eriyip yeni bir oluşum olarak ortaya çıkarken esas yol gösterici elbette hikayedeki duygu olmalı. Duyguları dile getirme konusunda sana göre hangi disiplin daha etkili?


Farklı disiplinlerde duygunun dönüştürülmesindeki yöntemler ve araçlar kesinlikle farklılıklaşıyor. Ancak disiplinler arasındaki sınırların oldukça bulanıklaştığı, yeni eğilimlerin ortaya çıkışının beklenmedik ortaklaşmalardan geldiği bir sanat ortamı deneyimlediğim için, işin dinamikleri, bağlamsal derinliği ve işlenişi etkileri farklılaştırıyor.

Dans, tiyatro ve sinema alanında yeni bir çalışman var mı?

Çıplak Ayaklar Kumpanyası'ndan Aslı Öztürk'ün koreografisini yaptığı “Kız Doğdu”nun müziklerini yaptım. Şu anda da görsel sanatçı Gözde İlkin'in bir enstalasyonu için ses yapıyorum, bu sergi de 14 Mayıs itibariyle ARTER'de açılacak.

Geçen yıl Tokyo’da yapılan Red Bull Music Academy’e katıldın. Oraya gitmeden
önceki Başak ile döndükten sonraki Başak arasında müzikal anlamda bir karşılaştırma yapılabilir mi? Sana yeni bir boyut kattı mı oradaki çalışmalar?


Red Bull Music Academy'de müziğe yoğun tutku duyan sanatçılarla ortaklaşmak, müziğe farklı yaklaşımlara tanıklık etmek beni olumlu anlamda etkiledi. Hem müzik üretmeye hem de performansa dair birçok konuda yoğun bir etkileşim vardı. Bu paylaşımlar sayesinde İstanbul'a döndüğümde yeni şeyler denemeye dair yüksek bir heyecanla parçalara başladığımı söyleyebilirim.

Canlı performanslarında ya solo çalıyorsun ya da “Über” adı altında sahneyi gitarda
Övünç Dan ve görselde Gizem Aksu ile palaşıyorsun. Bu iki tarz arasında müziğin sunumu ve dinleyiciyle etkileşimi açısından sence nasıl farklar var?


Birlikte çalmak, birbirimiz arasındaki etkileşimi ve birçok farklı katmanda birbirini dinlemeyi beraberinde barındırıyor. Benim için birlikte performans yapmak, oluşacak dinamikleri, karşılaşacaklarımı bilmediğim bir zemin oluyor. Canlı performanslara başka insanların katılımı, yaptığım parçalarla başka bir yaklaşımla ilişki kurmama da alan açıyor.

Olanın, canlı olarak o an yaşanmasının ve bunun kolektif deneyimlenmesinin sanatın en etkileyici ve ilham verici yanlarından olduğunu düşünüyorum. Gerek sahnede bana eşlik eden her beden, gerekse o an müziği paylaştığım devinen bedenlerin farklı katmanlarda, olanı çoğaltmada ve dönüştürmede inanılmaz bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Canlı performanslardan sonra farklı katmanlarımın açıldığı kesin, çokça konuşamaz halde oluyorum.

Elektronik performanslarda görselin yeri her zaman çok önemli oldu. Ah! Kosmos ya da Über olarak çaldığında, görsellerin oynadığı rolü anlatmak istersek, sence destekleyici bir unsur mu yoksa bileşenlerden biri mi demeliyiz?

Görselin performanstaki konumu mekanın olanaklarına göre yön değiştirebiliyor.  Görselin yansıdığı alan ve aydınlatma gücüne bağlı olarak kimi zaman bedene vuran pattern'lere, gölgelere dönüşebilmesinden keyif alıyorum. Kimi zaman bir doku, kimi zaman da hisse dokunan hal alabiliyor. Gizem'in bu görseli yaparken sahnedeki varlığının benim için önemi büyük. Çağdaş dans alanında çalışan bir sanatçı olduğu için sahne performansı ile gündelik hayat performansı arasındaki sınırı sorgulayan bir yaklaşımı var ve o anki hissetiklerini çok transparan bir şekilde yansıtabiliyor. Bu da benim performanslarda kurmaya çalıştığım  hislerin transparan ve samimi paylaşımına kanal açıyor. Dolayısıyla, birlikte sahne aldığımızda onun bu transparanlığının bendeki etkisini de deneyimlemekten çok keyif alıyorum. 

Yurtiçinde ve yurtdışında birçok mekanda ve festivalde çalıyorsun. En çok hangi tür
mekanlarda çalmayı seviyorsun? Müziğin etkisi açısından mekanın avantaj ve dezavantajları konusuna bakışın nasıl?


Artı ve eksi noktalar mekandan mekana büyük değişim gösteriyor. Festival, barlar, sanat galerileri gibi birbirinden apayrı mekanlarda performans sergiledim. Bu mekan değişimlerinin performansa yansıttığı etkiyi deneyimlemekten çok keyif alıyorum. Performansın etkisini sesin ne kadar iyi iletildiği, dinleyiciyle olan etkileşim, mekanın bu süreçte size yaklaşımı gibi birçok parametre belirliyor. Ve bu dinamiklerin değişimi benim için de büyük sürprizler doğurabiliyor. Açıkhava deneyimlerinden büyük keyif alıyorum. Çalarken gökyüzünü görebilmek ya da sesin dağılımının sınırsızlığı çok başka bir hal alıyor.



"KAMUSAL ÜRETİM ALANINDA KADININ SESİ, EMEĞİ GÖRÜNMEZ KILINIYOR"

Günümüzde kadın müzisyenlerin yaşadığı sıkıntıları birçok müzisyen dile getiriyor.
Hatta geçenlerde Björk’ün bu konuda dikkat çekici bir çıkışı oldu. “Kadın müzisyenseniz, erkekler bir söylüyorsa size inanmaları için siz beş kere söylemek zorundasınız,” diyerek kadınların yeteneğinin küçümsendiğini anlattı, müzik dünyasındaki cinsiyetçiliği dile getirdi. Bu konudaki görüşlerini merak ediyorum.


Müzik dünyasındaki cinsiyetçiliği tartışırken cinsiyetçiğilin hangi bağlamda kimler tarafından nasıl yapıldığına dair sürekli bir farkındalık geliştirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi halde eleştirilerde, totaliterliğin ve homojenizasyonun istemeden içine düşme riskiyle karşı karşıya kalabiliyoruz. Ne garip ki, ev içi üretim alanları kadına atfedilirken kamusal üretim sahalarında kadının sesi, izi, emeği görünmez kılınabiliyor. Ve bu noktada kadınları, “iyi” oldukları alanla “yetinmelerini” beklemek  ve onları bu alana sıkıştırmak cinsiyetçiliğin güncel stratejilerinden biri olarak karşımıza çıkabiliyor. Björk'ün muhteşem vokali nedeniyle o alana sığdırılmak istenmesi onun gibi müthiş bir zekayı tabii ki baskı altına alıyor.

Bu politik sorunun muhattabının sadece kadınlar olarak görülmesini de diğer bir ilginç ve tartışılmaya değer bir konu olarak görüyorum. Özellikle yurtdışında katıldığım söyleşilerde festivallerde kadın sanatçıların azlığı ve buna dair ne yapılabileceğine dair sorular yöneltiliyor. Fakat bu soruların sadece kadın öznelere sorulmasının ataerkil gücü oluşturan başka dinamiklerin sorgulanmasında ve sorunun paylaşılmasında atıllığa itiyor. Dolayısıyla bu sorunun sadece kadınların sorunuymuş gibi sunulmasına neden oluyor.

Bugün deseler ki, “Hayal ettiğin stüdyoyu anlat, ne dilersen yapacağız,” nasıl bir
stüdyo talep ederdin?


Stüdyonun denize bakan bir cephesi olsun isterdim. İki tane de çok istediğim vintage synthesizer var, kabloların şu anki halinden daha sakin olmalarını dilerdim. Bir de kahve kokusu!

The Away Days’in “Your Colour” adlı şarkısına çok güzel bir remiks yaptın. Remiks söz konusu olduğunda, şarkının karakterine sadık kalarak sadece bir nüans katmak ya da tamamen dönüştürmek gibi temel bir yaklaşımın var mı? En çok neye dikkat ediyorsun remiks yaparken?

Çok teşekkür ederim. Remiks, benim için şarkının verdiği ilk histen alıp başka bir hisse dönüştürmekle ilintili. “Your Colour” remiksinde de parçanın bendeki hissini aktarmaya çalıştım. Remiks yaparken parçanın kendisini hatırlatan ana öğeye sadık kalmak gibi bir koşul belirlemediğim bir yaklaşımda oluyorum. Parçaya kendi hissimi katmadığım bir remiks yapmayı tercih etmem. Remiks yapmaya karar verirken parçanın bana değmesi önemli.

“Onlar olmasaydı Ah! Kosmos’un müziği farklı olurdu,” dediğin, hayatında belirleyici
olan müzisyen, grup ya da farklı disiplinden sanatçılar var mı?


Tabii ki. Şu ana kadar değdiğim her şeyin ince ya da belirgin sızdığı noktalar olduğunu hissediyorum. Üstesinden kalkamayacağım bir liste olacağı için zihin akışı olarak yazıyorum: Tezer Özlü, Magritte, Derrida, Pınar Selek, Aphex Twin, The Doors, Lale Müldür, Marina Abramovic, Amanda Palmer, Klaus Nomi, Nuri Bilge Ceylan...

İlk albümünün prodüktörlüğünü de kendin üstlendin. Konu prodüktörlük olduğunda, her solo prodüktörün kontrol takıntılı bir mükemmeliyetçi olduğunu söyleyen Max Cooper’a mı yoksa “hatanızı sanki gizli bir hedefmiş gibi değerlendirip kullanın” diyen Brian Eno’ya mı yakınsın?

Kontrol takıntısı solo çalışmaya içkin.  Sesin her bir katmanıyla uzun süreçler geçiriyorum. Bunun yanı sıra bu uzun süreçleri mükemmeliyetçilik yaklaşımıyla yaptığımı düşünmüyorum. Sesin hayalimdekine yaklaşması için çalışıyorum, fakat bu sürecin niyetini mükemmeliyetçilik diye tanımlayamam, bazı açılardan mükemmel olmayan noktalarla da çözülmüş ve rahat bir ilişki içindeyim. Parçalar yayınlandıktan sonra onlarla aramda kurulan ilişkiye baktığımda belki hata diye tanımlayabileceğim kısımlarla da kucaklaşabiliyorum.
_____________________

(Bu röportaj, ilk olarak redbull.com.tr'de yayınlanmıştır.)

7 Mayıs 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC GÜNCEL DENEYSEL / ALTERNATİF KAYITLAR II - 6 MAYIS 2015


7.5.2015

6 Mayıs 2015 tarihinde Açık Radyo'da canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Jac Berrocal, David Fenech, Vincent Epplay - Where Flamingos Fly
2- Peter Broderick - Get On With Your Life
3- Tullia Benedicta - Beats or Silence
4- Robot Koch - Nightdrive (feat. Schwarzmodul)
5- Robot Koch - Let Me (feat. Curtain Blue & Born in Flamez)
6- Leandro Fresco - Nada es para Siempre
7- Alva Noto - Xerox Isola
8- Dasha Rush - Abandoned Beauties and Beasts
9- Ben Frost - Rare Decay
(İmaj tasarımı: Rahşan Koçoğlu) 



3 Mayıs 2015 Pazar

İstanbul Festival Havasında


2.5.2015
Cumhuriyet  

Türkiye, ülke çapında seçime hazırlık mitingleri nedeniyle tarihinin en hareketli mayıs aylarından birini geçirmeye hazırlanıyor. Aynı dönemde yapılacak kültür ve sanat etkinliklerinin ise, özellikle İstanbul’u tam bir festival kentine dönüştüreceği anlaşılıyor. Şu ana kadar İstanbul’da mayısta yapılacağı duyurulan 10 ayrı festival var.

2 Mayıs’ta Life Park’taki MFÖ, Şebnem Ferah ve Esin İris’in katılacağı “Parkta Bahar Festivali”, yılın kentteki ilk açık hava etkinliği. 10 Mayıs’ta Küçükçiftlik Park’ta The Dø, Kadebostany, Princess Chelsea, Kalben ve Nilipek, ParkFest sahnesini paylaşacak.

23 Mayıs’ta Pozitif grubunun Kilyos’ta inşa ettirdiği yeni festival alanının açılışı Soundgarden ile yapılacak. Anna Calvi, Wild Beasts, Goat ve Orlando Julius’un da aralarında olduğu isimlerin yer aldığı festival, 23-24 Mayıs’ta Life Park’ta yapılacak Chill-Out Festival’ın ilk günü ile çakışıyor.

19 yıl aradan sonra geçen yıl yeniden bir araya gelen shoegaze grubu Slowdive’ın Chill-Out konserinin Soundgarden ile aynı gün olması bir talihsizlik.

Thievery Corporation, Tosca, Yacht ve Balthazar’ın da çalacağı Chill-Out, 10. yılında güçlü bir program açıkladı. 


30 Mayıs’ta Life Park’taki Ekşi Fest, Selda Bağcan ile İsrailli surf rock grubu Boom Pam’ı aynı sahnede buluşturacak. Bağcan’ın klasikleşmiş parçalarının orkestrayla çalındığı proje, Türkiye’de ilk kez Ekşi Fest sahnesinde olacak.

Selda Bağcan hayranlığını daha önce dile getiren Yüzüklerin Efendisi’nin Frodo’su Elijah Wood ve grubu Wooden Wisdom’ın da festivale katılması, onun da konserde Bağcan’a eşlik etmesi beklentisini doğurdu.



31 Mayıs’ta Küçükçiftlik Park’ta ilk kez düzenlenecek Harvest Festival ise, Alt J ve Mew gruplarıyla alternatif rock dinleyicileri arasında hissedilir bir heyecan yarattı.

Bütün bu festivallere baktığımızda, İstanbulluların kent içinde Küçükçiftlik Park ile Life Park arasında sıkışıp kaldığı görülüyor. Pozitif yetkilileri bu soruna çözüm olarak Kilyos’ta kalıcı bir festival mekanı yaptırdıklarını belirtiyor.

Müzik açısından da belirgin bir genel tercih söz konusu. Çok büyük isimlerden uzak durularak, popüler birkaç grupla orta ve küçük ölçekli festivaller planlanıyor. Aslında yurtdışındaki orta ölçekli bir festivalde bile, buradaki etkinliklerin tümünden daha fazla grup sahneye çıkıyor. Bizdeki bazı festivallerin müzikten daha fazlasını sunduklarını söyleyip moda, tasarım ve alışverişi gündeme getirmesi, bu açıdan dikkat çekici.

1 Mayıs 2015 Cuma

VEGAN LOGIC - GÜNCEL DENEYSEL / ALTERNATİF KAYITLAR - 29.4.2015


1.5.2015

Vegan Logic, yaklaşık 2.5 aylık bir aradan sonra artık yoluna Açık Radyo'da devam ediyor. Bundan böyle her çarşamba 20:00'da 94.9 FM Açık Radyo'da canlı yayınlanacak. "Nerede kalmıştık?" diyerek ilk yayını bu hafta yaptım. Programı daha önceden bildikleri çizgide bir değişiklik olmayacak. Temel olarak deneysel ve karanlık sounda eğilimliyim ama Vegan Logic tek bir türe odaklanan bir program değil. Farklı türlere ait, günümüzden ya da geçmişten iyi müzikleri, çeşitli konseptler/konu başlıkları altında paylaşmayı sürdüreceğim. 29 Nisan Çarşamba günkü programın kaydı ekte...

Programı radyodan dinleyebileceğiniz gibi yayın sırasında www.acikradyo.com.tr adresinden de dinleyebilirsiniz. (İmaj tasarımı: Rahşan Koçoğlu)

1- Bill Wells & Aidan Moffat - On The Motorway
2- Alessandro Alessandroni - Amperometri
3- Danielle De Picciotto - Tacoma
4- Ah! Kosmos - Never Again
5- Robert Del Naja & Euan Dickinson - Passive Fist
6- P60 - I Got You In, Now Get Me Out
7- Carter Tutti - Retrodect
8- You The Living - Grief
9- Silent EM - Un Temor Servil
10- Algiers - Blood
11- Kammerflimmer Kollektief - Désarroi, Pt. 1: Mayhem!
12- William Basinski - The Deluge



Translate