12 Mayıs 2015 Salı

RÖPORTAJ: AH! KOSMOS // BABA FİGÜRÜNÜN / GÜCÜN REDDİYLE YAŞANAN ÖZGÜRLEŞME...


By on 18:12:00

13. 5.2015

Son birkaç yıldır Türkiye’deki müzik çevrelerinde adını sık duyduğumuz isimlerden biri Ah! Kosmos. İlk olarak 2013’te “Flesh” adlı kısaçalarını dinlediğimde, not defterimde sürekli güncellediğim “çıkış yapacak müzisyenler” listeme girmişti. Aradan çok kısa bir zaman geçmesine karşın, hızlı ve sağlam adımlar attı müzik dünyasında. Üstelik başarısı sadece Türkiye sınırları içinde kalmadı; yurtdışında pek çok konser verdi, ünlü festivallerde yer aldı. Sonunda birkaç ay önce, ilk solo albümünün Berlin merkezli Denovali Records etiketiyle yayınlanacağı haberi geldiğinde şaşırmadım. Günümüzün en yaratıcı isimlerini bulup müziklerini yayınlama konusunda haklı bir üne sahip olan Denovali, elbette Ah! Kosmos’u da gözden kaçırmamış. 24 Nisan’da dinleyiciyle buluşan “Bastards”ın bana düşündürdüklerini Başak Günak’la paylaşıp, merak ettiklerimi sordum.

Artık tam zamanlı bir müzisyen olarak hayatını sürdürdüğünü biliyorum ve çalışmalarını ilgiyle izliyorum ama seni biraz daha yakından tanıyabilir miyiz? Başak Günak, müziği hayatının temeline oturttuğu zamana kadar nasıl geldi?

Boğaziçi'nde Kimya Mühendisliği’ni bitirdim, o dönemde çok yoğun şekilde bas gitar çalıyordum. Mezun olduktan sonra İTÜ MIAM'da Ses Mühendisliği ve Tasarımı Master'ına başvurmaya karar verdim. Master süresince ve sonrasında farklı stüdyolarda ses mühendisliği ve tasarımı yaparak çalıştım. 2012 yılının sonlarına doğru da kesin bir kararla tamamen müziğe odaklanmaya başladım.

Öncelikle ilk albümünü yayınlaman nedeniyle kutluyorum. Sonra da, bu albümü bence günümüzün en ufuk açıcı plak şirketlerinden biri olan Denovali etiketiyle yayınladığın için ayrıca kutluyorum. Çok güzel bir birliktelik oldu diye düşünüyorum. Nasıl gelişti bu işbirliği?

Çok teşekkür ederim. Denovali'nin bünyesindeki sanatçıları ve yayımladıkları albümleri yakından takip ediyorum. Onlarla kişisel olarak tanışmam ise, birlikte çalıştıkları bir sanatçıyla ortaklaşa çalışmam vesilesiyle oldu; bu süreçte o parçayı ve daha evvel yaptığım işleri sevdiklerini ilettiler.  Sonrasında da “Flesh”in plak ve CD formatında tekrar yayınlanmasında ve yeni albümüm “Bastards”ta birlikte çalışma kararı aldık.

Albümün iç kapağında sanat kuramcısı ve küratör Selen Ansen’in yazdığı bir metin var. O metin albüme özel olarak mı yazıldı, yoksa seni esinlendiren bağımsız bir metin miydi? Bu soruya vereceğin yanıtı bilmeden bir tahminde bulunmam gerekse, sonradan albüme özel yazılmış derim. Bilmem yanılıyor muyum?

Evet, Selen albüme özel bir metin yazdı. Albümün ismini “Bastards” koymamdaki ilham kaynağı Selen'in anlattıkları olduğu için, onun gönlünden çıkmış bir metnin yer almasını çok istedim.



"NEOLİBERAL SİSTEMDEKİ DELİLİKLER BİZİ İÇİNE ÇEKMEYE ÇALIŞIYOR"

Selen Ansen’in yazısında kullandığı baba, piç, kardeşlik ve özgürlük metaforlarını çok sevdim. Çünkü albümü dinlerken birbirinden farklı sesler ve şarkılar arasındaki ilişki en çok dikkatimi çeken unsurlardan biriydi. Hayatın içindeki hüzünlü, heyecanlı ya da dramatik çeşitli anların içine süzüldüğü bir evren var şarkıda; o anlamda tek boyutlu bir karakteri yok albümün... Bu çerçevede senin yorumunu duymak isterim.

Evet, albümün kendi küçük evrenini kurmasını arzu ettim. Parçalara baktığımızda baştan sona ya da küçük fragmanlar içindeki farklı katmanların aynı zamanda birbiriyle diyalog içinde de olmasını istedim. “Piçlik” kavramı sanata tam zamanlı vakit ayırmaya başladıktan sonra yaşadığım sıkışık anlara dair konuşuyor. Çoğunlukla huzurlu olsam da neoliberal sistem içerisinde bazı delikler var ki bizi birçok yerden içine çekmeye çalışıyor. Arzu ettiklerimize yöneldiğimizde erk tarafından baskılanmak ve bir baba figürünün/gücün reddiyle yaşanan özgürleşmeyi bu sıkışık anlarda hatırlamak benim için önemliydi. Piçliği sahip olduğu tüm çağrışımlarıyla sahiplenmek açılımlara sebep oldu.

Hem yalnız anlarımda dinlemek isteyeceğim hem de dans pistlerinde duymaktan zevk alacağım ayrı soundlar aynı albümde toplanmış. Bu açıdan Ah! Kosmos’un müziğinde hoş bir karşıtlık, belki de daha doğru deyişle, farklı ruh hallerinden kaynaklanan izler bulduğumu belirtmeliyim. Dinleme ile dansa odaklanma, karmaşa ile basitlik ilişkilerine dair müziğinde izlediğin bir yol var mı?

Aslında müzik yaparken bilinçli bir halde ve kesin kararlar içerisinde olmuyorum; o anda bana iyi gelen his neyse o oluyor ve parça sonlanana kadar da dönüşümler geçiriyor. Üretirken böylesi bir akış serbestliğine önem veriyorum ve bundan çokça besleniyorum. Albümdeki parçalar, gönlümün içinden çıkanlar. O yüzden parçaları ruh hallerimin, bana tesiri olan şeylerin yankıları olarak ifade edebilirim.

Albümdeki şarkıların ortaya çıkışını merak ediyorum. Tamamen birbirinden bağımsız mı oluştu şarkılar, yoksa albümün tümünü kapsayan bir konsept var mıydı aklında?

Şarkılar, birbirinden farklı zaman dilimlerinde, farklı ruh hallerinde oluştu. Ama bu zaman dilimindeki farklılığın albümün tamamını kapsayabilecek bütünsel bir akışa engel oluşturduğunu düşünmüyorum.

KESKİN SINIRLARDAN UZAK, BOŞLUKLARA AÇIK BİR YAKLAŞIM

Bazı şarkılarda Selen Ansen’in Fransızca konuşma seslerini kullanmışsın. Fransızca
bilmediğim için ne dendiğini anlayamadım ama müziğe gizem katmış. Anlasaydım bile, müziğinin içine belirsizlik ya da dinleyicinin kendisinin dolduracağı bir boşluk enjekte etmeyi sevdiğin yönünde bir izlenim edindim diyebilirim; ki bu tür gizem duygusunun beni çok cezbettiğini belirtmeliyim. Bu izlenimim ne kadar doğru?


Evet, dinleyiciye parçalarla kendi ilişkisini kurması için alan bırakmayı seviyorum. Keskin sınırlar çizmekten kaçınıyorum. Boşlukların, belirsizliklerin, deliklerin, öngöremeyeceğim ve öngörmek istemeyeceğim hislerin geçişlerine olanak bırakmasını önemsiyorum.

