Morrissey etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Morrissey etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2017 Pazartesi

OTORİTE, MEDYA VE SAVAŞ LORDLARINA MORRISSEY VURUŞU


20.11.2017


Geçen eylül ayında sanatçı Linder Sterling, Instagram üzerinde arkadaşı Morrissey’in 11. stüdyo albümü “Low in High School”un kapak fotoğrafını paylaştığında, albümün ana temalarını tahmin etmek zor değildi. Fotoğrafta, Morrissey’in ekibinde yer alan bas gitarist Mando Lopez’in oğlu Max Lopez, Buckingham Sarayı’nın önünde bir elinde “Monarşiyi baltala” yazan afiş, diğer elinde bir balta tutarken görünüyordu. Morrissey’in The Smiths günlerinden bu yana şarkı sözlerine yansıyan, huzursuz, muhalif gençlik ve monarşi karşıtlığı, çok çarpıcı bir görsel ile simgeleştirilmişti. Ayrıca The Smiths sonrası 30 yıllık solo dönemi içinde “Southpaw Grammar” sonrasında kapağında kendisinin yer almadığı ikinci albüm olması da ilginçti.

BMG ve kendisinin kurduğu Etienne Records etiketiyle yayınlanan albümün prodüktörlüğünü, bir önceki kaydı “World Peace is None of Your Business” gibi Joe Chiccarelli üstlendi. Morrissey’in ekibinde yer alan Boz Boorer (gitar), Jesse Tobias (gitar), Mando Lopez (bas), Matt Walker (davul) ve Gustavo Manzur (klavye) ortak yazdığı şarkılar, prodüktör aynı olsa da, öncekine göre daha güçlü bir rock sounduna ve çeşitliliğe sahip. Bunun yanı sıra Morrissey’in sesinin etkisinden hiçbir şey yitirmediğini ortaya koyan piyano baladları da dikkat çekici. 

Albüm boyunca karşımıza otorite karşıtlığı, gücü kötüye kullanan diktatörler, polis şiddeti, Arap Baharı, ana akım medyanın güvenilmezliği, petrol savaşları ve diğer tüm çatışmalar çıkıyor. Dünyanın gidişatının bir yansıması olarak WPINOYB’de öne çıkan bu temaların, bu kez Venezüella, İsrail, Ortadoğu, ABD özelinde altını çizerken, oligarşilerin baskısı karşısında halkların içine düştüğü durumu sorguluyor Morrissey. Albümde dile getirdiği politik görüşlere katılmayabilirsiniz ama solo döneminin en cesaretli ve iddialı çıkışlarından birisini yaptığını kabul etmek gerekir. Bu çıkış elbette tartışılabilir ama ne yazık ki müzik medyasında albüm hakkında yapılan yorumlar, Morrissey’in görüşlerine katılmayanların adeta ondan hınç almak için yazdığı standart kötülemelere dönüştü. 

Son dönemde basın ve sosyal medya, Morrissey’in polemik yaratan sözleri nedeniyle eski hayranlarının onu yerden yere vuran eleştiri yazılarıyla dolu. Her söylediğine katılmak gerekmiyor, görüşleri elbette eleştirilebilir fakat sözleri kendi konsepti içinde analiz etmeden, gerçeği yansıtmayan sansasyonel başlıklarla verilen haberler tık alma amaçlı. Bu salgın ne yazık ki dijital dünya ile birlikte hayatımızı istila etmiş durumda. Toplumu daima klişe düşüncenin sınırlarını zorlamaya iten bir sanatçı Morrissey. Politik doğruculuğu reddediyor; acı verecek derecede dürüst bir anlatımı var, olayların gözden kaçırılan farklı yanlarını keskin bir dille söylüyor ve bu da buna alışık olmayan toplumda infial yaratıyor. Daima toplumu sarsmaya çalışıyor ve bunun bedelini epey ağır ödüyor. 

Ben solo albümleri arasında en iyilerden birisi olarak gördüğüm yeni kaydı “Low in High School”u kendi içinde bir bütün olarak değerlendirmeye çalıştım. 

My Love, I’D Do Anything for You (Morrissey/Lopez)


Morrissey’in tuhaf seslerle başlayan şarkılarına ayrı bir düşkünlüğüm var. Gitarist Jesse Tobias’ı karanlık bir bodruma sokup kaydettikleri iniltilerle başlayan bu şarkı, bana “November Spawned a Monster”daki Mary Margaret O’Hara’nın acayip çığlıklarını anımsattı. Açılışı, “Çocuklarınıza ölü düzenin ana akım medyasındaki tüm propagandaları tanıyıp onları aşağılamasını öğretin” diyerek yapan bir albümün medya tarafından olumlu bulunmasını beklemek boş aslında. “Toplum cehennem, hayatlarımızı istediğimiz gibi yaşayamıyoruz,” diyor Morrissey ve medyayı tanımlarken “echelon” kelimesini kullanıyor. Bu kelime, “belli bir nizama göre dizilmiş” anlamının yanı sıra, ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda istihbarat örgütlerinin dünya üzerindeki iletişim sistemlerini denetlemek amacıyla kurdukları ortak projenin kod adı. Şarkının medyanın insan hayatına müdahale edişine yaptığı vurgu, “Toplum bir cehennem, benim sana ihtiyacım olduğu gibi senin de bana ihtiyacın var,” dediğinde netleşiyor. Belli ki uğruna her şeyi yapabileceği birisi ile sadece bu nedenle yaşayamadığı bir ilişki var. “Hepimiz kendi yolumuzda ilerliyoruz  / Ayrı ayrı ama aynı yönde / Ve ben burada hayatımın her gecesi daima birini özlüyorum,” sözleri ile de bunu netleştiriyor. Bu hikayeyi, güçlü davul vuruşları ve sarsıcı gitar seslerine ek olarak pirinç nefeslilerin katkısıyla anlatınca, oldukça dinamik bir giriş yapıyor albüme.

I Wish You Lonely (Morrissey/Boorer)


Yalnızlık, ölüm ve madde bağımlılığı etrafında gelişen şarkı, içinde bulunduğu durumdan memnun olmayan bir karakterin bakış açısından yazılmış. Dinleyiciden içinde bulunduğu yalnızlığı anlamaları için kendilerini onun yerine koymalarını isteyerek başlıyor. “Romantizm iyi gitmedi / Sana, bir günlük de olsa, Bergen’deki savaş helikopterleri tarafından takip edilen ama asla vazgeçmeyen son kambur balina gibi bir yalnızlık diliyorum ki benim günlük rutinimi anla,” diyor karşısındakine. Yalnızlığın öfke ile ilişkisini kurduğu şarkıda uyuşturucu bağımlılığı ve militarizmi birlikte anması ilginç.  Her ikisinin de insanları aniden mezara gönderdiğini vurguluyor. Morrissey’in en sert sözlerinden birisine rastlıyoruz bu şarkıda: “Mezarlar kraliyetin, oligarşinin, devlet başkanlarının ve hükümdarların emri ile canını veren aptallarla dolu.”  Onun öfkesi daima dünya liderlerine yöneldi. Morrissey’in kendi ülkesinin ya da başka bir ülkenin askerleri için “kahraman” dediğini duyamazsınız; dese alkış alacak ama o, savaşın korkunçluğunu sergileyip, askerlik kavramı hem asker için hem de halklar için kötüdür diyor. Son röportajlarından birinde, dünyanın her yerinde halkların ve politikacıların karşılıklı nefret içinde olduğunu ve bunu müziğe aktarınca hayatın umut dolduğunu söyledi Morrissey. Derdi askerin kendisi değil, ona savaşma zorunluluğunu yaratan sistemle. Bunu anlamamak için çok önyargılı olmak lazım. Ama ne yazık ki ana akım medyada müzik konusunda yazanlar, bu analizi yapma niyetinden ve birikimden yoksun. Synth’lerin belirginleştiği, vurucu bir sounda sahip olan şarkı, açılıştaki güçlü rock soundunun yarattığı etkiyi sürdürüyor. 


Jack’s Only Happy When She’s Up on the Stage (Morrissey/Boorer)



Morrissey’in çok zekice kurguladığı bu şarkının ana karakteri, partneri tarafından terk edilip hayal kırıklığına uğrayan Jacky adlı eski bir sahne yıldızı. Arka arkaya tekrarlanan “exit” kelimesinden yola çıkarak şarkının “Brexit” ile ilgili olduğu yorumları yapılıp duruyor medyada. Oysa şarkının politik bir anlamı olmadığını söyledi Morrissey. Bana göre Jacky, Morrissey’in kendisi. Jacky, artık hiçbir senaryo, bağlayıcı kural olmadan sahnede sadece kendi aşığı için oynuyor. Morrissey’in hep kendisi için söylediği gibi, kalp kırıklığını ve yaşadığı kayıpları sahnedeyken unutan bir yıldız Jacky. “Exit, exit, everybody's running to the exit” dediğinde ise, son yıllarda sürekli kendisini terk eden hayranlarından söz ediyor. Malum “Eskiden hayranıydım ama artık Morrissey’i savunamam” diyenler çok bugünlerde... 

(Bu arada Brexit konusu açılmışken, Morrissey’in o oylamanın sonucunu “muhteşem” diye nitelemesinin nedeni, ana akım medyanın ve ülkedeki kurulu düzen temsilcilerinin hepsinin birden Brexit’ten yana tavır almasına karşın, halkın tersi yönde karar vermesi. “Avrupa Birliği’nden çıkarsak hepimizin sonu gelir” diyen egemen güçlere karşın halkın bunu reddetmiş olmasını demokrasi açısından önemli buluyor. Daha önce İskoçya’nın Britanya İmparatorluğu’ndan ve Katalonya’nın da İspanya’dan ayrılma isteklerini desteklediği düşünülürse, bu kendi düşüncesi içinde garip de değil. Morrissey’in otoriteye karşı olduğu gibi toplumları yöneten büyük birliklere, imparatorluklara, krallıklara karşı bağımsızlık yanlısı tavrı biliniyor. Bu politik konu hakkında onunla aynı fikirde olunmayabilir ama şarkıyı ilgisi olmadığı halde Brexit’e bağlamaya kimsenin hakkı olmamalı.) 

Home is a Question Mark (Morrissey/Lopez)


90’lı yılların Morrissey soundunu albüme taşıyan bu şarkı, “Back to the Old House”daki soruyu tekrarlıyor. Geriye dönüp bakıyor ve ne yapsa unutamadığı birine, “Eğer gelirsem benimle buluşur musun?” diyor. “Ev sadece bir kelime midir, yoksa içinde taşıdığın bir şey mi?” sorusunun yanıtını aslında bana 3 yıl önceki röportajda, “Gerçek eviniz bedeninizdir, yaşadığınız apartman dairesi değil,” diyerek (http://www.veganlogic.net/2014/11/morrissey-gercek-eviniz-bedeninizdir.html) vermişti ama bu konu aklını kurcalıyor demek ki aynı yere tekrar tekrar dönüyor. “Eğer bir gün ev bulursam, oraya gelirsem benimle buluşur musun, beni karşılamak için bacaklarını yüzüme dolar mısın?” diyor Moz. Cinsellik çağrıştıran sözler onunla da sınırlı değil; romanı “List of the Lost”ta örneklerine sık rastladığımız ilginç nitelemeler de var. “I have been brave, deep in every shaven cave” örneğinde olduğu gibi. Sesinin hiç yıpranmayan o ünlü kadife tonunu yakaladığı, içten ve cesur baladlardan birisi “Home Is a Question Mark”. Albümü ilk kez tümüyle dinlediğimde, sanırım o ses tonu nedeniyle, en sevdiğim şarkı buydu.


Spent the Day in Bed (Morrissey/Manzur)


Albümün ilk teklisi olarak yayınlanan “Spent the Day in Bed”, son derece akılda kalıcı melodisiyle radyolarda çok çalınacak türden bir şarkı. Gustavo Manzur’un klavye melodisi ve sözleriyle insanı öyle bir yakalıyor ki dinlemediğinizde bile zihninizde duyuyorsunuz. Albümde dinleyicilerin eşlik ederek söyleyebileceği pop sounduna yakın fazla şarkı yok; bu şarkı o eksiği doldurması açısından önemli. Morrissey, “haberleri izlemeyi bırakın, bundan kazanabileceğiniz olumlu hiçbir şey yok, haberler sizi yalnız hissettirip korkutmak için tasarlanıyor,” diyerek ana akım medya hakkındaki gerçeği dile getirse bile, bunun Trump’ın “fake news” argümanı ile aynı olduğunu iddia edecek kadar önyargılı medya. Oysa medyanın kendi gerçekliğini inşa edip kitleleri manipüle edişini eleştiriyor Morrissey. 


I Bury the Living (Morrissey/Tobias)


Çekirge seslerine karışan klarnet ile başlayan şarkı, yaklaşık 1 dakika boyunca bir cenaze töreni atmosferini yansıtıyor. Bu da Morrissey’in uzun intro’lu şarkılarından birisi. Belki de bugüne kadar yazılmış en savaş ve askerlik karşıtı şarkı. Savaşın ne için olduğu hakkında haberi bile olmayan ama hem çaresiz kalan hem de kahraman gibi görünmek isteyen bir askerin durumunu şu sözlerle yansıtıyor: “Ben sadece bir askerim, beni suçlamayın, bana emri verin, kızınızı havaya uçurayım. Bana cesur deyin, bana barış için savaşan kahraman deyin, beni olduğum şey dışında ne isterseniz öyle tanımlayın. Ben sadece İsa’ya, Tanrı’ya sorumluyum. Hayatımı kaybedersem annem sevdiği işi yaparken öldü diyecek ama ben alnımda bir kurşunla öldürüldüm, bu sevdiğim iş değildi.” Şarkı, kendi içinde çok trajik bir öyküyü anlatıyor. Asker öldükten sonra sesini yumuşatarak başka bir kimliğe bürünüyor Moz. “Savaşın bizim John olmadan da devam etmesi ne acayip,” diyor; la la la la sesleri eşliğinde arkadan kahkalar duyuluyor... Kahkahaların geride kalan düzen temsilcilerine ait olduğuna kuşku yok. O zamana kadar agresif bir soundu olan şarkı, asker öldükten sonra sadece gitar tınıları eşliğinde usulca sona eriyor. Askerliği moral olarak sorguladığı bu şarkıyı askerlere hakaret olarak yorumlayanlarla doldu medya. Oysa kimsenin bu kadar dürüstlükle söylemeye cesaret edemediği bir konuya çok sarsıcı bir şekilde dokunuyor Morrissey.  

In Your Lap (Morrissey/Manzur)


Arap Baharı’ndan sonra yaşanan kaosu konu alan şarkı, hedefe diktatörler ve güvenlik güçlerini koyuyor bir kez daha. Gustavo Manzur’un piyanoda harikalar yarattığı çok güzel bir balad. “Diktatörler öldüğünde halklar kazanır. Savaş lordları öldüğünde halklar şarkılar söyler. Üzülmeyin, onların sırası gelmiştir. Güvenlik güçleri en kötüsüdür, daima hükümetleri dinler, gözlerimize sprey sıkarlar. Ölmek için yaşarlar ve zarar vermeyi severler,” diyor şarkı. Bu sevgisizlik içinde sadece birisinin koluna dokunmak isteyen karakterin söyledikleri öyle gerçek duygular ki... “Bizi haritadan silmek istediler ama ben sadece yüzümü senin kucağına koymak istiyorum”... Morrissey’in kişisel duyguları ile politik olayları iç içe eşsiz bir şekilde geçirdiği çok parlak bir şarkı. .. Bir Morrissey klasiği!


The Girl from Tel-Aviv Who Wouldn’t Kneel (Morrissey-Manzur)


Bütün gün dinlemek isteyeceğiniz kadar güzel bir tango ritminin eşlik ettiği, farklı bir Morrissey şarkısı. Kocası, diktatör veya kralın önünde diz çökmeyen Yahudi bir kadın şarkının ana kahramanı. Tel-Aviv’de yoksulu yoksul tutmak için tasarlanıp çerçevelenmiş sözlerle dolu duvarlar ve olanlardan onları korumamış Tanrı’dan korkularını simgeleyen işaretlerle dolu evlerden söz ettiği gözlemleri yansıtıyor şarkı. Yaşanan acıların nedenini de net özetliyor: “Bütün bu ordular ne için sanıyorsunuz? Çünkü topraktan petrol çıkıyor.” Açık ki, Amerika’nın dış politikası ve petrol için yaptığı saldırıları eleştiriyor şarkı. Morrissey’in “Amerika burayı bombalamazsa sizinle güvenli bir yerde görüşürüz,” dediği “I’ll See You in Far Off Places” adlı şarkısındaki temaya geri döndüğünü söylemek mümkün.

All The Young People Must Fall in Love (Morrissey/Boorer)


“Eğer bu illüzyon içinde olmayı seçiyorsanız nükleer savaşla daha çok zaman geçirin ama buradaki gençlerin harika bir fikri var. Başkanlar gelir, başkanlar gider ama tüm gençler aşık olmalı. Başkanlar gidince kimse adlarını da hatırlamaz.” Morrissey’in bir önceki albümü World Peace is None of Your Business’daki gibi dünya liderlerine olan güvensizliğini anlatıyor bu şarkı. Müzik olarak diğer şarkılar kadar güçlü değil ama havayı yumuşatıcı, insanlara umut verici iyimser bir havası var. 


When You Open Your Legs (Morrissey/Tobias)


Tel-Aviv’de sabahın 4‘ünde aynı kulübü terk etmesi istenen karakter, “Bacaklarını açtığında bildiğim her şeyi unutuyorum,” diyerek cinsel zevkin yarattığı sarhoşluğa atıf yapıyor. Bu da bir önceki şarkı gibi konserlerde dinleyicilerin eşlik edebileceği, hareketli pop sounduna daha yakın bir şarkı. Kartonette H.E.R. adını kullanan İtalyan kemancı Erma Pia Castriato’nın yaylılarda eşlik ettiği belirtiliyor. Bu şarkıdaki yaylılarda da onun katkısı olmalı. Albümün diğer şarkılarına göre benim için daha geride duran bir şarkı oldu bu.

Who Will Protect Us from the Police? (Morrissey/Boorer)


Bu kez rotayı Venezüella’ya çeviren şarkıda, sokaklarda ateşler yanıp tanklar gezerken, baba ile çocuk arasında şu konuşma geçiyor. 

“Baba bizi polisten kim koruyacak?
Bebeğim, tanrı koruyacak.”

Hükümetler ve askerler savaşlarla meşgulken halkın ezilişi, Morrissey’in epey kafa yorduğu bir konu. Bu şarkıda da Venezüella özelinde aslında bu genel durumu ortaya seriyor. Durumun babasının dediği gibi olmadığını haykırıyor çocuk: “Konuşma özgürlüğümüze saldırıyorlar. İnandığımız şeyin bedelini ödemeliyiz. Sana inanmıyorum baba, üzgünüm. Ne yapmalıyım?” Sonunda baba da gerçeği fark ediyor: “Koş bebeğim. Lütfen koş! Sen haklıydın!”

Çatışmaların kaosuna uyacak şekilde şarkının çelik nefesliler ile epey gürültülü bir soundu var. Ganglord’u anımsattığını söyleyenler var ama müzik açısından onun kadar etkileyici gelmedi bana. Yine de içinde yaşadığımız dönemde şarkının isminde sorduğu soruyla bile unutulmazlar arasına gireceği kesin. 

Israel (Morrissey/Manzur)


Morrissey’i yine eleştiri oklarının hedefi yapacak ve bol tartışma yaratacak bir diğer şarkı da bu. Çok karanlık bir atmosferde başlıyor ve kısa bir süre sonra dramatik piyano tınıları eşliğinde Moz’un sesi durumun trajikliğine vurgu yapıyor. Birçok kişi bu şarkıyı İsrail’e sevgi mektubu olarak yorumlasa da, Morrissey aslında zor bir şey yapıyor: Uzun süredir kültür dünyasında İsrail’e boykotun tartışıldığı bir dönemde, böyle bir şarkı yazarak İsrail’de yaşayan halka sesleniyor. “Orduların ne için olduğunu yanıtlayamam. Onlar siz değilsiniz. Gökyüzü birçokları için karanlık, sizin için de karanlık olmasını istiyorlar. Yeryüzü büyük bir sığınak ve hapishane fışkırıyor. Suçlu gühahkarlar olarak doğdunuz, dik durmadan önce düştünüz. Doğa size kimin neyin sevileceğini söyleyecek her türlü dürtüyü verdi. Kendinizi sevin,” seklindeki sözleri, halkları devletler ile özdeşleştirmeyen görüşü temsil ediyor. Bir süre önce İsrail’de konser vermemesi için Radiohead’e çağrı yapan Roger Waters’a yanıt veren Thom Yorke: “Biz İsrail’de Netenyahu’yu ya da İsrail devletinin politikalarını onayladığımız için çalmıyoruz. Amerika’da çalmıyor muyuz? O zaman Trump’ı onaylamış mı oluyoruz?” demişti. Morrissey de İsrail’deki halka “Ordu siz değilsiniz” diyerek bu görüşü destekliyor. Albümün tümüne damgasını vuran otorite karşıtlığının bir başka boyutunu oluşturan “Israel”, Morrissey’in vokalinin piyano ile buluşmasından doğan müthiş etkiyi bir kez daha kayda geçiriyor. 

Günümüzün popüler müzik dünyasında kimsenin hem şarkı sözleri hem de müzik açısından bu kadar yüksek düzeyde yaratıcılık sergileyen, şarkılar arasında tema bağlantısını bu kadar iyi kuran, böylesine sıra dışı ve cesaretli bir albüm yapmadığını söylemek bence abartılı değil. Morrissey, günümüz müzik dünyasında eşsiz bir hikaye anlatıcı; onun metaforlarla dolu şairane sözlerini ve sesinin değişen tınılarını analiz edip anlamak zaman, emek ve birikim istiyor. Bazı politik fikirlerine, hayvan hakları konusundaki görüşlerine katılmıyorsanız bile, albüme, müziğe haksızlık etmeyin. Tartışma yaratmasa zaten Morrissey albümü olmazdı. “Low in High School”, savaş, medya manipülasyonu ve otoriteye karşı bir başyapıt. 

18 Mayıs 2017 Perşembe

VEGAN LOGIC - MORRISSEY 2017 - 17.5.2017


18.5.2017

Her yıl olduğu gibi bu yıl da Vegan Logic'te Morrissey'in yaşgününü kutlamadan geçmedim. 22 Mayıs'ta 58 yaşına gireceği için bu hafta solo albümlerinden bir seçkiyle müziğin boyun eğmez sıradışı efsanesini andık. Çok yaşasın, iyi yaşasın!

1- You’ll Be Gone (Elvis Presley cover)
2- The Operation
3- To Me You Are a Work of Art
4- Certain People I Know
5- At Amber
6- Ambitious Outsiders
7- First of the Gang to Die
8- I Have Forgiven Jesus
9- The Last of the Famous International Playboys
10- Sister I’m a Poet
11- Shame is the Name
12- Neal Cassady Drops Dead
13- All You Need Is Me




17 Mart 2017 Cuma

BOB DYLAN, NOBEL'İ ONURLANDIRDI


17.3.2017

(Bu yazı, ilk olarak Ekim 2016'da Kültür Servisi'nde yayınlandı. http://kulturservisi.com/p/bob-dylan-nobeli-onurlandirdi)

2012‘de Austin’de düzenlenen SXSW Festivali’nin açılış konuşmasını dinlerken, rock müziğin ‘Patron’u (The Boss) Bruce Springsteen’in şu sözleri aklıma takılmıştı: “Bob Dylan, 60’ların gençliğinin sesiydi; kalbimizi anlamamızı sağladı.

Aklıma takılmıştı; çünkü düşünüp kendime şu soruyu sormama neden oldu: Springsteen, 60‘larda gençti ve o dönemin ünlü protest şarkıcısı Dylan hakkında bunu söylemesi şaşırtıcı değildi. 60‘lı yıllar, yazar Larry “Ratso” Sloman’ın dediği gibi, New York’un Queens bölgesinde yaşayan bir gençten, İngiltere’nin kırsal alanında yaşayan bir Beatle’a kadar (John Lennon olsa gerek), bütün Dylan hayranlarının sadece müziği dinlemekle kalmayıp, albümleri ders gibi çalıştığı bir dönemdi. Peki bunca yıldır, 2000‘lerde bile, Batı kültürünün dışında doğup büyüyen insanları da etkileyen neydi Dylan müziğinde? 

Kendi kendime verdiğim yanıt şuydu: Dylan’ın asıl cevheri, gerçekçi, alaycı, zaman zaman da esprili bir dille, Amerikan deyimlerini son derece incelikle kullandığı şarkı sözü yazarlığında. İçinde yaşadığı toplumu büyük bir ustalıkla resmediyor albümlerinde. Her şarkısı baştan sona ayrı bir öykü. O öyküleri dinledikçe seviyorsunuz şarkılarını...

Şair mi yoksa şarkı sözü yazarı mı?


Yaşadığı çağa ayna tutan büyük bir ozan Bob Dylan. Yıllardır şair mi yoksa şarkı sözü yazarı mı olduğunun tartışılması boşuna değil. Sonunda bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması benim için şaşırtıcı olmadı. Medyada bu ödülün onca romancı, öykü yazarı ya da şair varken bir şarkı sözü yazarına verilmesini eleştiren yazılar görüyorum ve eleştirilere katılmıyorum. 2012‘de yazdığım bir yazıda bu konuya değinmiş; bazı şarkı sözleri şiirdir, bazıları öykü anlatır ve onları ancak gözlem gücü yüksek, dile çok hakim özel müzisyenler yazabilir demiştim. Kuşkusuz onların en önde gelenlerindendir Bob Dylan.  

Bana göre şairlik mertebesine ulaşan birkaç şarkı sözü yazarından birisi olan Morrissey’e bir iki yıl önce şarkı sözleri ile şiir arasındaki ilişkiyi sorduğumda şu yanıtı vermişti: “Güfte yazarı olmak da olağanüstü bir şey; özellikle yaygın kullanılan ‘give-it-to-me-one-more-time’ şeklindeki ıvır zıvırın aksine, olana tanıklık etmek anlamına geliyorsa. Şiiri nerede bulursanız oradadır; eğer şarkı sözü yüreğinizi titretiyorsa, o zaman şiirden daha fazlasıyla karşı karşıyasınız demektir; çünkü onlar sadece kağıt üzerine yazılmış basit sözler değildir artık. Sözcüklerde duymanız gereken, size hitap eden devinim içindeki bir bütünün seslenişi vardır. Bence bu duygu salt şiirden daha güçlü ve büyüktür.

Elvis bedenleri, Dylan akılları özgürleştirdi


Yarım yüzyılı aşan kariyerinde, konser albümleri ve derleme albümleri hariç, 37 stüdyo albümü yayınladı Bob Dylan. Folk, country, blues, gospel, rock ’n’ roll, caz, swing gibi farklı türlerde unutulmaz şarkıları hayatımıza soktu ve başardığı en muhteşem şey, onlarca yıldır dinleyenlerin yüreğine dokunmak yani kalplerini anlamalarını sağlamak oldu. Felsefi, dini, ruhani, dünyevi meseleler üzerine çarpıcı, akıllıca ve kurnaz ifadelerle yoğrulmuş şarkılar yazdı. Sesi kusursuz değildi; hatta Leonard Cohen’ınki gibi yıllar içinde giderek çatallaştı ama etkisini hiç kaybetmedi. Çünkü Dylan, içtenliği konuşturan gerçek bir halk ozanı, bir ‘troubadour’. Kendisinden sonra gelen kuşakları derinden etkileyen bir müzisyen... İçinde yaşadığı dünyaya ilişkin gözlemlerini şarkılarına ve resimlerine yansıtan bir sanatçı...Yönetenleri rahatsız edip yönetilenlere yol gösteren bir toplumsal eleştirmen...

Bütün bu sözler, onun hakkını vermeye yetiyor mu emin değilim. En iyisi yine Bruce Springsteen’den yardım alayım: “Elvis’in bedenleri özgürleştirmesi gibi, Bob Dylan da akılları özgürleştirdi. Müziğin doğası gereği fiziksel hareketle ilgili olmasının, anti-entelektüel olması anlamına gelmediğini o gösterdi.” Bob Dylan olmanın anlamını bundan daha iyi açıklayabileceğimi sanmıyorum. 

Bob Dylan’ı üç kere canlı dinleme olanağım oldu. Hepsinde de başında ünlü şapkası ve şık takım elbisesiyle, yerinden hiç kıpırdamadan sadece müziğiyle insanların ruhunda nasıl fırtınalar yaratabildiğini gösterdi. Ne ışık oyunları ne de şatafatlı dans gösterileri sunuldu. Müziğin önce kulağa hitap eden bir sanat olduğunu sahnedeki vakur duruşuyla her defasında hatırlattı usta müzisyen. Kadınlardan, ırk ayrımından, savaştan, işçi haklarından, yoksulluktan söz ederek yaşamın iyi ve kötü yanlarını aynı anda ortaya koydu. Aşk, din, ölümsüzlük ve dünyasal meseleler, Bob Dylan’ın büyüleyici müzik evreninin temel taşları oldu.

İçtenliğin sırrı: Derinlere inmek 


Peki sadece iyi gözlem yapıp, güçlü bir anlatım yeteneğine sahip olmakla açıklanabilir mi onun muazzam şarkıları? Bir keresinde, “Müzisyen olmak, bulunduğunuz yerin derinliklerine inmek demektir. Çoğu müzisyen o derinliğe erişmek için her şeyi dener,” demişti Dylan. Hep merak ederim mesela “Ballad of a Thin Man”i yazmak için neler yaşadı diye? İçerdiği göndermeler nedeniyle bazen erotik de bulunan o şarkıyı, ben yalnızlığından dem vururken hayatla dalga geçen bir adamın manifestosu gibi görüyorum. 

Aklıma “Series of Dreams" geliyor. ”Düşünüyorum bir rüyalar silsilesi / Zamanın ve hareketin yavaşlayıp gittiği.../ Hiçbir yönden çıkış yok / Gözle görülemeyen o tek çıkış hariç...” diyor. Metaforlarla düşündürürken gerçekleri yüzümüze çarpıyor. O değil miydi “Blowin’ in the Wind”i yazdığında "Bir adamın kaç kulağı olmalı / İnsanların ağladığını duyabilmesi için / Evet, ve kaç ölüm olmalı onun bilmesi için / Ne kadar çok insanın öldüğünü?" diye soran...

Belki de böyle bir yazıda aklıma gelen şarkılarla onun şairliğini anlatma çabam nafile... Bir söz vardır, denir ki: En iyi Dylan şarkılarını tek bir CD’ye sığdırmak, dünya tarihini tek bir ders kitabına sığdırmaya çalışmak gibidir. Bu işi ne kadar iyi yaparsanız yapın, tarihin önemli bir kısmı kitabın dışında kalır.  

Öyleyse bu yazı burada noktalanır ama son sözüm şu olur: Bob Dylan’ın Nobel alması, o ödülü onurlandırır.

2 Haziran 2016 Perşembe

VEGAN LOGIC - MORRISSEY ÖZEL IV - 18.5.2016


19.5.2016

Her yıl olduğu gibi bu yıl da 22 Mayıs haftasına denk gelen Vegan Logic'i yaşgünü dolayısıyla Morrissey'e ayırdım. 57. yaşgünü kutlu olsun; çok yaşasın, iyi yaşasın diyorum. Sonsuz şükranlarım ve saygılarımla...

1- Morrissey - Sing Your Life
2- Morrissey - We'll Let You Know (Beethoven Was Deaf versiyonu)
3- Morrissey - Michael's Bones
4- Morrissey - Seasick, Yet Still Docked
5- The Smiths - This Night Has Opened My Eyes
6- Morrissey - Irish Blood, English Heart
7- Morrissey - America Is Not The World
8- The Smiths - A Rush and a Push and the Land Is Ours
9- Morrissey - The Loop
10- Morrissey - Shame Is The Name
11- Morrissey - The Never-Played Symphonies
12- Morrissey - Why Don't You Find Out For Yourself
13- Morrissey - How Can Anybody Possibly Know How I Feel?
14- Morrissey - The Bullfighters Dies



5 Şubat 2016 Cuma

BUZ GİBİ RÜZGÂRLA BOĞAZİÇİ'NE TAŞINAN KUZEY IŞIKLARI


5.2.2015

27 Şubat gecesi Salon’da Fabrika Records gecesine gelenler, insan sıcağının müziğe karanlık melodiler ve soğuk vokallerle yansıyan ifadesinin büyüsüne bir kez daha tanık olacak. Aynı gece arka arkaya İsviçre, İngiltere ve Almanya kökenli post punk/minimal wave ikilisi Lebanon Hanover, Yunan yeraltı müzik sahnesinden gotik-punk ikilisi Selofan ve Türkiye’de neredeyse hiç var olmayan gotik sahnesinde post punk/darkwave soundu ile öne çıkan She Past Away’i dinleyeceğiz. Her üçü de, kendisini “günümüz eğlence endüstrisi normlarının dokunamadığı egzantrik yeni sanatçıların evi” diye tanımlayan Yunan bağımsız plak şirketi Fabrika Records bünyesinde yer alıyor.

1980’lerden bu yana içime işleyen bu sound tüm gece sadece kulakları mest etmekle kalmayacak; ruhumuzun derinlerindeki o en hassas yere dokunacak. Heyecanla bu geceyi beklerken, ilk kez canlı dinleyeceğim Lebanon Hanover’ı daha yakından tanımak istedim.

ART NOUVEAU, BRİTANYA KIYILARI, ORMANLAR VE BERLİN KENT YAŞAMI

Yıllardır müziklerini dinlediğim grup üyeleri, kendilerini iki sıcak kalbin yabancılaşmış dünyaya soğuk bir yanıtı diye anlatıyor. İngiliz yazar William Wordsworth’a hayranlık duyan, Art Nouveau akımından etkilenen, Britanya kıyılarında ve geceleri ormanlarında gezinen ama aynı zamanda Berlin’deki kentsel yaşamdan da esinlenen sofistike bir ikili.

İsviçreli Larissa Iceglass (vokal, gitar, synth) ve İngiliz William Maybelline’den (vokal, bas, synth) oluşan grup, 2010 yılında kurulduğu günden bu yana, Fabrika Records ve Dead Scarlet etiketiyle yayınladıkları evde kayıtlarından sonra, ilk kez geçen yıl profesyonel bir stüdyo kaydı olan “Besides the Abyss” albümünü çıkardı. "Sadness Is Rebellion", "Why Not Just Be Solo", "I Am A Reject", "Tomb For Two" gibi ilginç şarkı ve albüm isimleriyle de dikkat çeken Lebanon Hanover, eğer boş vakitlerini kitap okuyarak ve kelimelerin aklınızda imaj haline gelmesini hayal ederek geçiren biriyseniz, benim gibi size de hitap edebilir. 
 


Grubun yarısı İngiltere’den yarısı İsviçre’den. Röportajlarınızda İngiltere ile Almanya arasında gidip geldiğinizi ve henüz kendinize bir ev edinemediğinizi söylüyorsunuz. Nerede yaşıyorsunuz şu anda?

WM: Sürekli seyahat ettiğim ve birçok yerin bir parçası gibi hissettiğimden bazen kendime yeryüzü benim evim diyorum ve bu anlamlı geliyor. Nerede yaşadığım sorulduğunda genellikle aklım karışıyor. Çünkü her yerde belli bir süre kalıyorum sadece. Yine de Sunderland ya da Bochum diyebilirim; seyahat etmediğimde büyük oranda Bochum.

LI: Ben de henüz belli bir yeri ev olarak görmüyorum . Almanya’nın güneyinde yaşıyorum ama istediğim için değil, gerçek aşk nedeniyle. Hâlâ başka bir yerde yaşamak konusunda güçlü bir istek duyuyorum fakat tam olarak neresi olduğunu bilmediğimden olduğum yerde kalıyorum.

Zaman ve mekanla ilişkiniz nasıl? Geçmiş, şimdiki an ya da gelecekle mi daha çok ilgilisiniz?

WM: Geçmişte ve şimdiki zamanda olan olaylardan etkileniyorum. İngiltere’de ve aynızamanda Almanya’da birçok duygusal şarkı yazdığımı fark ettim. Demek ki benim favori yerlerim onlar.

LAST.FM'DE BAŞLAYIP GERÇEK DÜNYAYA TAŞINAN İLİŞKİ

Lebanon Hanover kurulmadan önce müzik yapıyor muydunuz? Nasıl tanıştınız?

LI: Her ikimiz de bir araya gelmeden önce solo olarak müzik çalışmaları yapıyorduk. Tanışma hikayemiz tam bu çağa uygun. Önce last.fm’den tanışıyorduk, bir gün buluşmaya karar verdik.

Büyüdünüz ortam nasıldı?

WM: Ben hızla inşa edilmiş bir prefabrik binada büyüdüm, tümüyle kare şeklinde bir yapıydı. Kızkardeşlerim ve erkek kardeşimle bir arada yetiştik. İçinde bulunduğumuz toplumda pek kimse şanslı değildi; topluluk halinde daha iyi bir grup oluşturduk. Babam bölgede pop müzik çalan bir DJ’di; erkek kardeşim de müzik yapardı, bu nedenle hayatım boyunca müzikle çevrili bir ortamda büyüdüm.

LI: Ben İsviçre’de eğitimli sınıfın içinde yetiştim. Bütün çocukluğum boyunca karikatür çizeri olmak istedim. 20 yaşımda Berlin’e taşındım; çünkü aklımdaki müzisyen ve sanatçı olma düşüncesine uymuyordum.



"EN İYİ ORTAM KARANLIK VE BOL YAĞMURLU GÜNDÜR"

Bu kadar sık yer değiştirince iklimin müziğiniz üzerinde etkisi oldu mu?

LI: Kesinlikle oldu. Belki klişe gibi geliyor kulağa ama en iyi ortam karanlık ve bol yağmurlu bir gündür. Bundan eminim; çünkü bir süre Valencia’da yaşadığımızda, müziğe odaklanabilmek için güneşlikleri kullanmak zorunda kaldık. Havadaki melankoliye ihtiyaç var.

WM: Sıcakta müzik yapmak bana da zor geliyor. Beni soğuk bir odaya koyun, bütün gün müzik yaparım.

Müziğiniz hakkındaki yazılarda goth, shoegaze, cold wave, minimal wave gibi çeşitli tanımlamalar yapılıyor. Bu nitelemelere karşı tavrınız ne?

LI: Shoegaze sounduna sahip olduğumuzu sanmıyorum ama ama diğerlerini kabul ediyorum. Açıkçası tamamen yeni bir sound yaratmaya hiç çalışmadım; çünkü 80’lerin başından bu yana başka hiçbir şey beni o belirgin sound’dan daha çok etkilemedi. Yeni bir şey yaratmak için kendinizi zorlamaktansa en sevdiğinizi kopyalamanın devrimci bir yanı olduğunu düşündüm. Cold wave, minimal wave yönündeki herhangi bir tanımlamaya itirazım olmaz.

Müzikteki yaklaşımınızı belirleyen temel bir çizgi var mı?

WM: Bazen belli şarkılarda bir bas rifi, melodi ya da ses ile başlıyor. Şarkı sözleri ise, karşıma çıkan güzel bir kelime ile başlayacak kadar basit olabilir. Bana güzel gelen ne ise o...



MODERN ÇAĞIN GERÇEK ROMANTİKLERİ

Kendinize modern çağın gerçek romantikleri diyorsunuz. Bu “marazi” romantizm tutkusu nereden geliyor?

WM: Benim bakış açıma göre, ikimiz de doğal olarak maraziyiz. Özellikle kendim için söyleyebilirim; Poe ve Rimbaud ile ilgilenmek bu yanımızı geliştirdi. Üstelik bu benim romantizmi dramatize etmek için kullandığım dürüst bir yol ve bundan çok hoşlanıyorum. Abartmayı seviyorum; çünkü böylece kendimi anlatmam kolaylaşıyor.

LI: Ben “marazi romantizm” ifadesi ile kendimi tam olarak ilişkilendirebileceğimden emin değilim. Günlerimi mezarlıkta geçiriyor değilim ama yıkımın özel bir çekiciliğinin olduğunu hissediyorum. Kendime romantik demem. Sadece bu çağda sevgi ve doğa tutkusuyla dolu kocaman bir yürekle dolanıp duruyorum.

Müzik yaparken en çok hangi duygular sizi hareketlendiriyor? Bunları nasıl aktarıyorsunuz şarkılara?

LI: Çok tipik bir yanıt olacak ama... Gönül maceraları, hayal kırıklıkları, aşk acısı, hüzün, umutsuzluk, agresyon, rahatsızlık ve takıntı beni etkiliyor. Kendimi bunları yansıtmak için eğittim; bunları hissedince sonrasında derhal hislerimi yazmak istiyorum. Beni bu dünyada korkutup rahatsız eden çok şey var: Örümcekler, korku filmleri, ölüm, acı, yalnızlık gibi... Seslerin ve dokuların yarattığı kaynaşma da duygularımı aktarıyor; sonuçta hepsi bir araya gelerek beni anlatıyor.

Bir röportajınızda “Duygular, prodüksiyondan daha önemli. Bu nedenle 40’lı, 50’li, 60’li ve 70’li yılların müziklerini seviyorum. Çok sıcak geliyor,” dediğinizi okudum. Ama ilginçtir ki, sözlere dikkat edilmediği takdirde sizin sound’u soğuk bulanlar
olabilir. Bu tezat kasıtlı mıydı?


LI: Orada söylemek istediğim, 21. yüzyılda grupların mükemmel prodüksiyon gerçekleştirmek için çok fazla uğraşması. Dijital ve temiz bir sound amaçlanıyor. Oysa ben hep yalın ve çıtırtılı eski kayıtları sevdim; bana iyi bir his veriyor o kayıtlar. Sadece prodüksiyon konusundaki tercih ile ilgili bir konu. Ben 1982’deki gibi duyulsun istiyorum.

İÇTENLİKTEN KORKULAN DÜNYADA UMUTSUZ BİR HAYALPEREST

21.yüzyıldaki insan ilişkileri konusunda oldukça kötümser görünüyorsunuz. Bence haklısınız; çünkü bu ikiyüzlü dünyada gerçek sevgi ve dostluğu bulmak çok zor. Sizce tek çözüm, yalnız yaşamayı öğrenmek mi?

LI: İnsanların içtenlikten korktuğu, teknolojinin ilişkilerde çok seçenekliliği devreye soktuğu, ben beni ayakta tutacak güçlü bir romantizm peşinde koşarken çokaşklılığın (polyamory) her zamankinden daha çok moda olduğu bu çok modern dünyada her zaman umutsuz bir hayalperest oldum. Bence bireyler değil, sistem berbat. Sistemi gerçekten değiştiremeyiz ama birilerini sevebiliriz. Yeterince güçlü olmadığımdan asla tek başıma hayatta kalamam.

WM: Bir süre için yalnız başına yaşamayı öğrenmekte sorun yok ama bu arada birini tanımak için dostça davranmak ve bu yolda ilerlemek olumlu olur. Birbirine yaklaşırken daha pagan bir tavır takınmak, kaybedilen ruhları eşelemek önemli. Eski çağlarda birbirimize karşı daha iyi hislerimiz vardı; bu konuda hislerimizi kurutan teknoloji ve ona bağlılığımız suçlanabilir. Bu arada, yanımıza herhangi bir alet almadan ormanda daha çok yürüyüş yapabiliriz.



Açık ki edebiyat sizin için önemli bir kaynak. Larissa Iceglass, siz bir röportajınızda favori kitabınızın Oscar Wilde’ın “The Soul of Man Under Socialism” adlı eseri olduğunu söylemiştiniz. Sizi o kitapta en çok ne etkiledi?

O kitabı röportaj yapıldığı sırada yeni okumuş olmalıyım. Toplumdaki kapitalist olmayan bireye dair mükemmel tespitlerle doluydu; kitaptaki fikirler beni gerçekten etkilemişti. Genel olarak güçlü düşünceleri olan ve bunu sağlam bir şekilde savunan insanların deneme türü yazılarını severim.

Oscar Wilde’ın sevdiğim bir sözü var. Onun hakkında ne düşündüklerini insanlara sormayı seviyorum, sizlere de soracağım. “İki türlü trajedi vardır; birisi istediğini elde edememek, diğeri ise onu elde etmek.” Sizce hangisi daha kötü?

WM: Hiçbiri. Ben zaten trajediyle mumyalanmış bir haldeyim. Bu beni nötr bir hale getiriyor, daha kötüsü yok.

LI: Bütün olumsuzluğa karşın sanırım iyimserim ve ikinciyi seçeceğim.

"SİYAH NİHİLİZMDİR, REDDEDİŞTİR"


Grubun görsel yanı da oldukça belirgin ve güçlü. Androjen görünüşü ve tümüyle siyah giyinmenizi seviniyorum. Bu sadece görsel bir özellik mi yoksa hüznü de temsil etsin diye özellikle mi tercih ediyorsunuz?

WM: Aslında siyah benim hayatımda zorunlu. Bir keresinde koyu mavi kot pantolon giymeye çalıştım; sadece bir hafta sürdü ama kendimi hiç iyi hissetmedim. O nedenle siyah daima öncelikli; her şeyi siyah renkle ilişkilendirdiğimiz için estetik, hüzün vs. ondan sonra geliyor.

LI: Siyah nihilizmdir, reddediştir, belli bir duruşun rengidir.

Larissa, yine bir yerde en sevdiğiniz müzik videosunun Morrissey’in “Everday Is Like Sunday” adlı şarkısının videosu olduğunu okudum. Neden?

LI: Çünkü o bildiğim öyküsü olan tek video. Bence müthiş eğlenceli, Morrissey’in videoya getirdiği yaklaşıma bayılıyorum. Müzik videolarındaki hikaye anlatıcılığını gerçekten özlüyorum. Çok ender bulunan bir şey.

Son olarak... Bu ay İstanbul’da Selofan ve She Past Away ile birlikte Salon’daki Fabrika Records gecesinde konser vereceksiniz. Facebook sayfanızda bir poster paylaşıp “Muazzam bir ıstırap gecesi” dediniz. O geceki performansınızın dinleyicilerde uyandırmasını istediğiniz duyguyu anlatmak için bir metafor kullansaydınız ne derdiniz?

LI: Üç grubun birlikte yaratacağı duygu için buz gibi bir rüzgarla Boğaziçi’ne taşınan Kuzey Işıkları derdim.


https://lebanonhanover.bandcamp.com
https://soundcloud.com/lebanon-hanover

23 Ekim 2015 Cuma

MORRISSEY - LIST OF THE LOST


23.10.2015

Morrissey'in ilk romanı "List of the Lost", Penguin Books tarafından yayınlanalı bir ay oldu. Romanı ilk haftasında Paris'e giden bir arkadaşım sayesinde edinip okudum ama bir değerlendirme yazısı yazmak için acele etmek istemedim. Okuduklarımı sindirdim, bir daha okudum ve heyecanımı yaşadıktan sonra yazmayı uygun buldum. Ekim 2013'te yayınlanan "Autobiography" adlı kitabından sonra da aynı şekilde bir süre kitap hakkında sakince düşünüp bir yazı kaleme almıştım. Çünkü sabırsızlıkla beklediğiniz bir sanat eseri ile ilk karşılaştığınızda beklentileriniz yoğun olduğundan yorumlarınız çok isabetli olmayabiliyor. Aynı yapıtı sonradan değerlendirdiğinizde daha net bir manzara çıkıyor ortaya.

"List of the Lost" İngiltere'de yayınlandıktan bir gün sonra The Guardian'da gazetenin Müzik Editörü Michael Hann imzalı bir yazı çıktı. Bugüne kadar bir kitap hakkında yazılmış en ağır eleştiriydi diyebilirim; çünkü kitabı uzun uzun kötülemeye başlamadan daha ilk paragrafta "Bu kitabı okumayın; okuyup da kendinize hakaret etmeyin. Bunu basanlar utanmalı; cilasız bir tezek, Morrissey'in hayalgücünün bayat atıklarından ibaret bir kitap bu," diyordu yazar. Twitter'dan kendisine "Tezek cilalanabilir mi?" diye sordum ama beni blokladı. Yazının tümünü okuduğumda ise, nefretin daha çok Morrissey'in kişiliğine yönelik bir karakter katline dönüştüğüne tanık oldum. Aynı gün bu yazıyı okuyan ama henüz kitabı eline almamış birçok insan, sosyal medyada #listofthelost etiketini kullanarak çeşitli aşağılamalarda bulundu. Ama birisi vardı ki, bir yazar/eleştirmen olarak başka bir yazara yapılabilecek en acımasız şovu sergiledi. The Guardian kitap eleştirmeni Lucy Inglis, Twitter'da kitabı canlı tweetleyerek okudu. Yani kitaptan cümleleri yanına dalga geçen yorumlarını ekleyerek, tamamen romandaki konseptten çıkararak tek tek paylaştı. Saatlerce süren bu alay etme seansı sonucunda takipçi sayısını epey artırdı ve çok eğlendi ama ne yazık ki tanık olduğumuz sosyal medyada bir kitap cinayetiydi...

The Guardian'dan sonra İngiliz medyasında ardı ardına kitap hakkında çok sert eleştiriler çıktı. "List of the Lost", daha ilk haftasında yeni doğmuşken gömüldü adeta. Kitabı elime aldığımda bütün bu duyduklarımdan arınmış bir şekilde okumaya başladım. Elbette Morrissey benim için çok önemli ve ona saygım büyük ama sonuçta ben de bir yazarım; bir roman hakkındaki düşüncelerimi bağımsız söyleyebilecek olgunlukta olmalıyım, kötüyse neden beğenmediğimi ifade edebilmeliyim. Bu yaklaşımla okudum yıllardır beklediğim kitabı.

Gotik romantizm türünde yazılan roman, 1970'ler Amerikası'nda bir koşu takımında yer alan dört gencin kazara perişan bir adamın ölümüne neden olmalarıyla başlayan uğursuz olaylar zincirini anlatıyor. Morrissey'in kitap yayınlanmadan önce verdiği kısa bilgiye göre, öldürülen sefil görünümlü adam, fiziksel bir forma bürünmüş ama aslında bedenden ayrılmış bir ruh. Bu olay sonrasında bir lanet gibi takım üyelerinin yakasına yapışıp her birinin ölümüne yol açıyor. Tahmin edilebileceği gibi, son derece karanlık bir hikaye. Gece gökteki takımyıldızları seçebilmek gibi, kitabı da dikkatli okuduğunuzda bu karanlığın içinde çok parlak düşünceleri fark ediyorsunuz. Ama Morrissey'in şarkılarındaki cevherin farkına varabilmek için olduğu gibi, romanın içerdiği pırıltıları bulmak da önemli ölçüde okuyucuya düşüyor. Bu noktada en isabetli yorumu sanatçı ve müzisyen Linder Sterling yaptı; Morrissey'in romanını okuyunca, annesinin İrlandalıların ölüme karşı takıntılı olduğundan söz edişini hatırladığını söyledi. "Morrissey, bize ölümün gölgesinin karanlık koridorlarında hızlı bir tur attırıyor. Hepimiz geçmişin hayaletleri ve yeni doğanlarla bir tür takım yarışındayız. Boşa geçirecek zaman yok," diyerek felsefi yaklaşımını açıkladı.

"List of the Lost"u tema dışında biçimsel açıdan değerlendirirsek, içerdiği farklı kelimeler ve süslü anlatım nedeniyle kolay okunan bir kitap değil. Bu nedenle de kitabın Oxford sözlüğü ile birlikte satıldığına dair espriler türedi. Ana dili İngilizce olanların bile hiç duymadığı sözcük ve deyimlerin yanında, Morrissey'in kendi türettiği sözcükler var. "Autobiography"de de rastladığımız şiirsel anlatım tarzı, romanda çok daha ileri seviyeye taşınmış ve sanırım insanları kitaba karşı soğutan nedenlerden biri bu. Benim için ise, aksine bu son derece özgün anlatım tarzını keşfetmek çok eğlenceli oldu. Bazı satırlar vardı ki, insanın aklına Morrissey'in neredeyse rap şarkısına söz yazdığını düşündürdü. Mesela "Like the lash of a whip at the starboard tip of a mid-storm ship losing its grip" gibi. Bu tür uyaklar yaratabilmek için yeri geldiğinde yeni kelimeler yaratan bir yazar Morrissey. Onu yaklaşık 35 yıldır izleyenlerin çok iyi bildiği gibi kelimelerle fantastik bir ilişkisi var. Herkesin düşünceleri aynı ifadelerle anlatmasından sıkıldığını söyledi defalarca. Kimisi romandaki dili fazla gösteriş olarak değerlendirse de, bence iyi yapıldığı sürece dilde sadelik kadar gösteriş de takdir edilmeli. Jose Saramago'nun bir sayfayı bulan cümleleri bazı okuyucuları zorlayabilir ve bunu ifade etmekte de özgürler ama sırf bu nedenle ona berbat deme hakkı doğar mı?

Romanın genel olarak okuyucuyu zorlayan biçimsel özelliklerinden bir diğeri, hiç ara vermeden, bölümlere ayırmadan baştan sona tek bir metin halinde yazılması. Bu noktada Morrissey'in editörlerin müdahalesine izin vermediğinin ortaya çıktığını söyleyerek bunu yüksek ego ile açıklayanlar oluyor. Ancak Morrissey hiçbir eserini kitleler beğensin diye yaratmadı ki... Ondan okuyucuya daha sıcak gelsin diye bazı düzenlemeler yapmasını beklemek, çoğunluğa hoş görünmek için hayvan hakları konusunda artık konuşmamasını beklemekle aynı şey. Bunu umursayacak birisi olsaydı, bunca yıldır her konserinde "Meat Is Murder"ı çalarken dinleyicilere hayvan zulmüne dair şok edici videoyu izletir miydi? Bunu yaptığı sırada salondan toplu çıkışların olduğunu ya da birçok kişinin telefonuyla oynamaya başlayıp sahnedeki ekranı görmezden gelmeye çalıştığını bilmiyor mu sizce? Sanatçı, toplumun duymayı beklediklerini söyleyen değil, toplumu rahatsız etme ve dışlanma pahasına zulme karşı durup düşüncesini söyleyendir. Bunun yaşayan en sağlam kanıtlarından biri de Morrissey. Bu nedenle edebiyat çevrelerinde benimsenmiş kurallara göre kitap yazmasını hiç beklemiyordum ondan. "List of the Lost"un benimsenmiş kuralları yıkan bir roman olması beni hiç şaşırtmadı. İkon statüsüne gelmiş bir sanatçının yıllardır müzik endüstrisine kafa tutuşu ve kodamanlara boyun eğmeyişi gibi, bu da Morrissey'in içinde yaşayan punk ruhunun edebiyattaki yansıması. 

Bu aşamada şu soruyu da soralım: Roman, kitap sektöründe alışılagelmiş biçimlere uygun olarak okuyucuya rahatlık sağlayacak şekilde tasarlansaydı daha mı iyi olurdu? Ben  kendi görüşümü söyleyebilirim elbette. Kitap, okumaya başladıktan sonra "acaba bundan sonra ne olacak?" duygusunu sürekli verdi bana. Evet, olayların arasında uzun analizler yaptığı bölümler var ve bir noktada kopuş yaşayabiliyorsunuz. Fakat analizler öylesine ilginç ki, sıkıcı gelmedi hiçbiri. Mesela Bonanza adlı TV dizisini sayfalarca irdelediği bölüm, 70'ler Amerikası'na dair çok ayrıntılı gözlemler içeriyor. Morrissey'in çocukluk ve gençlik yıllarında tanık olduğu TV programlarından toplumsal kültür analizi yapabilme kapasitesi müthiş. Benzer çarpıcı değerlendirmelere "Autobiography"de de rastlamıştık.

Roman yazımı açısından söylenebilecek bir fark da, karakter tanımlamalarındaki belirsizlik. Hikayedeki dört ana erkek kahraman, Ezra, Nails, Harri ve Justy adını taşıyor. Bu kadar az rastlanan isimleri tercih etmesinin nedenini tam olarak bilmiyorum ama kendi romanım "Utanmış Sessizlik" ile bu noktada bir benzerlik buldum. Romanımı yazarken çok uzun süre karakterler için farklı isimler düşünmüş ama hiçbiri içime sinmeyince Svahili dilinden isimler belirlemiştim. O dönemde beni yayınevinden uyarıp, okuyucuların karakterlerle kendilerini özdeşleştirmesinin önemli olduğu ve bulduğum isimlerin bunu zorlaştıracağı hatırlatılmıştı. Yine de ben, romanda anlattığım olayın evrensel olmasını, herhangi bir kültür ya da coğrafya ile özdeşleştirilmemesini istediğimden kararımı değiştirmedim. Sevdiğim romancı, Nobel ödüllü yazar J. M. Coetzee de dinlediğim bir söyleşisinde yazarlığa ilk başladığı dönemlerde evrensellik konusunda aynı çabayı gösterdiğini anlatmış ve sonrasında bunun iyi bir yöntem olmadığını gördüğünü söylemişti. Bunun ilk romanını yazan birçok yazarın düşebileceği bir hata olduğu söylenir. Oysa ben geriye dönüp romanımı tekrar yazsam ya da yeni bir roman yazsam, yine aynı tercihi yapabilirim. "List of the Lost" karakterlerin etrafında dönmüyor; karakterler, Morrissey'in anlatmak istediği hikayenin içinde yardımcı unsur gibiler. İnsana ve topluma dair çelişkiler, haksızlıklar ve saçmalıklar silsilesini aktarırken seçilmiş birer oyuncu gibiler. Nitekim başlangıçta Ezra olarak tanıtılan kahramanın romanın bir yerinde Ezra Pound diye adlandırılması, Amerikalı modernist şair Ezra Pound'a yapılan ince bir atıf. Derin karakter irdelemeleri yok romanda ama insan ve toplum analizi var. O analizlerin içinde de Morrissey'in bunca yıldır sürekli gündemde tuttuğu hayvan hakları, Kraliyet ailesi ve Margaret Thatcher'a duyduğu nefret, çocuk tacizi, din baskısı ve toplumsal tutuculuk var. 1970'ler Amerikası'nda dinci sağa yönelttiği eleştirilerini bu temaları basamak yaparak kurguluyor. "Bir kere olsun şu et konusunu, Thatcher konusunu geride bıraksa, en azından roman yazarken yapmasa!" diyenleri duyar gibiyim. Ben de diyorum ki, bunlar bir insan, bir sanatçı olarak onu en çok yaralayan konularsa neden bıraksın? Çok açık ki, et yiyen bir insanın kitaptaki ağır ifadeleri hazmetmesi zor. Bunlardan biri de Twitter hesabında kendisini "domuz yiyici" olarak tanımlayan The Guardian yazarı Michael Hann olsa gerek.

Ben ise, "List of the Lost"u okurken birçok satırın altını çizip bazı paragrafları tümüyle çerçeveye aldım. "Vahşi çan çiçekleri ehlileştirilebilir mi?", "Bize ait olsunlar diye başkalarını akılsızca zayıflattığımız tümüyle gerçek olabilir," "Hayvanların iyi olmak için tanrıya ihtiyacı yoktur ve karşılıklı özgeciliğe dayalı toplumlarda yaşamazlar. Hayvanların paraya ihtiyacı yoktur ve kendi türleri arasında astlarını bile beslerler. Buna karşın insanlar, tamamen yaptıkları iyiliğe verilecek karşılığa ve ilahi cezalandırmayla beslenen üstünlüğün pahalı gösterişine bel bağlayarak yaşar," bunlardan bazıları.

Satır aralarında keşfedilecek bu tür cevherler, İngiliz medyasında hiç gündeme gelmezken, kitapta geçen sıradışı iki seks sahnesi ve Morrissey'in bu sahneleri açıklarken kullandığı "bulbous salutation" ve "the center zone" ifadeleri epey yer aldı. Oysa bence erekte olmuş penise "bulbous salutation", vajinaya da "the center zone" demek oldukça yaratıcı. Bu ifadelerle öyle çok dalga geçildi ki, Morrissey sayesinde İngilizce iki yeni deyim daha kazandı demek yanlış olmaz. O iki sahne, hayatımda okuduğum en iyi yazılmış tuhaf seks sahnesi. Üstelik olumsuz eleştirenler, romantik düşüncelere konu olsun, "Ne kadar hoş bir sahne!" densin diye yazılmadıklarını da unutuyor. Bazı şeyler rahatsız etse de gerçektir ve birileri cesaret gösterip onları toplumun yüzüne çarpar.

Bunca sözden sonra "List of the Lost" hakkındaki kısa yorumum şu: Okuduğum en farklı roman, sadece Morrissey'in yazabileceği kadar özgün bir kitap. Zorlayıcı, sorgulayıcı, şoke edici, Morrissey'in albümleri gibi karanlık ve aynı zamanda da kara komediye varan anlarıyla güldüren bir roman "List of the Lost". Şarkıları gibi kurgusal yazın eseri de kimsenin başaramayacağı kadar dürüst. Böyle olduğu için gerçekten mutluyum.

21 Mayıs 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - MORRISSEY ÖZEL III - 20.5.2015


22.5.2015

Bu haftaki Vegan Logic'in konusu benim için ayrı bir yeri olan şair müzisyen, indie rock’ın yaratıcısı The Smiths’in karizmatik vokalisti, sözünü hiç sakınmayan yılmaz hayvan hakları aktivisti, toplumdaki ayrıksıların en özgün ikonu Morrissey'di. Program 20 Mayıs Çarşamba gününe denk geldi ama bugün Moz 55 yaşını tamamlayıp 56’ya giriyor. Vegan Logic başladığından bu yana her yıl bu tarihe denk gelen haftayı Morrissey’e ayırma kararı almıştım. Onun gibi çok boyutlu bir müzisyeni, “hayatta olmamın tek anlamı müzik yapmak” diyen bir sanatçıyı bir saatlik programda anlatmak olanaklı değil elbette ama her yıl gelenekselleştirdiğim bu programlarla en azından bir ölçüde bunu başarabilirim diye düşünüyorum. İyi ki doğmuş, iyi ki müzik yapıyor Morrissey. Çok yaşasın!

1- Morrissey - Angel, Angel, Down We Go Together
2- The Smiths - Wonderful Woman
3- Morrissey - Driving Your Girlfriend Home
4- Morrissey - Southpaw
5- Morrissey - Ganglord
6- Morrissey - You're Gonna Need Someone On Your Side
7- Morrissey - Whatever Happens, I Love You
8- Morrissey - Come Back To Camden
9- Morrissey - One Of Our Own
10- Morrissey - Smiler With Knife
11- Morrissey - Life Is A Pigsty




2 Nisan 2015 Perşembe

A PERFECT EVENING OF POETRY AND MUSIC: CONCERT REVIEW-- MORRISSEY IN GLASGOW


2.4.2015

Morrissey
SSE Hydro, Glasgow
21st March 2015

A perfect evening of music and poetry, Zulal Kalkandelen reviews Morrissey’s SSE Hydro show with words and photos.

British icon Morrissey took the stage last night at The SSE Hydro, Scotland’s largest public event arena, and mesmerized his fans with a wonderful mix of old and new songs. Based on his keen perspective on culture, gender, modern-day society, and politics, his concerts is a form of conceptual art from beginning to end. With all meat and fish products removed from the venue’s menu and a t-shirt depicting a naked Morrissey with his hand over the Queen’s mouth among the merchandise, it was clear that Morrissey was in the house.

He started last night’s show with a distinction choice. Once we got in the venue, our ears were greeted by Russian composer Nikolai Karlovich Medtner’s ‘Andantino con moto’ played by Evgeny Svetlanov. It was a marvellously unusual start.

The music mix they played as an intro also included ‘The Gift’ from The Velvet Underground, ‘It Happens Every Time’ by Tim Buckley, ‘Lazy Sunday’ by Small Faces, ‘Morning Star Ship’ by Jobriath, ‘Your Woman’ by Tyler James, ‘The Hop’ by Theatre of Hate, ‘Dark Sunglasses’ by Chrissie Hynde, ‘Shamrock’ by Nathan Abshire, ‘It’s Indian Tobacco My Friend’ by Cornershop and finally he made thousands of people heard Maya Angelou reading her poem “No, no, no, no”.

“No more
the dream that you
will cease haunting me
down in fetid swamps of fear
and will turn to embrace your own
humanity
which I AM
No more
the hope that
the razored insults
which mercury-slide over your tongue
will be forgotten
and you will learn the words of love…”

What an epic choice it was to start a concert with the strength of poetry!


Morrissey has invited very talented musicians to open his shows over the years and last night in Glasgow, the legendary Cree singer-songwriter/activist/artist Buffy Sainte-Marie took the stage. Merging her Indian roots with a modern, pounding sound, The Canadian native put a very strong half-hour show.

The interval film show was full of Morrissey’s personal touchstones – New York Dolls quoting the Shangri-Las on German TV show; Charles Aznavour singing ‘Emmenez-moi” at Olympia; The Apex Theory playing ‘Apossibly’; Jefferson Airplane playing ‘White Rabbit’; Penetration playing ‘Don’t Dictate‘; Anna Sexton reading a poem about suicide; American writer Gertrude Stein reading an excerpt from ‘Matisse’; a footage showing cheerful celebrations marking the death of Margaret Thatcher and the final image saying ‘Margaret Thatcher is dead. LOL!’.

Then as we were listening to Klaus Nomi’s spine-chilling ‘Wayward Sisters’, the curtain came down dramatically and there were Morrissey and his band in the bright lights! His presence on stage is so charismatic that the moment you see him, you know that you are in the company of a true legend. The Smiths’ ‘The Queen Is Dead’ was played as the opener and the backdrop showing the Queen giving the middle finger and a picture of Kate Middleton and Prince William captioned ‘United Kingdumb’ simply made the audience descend into screams of euphoria.

Soon after, we got the tremendous bliss of ‘Suedehead’, followed by ‘Staircase at the University’ and the title track from his latest solo album ‘World Peace Is None of Your Business’. He played 20 songs total but the experience was still too short.

The highlights of the night were ‘One of Our Own’, ‘Istanbul’, ‘Scandinavia’, ‘Everyday Is Like Sunday’, ‘The Bullfighter Dies’, ‘Meat Is Murder’ and the closing track ‘Speedway’. Morrissey’s early songs and The Smiths songs received the greatest reception but gems like ‘Istanbul’, ‘I’m Not a Man’ and ‘Neal Cassady Drops Dead’ amazed the crowd with his lyrical prowess.

Compared to his other shows, Moz seemed not to be in a talkative mood last night but he shared his opinion on the Scottish independence with the audience and it met with rapturous applause. ‘I know many of you will disagree with me, well, you might, but I was very disappointed by the outcome of the referendum. You missed your perfect chance. Maybe next time,” he said. It was not so surprising, because he had declared his support for Scottish independence ahead of the referendum. But if he hadn’t expressed his thoughts about this controversial political subject on stage in Glasgow, I’d have been disappointed. Because he is a living example of a true artist who never shies away from stating his opinions and knows no boundaries. He’s an outsider, in a literal sense, who bravely disturbs the comfortable by always speaking his mind and he has never stopped proving that for more than three decades.

Last night, Morrissey rarely spoke between the songs but announced, “I will always be in your debt,” while gracefully taking letters from fans. Until ‘Meat Is Murder’, apart from bright lights and some images, there was barely any stage decoration. But The Smiths’ well-known animal rights protest song was supported with shockingly graphic footage of factory farm cruelty to animals. During the song the band was really got wild, pounding on huge drums that sounded so angry. This is the song that changed my life and I still think it is the most intense song ever recorded. Not only it is disturbing, but it is also awakening.

To me, ‘Meat Is Murder’ is always the best part of a Morrissey show, but some people say “hearing it in a live setting destroys the energy in the room and that’s why it is the ‘love it or leave it’ portion.” But obviously, Morrissey has never been an artist who wants to be liked by everyone. He just sings his heart out.

As usual, his shirt toss caused chaos among fans who tried to get a piece of shirt. He ripped open his shirt and presented his body to the audience. When I interviewed last year, he said, “ It’s not meant to be an orgiastic moment – I’m not asking anyone to find me impressively seductive, but rather, to get out of this human need to always be enclosed … enclosed within clothes, within cars, within houses … humans are obsessed with being ‘inside’ or covered, and they don’t feel comfortable with the lyric natüre of freedom of any kind.”

When he returned to the stage for an encore, he told the audience, “Whether you take the high road or the low road, I love you,” and ended the concert with ‘Speedway’. It was a perfect evening of music of poetry.

Like it or not, he has always been true to his fans… ‘in his own strange ways’, as he put it best in ‘Speedway’.
  • The Queen Is Dead (The Smiths song)
  • Suedehead
  • Staircase at the University
  • World Peace Is None of Your Business
  • Kiss Me A Lot
  • Istanbul
  • I’m Throwing My Arms Around Paris
  • Neal Cassady Drops Dead
  • One of Our Own
  • Yes, I Am Blind
  • Trouble Loves Me
  • Scandinavia
  • Stop Me If You Think You’ve Heard This One Before (The Smiths song)
  • Everyday Is Like Sunday
  • What She Said (The Smiths Song)
  • The World Is Full of Crashing Bores
  • I’m Not a Man
  • The Bullfighter Dies
  • Meat Is Murder
  • (Encore) Speedway
(This review was first published on Louder Than War. Words and photos @ Zulal Kalkandelen
http://louderthanwar.com/morrissey-glasgow-live-review/)

20 Şubat 2015 Cuma

CELEBRATING THE 30TH ANNIVERSARY OF 'MEAT IS MURDER'


20.2.2015

My Honest Friend Accompanying Me On My Darkest Journeys*

If you were a musician and had a chance to make only one album, which album you would wish you had recorded?

Someone asked me this question last week and I immediately answered: “Meat Is Murder”. Why? What’s so great about it?
Morrissey’s powerful voice and strikingly witty, dark-humored lyrics?
Or is it the wonderful guitar riffs created by Johnny Marr’s irreplaceable genius?
Or is it the peerless compelling sound of the band?
All of the above, for sure. But these can be said about all The Smiths albums. Obviously, there’s something different about this recording that creeps into your mind very deeply.

I’ll try to explain why I chose it from hundreds of beautiful albums and why it’s still strongly present in people’s consciousness today.

“Meat Is Murder” is a marriage of dark-humored lyrics about love, life, the violence born out of poverty & abuse with beautiful haunting melodies. As soon as you hold the record, you see the wording “Meat Is Murder” on Marine Cpl. Michael Wynn’s helmet. Political approach on the cover design is strong enough to shake you up emotionally. You get the sense that it is rebellious. The packaging itself is a work of art, and you know, even before you hear the music, that you are in for something very special. Curiously, you quickly put it on the turntable. The moment the needle touches the record, the wonderful opener “The Headmaster Ritual” gets into you with the exquisite guitar riff and the magic of the music does not leave you until the end of the last song.

With its bovine cries and buzz-saw guitars, the album is different from everything you’ve ever heard: It makes you laugh with its perfect irony, it provokes you, and you suddenly have this urge to take action and go into the streets with banners proclaiming “Meat Is Murder”! Angered and saddened by the poetic lyrics, you also feel like you have found a friend whom you can put your head on his/her shoulder when you hoarsely cry or have met a kindred spirit who can hear you when he/she sleeps. One thing is certain: after listening “Meat Is Murder”, your life is not what it used to be anymore.

In the 80s, this record was like a manifesto and also a solace for unruly angst-ridden teenagers who wallowed in the melodrama of youth. Musically, it is adventurous and energetic with Johnny Marr’s rockabilly guitar styling. It is a rewarding batch of songs. But what makes the album powerful is its psychological realism—the way it echoes the feelings of alienated poor teenagers is so devastatingly accurate that it hurts. As the greatest lyricist of our time, Morrissey uses songs to explore the underlying struggle of human life, romantic desires, family relationships, sexuality, gender, and the misfits of society in painstaking detail. “A double bed, and a stalwart lover for sure – these are the riches of the poor,” is one of the best song lines ever written. "That Joke Isn't Funny Anymore" and "Well I Wonder" might plunge you into despair in their own charming ways while “Barbarism Begins At Home” surprises you with Andy Rourke’s fantastic funky bass work. Daryl Easlea of BBC once wrote of the album, “Whichever way you assess it, however, there was no other British group making music quite like this in 1985.” I go further and declare this: 30 years on and still there’s no other group making music quite like this.

When I heard the song “Meat Is Murder” for the first time, its frankness hit me hard and opened my eyes. It was an awakening for me. I stopped eating meat because of this song and then went vegan. This is why, after all those years of listening to The Smiths, it is still a thrill to hear this heart-rending song. I have always been fascinated how the band stood up bravely for animals and gave an honest opinion on this taboo subject.

The flesh you so fancifully fry is not succulent, tasty or kind / It's death for no reason / And death for no reason is murder,” sings Morrissey and I crawl into the deepest corners of my soul to hide from this cruel world. Do I manage to hide from it? Sometimes yes, sometimes no... But I am comforted in knowing that there will always be a friend (“arkadaş” in Turkish, as Morrissey said at his Istanbul gig in December, 2014) accompanying me on my darkest journeys. This honest friend was born in the shape of a vinyl record in 1985 and it is called “Meat Is Murder”.


(* Bu yazı, ilk olarak Louder Than War'da yayınlanmıştır.)

2 Ocak 2015 Cuma

2014 YILINDA MÜZİK


2.1.2015
Her yıl olduğu gibi geçen yıl da kasım ayından başlayarak 2014 yılında müzik konulu bir dizi değerlendirme yaptım ve her birini daha önce blogum, sosyal medya hesaplarım ve radyo programlarım aracılığıyla paylaştım. Ancak ayrı dosyalar halinde duran bu paylaşımları tek bir başlık altında toplamanın ilgilenenler açısından faydalı olabileceğini düşündüm.

2014, benim için müzik açısından oldukça heyecan vericiydi. Umarım bu yıl da yeni sesler keşfettiğimiz yaratıcı bir yıl olur.


2014 YILINDA YENİDEN YAYINLANAN EN İYİ ALBÜMLER

Vegan Logic 2014'te Yeniden Yayınlanan Albümler (Reissue) Seçkisi

2014 YILININ EN İYİ REMİKSLERİ

Vegan Logic 2014'ün En İyi Remiksleri 1
Vegan Logic 2014'ün En İyi Remiksleri 2

2014 YILININ EN İYİ ALBÜMLERİ

2014'ün En iyi Albümleri
Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic En İyi Albümler Seçkisi 1
Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic 2014'En İyi Albümler Seçkisi 2

2014 YILININ EN İYİ ORİJİNAL FİLM MÜZİKLERİ

Vegan Logic En İyi Orijinal Film Müzikleri
Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic En İyi Orijinal Film Müzikleri

2014 YILININ EN İYİ ŞARKILARI

Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic 2014'ün En İyi Şarkıları Seçkisi

2014 YILININ EN İYİ KONSERİ

2014’te birçok iyi konsere tanık oldum. İçlerinden birisini seçmem gerekirse, Morrissey’in İstanbul konseri derim. Bunu sadece Moz en sevdiğim müzisyen olduğu için söylemiyorum; o konser benim için sıradışı bir duygusal deneyime dönüştü. Hayatımda ilk kez, yaşanmamış anları gerçek gibi hissettim. 30 yıldır The Smiths’i The Haçienda’da “Hand in Glove”u söylerken canlı dinlemeyi o kadar çok hayal ettim ki, sanırım sonunda bu bir tür “audio euphoric delusion”a dönüştü. (Bu tanım, Selçuk Sami Cingi’ye ait.)

1984 yılının Manchester’ına dair bilinçaltımda yer alan bu hayal, 2014’te Volkswagen Arena’da beni farklı bir noktaya taşıdı. Morrissey, bir keresinde, “Konserlerimi hem kendim hem de dinleyiciler için bir terapi gibi görüyorum,” demişti. Bunu en sarsıcı şekilde yaşadım. Bu ilginç deneyimin yanı sıra, konser hakkında bloguma yazdığım yazıda da belirttiğim gibi, etrafındaki dansçılara ya da dudak uçuklatan devasa sahnelere değil, sadece şarkılarına güvenen bir efsaneyi bir kez daha dinledik o akşam. Sesi, tavrı, sahnedeki duruşu, toplumsal-politik eleştirileri, şiirsel sözleri ve şarkılarında ele aldığı temalarıyla, müzik dünyasında herkesten farklı bir yerde Morrissey. Dinleyicisi ile kurduğu bağı, “dantel kadar zarif ama gemi halatı kadar güçlü” diye tanımlıyorum ben. O bağ, çok sevdiği İstanbul’da bu konserle daha da sağlamlaştı.

İki saatlik konser, bana 20 dakika gibi geldi. Bunca yıldır hayalini kurduğum cümleyi sonunda ondan duydum: “I’m your arkadaş!” ifadesinin arkasında son derece içten bir itiraf ve mesaj var aslında. Kendisinin de dediği gibi, müzik performansı değil onun konserleri; çünkü o da şarkı söylemek ve bu deneyimi paylaşmak ihtiyacı içinde. Müzisyen ve dinleyiciler açısından bu karşılıklı paylaşımdan daha değerli bir duygu olamaz. (Konser hakkında ayrıntılı yazım.)


Translate