14.10.2014
Londra seyahatine The Necks konseri denk gelmesi, herhalde bir müzik yazarının başına gelebilecek en muhteşem rastlantılardan biridir. Ekim ayının ilk haftasında bu şans bana da vurdu. Nicedir canlı dinlemek için fırsat kolladığım grubu üstelik Londra'nın en güzel canlı konser mekanı Cafe Oto'da dinleme olanağı buldum! Aynı gece çok sevdiğim The Twilight Sad'in konserine biletim olmasına karşın, The Necks ağır bastı. Açıkçası TTS'i kaçırdığım için epey üzüldüm ama onları bir yerlerde yakalayacağımı biliyorum.
Konser akşamı Cafe Oto'nun önünde kapılar açılmadan bir saat önce soğukta beklemeye başladık ama sanırım içimdeki heyecan soğuğu kırmada yardımcıydı. Dalston'daki bu mekana giderseniz, erken gidip sıraya girmenizi öneririm. Çünkü içerde sahne önünde sınırlı sayıda sandalye var; onlar dolunca konser boyunca biraz daha arkada ayakta dinliyorsunuz konseri. Bir rock ya da pop konseri olsa ayakta kalmakta sorun görülmeyebilir ama The Necks'i oturarak dinlemenin müziğe yoğunlaşma açısından önemi var. Biz kapılar açıldığında içeri ilk girenlerdendik ve böylece en önde yer bulduk. Ancak yaklaşık bir saat kadar da içerde konser başlayana kadar bekledik.
Sonunda Chris Abrahams (piyano), Tony Buck (davul, perküsyon) ve Lloyd Swanton'dan (kontrbas) kurulu Avustralyalı deneysel caz grubu, bir metre önümüzdeki sahneye gelip enstrümanların başına geçti. Kısa bir sessizlik yaşandı; çünkü grup üyeleri emprovize çalacağı için kendi aralarında konsantrasyonu sağlıyorlardı. İlk nota duyulduğu andan bitene kadar 40 dakika hiç ara vermeden çaldılar; kimi zaman sanki sık ağaçların yer aldığı bol dallı budaklı bir ormanda yolunu kendiliğinden bulan, bazen yavaşlayan bazen de hızlanan bir su akıntısı gibiydi müzik. Hiçbir zaman çok hızlanmadı; müzisyenlerin enstrümanlara dokunuşları gibi kararlı bir dinginlik içinde ilerledi.
Chris Abrahams'ın piyanosu Harold Budd'u andıran romantik melodiler yaydığında davul ve kontrabas buna itiraz etmedi; Buck, zil ve diğer perküsyon aletleriyle usulca eşlik ederken, Swanton da gözleri kapalı usulca kontrbasın tellerine dokundu. Aralarındaki uyumun büyüsüne kapılmış bir halde, bir yandan müzisyenlerin yüz hatlarını inceleyip bunun sırrına dair gözlerimle ipucu yakalamaya çalışırken, bir yandan da müziğin ruhumu teslim alışıyla gözlerim istemdışı kapanıyordu. Buck'ın yayı bir yana bırakıp parmaklarıyla kontrbasın tellerini daha sert bir şekilde titrettiği anlarda öngörülemez gerilimlerin içine çekildik. Bir inip bir çıkan, adeta solukları yavaşlayıp hızlanan canlı bir organizma yaratmışlardı sahnede ve biz dinleyiciler de onun bir parçasıydık. Çıt çıkmayan salonda dinleyicilerinin nefes alış ve veriş dengesini bile kontrol altına alabilen, minimalist ama içinde hiçbir boşluk barındırmayan bir müzikten söz ediyorum...
40 dakikanın sonunda bizi sanki hipnotize olmuş gibi bir ruh hali içinde bırakarak 20 dakikalık ara verdi The Necks. İkinci kısımda, yine emprovize çaldılar ama sürprizler daha azdı. Zaman zaman tekrarlanan, kimi zaman birbirine kafa tutan, bazen de usulca söyleşen ama bunları herhangi bir kurala bağlı olmadan yapan ritim ve riff'lerle oluşturdukları melodileri kurgularken gösterdikleri ustalık hayranlık uyandırıcıydı. Ne olduğunu tam olarak çözemediğim ama son derece merak uyandıran gizemli bir film gibiydi dinlediğim müzik. "Hikayeni kendin yaz, ben sana atmosferi yaratıyorum" diyordu belki de. Bu açıdan olabildiğince soyuttu ve beni en çok cezbeden yanı da bu. Herhangi bir duygu dikte etmedi müzik; aralıksız 50 dakika süren ikinci kısımdan sonra hissettiğim yoğun duyguyu bana özel olarak tamamen içsel etkilerle gelişti. Bunu anlatacak tek bir kelime yok ama coşkulu bir içsel deneyim diyebilirim.
Konser bitiminde elimde The Necks'in son albümü "Open" ile grup üyelerine yaklaştım, teşekkür edip imza aldım. Tony Buck, "Fransız mısınız?" diye sorunca, ben de soru sorma cesareti bulup, "İstanbul'dan geldim. Bir gün orada da çalacak mısınız?" dedim. "Çok isteriz orada çalmayı! Bir gün mutlaka" diye yanıtladı. Bu yazıyı tesadüfen okuyan bir organizatör çıkarsa, mesajı iletmiş olayım. Ama Cafe Oto gibi dinleyiciyle yoğun etkileşime olanak veren, caz bar gibi ufak bir mekanda olmalı konser; büyük salonda etkisi farklı olur. Eğer bir gün bulunduğunuz yerde The Necks konser verirse kaçırmayın. Hayatta en azından bir kere yaşanması gereken deneyimlerden birisi.
(Fotoğraflar bana aittir.)