“Home” adlı şarkıyı, Selen Ansen’in yazdığı metinde sözü edilen babasız bir yuvanın
kuruluşu ile ilişkilendirebilir miyim? Çünkü bir araya gelmenin yarattığı heyecanı yansıtan bir ton var müzikte...


Çok teşekkür ederim sendeki yankısını paylaştığın için. “Home”'u yaptığım süreç mahallemde nefret cinayetlerinin, ötekileştirilmenin bağrışlarının en duyulduğu zamanlardı. Benim için “Home”, yaşadığım yer itibariyle her sabaha kötü bir haberle uyanmanın ağırlığının sesteki yansıması. Bende yankılanan bu hislerin ağırlığından bir miktar olsun kendimi sağaltabilmek adına yaptığım bir parça.

Macar sanatçı Tamas Andok’un çektiği siyah beyaz kapak fotoğraflarında derin bir
kuyu var. Birbirinden bağımsız seslerin eğilip büğülerek sonunda bir araya geldiği yeni yuva dipsiz bir boşluk gibi. Orada kimliklerini korumayı başarıyorlar mı, yoksa hepsinin buluşmasından tek bir organizma mı doğuyor? Yani duvarlara çarptıktan sonra geriye onlardan ne kalıyor?


Bence delik, kuyu imgelerinin yalnızca kendi sınırlarıyla tanımlanabilir oluşu, parçaların kendi microcosmuna ve albümde aralarındaki akışa baktığımda oluşan hisle güzel bir birliktelik içinde. Parçalar, hem kendi sınırlarını oluşturuyor hem de bir sonraki parçaya geçişkenliği barındırıyor. Bu sınır kavramını oyun alanına çevirebilmek adına albümdeki parçalara keskin duvarlar örmemeye çalıştım.



"NEVER AGAIN: ULUS-DEVLETLERİN GEÇMİŞİNDEKİ KARANLIK TARİH"

Albümün sonundaki “Never Again” adlı şarkıda, başlangıç parçasındaki ağır, daha karanlık hava yeniden beliriyor. Beni olumlu anlamda en çok meşgul eden şarkı da bu oldu. Dans pistini usulca terk edip, dış dünyaya kapıyı yeniden kapadığım anlarla örtüştü. Çözümlenemeyen ne var orada? Neden asla?

“Bir daha asla” cümlesi iktidarın ve ulus-devletlerin geçmişindeki karanlık tarihe dair sarf ettiği ya da sarf etmesi temenni edilen bir cümle. Ulus-devletlerin tarihinde şiddete maruz bırakılan, yerlerinden edilen sayısız halka yaşattığı anlara dönüp yapması gereken bir özeleştiri. “Never Again”deki bu çözümlenemeyen akış ve sürekli devinim de belki bu histen ortaya çıkıyor olabilir. Üretim sürecinde beni de çok meşgul eden, karşılıklı yorulduğumuz bir parça oldu diyebilirim.

Bu şarkıda Sinan Tınar davuluyla müzikte çok belirgin bir fark yaratmış; rota
krautrock’a dönmüş. Elektronik ekipmanın dışında bu tür enstrüman kullanımına nasıl yaklaşıyorsun? Konserlerinde kimi zaman saksofon, gitar gibi enstrümanlara yer verdiğini de biliyorum.


İlk başta o parçada canlı davul yoktu, parçadaki ritim patternini sample edilmiş akustik davul sesleriyle bilgisayar ortamında gerçekleştirmeye çalışıyordum. Sonrasında bu patterni Sinan'la kaydetmek, onun tuşesi ve yorumuyla yer alması hissi çok arttırdı. Sahnede ise, soundu istediğim gibi manipüle edebileceğim koşullar bulunduğu sürece ve kurguladığım performansa uygun olarak enstrümanların canlı olmasını tercih ediyorum.

“Anneannemin Koah’sı” adlı şarkında, anneannenin akciğer hastalığından esinlendiğini biliyorum. Nefes alamamazlık hissini yansıtmıştın o şarkıda. Müziğinde yaşanmış olaylar ile hayal dünyası arasındaki denge nasıl? Elbette hayaller de bir anlamda “yaşanmış” sayılabilir ama o felsefi tartışmaya çok derinliğine inmeden soruyorum.

Müzik yapmaya oturduğumda o an hissettiklerimin yoğun bir şekilde bir aradalığı var. Sesle geçirdiğim süreçte bu hislerin gitgide yoğunlaştığı ve yüzeydeki mantıksal konulardan uzaklaşıp, hayal ve yaşanmışlığın bana en tesiri olan derinliğe ulaşmaya çalışıyorum.

FARKLI DİSİPLİNLER İÇİN MÜZİK

Kendi projelerin dışında tiyatro, dans ve sinema gibi farklı alanlar için de müzik
yapıyorsun.  Müzikle hareket, dans ve görsel aynı potada eriyip yeni bir oluşum olarak ortaya çıkarken esas yol gösterici elbette hikayedeki duygu olmalı. Duyguları dile getirme konusunda sana göre hangi disiplin daha etkili?


Farklı disiplinlerde duygunun dönüştürülmesindeki yöntemler ve araçlar kesinlikle farklılıklaşıyor. Ancak disiplinler arasındaki sınırların oldukça bulanıklaştığı, yeni eğilimlerin ortaya çıkışının beklenmedik ortaklaşmalardan geldiği bir sanat ortamı deneyimlediğim için, işin dinamikleri, bağlamsal derinliği ve işlenişi etkileri farklılaştırıyor.

Dans, tiyatro ve sinema alanında yeni bir çalışman var mı?

Çıplak Ayaklar Kumpanyası'ndan Aslı Öztürk'ün koreografisini yaptığı “Kız Doğdu”nun müziklerini yaptım. Şu anda da görsel sanatçı Gözde İlkin'in bir enstalasyonu için ses yapıyorum, bu sergi de 14 Mayıs itibariyle ARTER'de açılacak.

Geçen yıl Tokyo’da yapılan Red Bull Music Academy’e katıldın. Oraya gitmeden
önceki Başak ile döndükten sonraki Başak arasında müzikal anlamda bir karşılaştırma yapılabilir mi? Sana yeni bir boyut kattı mı oradaki çalışmalar?


Red Bull Music Academy'de müziğe yoğun tutku duyan sanatçılarla ortaklaşmak, müziğe farklı yaklaşımlara tanıklık etmek beni olumlu anlamda etkiledi. Hem müzik üretmeye hem de performansa dair birçok konuda yoğun bir etkileşim vardı. Bu paylaşımlar sayesinde İstanbul'a döndüğümde yeni şeyler denemeye dair yüksek bir heyecanla parçalara başladığımı söyleyebilirim.

Canlı performanslarında ya solo çalıyorsun ya da “Über” adı altında sahneyi gitarda
Övünç Dan ve görselde Gizem Aksu ile palaşıyorsun. Bu iki tarz arasında müziğin sunumu ve dinleyiciyle etkileşimi açısından sence nasıl farklar var?


Birlikte çalmak, birbirimiz arasındaki etkileşimi ve birçok farklı katmanda birbirini dinlemeyi beraberinde barındırıyor. Benim için birlikte performans yapmak, oluşacak dinamikleri, karşılaşacaklarımı bilmediğim bir zemin oluyor. Canlı performanslara başka insanların katılımı, yaptığım parçalarla başka bir yaklaşımla ilişki kurmama da alan açıyor.

Olanın, canlı olarak o an yaşanmasının ve bunun kolektif deneyimlenmesinin sanatın en etkileyici ve ilham verici yanlarından olduğunu düşünüyorum. Gerek sahnede bana eşlik eden her beden, gerekse o an müziği paylaştığım devinen bedenlerin farklı katmanlarda, olanı çoğaltmada ve dönüştürmede inanılmaz bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Canlı performanslardan sonra farklı katmanlarımın açıldığı kesin, çokça konuşamaz halde oluyorum.

Elektronik performanslarda görselin yeri her zaman çok önemli oldu. Ah! Kosmos ya da Über olarak çaldığında, görsellerin oynadığı rolü anlatmak istersek, sence destekleyici bir unsur mu yoksa bileşenlerden biri mi demeliyiz?

Görselin performanstaki konumu mekanın olanaklarına göre yön değiştirebiliyor.  Görselin yansıdığı alan ve aydınlatma gücüne bağlı olarak kimi zaman bedene vuran pattern'lere, gölgelere dönüşebilmesinden keyif alıyorum. Kimi zaman bir doku, kimi zaman da hisse dokunan hal alabiliyor. Gizem'in bu görseli yaparken sahnedeki varlığının benim için önemi büyük. Çağdaş dans alanında çalışan bir sanatçı olduğu için sahne performansı ile gündelik hayat performansı arasındaki sınırı sorgulayan bir yaklaşımı var ve o anki hissetiklerini çok transparan bir şekilde yansıtabiliyor. Bu da benim performanslarda kurmaya çalıştığım  hislerin transparan ve samimi paylaşımına kanal açıyor. Dolayısıyla, birlikte sahne aldığımızda onun bu transparanlığının bendeki etkisini de deneyimlemekten çok keyif alıyorum. 

Yurtiçinde ve yurtdışında birçok mekanda ve festivalde çalıyorsun. En çok hangi tür
mekanlarda çalmayı seviyorsun? Müziğin etkisi açısından mekanın avantaj ve dezavantajları konusuna bakışın nasıl?


Artı ve eksi noktalar mekandan mekana büyük değişim gösteriyor. Festival, barlar, sanat galerileri gibi birbirinden apayrı mekanlarda performans sergiledim. Bu mekan değişimlerinin performansa yansıttığı etkiyi deneyimlemekten çok keyif alıyorum. Performansın etkisini sesin ne kadar iyi iletildiği, dinleyiciyle olan etkileşim, mekanın bu süreçte size yaklaşımı gibi birçok parametre belirliyor. Ve bu dinamiklerin değişimi benim için de büyük sürprizler doğurabiliyor. Açıkhava deneyimlerinden büyük keyif alıyorum. Çalarken gökyüzünü görebilmek ya da sesin dağılımının sınırsızlığı çok başka bir hal alıyor.



"KAMUSAL ÜRETİM ALANINDA KADININ SESİ, EMEĞİ GÖRÜNMEZ KILINIYOR"

Günümüzde kadın müzisyenlerin yaşadığı sıkıntıları birçok müzisyen dile getiriyor.
Hatta geçenlerde Björk’ün bu konuda dikkat çekici bir çıkışı oldu. “Kadın müzisyenseniz, erkekler bir söylüyorsa size inanmaları için siz beş kere söylemek zorundasınız,” diyerek kadınların yeteneğinin küçümsendiğini anlattı, müzik dünyasındaki cinsiyetçiliği dile getirdi. Bu konudaki görüşlerini merak ediyorum.


Müzik dünyasındaki cinsiyetçiliği tartışırken cinsiyetçiğilin hangi bağlamda kimler tarafından nasıl yapıldığına dair sürekli bir farkındalık geliştirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi halde eleştirilerde, totaliterliğin ve homojenizasyonun istemeden içine düşme riskiyle karşı karşıya kalabiliyoruz. Ne garip ki, ev içi üretim alanları kadına atfedilirken kamusal üretim sahalarında kadının sesi, izi, emeği görünmez kılınabiliyor. Ve bu noktada kadınları, “iyi” oldukları alanla “yetinmelerini” beklemek  ve onları bu alana sıkıştırmak cinsiyetçiliğin güncel stratejilerinden biri olarak karşımıza çıkabiliyor. Björk'ün muhteşem vokali nedeniyle o alana sığdırılmak istenmesi onun gibi müthiş bir zekayı tabii ki baskı altına alıyor.

Bu politik sorunun muhattabının sadece kadınlar olarak görülmesini de diğer bir ilginç ve tartışılmaya değer bir konu olarak görüyorum. Özellikle yurtdışında katıldığım söyleşilerde festivallerde kadın sanatçıların azlığı ve buna dair ne yapılabileceğine dair sorular yöneltiliyor. Fakat bu soruların sadece kadın öznelere sorulmasının ataerkil gücü oluşturan başka dinamiklerin sorgulanmasında ve sorunun paylaşılmasında atıllığa itiyor. Dolayısıyla bu sorunun sadece kadınların sorunuymuş gibi sunulmasına neden oluyor.

Bugün deseler ki, “Hayal ettiğin stüdyoyu anlat, ne dilersen yapacağız,” nasıl bir
stüdyo talep ederdin?


Stüdyonun denize bakan bir cephesi olsun isterdim. İki tane de çok istediğim vintage synthesizer var, kabloların şu anki halinden daha sakin olmalarını dilerdim. Bir de kahve kokusu!

The Away Days’in “Your Colour” adlı şarkısına çok güzel bir remiks yaptın. Remiks söz konusu olduğunda, şarkının karakterine sadık kalarak sadece bir nüans katmak ya da tamamen dönüştürmek gibi temel bir yaklaşımın var mı? En çok neye dikkat ediyorsun remiks yaparken?

Çok teşekkür ederim. Remiks, benim için şarkının verdiği ilk histen alıp başka bir hisse dönüştürmekle ilintili. “Your Colour” remiksinde de parçanın bendeki hissini aktarmaya çalıştım. Remiks yaparken parçanın kendisini hatırlatan ana öğeye sadık kalmak gibi bir koşul belirlemediğim bir yaklaşımda oluyorum. Parçaya kendi hissimi katmadığım bir remiks yapmayı tercih etmem. Remiks yapmaya karar verirken parçanın bana değmesi önemli.

“Onlar olmasaydı Ah! Kosmos’un müziği farklı olurdu,” dediğin, hayatında belirleyici
olan müzisyen, grup ya da farklı disiplinden sanatçılar var mı?


Tabii ki. Şu ana kadar değdiğim her şeyin ince ya da belirgin sızdığı noktalar olduğunu hissediyorum. Üstesinden kalkamayacağım bir liste olacağı için zihin akışı olarak yazıyorum: Tezer Özlü, Magritte, Derrida, Pınar Selek, Aphex Twin, The Doors, Lale Müldür, Marina Abramovic, Amanda Palmer, Klaus Nomi, Nuri Bilge Ceylan...

İlk albümünün prodüktörlüğünü de kendin üstlendin. Konu prodüktörlük olduğunda, her solo prodüktörün kontrol takıntılı bir mükemmeliyetçi olduğunu söyleyen Max Cooper’a mı yoksa “hatanızı sanki gizli bir hedefmiş gibi değerlendirip kullanın” diyen Brian Eno’ya mı yakınsın?

Kontrol takıntısı solo çalışmaya içkin.  Sesin her bir katmanıyla uzun süreçler geçiriyorum. Bunun yanı sıra bu uzun süreçleri mükemmeliyetçilik yaklaşımıyla yaptığımı düşünmüyorum. Sesin hayalimdekine yaklaşması için çalışıyorum, fakat bu sürecin niyetini mükemmeliyetçilik diye tanımlayamam, bazı açılardan mükemmel olmayan noktalarla da çözülmüş ve rahat bir ilişki içindeyim. Parçalar yayınlandıktan sonra onlarla aramda kurulan ilişkiye baktığımda belki hata diye tanımlayabileceğim kısımlarla da kucaklaşabiliyorum.
_____________________

(Bu röportaj, ilk olarak redbull.com.tr'de yayınlanmıştır.)

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate