23 Haziran 2015 Salı

Doğu Yakası'nın Ufak Barlarından Dünya Sahnesine Jools Holland


By on 23:04:00

23.6.2015
 
Piyanist, besteci, orkestra lideri, TV sunucusu, İngiltere’de “milli hazine” diye adlandırılan ünlü müzik adamı Jools Holland, kurucusu olduğu 20 kişilik orkestra ile 7 Temmuz’da ilk kez İstanbul Caz Festivali’ne konuk oluyor. 80’lerin unutulmaz seslerinden Marc Almond’ın da eşlik edeceği konserde, caz, R & B, soul, gospel, boogie-woogie ve funk klasiklerinin yanı sıra, usta piyanistin bestelerini de dinleme olanağı bulacağız. BBC 2’daki “Later... with Jools Holland” adlı müzik şovuyla dünyaca tanınan Holland ile konser öncesinde telefonda söyleşip, müzik tutkusuna dair merak ettiklerimi sordum.

New Orleans müziğine olan tutkunuzu Jools Holland & His Rhythm & Blues Orchestra ile yaşatıyorsunuz. Bu tür müziğe dair sizi en çok ne etkiliyor?

Eski müzikleri de seviyorum, yenileri de. Çocukken annemle babamın döneminde onların New Orleans’taymış gibi davrandığını izlerdim; birlikte Fats Domino, Louis Armstrong, Bessie Smith dinlerdik. Benim müzik yapma tarzım da önemli ölçüde bunlardan etkilendi. Çünkü bu tür müziğin çok büyük bir keşif olduğunu düşünüyorum.

"FATS DOMINO BİZE TURTA YAPMIŞTI!"

Yıllar önce “Walking to New Orleans” adlı belgesel serinizi izlemiştim. Kentin sokaklarında üstü açık arabanızla dolaşırken çok keyif alıyor görünüyordunuz ama ben en çok idolünüz Fats Domino ile tanışınca ne hissettiğinizi merak ediyorum.

Bu müziğin tarihine bakarsanız, Fats Domino gerçek bir mucit. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında Amerika’daki Afrika asıllılar arasında gelişen bir müzik. Boogie-woogie türü, 1950’lerde rock ‘n’ roll’a dönüştü. Fats Domino, bu gelişimin anahtar ismi. Belgeselimde yer alması beni çok duygulandırdı. Ben ona müziğimi çalmadan önce ne demek istediğimi tam olarak anlamadı ama sonra, “Sen beni anlıyorsun, benim müziğim işte bu,” dedi. Çekim boyunca çok kibar ve anlayışlıydı. Ayrıca belgeselde yer almayan bir şey daha var! Yemek yapmak hobilerinden biriydi. Bize harika bir turta yapmıştı!

İstanbul konserinizde Marc Almond da olacak. Onun adını duyunca akla hemen 50 yıllık şarkı “Tainted Love”a Soft Cell’in yaptığı mükemmel cover geliyor. Konserde o şarkının orkestra versiyonunu çaldığınızı duydum. Sizce bu versiyonun farkı ne?

Marc Almond, muhteşem bir şarkıcı. “Tainted Love” gibi bir klasiği orkestra ile çalmak heyecanlandırıyor. Çünkü büyük orkestra çok güçlü bir arabaya sahip olmak gibi. “Tainted Love”ı da orkestra ile çaldığınızda etkisi yoğunlaşıyor, daha güçlü bir hale geliyor. Ayrıca sahnede bize Ruby Turner da eşlik ediyor. Avrupa’nın en iyi blues and soul şarkıcılarından birisi, aynı zamanda boogie-woogie kraliçesi deniyor kendisine. Eski usül boogie-woogie ve Sister Rosetta Tharpe gibi eski usül gospel müzik tarzını hatırlatıyor. Çok eski dönemlerden gelen bir yankıyı andırıyor sesi. Son derece özgün bir tarz. Onun da bizimle olması harika.



Müzik ve televizyon dünyasının en çalışkan isimlerindensiniz. Müzik sektöründe sayısız işbirliği gerçekleştirdiniz ve bütün bu üretken yıllardan sonra size “Modern müziğin büyükbabası” ve “Britanya’nın bağlantıları en güçlü adamı” diyorlar. İşçi sınıfından gelen o genç neredeyse hemen herkesin en iyi dostuna dönüştü. Nasıl oldu bu?

Uzun bir hikaye bu! Otobiyografimi okumam gerekebilir. Ama bu şekilde ifade etmeniz çok nazik. Şunu söyleyebilirim ki daima sevdiğim müziği çaldım ve birlikte çaldığım müzisyenleri sevdim. Birlikte çalıştığınız insanlardan ve müzikten her zaman bir şeyler öğrenebilirsiniz. Sevdiğim müziği çaldığım için dünyanın en şanslı insanlarından biriyim. Sürekli yeni müzik dinliyorum ve duyduklarımdan yeni şeyler öğreniyorum. Müziğin tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük bir gücü var. Onun gücü bu. Bu sanata sahip olmak benim ilham kaynağım.

Sonuçta ilk gençlik yıllarında Londra’nın Doğu Yakası’ndaki publarda çalan genç, bugün kendi orkestrasına liderlik eden, milyonlarca albüm satan bir müzik adamına dönüştü. Şansın dışında, genç Jools’u müzik dünyasının duayeni haline getiren başka bir şeyler olmalı...

Piyanoyu çalmayı kendi kendime öğrendim. Bu yolla öğrenince işin içinde daima bir gizem oluyor. Her gün onu daha iyi anlamaya başlıyorsunuz ve her gün diğer günlerden farklı oluyor. Hala bunun büyük bir muamma olduğunu düşünüyorum. Ne kadar daha çok öğrenmeye çalışırsanız çalışın, bazen ileriye bazen geriye doğru gidiyorsunuz ama daima bir farklılık söz konusu. Sanırım beni en çok cezbeden ve devam etmemi sağlayan da bu: Her zaman yeniliklere açılan bir sihir. Belki işin başında ünlü olmak istediğinizi biliyorsunuzdur ama size bunu sağlamak için yapmayı sevdiğiniz, tutkuyla bağlanacağınız bir şey olması gerek. O da müziğin kendisi ve ona duyulan merak.

Bir röportajınızda The Beatles gibi ünlü olmak istediğinizi söylemiştiniz. Müzik kariyerinizi değerlendirdiğinizde yapmayı umduklarınızın çoğunu gerçekleştirebildiniz mi?

En büyük kahramanlarımdan birisi dostum BB King’in hayranlık uyandıran özelliklerinden birisi, onca yıl sahnede kalması ve aynı zamanda bunu yaparken kendini geliştirmeye devam edip her şeyi daha iyi bir hale getirmeyi ummasıydı. Ben de geçliğimden beri bunu yapmaya çalışıyorum. Bunun yanı sıra, benim için büyük bir grupla çalmak da oldukça önemliydi. 1940’larda ve 50’lerde bu büyük grupların ortaya çıkması da garip değildir bence. Çünkü bir şekilde yola devam etmeniz gerekiyor. Büyük sanatçıları kayıt için bir araya getirdiğinizde onlar müziği aynı şekilde okumuyor ama aynı yönde düşünüyor. Bu oldukça sıradışı bir durum. Ayrıca çaldığımız müzik de bir keyif ifadesi; boogie-woogie, ska gibi müzikler insanı neşelendirir. Benim için bu işin en önemli yanı da bu.

YUMUŞAK BİR DİKTATÖR...

Squeeze adlı grupta çalarken oldukça başarılı olduğu bir dönemde ayrıldınız. O sırada, “Sorumluluk almak istiyorum. Yumuşak bir diktatörlük istiyorum. Squeeze’de diktatör değildim,” demiştiniz. Şimdiki orkestranızda diktatör müsünüz?

Yumuşak bir diktatör... Evet, müzikte bir lidere ihtiyaç var. Bu grubun dinamiği açısından iyi bir şey. Gruptaki bütün üyelerin gerekli sesleri çıkarabilmesi lazım. Elbette bunu nasıl yapacaklarını söylemek gerekmez, bunu doğal olarak bilirler ama birisinin materyali toplayıp neyin ne zaman çalınacağını belirlemesi, buna önderlik etmesi lazım. Gerçekleştirdiğim çalışmalarda bunu yapan kişi, ılımlı, yumuşak bir tavır içindeyse rahatsız olmam.

BBC 2’da 1992’den bu yana süren “Later... with Jools Holland”, televizyon tarihinin en başarılı müzik programlarından birisi. En önemli sırrı ne?

En büyük sırrı, her şovda kendi içinde birbirinden farklı müziklere yer vermemiz. Ünlü gruplara, efsane müzisyenlere yer verdiğimiz gibi, yeni çıkış yapanlara da yer veriyoruz. Kendi döneminde çok iyi tanınan popüler müzisyenler gibi, herkes tarafından çok iyi bilinmeyen mesela dünya müziğinden, folk ya da caz türlerinde ilginç yetenekleri de programda ağırlıyoruz. O sırada turne ya da konser nedeniyle yakınlarda olanları da gözetiyoruz tabii. BBC tarafından izin verilen yayın koşulları içinde bütün bunların bir karışımı var programda. Sadece müziği ön plana alarak, başka şeyleri işe karıştırmadan yapıyoruz bunu. Bizim programmımız bir yarışma değil, insanların gözyaşlarına boğulduğu şovlara benzemiyor. Sadece müzikle ilgili.

Ezra Pound’un dediği gibi sanatçılar toplumun anteni. Bu açıdan bakıldığında seçimlerinizin oldukça isabetli olduğunu söyleyebilirim. Programa çıkacak isimleri neye göre saptıyorsunuz?
Seçimlerin önemli bölümünü prodüktörlere bırakıyorum. Çünkü orada temel olan, çekimler sırasında kentte yakında olan veya yakında gelecek isimleri bulmak. BBC, ekstra masrafları karşılamıyor. Bununla birlikte daima farklı türlerden bir karışım olması gerekiyor. Sonuçta bunlara dikkat edilerek planlar yapılıyor. Bir kamu kuruluşu olan BBC’nin bu yayını İngiltere’de 23 yıldır hayatımızda yer alıyor. BBC, kendisine “eğit, eğlendir ve bilgilendir” şeklinde özetlenen misyon biçmiş bir kurum ve müzik de bunun bir parçası.

30 yıldır müzik dünyasının en büyük isimleriyle söyleşiler yaptınız ve birlikte çaldınız. Bugüne kadar yaşadığınız en unutulmaz anınızı sorsam aklınıza ilk olarak hangisi gelir?

Piyano enstrümanını çalabildiğim, olağanüstü insanlarla çalışabildiğim için çok şanslıyım. Geriye dönüp baktığımda yaşadıklarıma inanamıyorum. Geçen gün düşünüyordum; bir tek B.B. King orkestramla çalmaya geldiğinde herkes kendiliğinden bir anda ayağa kalkıp onu alkışlamıştı. Çok dokunaklı bir andı.

 

DAHA İYİ ANLAŞILMAK İÇİN MÜZİK YAPMAK

Bunca yıldır yaptığınız müziklere karakterini veren ortak bir tutku var mı? Sizi müzik yapmaya yönelten en temel nedeni merak ediyorum aslında...

Daha iyi anlaşılmaya çalışmak. Müzik yaparken bunun ve anlamadıklarınızın peşinde koşmak işe gizem katıyor ve bu bağımlılık yaratıcı bir durum. 7-8 yaşlarımda amcamı ilk kez piyanoda boogie-woogie müziği çalarken duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Öyle bir duyguydu ki atlayıp havaya sıçramak istemiştim. Evrenin kaosu bir anda bitmiş, “Yapmak istediğim bu!” demiştim. Hâlâ böyle hissediyorum, hâlâ aynı şeyin peşindeyim. Bunu koruyabilmek harika bir duygu.

Müzikle ilgili başka bir alana saparsak, son yıllarda aralarında Noel Gallagher’ın da olduğu bazı müzisyenler, eskiden sanatçıların müzik endüstrisini yönlendirdiğini ama artık sanatçıların endüstri ne yapmalarını isterse onu yaptığını söyleyerek eleştirdi. Artık müzikte işçi sınıfının sesinin duyurulmadığını söylüyorlar ki haklılar. Siz hemfikir misiniz bu konuda?

Bence doğru bir nokta. Çalışmayı en çok sevdiğim sanatçıların sahip olduğu özelliklerden birisi, herkes tarafından sevilmeye çalışmamaları. Müziklerinin sevilmesini isterim tabii ama “yaptığım şey bu, ben buyum, hoşlanmıyorsanız umurumda değil” diyenler hep büyük sanatçılardı. Bir yanda da herkesi memnun etmeye çalışan, çoğunluğun müzik zevkine hitap etmeyi hedefleyen çok müzisyen var. Bu açıdan bakıldığında Gallagher haklı. Ama ben ondan biraz daha iyimserim. Çünkü gelecekte birilerinin çıkacağına, yeni bir şeyler söyleyeceğine inanıyorum. Her hafta bunu yapan birisi çıkmaz ama belki beş yılda bir olur. Ayrıca aynı zamanda çok iyi sanatçılar da var.

BBC 2’daki radyo şovunuz için seyahat ettiğiniz ülkelerde plakçıları dolaşıp yeni sesler bulmaya çalıştığınızı okumuştum. İstanbul’a geldiğinizde bunu yapmaya fırsatınız olacak mı?

Bir zamanlar oradayken çok büyük bir pazara gitmiştik. Birkaç plak almıştım, dükkan sahibine “Bunları benim için tut, geri gelip alacağım,” dedim ama pazar öyle büyüktü ki kayboldum. İnsan seyahat ettikçe müzik kültürü de artıyor. İstanbul’un tarihi ve kültürel önemi çok büyük. Oraya geldiğimde bunu yapmayı isterim. Gerçekten İstanbul’da konser vereceğim için çok heyecanlıyım. Benim için olağanüstü bir duygu. Bir kez bulundum orada. Büyüleyici bir kent.

(Bu röportaj, Cumhuriyet gazetesinde 23 Haziran'da yayınlanan röportajın geniş versiyonudur.)

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate