Salon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Salon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ağustos 2017 Pazartesi

RÖPORTAJ ≈ DONNY MCCASLIN: “DAVID BOWIE İLE İLİŞKİLENDİRİLMEK ONURDUR"


28.8.2017

24. Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nde beni en çok heyecanlandıran konser, 18 Temmuz akşamı Salon’da gerçekleşecek. “David Bowie’nin David Bowie’si” diye anılan Amerikalı caz saksofoncusu Donny McCaslin, geçen yıl yayımlanan albümü “Beyond Now”ın turnesi kapsamında Türkiye’ye geliyor. 1998 yılından bu yana çok sayıda albüm yayınlayan 50 yaşındaki müzisyen, bu albümü Tim Lefebvre, Mark Guiliana, Jason Lindner, Nate Wood ve David Binney gibi müzik dünyasının usta isimleriyle işbirliği yaparak kaydetti. Bu isimlerden ilk üçü ile birlikte Bowie’nin son kaydı “Blackstar”a da katkıda bulunan McCaslin, o albümden esinlendiğini söylediği “Beyond Now’ı efsane müzisyene adadı. 

Berklee School of Music mezunu olan Donny McCaslin, geleneksel caz müziği içinde kendini geliştirse de, onu çok daha ileri bir aşamaya taşıyan, türler arasındaki sınırları aşan, deneysel seslere meraklı bir müzisyen. Kendisinin okuduğu ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapan babası, aynı zamanda bir caz müzisyeniymiş. Bu sayede 12 yaşında babasının grubuna katılıp, lise döneminde kendi grubunu kurmuş ve üç yıl arka arkaya Monterey Caz Festivali’nde çalacak kadar başarı göstermiş. Günümüzde kendi adını taşıyan dörtlüsü ve solo çalışmalarını bir arada yürütüp, çeşitli işbirlikleri yapmayı sürdürüyor. Belki birçok kişi adını Bowie ile çalıştığı zaman duydu ama Donny McCaslin, bugün caz müziğinde doğaçlamanın en yaratıcı isimlerinden birisi. 

Geçen yıl New York’ta canlı dinleme fırsatı bulduğum Donny McCaslin Quartet performansı, öylesine ufuk açıcıydı ki, İstanbul Caz Festivali’ndeki konseri sabırsızlıkla bekliyorum. Bu arada beklerken kendisi ile bir söyleşi yapma olanağı da buldum. Verdiği yanıtların da ortaya koyduğu gibi, çok parlak bir yetenek olsa da, kişilik olarak son derece mütevazı ve kendini sürekli ilerlemeye adamış bir müzisyen McCaslin. Bilgi olarak şunu da yazayım; İstanbul’da bu dörtlü sahnede olacak: Donny McCaslin (saksofon), Jason Lindner (klavye), Nate Wood (davul), Jonathan Maron (bas).

“Doğaçlama benim için katartik bir yol”


Müzikle iç içe bir ortamda büyüdüğünüzü biliyorum. Daha çocukken bu alanda önemli başarılar elde ettiniz. Bugün 50 yaşında hem dünyanın en yaratıcı caz saksofoncularından birisi olarak tanınıyorsunuz, hem de kendi adınızı taşıyan grubunuzun liderliğini başarıyla sürdürüyorsunuz. Dışarıdan bakınca bizim için çok etkileyici bir yolculuk ama sizin için nasıldı? 

Beni annem büyüttü, babamı haftada bir görürdüm. California, Santa Cruz’da bir caz müzisyeni babam. Onunla kaldığım günlerde konserlerinde zaman geçirir, vibrafonunu, Wurlitzer piyanosunu ve kullandığı diğer enstrümanları kurup hazırlardım. Kendi başıma zaman geçirmek için çok küçük olduğum dönemde, grup öğlen 12‘den akşamüstü 5 ya da 6’ya kadar çalıştığı sırada, ben de tüm gün sahnede bir sandalyenin üzerinde otururdum. Yaşım biraz büyüdüğünde, grubun çaldığı alışveriş merkezinde kendi kendime dolaşmaya başlamıştım ama saksofon çalmaya başlayana kadar çoğu zaman sadece onları dinledim. Bir noktada babamın grubuyla çalmaya başladım ve bu sayede çok deneyim kazandım. Daima daha fazlasını öğrenip daha çok şey yapmaya ve ilerlemeye merakım vardı. Doğaçlama yapmak, bana hikayemi müzik aracılığıyla anlatma olanağını tanıdı. Kaotik ve istikrarsız ortamda yaşadığım sırada, genç yaşta yakaladığım bir anlatım şekliydi. Doğaçlama, benim için katartik bir yol ve bunu yapabildiğim için müteşekkir bir şekilde bu yola devam ediyorum. 




Saksofon çalmaya karar vermenizi sağlayan temel neden neydi? Bu enstrümanla ilişkinizi nasıl nitelersiniz?

O sırada 12 yaşında ortaokuldaydım. En iyi arkadaşım öğrencilerden oluşan orkestrada çalıyordu. Onunla beraber olmak için sınıf değiştirmiştim. Babam ne çalmak istediğimi sorunca düşünmeden tenor saksofon dedim. Böyle başladı. Enstrümanımla ilişkim, bir  tür kendini adama ilişkisi. Enstrümanım konusunda özgür hissetmek için aşmak zorunda kaldığım her tür engel, kendimden kaynaklandı; daha çok kendime karşı mücadele ettim. 

Hedef, daima ilerleme kaydetmek 


Geleneksel caz ekolünden gelen bir geçmişiniz var ama onun dışında birçok şey yaptınız. Doğaçlama sayesinde cazda yeni sesler yaratmayı sevdiğiniz açık. “Değişim” sizin müziğiniz için anahtar sözcük olabilir mi? Beste yaptığınızda daima odaklandığınız, müziğinizin olmazsa olmazı nedir?

Çalışmalarımda daima ilerleme kaydetmeye odaklanıyorum ama değişim anahtar sözcük mü emin değilim. Kendimi hep rahat olduğum alandan çıkmaya zorladım. Bu şekilde kendimi zorladığımda farklı seslerle buluştum. Albümlerimin çoğunun prodüktörlüğünü üstlenen David Binney ile bu konuda uzun uzun konuştuk ve sanırım çalışmalarımızda her zaman yer alan ana unsurlardan birisi bu. 




Müzik konusunda akademik bir geçmişiniz var. O nedenle size şunu sormak istiyorum. Brian Eno, “Müzik konusunda az bilgi sahibi olmanın en ilginç yanlarından birisi, bazen şaşırtıcı sonuçlar elde etmeniz. Bu sayede o konuda bilginiz fazla olduğunda varamayacağınız yerlere varabiliyorsunuz,” demişti. Müzik eğitimi ile müzik yazıp icra etmek arasındaki ilişki konusunda sizin görüşünüz ne?

Bence müzik eğitimi müzik yazımını besleyebileceği gibi köstekleyebilir de. Müziği yapanın kimliği ve süreç açısından neyin o kişi için en iyisi olduğu ile ilgili bir durum bu. Benim durumumda eğitim yardımcıydı ama söz konusu eğitim farklı şekillerde gerçekleşti. Bilgilerimin büyük kısmını, diğer müzisyenlere soru sorarak ya da bana ilham veren müzikleri kendi kendime çalışarak edindim. Üniversitede bestecilik üzerine daha derin çalışmayı isterdim ama enstrüman çalmaya o kadar kendimi kaptırmıştım ki ona vakit ayıramadım. 

Birçok sanatçı, belli bir öğrenme sürecinin ardından, kendi özgün dilini öncelikle ilham aldığı diğer sanatçılara öykünerek ve daha iyisini yapmaya çalışarak buluyor. Sizin için bu süreç nasıl gelişti? Bir sanatçı olarak kendi tarzınızı nasıl yarattınız? 

Bu söylediğiniz süreçle genel anlamda hemfikirim. Ben de kesinlikle kendi kahramanlarıma benzemeye çalışarak büyüdüm. Charlie Parker, John Coltrane, Sonny Stitt, Joe Henderson, Sonny Rollins, Michael Brecker, Wayne Shorter, Dave Liebman, Freddie Hubbard ve diğer pek çok isim geliyor aklıma. Mevcut dil ve geleneği içselleştirmek ve bunları kendi özgün dilinizi geliştirirken dengelemek önemli. Ben her ikisini de aynı anda yapmaya çalıştım ama bazen birini geliştirmek için diğerini görmezden geldiğim de oldu. Özgün ve ilginç olduğunu hissettiğim ve bana hitap eden şeyler bulduğumda onları geliştirmek için uğraştım. Bu, ilham nereden gelirse gelsin ona açık olmak ve bu sizi nereye götürürse ona eşlik etmekle ilgili. Yaptığınız her çalışmanın ayrı bir dinamiği var. Ben, genel olarak kendimi müziğe bırakıp, onun beni istediği yere çekmesine izin veririm.



“Özgürlük, bilgi ve deneyime dayalı olarak gelişir”


O zaman şunu sorayım. Yann Tiersen, müzikal anarşiye dair bakış açısını şöyle açıklıyor. “Rastgele kullanabileceğimiz devasa bir ses dünyasında hiçbir kural olmadan yaşayalım. Aynı punk’un yaptığı gibi, tüm bilgilerimizi ve enstrüman çalma yeteneklerimizi unutup sadece içgüdülerimizi kullanalım.” Geleneksel cazdan gelen ama onun ötesinde arayışlar içine giren bir müzisyen olarak sizin buna yaklaşımınız ne?

Bu yaklaşımı takdir ediyorum ama müziğin ilgi çekmeye devam etmesi için bunun bilgiye dayanması gerekli. Bu bilgi, özgür olmak adına isteyerek unutulabilir ve insan kendisini tamamen o anın akışına bırakabilir. Ama o durumda bile hâlâ ne yöne gideceğinize dair sizi besler. Ben özgürlüğün bilgi ve deneyime dayalı olarak geliştiğini düşünüyorum. 

Geçen sene New York’ta, The Jazz Standard’da Donny McCaslin Quartet’i ilk kez canlı dinledim. Bugüne kadar deneyimlediğim en güzel canlı performanslardan biriydi. O konserde Aphex Twin ve David Bowie cover’larınızı da ilk kez duydum. Müthiş bir caz, elektronika ve rock füzyonuydu; müzik türlerini aşan bir kusursuzluk vardı. Bana bu açıdan Radiohead’in “Kid A” albümünü hatırlatmıştı. Elektronik müziğe ilginiz ne zaman başladı? 

Teşekkür ederim! “Perpetual Motion” adlı albümümün turnesi sırasında elektronik müziğe daha fazla ilgi duymaya başladım. Altı yedi yıl öncesine kadar bu alana özel bir ilgim yoktu. O sıradan David Binney, dinlemem için bana bazı parçalar göndermişti. Tim Lefevbre ve Mark Guiliana’ya ne dinlediklerini ve nelerden ilham aldıklarını sormuştum. Bazı elektronik müzik parçalarında duyduğum atmosferik sesler beni etkiliyor. Hayal gücünü tetikleyen bir yanı var ve bu yaratıcılığı besliyor, ilgimi çekiyor. 



Maria Schnedier’ın Bowie’ye McCaslin Önerisi  


David Bowie ile son albümü “Blackstar”da birlikte çalışma şansına sahip oldunuz. Albüm kayıt sürecine dair bazı bilgiler okudum medyada ama sizce bu şansı ne yarattı? Doğru zaman mı, doğru yer mi, doğru insanlar mı, yoksa sadece müziğiniz mi?

David’le olan bağlantımın nasıl ortaya çıktığını soruyorsunuz sanıyorum. Oyuncu Maria Schneider, David’e benimle ve grubumla işbirliği yapmasını önermiş. Ona “Casting Gravity” adlı kaydımı dinletmiş. Ondan sonrasında işler gelişti. Bowie’nin müziği çok farklı etkileri içeriyordu ve biz grup olarak bunu iyi yansıtabildik.

Bu durumda yaptığınız müzik ve doğru insanlar bu şansı yaratmış diyebiliriz. Bazıları size “David Bowie”nin David Bowie’si” diyor. Sizin buna tepkiniz ne?

David ile ilişkilendirilmek bir onurdur. 

Onunla çalışırken, grupla çalışmalarınıza kıyasla, daha fazla deneyim yapma fırsatı elde ettiniz mi?

Pek değil aslında. Biz grupla her zaman keşif ve deneyselliğe çok zaman ayırırız. Ama David’in müziğinin derinliğine dalmak ve onun yazım sürecine bir pencere açmak, gerçekten çok ilham vericiydi.



Grammy Ödüllerine Blackstar Tepkisi  


Yeni albümünüz “Beyond Now”da Bowie’nin “Warszawa” ve “A Small Plot of Land” adlı şarkılarının da cover’ları var. “A Small Plot of Land”, en sevdiğim müzisyenin en sevdiğim şarkısı. Açıkçası onu da cover’layacağınızı duyduğumda biraz endişe duyduğumu belirtmeliyim ama sonuç çok iyi oldu. Bence oldukça cesaretli bir seçim. Çünkü o şarkıda, özellikle Basquitat versiyonunda, Bowie’nin sesi, kusursuz ve görkemli. Sizin versiyonunuzda vokalist Jeff Taylor oldukça güzel yorumladı. Sizin başta endişeniz var mıydı?

Çok teşekkür ederim. Basquitat versiyonu müthiş değil mi! Mike Garson’ın Twitter’da paylaştığı, New York’ta bir konserden alınan kaydı da dinledim. O şarkıda ne yaptığımızı  gördügümden cover konusunda bir endişem olmadı ama çok heyecanlıydım. O şarkının çok farklı yönlere gidebilecek bir yapısı var. David Binney, prodüksiyonda muhteşem bir iş çıkardı ve Jeff harika söyledi. 

Gelecekte yeni cover’lar yapmayı düşünüyor musunuz? Cover’lamak istediğiniz şarkıda ne gibi özellikler arıyorsunuz?

Evet, yeni cover’lar olacak. Yaptığımız müziğe uygun olacağını hissettiğim şarkıları cover için düşünürüm.

Bu yıl Grammy ödüllerinde Bowie’ye verilen “En İyi Rock Performansı Ödülü”nü onun adına siz aldınız. Ama bence “Blackstar” birçok önemli kategoriden dışlanmıştı. Bowie’nin yaşarken hiç Grammy’e değer bulunmaması ve ilk Grammy ödülünün ölümünden sonraki yıl verilmesi sizce de utanılacak bir durum değil mi?

Evet, bence de öyle... Önemli kategorilerde “Blackstar”a nasıl yer verilmediğini, sanatsal bakış açısından hiç anlamıyorum. 


(Bu yazı ilk olarak Red Bull Müzik'te yayınlandı. https://www.redbull.com/tr-tr/donny-mccaslin-roportaji)

(Fotoğraf ve Salon'daki konser videoları bana aittir.)

19 Temmuz 2017 Çarşamba

VİDEO: DONNY MCCASLIN @ İSTANBUL CAZ FESTİVALİ


19.7.2017

David Bowie'nin son albümü "Blackstar"da işbirliği yaptığı caz saksofoncusu Donny McCaslin ve ekibi dün akşam 24. Uluslararası İstanbul Caz Festivali kapsamında Salon'da bir konser verdi. Müzisyenin geçen yıl yayınlanan ve Bowie'ye adadığı "Beyond Now" adlı albümünün turnesi kapsamında gerçekleşen konserde, kendisine davulda Nate Wood, klavyede Jason Lindner ve bas gitarda Jonathan Mass eşlik etti. 1.5 saat süren konserde McCaslin'in bestelerinin yanı sıra, Bowie ve Deadmau5 coverlarını da çalan ekip, muhteşem bir performans sergiledi.

Donny McCaslin'in adeta sesleri eğip büktüğü solo saksofon performansı ve Jason Lindner'in çılgın ses oyunlarını gösteren iki videoyu paylaşıyorum. Bu arada Donny McCaslin ile konserden önce yaptığım röportajı okumak isteyen olursa, şu bağlantıyı ziyaret edebilir. https://www.redbull.com/tr-tr/donny-mccaslin-roportaji




(Fotoğraf ve videolar tarafımca çekilmiştir.)

2 Nisan 2017 Pazar

VİDEO: BUTTERING TRIO FEAT. ESTER RADA @ SOUNDPORTS


01.04.2017

21 Kasım 2016 Pazartesi

VİDEO: THE VEILS @ SALON - 19.11.2016


21.11.2016

Geçen hafta sonunda alternatif rock'ın en iyi gruplarından birisi olan The Veils'i İstanbul'da bir kez daha ağırladık. Bu kez Salon'un sıcak atmosferinde gerçekleşen konserin biletleri duyduğuma göre tamamen satılmış; hak ettikleri ilgiyi görmeleri sevindiriciydi. Bu yıl yayınladıkları yeni albümleri "Total Depravity"nin yanı sına önceki albümlerinden de şarkılar çaldılar. Heyecanla beklediğim 'Jesus for the Jugular' biste yine en sona saklanmıştı ama ondan önce vokalist/gitarist Finn Andrews, 2004 tarihli ilk albümleri "The Runaway Found"dan iki şarkıyı solo olarak çaldı. Birisi grubun en sevilen şarkılarından 'Lavinia', diğeri de muhteşem 'The Tide That Left and Never Came Back'. O güzel dakikaları kaydettim. Finn Andrews, bir gün yalnız kalırsa bile gitarını alıp yoluna ozan şarkıcı olarak tek başına devam edebilecek kadar güçlü bir yoruma ve yeteneğe sahip. Tabii bunun olmasını dilemiyorum; The Veils'in grup olarak da ayrı bir etkisi var. En iyisi her konserde böyle solo yorumlar da yapsın. 





(Fotoğraf ve videolar bana aittir.)

10 Nisan 2016 Pazar

"TEK AMACIM ŞARKININ HAKKINI VERİP ANI YAŞAMAK!"


10.4.2016

Amerikalı besteci ve davulcu Mark Guiliana, henüz 35 yaşında ama günümüzde dünyanın en iyi 10 davulcusu arasında görülüyor. New Jersey doğumlu müzisyen, William Paterson Üniversitesi’nde caz alanında eğitim aldı. Enstrümanına hakimiyetinin yanı sıra, hard bop, caz, rock ve drum ‘n’ bass gibi farklı tarzları buluşturan yenilikçi ve ilerici yaklaşımıyla haklı bir ilginin odağı. Bugüne kadar Brad Mehldau, Gretschen Parlato, Avishai Cohen, Matisyahu, Lionel Loueke, Now vs. Now, Donny McCaslin, Dave Douglas, Bobby McFerrin, Dhafer Youssef’in de aralarında olduğu birçok isimle işbirliği yaptı ve sahibi olduğu Beat Music Productions etiketiyle albümler yayınladı ama bununla yetinmedi. Kendi grupları deneysel caz üçlüsü Heernt ve elektronik müzik projesi Beat Music’i kurdu. Son olarak David Bowie’nin veda albümü “Blackstar”ın kayıtlarında yer aldı; duyduğumuz o şahane aksak ritimli davul sesleri onun elinden çıktı.

Time Out London’ın Guiliana için yaptığı tanım, onun geniş yelpazeli yaratıcı müzik macerasını çok güzel anlatıyor: “Hard bop davul ustaları Elvin Jones ve Art Blakey’i 1980’lerin Roland 808 elektronik davulu ile buluşturduktan sonra ortaya çıkanı J Dilla’ya bölüp Squarepusher ile çarparsanız sonuç Mark Guiliana olur.” İşte bu vizyonu geniş müzisyen, 24 Mart’ta kendi adını taşıyan caz dörtlüsü ile birlikte Salon’da İstanbul dinleyicisi ile buluşacak. Konserden önce kendisiyle davul enstrümanı, caz müziği, gelişen teknoloji, Brad Mehldau ve David Bowie hakkında keyifli bir söyleşi yaptık.

HOBİDEN TUTKUYA DAVUL MACERASI

Genç yaşınızda dünyanın en aranan davulcularından birisi oldunuz. Bunu böyle bir cümlede söylemek kolay ama sizin için nasıl gerçekleşti? Öncelikle davulcu olmaya nasıl karar verdiniz?

Davul çalmaya ilk başladığımda davulcu ya da müzisyen olma amacım yoktu. Sadece çocukluğumda ilgimi çeken basit bir hobiydi ve beni oyalıyordu. 4Front davulcusu Joe Bergamini’den ilk derslerimi alana kadar bunun benim için özel bir şey olduğunun farkına varmadım.

Sizi özel olarak davul çalmaya çeken neydi? İlk etkilendiğiniz isimler kimlerdi ve üzerinizde  ne yönde etkileri oldu?

Davul çalmak eğlenceli ve zararsız bir aktiviteydi. Eğlenceden başka bir beklentim de yoktu. İlk dönemlerde beni etkileyen faktörler, radyoda ve MTV’de duyduğum müziklerdi. 1995 yılıydı. Nirvana, Red Hot Chili Peppers ve Pearl Jam’i seviyordum. O sırada favori müzik türüm oydu. Bu grupların şarkılarının çoğunu davulda çalmaya çalışırdım. Bu durum enstrümanla olan ilişkimi ve genel anlamda müzikle olan bağımı doğrudan etkiledi. O sanatçıların müziğe yansıttığı tutku ve tavrı bilirsiniz. Bu benim üzerimde çok güçlü bir iz bıraktı.

Son birkaç yıldır çok sayıda ödüle layık görüldünüz. Bu durum beş yıl öncesine göre geleceğe yönelik olarak daha çok sorumluluk yükledi mi size?

Birisi benim hakkımda güzel bir şey söylediği zaman mahçup oluyorum ve gurur duyuyorum. Gerçekten müteşekkirim. Bu bana yeni bir sorumluluk yüklemiyor. Hedefim çalışabileceğim kadar çok çalışıp, yapabileceğim en iyi müziği yapmak. O ödülleri kazanmadan önce de amacım buydu ve hâlâ aynı. Ayrıca hâlâ enstrümanımla ve birlikte çalıştığım müzisyenlerle en iyi ilişkiyi geliştirmeye, bu müziği dinlemeyi seçen insanların saygısını kazanmaya çalışıyorum. Minnettarım hepsine.

Bugüne kadar dinleyicilerin büyük beğeniyle karşıladığı albümler kaydettiniz ve kendi bestelerinizi yazdınız. Kariyerinizin bu noktasında besteciliğe yaklaşımınızdan söz edebilir misiniz?

Besteciliğe yaklaşımım çalıştığım gruba göre değişiklik gösteriyor. Daha elektronik temelli projem Beat Music söz konusu olduğunda elektronik etkiler öne çıkıyor; daha fazla elektronik aletten, özellikle synthesizer’lardan yararlanıyorum. Ama caz dörtlüm için oldukça farklı etkiler devreye giriyor. O tür müzikte caz dünyasından esinlenmelerle birlikte  doğaçlama için daha fazla olanak var. Caz dörtlüm için yaptığım bestelerde daima grup arkadaşlarımın kendilerini özgürce ifade edebilmesi için daha geniş alan bırakmaya çalışıyorum.

Bunları yaparken sizi daha çok duygularınız mı yönlendiriyor, yoksa müzik teorisine mi bağlı kalıyorsunuz?

Duygularım yönlendiriyor demek istesem de müzik teorisine bağlıyım. Üniversitede caz eğitimi aldım. Akademik geçmişim var ama hep duygularımla hareket etmeye çalışıyorum.


AKSAK ÖLÇÜLERİN CAZİBESİ

Besteci ve davulcu olarak hem performansınızda hem de beste çalışmalarınızda dinamiklere çok duyarlı görünüyorsunuz. Bunu biraz müzikle yakından ilgilenen her kulak fark eder ama sizin için müzikteki dinamikler nasıl bir rol oynuyor duymak isterim.

Dinamikler, hem beste yaparken hem de enstrümanımı çalarken olağanüstü derecede önemli rol oynuyor. Bence dinamikler en değeri bilinmeyen araçlar. Kolaylıkla unutulabiliyor. Oysa müziğin gücü onlar sayesinde sağlanır. Bu nedenle müzik yazarken ve çalarken daima aklımda dinamikler ön plandadır.

Bir davulcu olarak en ilginç özelliklerinizden birisi, aksak ölçülerle çalmanız. Tarzınızın çok belirgin bir niteliği olarak öne çıkıyor. Bu tercihinizin ardındaki temel neden ne?

Aksak ölçülerle çalmamın nedeni özgürlüğümü kazanma çabam. Ayrıca aksak ölçüler içeren çok sayıda materyalin çalındığı gruplarda yer aldım. Bunu ilk deneyimlediğim durumlardan birisi, Avishai Cohen ile çaldığımda oldu. Onun müziğinde bolca aksak ölçü vardı ve bu benim için yeni bir şeydi. Ama besteler öyle güçlüydü ve organik olarak gelişiyordu ki benim amacım sadece şarkının gerektirdiğini en uygun şekilde yapmak oldu. Böylelikle aksak ölçülerde çalmayı öğrendim ve ardından Dhafer Youssef ve Now vs. Now ile çalışmaya devam ettim. Sonra da kendi kayıtlarıma aksak ölçüleri dahil ettim.

Efsane davulcu Billy Cobham bir keresinde tek bir müzik tarzına odaklanmayı zor bulduğunu söylemişti. Sizce füzyonun kaynaklandığı nokta bu mu?

Açıkçası bilmiyorum. Buna verecek iyi bir yanıtım yok. Farklı tarzları değil, sadece her tarzın birlikte varolduğunu düşünüyorum. Etiketler ya da kağıt üzerinde iyi duracak bir şey hakkında endişelenmemeye çalışıyorum. Hislerimi dinleyip sanatsal açıdan anlamlı işler yapmaya gayret ediyorum.

Sizi anlatan bir makalede Beat şairi gibi tanımlandığınız; çünkü kreatif anlamda elektro-akustik hattın arasında durup onu bulanık hale getirebildiğiniz yazıyordu. Ne diyorsunuz buna?

Ben bir hat görmüyorum, Esin kaynaklarımda ya da müziğimde herhangi bir sınır da görmüyorum. Benim amacım en dürüst materyali ortaya çıkarmak.


“DOĞAÇLAMA VE MAKİNELER BİRBİRİNE TEZAT”

Son 10 yıldır müziğinizi elektronik ortamda sunuyorsunuz ama “Family First” adlı albümünüzde ilk kez tamamen akustik bir set-up tercih ettiniz. Bu değişikliğin nedeni neydi?

Birçok kahramanım ve ilham kaynağım akustik müzikten. John Coltrane, Miles Davis, Art Blakey’s Big Band, Wayne Shorter ve 1950’li-60’lı yıllarda caz yapan müzisyenler, müziği sevip doğaçlamaya sevdalanma nedenim. Kendimi o akustik ortamda zorlamak istedim. Bu isteğimin ortaya koyduğu bir ürün “Family First”.

Birçok akustik davulcu, elektronik davulun müziğe getirdiği değişimden korkuyor. Sizce bu korkunun nedeni ne ve bu konudaki düşünceniz nasıl?

Elektronik davuldan duyulan korkunun nereden kaynaklandığını bilmiyorum. Ben benimsiyorum. Akustik ya da elektronik enstrüman olması fark etmez, elektronik perküsyonun daima yeri vardır. Her ikisinde de müzik yaratması için sonuçta bir insana ihtiyacınız var. Bu nedenle her ikisi de müziğe katkı sağlaması için değerlidir ama en önemli şey enstrümanı kimin çaldığıdır.

Teknoloji bu kadar hızla gelişirken, bu değişimlere nasıl ayak uyduruyorsunuz?

Akustik davul ile aramda en iyi ilişkiyi kurmaya çalışıyorum. Bu enstrümanın çok sayıda olasılığı barındıran derin bir dünyası var. Gerçekten ben sadece ilk adımı attığımı düşünüyorum. Hâlâ akustik davul setini araştırmak bana müthiş ilham veriyor. Teknoloji geliştikçe onu yakalamak için elimden geleni yapıyorum ama kalbim akustik davul setinde.

Bir yerde “doğaçlama ve makineler birbirine tezat ve bu sahip olduğumuz en büyük avantaj,” dediğinizi okudum. Bunu biraz açar mısınız?

Burada yine “enstrümanın akustik ya da elektronik olması fark etmez; onu çalan önemli” noktasına dönüyoruz. Enstrümanı konuşturan araç, onu kullanan kişinin müzikal karakteridir. Bir makine, bizim gibi kendi kendine tepki veremez ya da doğaçlama yapamaz. Doğaçlama, risk alma ve anı yaşama en sevdiğim şeyler. Bunlar makinelerden üstün olan yanlarımız ve tabii avantajlarımız.

“BOWIE BİR DAHİ VE ONUNLA ÇALIŞMAK İNSANIN HAYATINI DEĞİŞTİREN BİR DENEYİM”

Bugüne kadar Avishai Cohen, Gretchen Parlato, Phronesis ve Meshell Ndegeocello gibi büyük isimlerle çalışıp konserler vererek imrenilecek bir başarı kazandınız... İşbirliklerine yaklaşımınız ne?

Bu saydıklarınızın hepsinin özgün bir müziği ve karakteri var. Onlarla çalıştığımda tek önemli amacım, yapabileceğimin en iyisini yapıp sanatçıyı ve şarkıyı desteklemekti. Her durumda müzik için en doğru kararı verip en iyisini gerçekleştirmek için çabalıyorum. Çünkü ancak bunu yapabildiğimde başarılı bir işbirliği olur.

David Bowie ile son albümü “Blackstar”da çalışma şansınız oldu. Kayıt seanslarına dair bazı bilgiler içeren yazılar okudum ama size onunla geçirdiğiniz günleri de sormak isterim. Nasıldı Bowie ile çalışmak?

Kesinlikle insanın hayatını değiştiren bir deneyim. Bu fırsata sahip olabildiğim için minnettarım. “Blackstar”ın bir parçası olmak onur verici. Bowie, inanılmaz derecede kibar ve müthiş ilham vericiydi. Her aşamasında birlikte çalışmak harika bir keyifti. O bir dahi ve ben onunla bu deneyimi yaşadığım için çok mutluyum.

Tony Visconti, albüm hakkında verdiği röportajlarda “Amaç birçok yönden, rock ‘n’ roll’dan uzak durmaktı,” dedi. Kayıtlar sırasında Bowie’den gelen özel talepler oldu mu?

David’den birçok konuda yönlendirme geldi. Her gün stüdyoda bizimle birlikteydi. Her sanatçı gibi tümüyle işin üzerindeydi. Gideceğimiz yönü bir ölçüde belirleyen talepleri oldu. Biz çalarken o da şarkı söylüyordu ve müthiş odaklanmış durumdaydı. Tony Visconti ile birlikte prodüktörlüğü ortak yürüttü. “Blackstar”ı onun oluşturduğu ilham verici çalışma ortamında yarattık.

2014’te “Mehliana: The Taming Dragon” albümünü kaydettiniz. Piyanist Brad Mehldau ile oluşturduğunuz ikilinin ilk kaydıydı. Nasıl bir araya geldiniz onunla?

İlk olarak 2008’de tanıştık ya da daha önce... Onunla tanışmadan çok önce de hayranıydım. Bir süre New York’ta, sonra da turnede görüştük. 2008’de buluşup beraber çalmaya karar verdik. Muhteşem bir deneyimdi. Birlikte konser vermeden önce birkaç yıl boyunca bir araya gelip zaman zaman çalıştık. İlk konserimiz 2011’deydi. Ondan sonra daha sık konser vermeye başladık ve hâlâ da veriyoruz. Mehldau, aynı zamanda benim favori müzisyenlerimden birisi. Ona gerçekten büyük saygı duyuyorum ve ondan çok şey öğreniyorum. Onunla bir ikili kurmaktan dolayı şanslıyım ve böyle bir projenin içinde olduğum için minnettarım.

Okuduğum röportajlarınızdan anladığım kadarıyla, bir başkasının liderliği üstlendiği grupta sadece üye olarak yer almaktan çok keyif alıyorsunuz ama bir noktada kendi grubunuzu da kurdunuz. Bir davulcu olarak grup liderliği konusunda deneyiminiz nasıl?

Keşke konserimize gelenler sahnede çalan grubun hangisi olduğunu bilmeseydi. Bazen arada ayağa kalkıp şarkıları tanıtmasam benim grubum olduğunu tahmin de edemezlerdi. Kendi müziğimi ya da diğer müzisyenlerin müziğini çaldığımda tek isteğim, şarkının ve yaşanan anın hakkını vermek. Birlikte çaldığım müzisyenleri elimden gelen en iyi şekilde destekliyorum, onları yüceltip en iyi şekilde çalmaları için esinlendirmeye çalışıyorum. Bunu yapabilirsem enerjinin yükseleceğini ve müziği birlikte daha yüksek seviyelere çıkarabileceğimizi biliyorum.

Enstrümanına hakim bir müzisyen olarak tavsiyede bulunursanız, sizin seviyenize ulaşmak için yapılması gereken nedir? Pratik yapma yöntemi nasıl olmalı?

Pratik yapmak ve enstrümanla ilişki kurmak çok önemli. Buna karşın, diğer müzisyenlerle birlikte çalmayı öğrenmenin tek yolu, başka insanlarla bir araya gelip onlara karşı reaksiyon vermek, dinlerken onlardan birçok şey öğrenmek. Ben bugüne kadar kendi kendime çok fazla pratik yaptım ama diğer müzisyenlerle çalarak çok daha fazla yol katettim. Bugün bulunduğum yere de o sayede geldim. Herhangi bir seviyedeki müzisyene vereceğim en büyük tavsiye de budur.


(Bu röportaj, ilk olarak 12 Mart 2016 tarihinde Red Bull Müzik'te yayınlanmıştır.
http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331782171253/zulal-kalkandelen-mark-guiliana-roportaji)

(İstanbul konser videoları benim tarafımdan, diğer video ve promo görselleri Deneka Peniston tarafından çekilmiştir.)


7 Nisan 2016 Perşembe

VİDEO: XIU XIU - SYCAMORE TREES @ Salon


7.4.2016

Dün akşam Salon'da avangart pop grubu Xiu Xiu'nun ünlü TV dizisi Twin Peaks'in müziklerini yorumladığı konserde "Sycamore Trees" adlı şarkıyı kaydettim. "Twin Peaks: Fire Walk with Me" soundtrack albümünde geçen yıl yaşamını kaybeden Amerikalı caz vokalisti Jimmy Scott'ın seslendirdiği dramatik şarkının sözleri David Lynch, bestesi Angelo Badalamenti imzalı.

Xiu Xiu, gerek Jamie Stewart'ın beden diline de yansıyan olağanüstü teatral performansı, gerekse Shayna Dunkelman'ın yeri titreten perküsyon vuruşları ve Angelo Seo'nun klavyedeki ustalığıyla son derece tutkulu bir yorum getirdi şarkıya. Bence dinlediğimiz "Sycamore Trees" cover'ı ile konserin en unutulmaz dakikalarını yarattılar. Artık bu şarkıyı dinlerken aklıma hep bu versiyon gelecek.

Xiu Xiu, Twin Peaks gibi popüler kültüre mal olmuş bir dizinin iddialı müziklerini böylesine cesaretle yorumladığı, üstelik de bunu yaparken o müziklere daha sert bir sound kazandırarak farklı ama orijinali kadar iyi bir noktaya taşıdığı için alkışı hak ediyor. İlgilenenler için belirteyim; Xiu Xiu'nun Twin Peaks müziklerine yaptığı cover'lardan oluşan albümü plak formatında Record Store Day için özel olarak yayınlanacak. Ancak 16 Nisan'da bu etkinliğe katılan plak dükkanlarında bulunabilecek. Umarım daha sonra dijital olarak da edinmek olanaklı olur.



(Fotoğraflar ve video bana aittir.)

25 Mart 2016 Cuma

VİDEO: MARK GUILIANA JAZZ QUARTET @ SALON


25.3.2016

Dün akşam Salon'da günümüzün en yetenekli davulcularından Mark Guiliana'yı kendi adını taşıyan caz dörtlüsü ile birlikte dinledik. Saksofonda Jason Rigby, piyanoda Fabian Almazan, kontrbasta Chris Morrissey'in Guiliana'ya eşlik ettiği yaklaşık 1.5 saatlik konser, aksak ritimlerin öncülüğünde baştan sona müthiş sürükleyiciydi. David Bowie ile birlikte çalışma şansı bulan ve son albümü "Blackstar"da ona eşlik eden ekipte de yer alan Mark Guiliana, dün akşamki konserde elbette Bowie'yi anmadan geçmedi. David Bowie'nin 2013 tarihli "The Next Day" albümündeki "Where Are We Now?" adlı şarkısına Mark Guiliana Jazz Quartet'in yaptığı hüzünlü cover'ı dinlerken efsane müzisyene derin sevgi ve saygılarımızı sunduk içimizden... O anları kaydettim. Bir de konsere gelemeyenler için en azından Guiliana'nın davul solosunu belgelemek istedim.

Konserden önce kendisiyle yaptığım söyleşiyi daha önce görmeyen olabilir düşüncesiyle bir de burada paylaşıyorum: http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331782171253/zulal-kalkandelen-mark-guiliana-roportaji





(Fotoğraf ve videolar bana aittir.)

17 Mart 2016 Perşembe

VİDEO: LUBOMYR MELNYK @ SALON - 16.3.2016


17.3.2016

Sürekli Müzik'in (Continuous Music) öncüsü Ukraynalı piyanist/besteci Lubomyr Melnyk'i dün gece Salon'da bir kez daha dinleme olanağı bulduk. İki saat süren olağanüstü etkileyici performansı sırasında eski eserlerinin yanı sıra, henüz bir haftalık olduğunu söylediği yeni bir bestesini de çaldı Melnyk. Turne sırasında konserler için çalışırken yaptığı bu bestenin henüz adı bile olmadığını ama Salon'daki piyano çok iyi olduğu için çalmak istediğini; çünkü ancak o kadar iyi bir piyanoda hakkının verilebileceğini söyledi. Kaydettiğim bu parçayı ilgilenenler için paylaşıyorum.




Lubomyr Melnyk'in 2013'te yine Salon'da verdiği konserde de bazı videolar kaydetmiştim. Onlar da bu konser yazımda bulunabilir: http://www.veganlogic.net/2013/01/butun-piyanolar-sevgilinizse-yalnzlk.html


Kendisiyle yaptığım yeni röportaj ise bu linkte: http://www.veganlogic.net/2016/02/lubomyr-melnyk-klasik-muzigin-harika.html

(Fotoğraf ve videolar bana aittir.

28 Şubat 2016 Pazar

LUBOMYR MELNYK: "KLASİK MÜZİĞİN HARİKA PİYANİSTLERİ İYİ EĞİTİLMİŞ YARIŞ ATI GİBİ"


28.2.2016



2013 yılında Salon'da besteci/piyanist Lubomyr Melnyk'i ilk kez canlı dinledikten sonra öylesine etkilenmiştim ki, yıllardır o sarsıcı deneyimi tekrar yaşayacağım günü bekliyorum. Nihayet 16 Mart akşamı yine Salon'da Ukraynalı müzisyenin piyanosuna teslim edeceğim ruhumu.

1970'lerden bu yana müzik yapan Melnyk, özel bir teknikle icra edilen "Continuous (Sürekli) Music" adlı türün öncüsü ve aynı zamanda dünyanın en hızlı piyanisti unvanına sahip. Saniyede 19.5 nota (iki eliyle de ayrı ayrı), bir başka hesapla bir saatte 93.650 nota çalabiliyor. Bu teknik bilginin konserde dinleyiciye yansımasını yazıyla tam olarak anlatmak olanaklı değil ama 2013'te yazdığım şu yazıda denemiştim: http://www.veganlogic.net/2013/01/butun-piyanolar-sevgilinizse-yalnzlk.html

67 yaşındaki Melnyk, gençliğinde Latin dili ve felsefe okumuş, klasik müzik eğitimi almış, Paris’te modern dans dersleri için müzik yaparken yaşadığı aşırı yokluk günlerinde "Continuous Music"i yaratmaya başlamış. 1979'da yayınladığı "KMH - Piano Music in the Continuous Mode" adlı ilk albümünden bugüne kadar onlarca mükemmel albüm yayınlasa da, ne yazık ki hak ettiği ilgiyi son birkaç yıla kadar görmedi Melnyk. Ne zaman ki 2013'te bağımsız plak şirketi Erased Tapes'den "Corollaries" adlı albümü çıktı, o zaman ismi daha duyulur oldu. Modern klasiğin genç yetenekleri Nils Frahm ve Peter Broderick ile yaptığı işbirlikleri, onun müziğini daha genç ve farklı bir kesime açtı. 2015'te Erased Tapes için ikinci albümü "Rivers and Streams"i yayınladığında dünyanın çeşitli kentlerinde ve festivallerinde verdiği konser sayıları arttı.

Münzevi bir hayat süren sıradışı bir piyanistin devrimci yöntemleri çok uzun zaman görmezden gelinse de, Lubomyr Melnyk'in öncüsü olduğu Sürekli Müzik, hissedip duyabilenlerin ruhunda çok önemli bir yer edindi. Çalarken kendisi de metafizik açıdan farklı bir boyuta geçen piyanistin enstrümanıyla sonsuz aşkına tanık olmak isterseniz, bu konseri kaçırmayın.


HEM "TEKNE" HEM DE "TEKNENİN KAPTANI"


Sizi ilk kez 2013'te İstanbul konserinizde canlı dinlediğimde olağanüstü derecede etkilenmiştim. "Bundan daha güçlü bir müzik olamaz. Ben bu akşam şiiri gördüm!" demiştim. Yılda 100 geceden daha fazlasını konserlerde geçiren bir müzik yazarı için sıradan bir ifade değildi. Bu nedenle şunu sormam gerekiyor: İnsanları böylesine derinden çarpan bir müziği icra ederken ve sonrasında siz nasıl hissediyorsunuz?

Ne hissediyorum? Bu, günden güne, farklı zamanlara göre değişiyor elbette. Genel olarak, eğer çaldığım parçayı çok iyi biliyorsam, yani o zamana kadar konserlerde birçok kez çalmış durumdaysam, sadece zihnimi piyanonun güzel tınılarına bırakıp onlarla farklı yerlere sürüklenmesine izin veriyorum. Böylelikle aynı anda hem "tekne" hem de "teknenin kaptanı" olmaya çalışıyorum. 

Bunu açıklamak zor; kendime bile! Ama bazen zihnim onu hızlıca devreden çıkardığımı düşlediğim hayali bir evreye giriyor; uyumak gibi sanki... Bazen çalarken uykuya daldığım oluyor; konserlerde değil elbette, evdeyken! Sonra birden uyandığımda parmaklarımı hâlâ o parçayı çalar halde buluyorum. Üstelik parçanın akış hızında da bir değişme olmuyor! Demek ki, Sürekli (Continuous) Müzik icra eden piyanistin zihni, zaman ve mekan üzerinde, varoluş evrenleri üzerinde olağanüstü bir kontrole sahip. Bunu daha iyi açıklayabilmeyi isterdim ama gerçekten zor. Çünkü koşullar değişiyor, ben değişiyorum, evren değişiyor. Sürekli Müzik çalma kabiliyeti bütün gizemi ve farklı boyutlarıyla evren ile yakından ilgili.


"KLASİK MÜZİĞİN HARİKA PİYANİSTLERİ, İYİ EĞİTİLMİŞ YARIŞ ATI GİBİ"


"Sürekli Müzik, bir kasırganın ortasında ayakta durmaktır," demiştiniz. Kendinizi buna nasıl hazırlıyorsunuz? Hayat boyu süren bir durum mu bu?

Kasırga, sürekli müzik icracısı ve piyanonun birliği aracılığıyla patlarcasına ortaya çıkan devasa ruhsal güçtür. İkisi birlikte her şeyi bastıran bir hortum yaratır. Sürekli Müzik ve öğrenmesi yıllar alan icra tekniği mucizevi bir muammadır. Çalarken benden dışarıya yansıyan gücü kimse açıklayamaz; bütün boyutları aşan bir durumdur. Ninja, Kung-Fu, Tai Chi gücüdür. Rüzgârın, kasırganın, zaman ile mekanı aşan muhteşem doğanın gücüdür ve evrenle çakışan mikrokozmozlar yaratır. İkisi buluşur ve sonuçta bedenim ile zihnimde hissetmenin harika olduğu devasa bir enerji patlaması ortaya çıkar. Sürekli Müzik çaldığım sırada, kendi bedenimle piyanonun bedeni arasında, bedenimle piyanodan çıkan sesler arasında ayrım kalmaz. 

Gerçekte çaldığım sırada ortada hiçbir beden de kalmaz. Hiçlik söz konusudur. Sadece enerji ve hayatın gücünü, ruhumuzdaki tüm insani duyguları ve sevgiyi hissederim. Onu icra etmenin yolu budur! Şahane renklerle dolu kocaman bir alandan esen rüzgâr gibi hissedersiniz. Devasa arazilerin üzerinden uçan görkemli bir kuş gibi olursunuz. Coşkuyla akıp denizlere yönelen derin bir ırmak gibisinizdir. Öylesine sert ve sağlam bir çelikten duvar vardır ki, gezegenler onunla çarpışsa da onu aşamaz; işte o çelik duvarın gücü Sürekli Müzik'tir. Yeryüzünde daha önce hiç böyle bir şey olmamıştır.

Evet, bunu öğrenmek, piyanonun gücünün farkına varmak, bir ömür alır. Gerçek bir piyanist olmayı öğrenmenin sonu yoktur. Bana göre, klasik müziğin harika piyanistleri, iyi eğitilmiş yarış atı gibi. Yarışa katılıp koşabilirler ama gerçek at değildirler; çünkü özgürce koşamazlar ve asla ayaklarının altında çimenleri hissedemezler. Ruhları, kütüphanedeki sayfalar ve kabul edilmiş kayıtlı sonatlar arasında kaybolmuştur. Gerçek at, gerçek piyanist gibi, toprağın üzerinde bir yarış atının hayal edebileceğinden daha hızlı koşar. Aslında Sürekli Müzik icracısı olana kadar zavallı yarış atının gerçek hızın ne olduğuna dair bir fikri yoktur.

"Klasik müzik dünyasında piyanist müziğin kölesidir. Oysa Sürekli Müzik'te müzik piyanistin kölesidir," diye bir ifadeniz var. Müziğiniz ve piyanoya yaklaşımınız oldukça devrimci. Sizce bu fark yüzünden mi klasik dünya sizi yıllarca kabul etmedi?

Ondan olduğunu sanmıyorum. Bana göre muhtemel neden, klasik dünyanın klasik müziğin sonsuz güzellikleriyle teması kaybetmesi. Çok hoş, şatafatlı ya da bilgece ortaya koyulmuş şeyleri duyuyorlar ama mesela çok iyi kalitede bir şarap gibi karşılıyorlar bunu. Ama bu müziğin dayanılmaz güzelliğini hissetmiyor ve duymuyorlar. Eğer klasik dünya Mozart'ın güzelliğini duyduysa, günümüz modern müziğinin güzelliğini de duyabilir. Aynı derecede muhteşem değilse bile, yaşadığımız döneme ait güzellikler de gereklidir ve biz onları görmezden gelirsek, yeryüzündeki bu dönemi yok etmiş oluruz. 


ERKEN DÖNEM MİNİMALİSTLERİN VE "RAGA"NIN ETKİSİ

Sürekli Müzik ile ilgili ilk deneyiminizin minimalizm öncüsü Terry Riley'den kaynaklandığını söylüyorsunuz. Sizin yaklaşımınızla Terry Riley, Steve Reich ve Philip Glass arasında bağ kurmak olanaklı. Fakat müziğinizin minimalist diye nitelendirilmesine karşı olduğunuzu da biliyorum; aksine yoğunluğu anlatmak için maksimalist terimini tercih ediyorsunuz. Bu durumda sizinle minimalistler arasında müzik, enerji ve ruh açısından nasıl bir bağ söz konusu?

Evet, Sürekli Müziği keşfetmemde minimalistler ile ilk karşılaşmam benim için son derece önemliydi. 1970'li yıllardaki o erken dönem besteciler olmasaydı, ben de ancak klasik müziğe öykünürdüm. Onların yarattığı dünya ruhumda bambaşka bir yeni bir evren doğurdu. Onlar olmasaydı, ben hiçbir şey olamazdım ve bu harika Sürekli Müzik dünyasını bulamazdım! Ama şu da bilinmeli ki, onlar sadece bu tohumun gelişmesi için önemli olan toprağın bir parçasıydı. Sürekli Müzik keşfimde bana yol açan çok sayıda başka etken de vardı. Şimdi artık bilgimi diğer piyanistlere aktarma zamanı! Sürekli Müzik icrası, öyle keyifli ve harika bir iş ki, ben öldükten sonra ortadan kalkmamalı. Bu mucizevi bilgi ve tekniği diğer piyanistlere aktarmak, şu anda hayatımdaki en önemli şey.

Hippi yıllarında "Raga"yı temel alan Hint Müziği'ni de ilhamlarınız arasında sayıyorsunuz. Bu tarz Doğu müziği sizi ne yönde etkiledi?

Müziğin içerdiği karışık yapıdan ve çeşitli zamanlama ile hesaplamaları takip edebilmek için icracının çok yüksek bir zihni/ruhsal kapasiteye sahip olma gereksiniminden çok etkilendim. İnsan zihninin çok daha ileri düşünce yapılarına ulaşmasını örnekliyor. Sadece zihin değil, elbette Raga yorumcusunun bedeni ve elleri de, değişen hızlara karşı hava ve su gibi fevkalade akıcı olmalı. 

İnternet sitenizde iki elin aykırı nota örgülerini çalabilen bağımsız varlıklar haline geldiği yeni ve özel bir piyano tekniği anlatılıyor. Bu durumda müziğinizde saf bir kaotik harmoniden söz edilebilir mi?

Eller arasında kesinlikle kusursuz bir koordinasyon ve olağanüstü bir eşzamanlılık var. Bu, uzmanlığın işaretlerinden biridir. İki elin içinde yüzmek için kendilerine ait dünyaları olsa da, kusursuz bir koordinasyon içinde hareket ederler.
 

"THE LORD OF THE RINGS"İN ETKİSİYLE DOĞAN MUAZZAM BİR SEVGİ

Bir keresinde yurtdışında yaşayan genç bir arkadaşım bana gece yarısı e-posta gönderip şöyle yazmıştı: "Hayatın yaşamaya değer olduğunu hissettirecek bir şarkı var mı? Şu anda ona çok ihtiyacım var!" Açık ki zor bir dönemden geçiyordu. Ona yanıt yazıp, "Lubomyr Melnyk'ten 'The Song of Galadriel'i dinle. Mutlaka iyi gelir," dedim. Daha sonra haberleştiğimizde onu dinlediğini ve sonrasında rahatlamış bir halde uykuya daldığını anlattı. O eseriniz, benim bugüne kadar dinlediğim en huzur dolu müzik. Tolkien'in "The Lord of the Rings" adlı kitabındaki gizemli dünyadan esinlendiğini biliyorum ama nasıl ortaya çıktığından söz edebilir misiniz?

Gençliğimde "The Lord of the Rings" benim üzerimde çok güçlü etki bırakan bir deneyimdi. Tolkien'in dili kullanış gücü büyüleyiciydi; ruhumda muhteşem duygular uyandırmıştı. Bugüne kadar hiçbir kitap, yazının gücünü böylesine derinliğine ortaya koymadı. Bir başyapıt yaratmıştı ve yarattığı şey iyi ile kötü, sevgi ile nefret ve yeryüzünde önemli olan her şey arasındaki temel mücadelenin tanımıydı. Galadriel'i, kraliçeyi ve tüm dünyayı müthiş güzel bir dille tanımlayışı, bana Galadriel'in şu anda üzerinde oturduğum sandalyeden daha gerçek göründüğü hayatın derin ve gizemli boyutlarını resmetti. Galadriel, benim mucize ve güzelliğe dair ebedi tasavvurumdu. O nedenle o müziği onun onuruna besteledim; sadece onun için değil, dünyanın onun şarkı söyleyişini duyması ve onun dünyasındaki huzur ve güzelliği duyması için yarattım o müziği. İyilik ve barış dünyası... "The Song of Galadriel", Tolkien'in bize armağanı olan görkemli dünyaya benim ruhumdan yansıyan muazzam bir sevginin müziğiydi. O kitap olmasaydı, dünya ışıksız, mutsuz, kahkahasız ve basit şeylerin güzelliğinden yoksun kasvetli bir yer olurdu. Cinlerin kutsal büyüsü de olmazdı!

"PİYANO ŞARKI SÖYLEYEN BİR RUHTUR!"

Ünlü piyanist Mitsuko Uchida, "Piyano insan gibidir," diyor. Siz de piyano konusunda olağanüstü derecede hassassınız. Piyanoyu canlı gibi düşünüyor musunuz ya da bu enstrümanı sizin gözünüzdeki yerini anlatmak için bir metafor kullansaydınız ne derdiniz?

Evet, piyanolar canlıdır! Onlar da insandır! Şarkı söylerler, sesleri vardır. Öylesine güzel bir ses ki adeta bir koro şarkı söylüyormuş gibi çıkar. Tahtaya, tuşlara dokunup telleri görmek, metal ve tahtanın harika kokusunu duymak, şahane titreşimlerin bedenime ve ruhuma doluşunu hissetmek... Bu, iki insan arasındaki aşk şarkısıdır. Piyanodan daha harika bir şey yoktur. Sadece Tanrı piyanodan daha büyüktür. Piyano, son 300 yılda Tanrı'nın insanlığa en büyük hediyesidir. Ve bugün aptal insanlar ne yapıyor? Çürük patates ve peynirle birlikte onları çöpe atıyorlar! Yağmur ve kar altında kalıp ölmesine izin veriyorlar. İnsanlar piyano katili oluyor! Bu korkunç bir şey. İnsanlar her şeyi öldürmeye başladı. Hatta bilgiyi bile katlediyorlar. Önce dünyadaki piyanoları yok etmeye başladılar, şimdi de var olan tüm bilgiyi siliyorlar. Artık kimse neyin nasıl yapılacağını bilmiyor. İnsanlar iPhone'larıyla yadıma muhtaç oyuncak haline geldi. Oysa piyano, size şarkı söyleyen yaşayan bir ruhtur. Hayatınıza doğan mükemmel bir ışıktır. Lütfen piyanoları öldürmeyi durdursun insanlık!


 (Lubomyr Melnyk'e ayırdığım Vegan Logic radyo kaydı:  https://mobile-iphone.mixcloud.com/VeganLogic11/vegan-logic-xiii-lubomyr-melnyk-18032013)
-

5 Aralık 2015 Cumartesi

VİDEO: MATHIAS EICK QUINTET - HEM @ SALON


5.12.2015

30 Kasım 2015 Pazartesi

GREG HAINES: SESLERLE ROMAN YAZAN MÜZİSYEN


30.11.2015

Berlin merkezli Denovali Records, günümüzün en ufuk açıcı bağımsız plak şirketlerinden birisi. 2015'in ilk ayında özel bir radyo programı yapıp kataloğunu incelemeye aldığım bu etiket, günümüz müziğine çok değerli katkılarda bulunuyor. Daha önce Denovali sanatçılarından bir kısmını İstanbul'da ağırladık ama artık özel bir "label night" gecesini hak etmişti. Beklediğimiz bu etkinlik, 5 Aralık akşamı Salon'daki Limits Off konserleri kapsamında düzenlenen Denovali Label Night ile gerçekleşecek. Böylece aynı sahnede, geçtiğimiz nisan ayında Douglas Dare ile birlikte olağanüstü bir konser veren Greg Haines'in yanı sıra, ilk albümü "Bastards" ile iyi bir çıkış yapan Ah! Kosmos ve Alman besteci ve klasik piyano virtüözü Orson Hentschel'i dinleme olanağı bulacağız.

İngiliz elektro-akustik sanatçısı Greg Haines ile geçen defa röportaj yapma fırsatı bulamamıştım ama bu kez erken davranıp konserden önce bazı merak ettiklerimi sorabildim. Nisan ayındaki konser hakkındaki yazımda belirttiğim gibi; onu sahnede müzik yaparken görmek, albümlerini dinlemekten farklı bir deneyim. Klavye, synth, efektler, loop'a aldığı melodiler, melodika ve piyano ile sanki laboratuvardaki çılgın profesörü andıran bir edayla enstrümanlar arasında hızla mekik dokuyor. "Yarattığı elektro-akustik sesleri bütünleştirip birbirinin içinden geçirirken, seslerle roman yazdı adeta," demişim önceki yazımda... Yeni romanı çok merak ediyorum!

  

1980'lerde İngiltere'nin güneyinde ufak bir kentte doğup büyümüşsünüz. Yetiştiğiniz ortam nasıl bir yerdi? Müzikle olan ilişkinizi ne yönde etkiledi?

Aşırı sıkıcı bir yerdi. Bu nedenle sürekli evde kalıp zamanımı müzik yapmakla geçirdim sanırım. Eğer çok canlı bir yer olsaydı, dikkatim daha çok dağılabilirdi. Kendimi bildim bileli hep orayı terk etmek istedim. Geri dönmeyi de hiç istemem.

Bildiğim kadarıyla Berlin'de yaşıyorsunuz. Sizin için o kent ne ifade ediyor?

Artık İtalya'nın Umbria bölgesinde kırsal alana taşındım. Seviyorum oraları. Berlin denince herkes gibi benim de aklıma partilemek geliyor.

Müziğe olan ilginiz ne zaman gelişmeye başladı? Biraz müzik yolculuğununzdan söz eder misiniz?

Daha gençken önce keman, sonra gitar dersleri aldım. Fakat müzik yapmayı ve şarkılar yaratmayı sevsem de, bir enstrümanı ileri derecede çalmayı öğrenmekle ilgilenmiyordum. Sadece yeni bir şeyler ortaya çıkarmak istiyordum. Evde elime basit bir kayıt cihazı geçer geçmez, onunla ses katmanları yaratıp, efektler eklemeye başladım. Bazen iki basit katmanın birbirine geçip üçüncü bir katmanı, daha ilginç bir dokuyu yarattığını görürdüm. İşte o zaman uzun süre yapacağım işin bu olduğuna karar verdim.



Ses dokularına olan merakınız sonucunda kendi enstrümanlarınızı yaptığınızı da okumuştum.

Önce çello ortaya çıktı ama sonunda ailemi piyano edinmek konusunda ikna ettim.

Akademik geçmişe ya da ileri derecede teknik bilgiye sahip olmak avantaj mı yoksa engel mi? Brian Eno, müzik eğitiminin yaratıcılık için gereken özgürlüğü engelleyebileceğini söylüyor. Katılır mısınız bu görüşe?

Böyle bir olasılık var! Doğaçlama yapmalarını istediğinizde tamamen paralize olan klasik müzisyenler tanıyorum. Müzisyen olup doğaçlama yapamamayı anlayamıyorum...

Minimalist besteciler ve özellikle Arvo Pärt'ın müziğiniz üzerinde oldukça yoğun bir etkisi söz konusu. Bir besteci olarak sizden önceki kuşaktan müzisyenleri tam olarak nereye koyuyorsunuz? Onları eleştirdiğiniz oluyor mu, birer idol gibi görüp övmekle mi yetiniyorsunuz yoksa onların yaptığını tekrarlama da söz konusu oluyor mu?

Umarım onların yaptıklarını çok benzer bir şekilde tekrarlamıyorumdur! Gerçekten şahane müziklerde hata bulmakta zorlanıyorum. Kendi içindeki hataları belirsizleştirmek için yeterince çaba harcayan müziklerle benim aramda sanki geçilmez bir duvar var gibi... Benim müziğim bunun tersi. Sadece eleştirebiliyorum. 



"Where We Were" adlı albümünüzün basın tanıtım duyurusunda, "Bir insanın diğer müzisyenlerle geniş çaplı seansların yarattığı gerilimi yaşamadan ve skor hazırlamak için gereken meşakkatli çalışmalara ihtiyaç duymadan, tek başına bir odada oturup ortaya çıkardığı tümüyle kişisel bir albümdür," deniyor. Kendinizi tek kişilik orkestra diye tanımlıyor musunuz?

Bu ifade hayalimde tuhaf bir imaj yaratıyor ama sanırım doğru!

Bu durumda tek kişilik bir kayıt seansı nasıl geçiyor? Stüdyoda ne olduğunu nasıl hayal edebiliriz?

Yavaş ve sancılı. Işıklar kapalı. Sonsuz bir ses işleme süreci. Brian Eno'nun "Oblique Strategies" kartlarından birisinde yazdığı gibi: "Yavaş hazırlık, hızlı icra". Stüdyoda işler çok yavaş ilerleyebilir ve büyük kararlar bir anda alınabilir.

"Where We Were"de yaylılar yok olurken, synthesizer ve perküsyona odaklı bir sound tercih ettiniz. 

Evet, hayatımda o anda olduğum yerde ve zamanda farklı bir şey yapmanın sırası gelmişti. Ayrıca bu değişikliğin o sırada dinlediğim müziklerle de ilgisi vardı.

Ne dinliyorsunuz son zamanlarda? Müzisyen olarak gelişiminizde önemli rol oynayan albümler var mı?
 

Yeni albümleri günü gününe takip edemiyorum ama çok sayıda eski plak alıyorum. Her tür müziği dinlerim. Mark Ernestus'un ne yaptığını daima izlerim. Gelişmemde rol oynayan albümler... O kadar çok ki saymak zor. Ama ilk aklıma gelen Talk Talk'tan "Spirit of Eden". Benim için çok önemli bir albümdü. 



2008'den beri dans performansları için de müzik yapıyorsunuz; Meg Stuart, Ina Christel Johanessen ve The MD Collective gibi isimlerle çalıştınız. Performans sanatları için müzik yapmanın size nasıl katkıları oluyor?

Müziğin dikkatlerin odak noktası olmadığı bir alanda çalışmak hoş bir duygu. Zaten sahnede olan bir şeyi geliştirme amacını taşıyor. Bu nedenle de başka türlü çalışmaya yöneltiyor. Şanslıyım ki çalıştığım insanların çoğu beni özgür bırakıyor; ben de bunun keyifli bir süreç olması için uğraşıyorum. Ama hiçbir şey kendi solo çalışmalarım kadar tatmin edici değil.

Bale için de müzik yapıyorsunuz. Bu alanda ilk çalışmanız, David Dawson'ın İngiltere'de Royal Ballet tarafından sahnelenen "The Human Seasons" adlı eseri için yaptığınız müzikle oldu. Bu çalışmayla ilgili deneyimleriniz nasıldı?

İyi ve anlamlı bir şeyler yaratma amacını güden insanlarla çalışmak her zaman yararlı bir deneyim. Şu ana kadar David ile birkaç iş yaptık ve gelecekte de buna devam edeceğiz. Bu sürekli gelişen ilişkiye değer veriyorum. Birisini iyi tanıyabilir, bir sanatçı olarak nasıl çalıştığını görebilir ve sonunda bundan bazı şeyler öğrenebilirsiniz.

Peter Broderick'le gerçekleştirdiğiniz "Greg Gives Peter Space" adlı proje nasıl ortaya çıktı?

Peter'ı uzun zamandır tanıyorum. En iyi arkadaşlarımdan birisi. Tanıştığımızdan beri birlikte bir şeyler yapmayı istiyorduk ama bir şekilde bunun gerçekleşmesi uzun zaman aldı. Ortaya çıkansa, bunu ilk konuştuğumuzda öngörebileceğimiz bir şey değildi.

Bu dünyada müziğin dışında size esin veren başka ne var?

Dünyayı gezmek, yeni şeyler deneyimlemek, iyi yemekler yemek, bir şeyler tüttürmek...

Geleceğe yönelik planlarınızı, çalışmalarınızı da merak ediyorum.
 
Birçok plan var! Gelecek yıl çok sayıda ilginç proje ve muhtemelen yeni bir albümle yoğun bir yıl olacak.

4 Kasım 2015 Çarşamba

Video: Neneh Cherry @ Salon, 30.10.2015


4.11.2015

Geçen hafta Salon'da konser veren Neneh Cherry, tahminimin ötesinde coşkulu ve dinamik bir performans sergiledi. Mekanı dolduran dinleyici kitlesi, başından sonuna kadar müziğe ilgisini hiç kaybetmedi, şarkılara eşlik etti. Cherry, sahnede kendisine eşlik eden Tom Page (davul) ve Ben Page'in (synth) de ustalıklarını sergilediği konserde, şarkı aralarında anlattığı anekdotlar, çeşitli toplumsal sorunlar ve kadın hakları gibi konularda yaptığı yorumlarla mesajlarının altını çizdi, yeri geldiğinde saçlarını savura savura sanki evinin bir odasındaymışcasına doğal bir tavırla dans etti.

Massive Attack'i andıran trip hop soundu ile başladığı konser boyunca hip hop, pop ve elektronikayı buluşturan şarkılarını söyledi. 1996'da yayınladığı "Man" albümünden sonra uzun yıllar süren sessizliğini 2014’te Four Tet yapımcılığında çıkardığı "Blank Project" albümüyle bozdu Neneh Cherry ve İstanbul konseri de bu albümün tanıtımı için yapılan turneye dahildi. Sahneye ilk geldiğinde eskiye karşı pek nostaljik bir his beslemediğini belirti ama beklentilerin ilk üç albümde yer alan ve daha fazla bilinen şarkılara yönelik olduğunu tahmin ederek, onları da ihmal etmedi.  

80'lerden bu yana aktif bir müzisyen olsa da sadece dört albüm yayınladı Neneh Cherry; kimi şarkıları dinleyicilerin aklından hiç çıkmadı. "Man" albümünde yer alan ünlü "Woman" adlı şarkısını seslendirirken videoya kaydettim. "Erkeklerin dünyasına sevgi aşılayamayacak kadın yoktur derken" sesi 30 yıl önceki kadar güçlü, sahne performansı vurucuydu. Yılın en iyi konserlerinden biriydi.



(Fotoğraf ve video bana aittir.)

3 Ekim 2015 Cumartesi

VEGAN LOGIC SALON MIX


3.10.2015

Dün akşam kentimizin nadide canlı müzik ve performans mekanı Salon'un açılışında birçok kişi DJ setin başına geçip beğendiği şarkıları çaldı. Ben de kısa setim için 15 dakikalık bir mix yaptım. Durup konuşmak yerine dans edilsin diye geceyi başlatmak için elektro-endüstriyel, dark electro ve minimal techno odaklı biraz sert bir sound belirlemiştim. Madem yaptım ilgilenenler için burada da paylaşayım dedim. (İmaj tasarım: Rahşan Koçoğlu)

1- Carter Tutti - Obsession (Carter Tutti Plays Chris Cosey)
2- John Foxx - Underpass (Oh The Gilt Remix)
3- Die Wilde Jagd - Wah Wah Wallenstein
4- Blixa Bargeld & Gudrun Gut - Die Sonne (Black Sunrise Remix)
5- Blanck Mass - No Lite (Genesis Breyer P-Orridge Dreamachine Remix)
6- Ben Frost - No Sorrowing (Kangding Ray Remix)




28 Eylül 2015 Pazartesi

"SAHNEDE KENDİME BİR TÜR ÖZEL DÜNYA YARATIYORUM"


28.9.2015

Son birkaç yılda ismini sık duyduğumuz, hızla yükselen müzisyenlerden birisi William Doyle. Henüz 24 yaşında ama müzik yolculuğu yeni başlamadı. 2009-2012 arasında indie rock grubu Doyle & The Fourfathers’ın vokalistliğini üstlendi. Yoğun bir kayıt, konser, turne silsilesi şeklinde geçen o üç yılın sonunda grup üyeleri birlikteliklerine son verdi. Doyle’un asıl çıkışı, solo kariyerinde oldu. East India Youth adı altında iki albüm yayınladı. Bağımsız plak şirketi Stolen Recordings etiketiyle 2014’te yayınlanan ilk kaydı “Total Strife Forever” (TSF), önce kulaktan kulağa yayıldı, bloglarda dikkat çekti ve en sonunda Yılın Albümü dalında İngiltere’nin en prestijli müzik ödülü Mercury’e aday gösterildi. Onunla da kalmadı; ödül adaylıkları birbirini izledi. Bu başarının üstüne, arayı açmadan bu yıl XL recordings etiketiyle “Culture of Volume” (COV) adlı yeni bir albüm daha yayınladı. Adını şair Rick Holland'ın "Monument" adlı şiirinden alan bu albüm, Doyle'un solo kariyerinde kısa zamanda yöneldiği bir rotanın da izlerini taşıyor.

Kendisini Glastonbury’de izlediğimde ne yazık ki sahnede yaşanan bir teknik sorun nedeniyle fazla iyi bir performans sergileyememişti ama geçen yıl Salon’daki konseri tahminimin ötesinde başarılıydı.(O konser hakkındaki yazım bu linkte.)

Bu yıl ikinci albümü çıktıktan sonra 9 Ekim akşamı yine Salon’da dinleyeceğiz East India Youth’u. Krautrock, pop, ambient ve elektronik müziği buluşturan müziğinin ardında birçok esin kaynağı var. The Quietus’un onu “yeni çağın David Bowie’si” diye gördüğü söyleniyor ama ben katılamıyorum o yoruma. Bence öyle büyük laflar etmeden de East India Youth’un müziğinden keyif almak olanaklı. En iyisi merak ettiklerimi kendisine sormalı dedim ve Londra’daki evinden telefonla aradım Doyle’u.



Öncelikle yeni albüm “Culture of Volume” için kutlarım. Son birkaç yıldır aldığınız övgüler karşısında nasıl hissediyorsunuz?

Gerçekten teşvik edici oluyor. Aslında bu kadarını hiç beklemiyordum. İlk albümden sonra ikincide de beğeni kazanmak güzel elbette. Daha iyi değilse bile onun kadar güçlü bence. Benim için harika bir dönem oldu bu son yıllar; canlı performanslarım giderek daha da iyileşiyor, her şey daha güçlü bir hale geliyor.

“Total Strife Forever”, 2013’te ilk kez Mercury ve AIM Bağımsız Müzik Ödülleri’nde Yılın Albümü’ne aday gösterildi. İlk albümünüzün böyle karşılanması güzel elbette ama sizin için ödüllerin yeri ne?

Müzik üretirken ödüle aday gösterilip gösterilmeyeceğini hiç düşünmem; benim için o noktada önemli değil. Sadece onca emek verdiğiniz bir çalışmanın takdir edilmesi güzel.  İlk albümümün herhangi bir ödüle aday gösterilmesi beni çok şaşırttı. İyi olmadığını düşündüğüm için değil, ama başkalarının albüme giderek artan bir ilgiyle yaklaşıp sonunda Mercury’e aday gösterecek kadar beğenmesi çılgınca geliyor. Ama sonuçta bunu hissetmek, aday gösterilmek hoş bir duygu.

Röportajlarınızda “Total Strife Forever” nedeniyle tüm yaşantınızın değiştiğini söylüyorsunuz. İki albüm arasında büyük bir dönüşüm mü geçirdiniz?

Evet, öyle oldu. İki albüm arasındaki zamanda hayatım çok değişti. Sanırım zamana bağlı olarak doğal bir gelişme bu. İkinci albümüm bana ilkine göre daha farklı görünüyor; birincide var olan fikirlerin bir gelişimi söz konusu. Bir sanatçı olarak bilinçaltında daima gelişip evrilmeye çalışmak durumunda olduğunuzu hissediyorsunuz. Hayatınızın geri kalan kısmıyla bir bağlantı kurup daha ileriye gitmek için çabalıyorsunuz. Bu sırada hayatınız da değişiyor, sanatınız gelişiyor. Birbirini besleyen bir süreç.



"ŞARKI SÖYLEMEYİ SEVİYORUM"

Öyleyse şunu sorayım; “Culture of Volume”de “Total Strife Forever”da yapmadığınız neyi yaptınız?

Daha pop bir albüm oldu. İlk albüm oldukça içe dönük, bir soyutlanma, yalnızlaşma var onda. Bu nedenle ikincisinin çok daha renkli, dışa dönük olmasını istedim. Bunun sonucu olarak da daha çok şarkı söylüyorum “Culture of Volume”de. İkisinin arasında geçen 1.5 senede sesim de gelişmeye başladı ve bu konuda kendime daha çok güven duydum. Daha çok şarkı söylemek istediğimi fark ettim. Çünkü şarkı söylemeyi seviyorum. Bu nedenle de ikinci albümde şarkı formuna ağırlık verdim. Ortaya çıkan sound da daha ana akıma yakın oldu.

Birinci albümden sonra kazandığınız başarı müzik yapma yönteminizi etkiledi mi?

Evet, etkiledi sanırım. İki albümü tam olarak bu açıdan değerlendirmek zor ama...

İki albümü dinlediğimde bana da verdiği hisler farklı. Sizin de belirttiğiniz gibi ikincide daha pop odaklı bir sound var. Sizce “Total Strife Forever”ı sevenler “Culture of Volume”den de hoşlanıyor mu?

Öyle olmasını umuyorum. İlk albüm oldukça garipti gerçekten; sıradışı vokal kullanımı vardı. O yayınlandıktan sonra kariyerimin geri kalanında ciddi olarak underground elektronik rotada ilerleyeceğimi düşünmüştüm. Neden bilmiyorum ama daha niş bir sounda doğru ilerleyeceğimi sanıyordum, oysa zaman ilerledikçe farklı oldu. İkincisi temelde bir pop albümü olmasına karşın bazı deneysel etkileri de barındırıyor ama sonuçta melodiye bağlı olarak ve pop altyapısında oluyor bunlar. TSF’ı sevenlerin COV’den hoşlanmadığını biliyorum, fakat her zaman herkesi memnun edemezsiniz. Sonuçta ben istediğim şeyi yaptım ve bundan dolayı mutluyum.

Ve artık bir pop yıldızı olmak istediğinizi söylüyorsunuz... Bazı müzisyenler için pop yıldızı olmak berbat bir durum, bitmeyen bir kabus gibi; “Bugün şimdi bunu yapmak zorundasın,” diyen bir sürü insan var çünkü etrafınızda. Sizin fikrinizi tam olarak ne değiştirdi?

Pop yıldızı olmak sizin de söylediğiniz gibi gerçekten çok çalışmayı gerektiriyor. Berbat bir durum mu bilmiyorum ama eğer her şey yolunda giderse hoş bir yaşam tarzı da olabilir. Pop yıldızı olabilmek için gerçekten şarkı yazımında, sahne performansında ve kendinizle ilgili her şeyin sunumu konusunda çok usta olmanız lazım. Doğrusunu söylemek gerekirse pop şarkıları yazmakta iyiyim ama muhtemelen pop yıldızı olmak konusunda aynı şeyi söyleyemem. Pop listelerine giren bir albümüm olmadı... Sanırım deneysel yolu seçmem daha iyi. Gelecek albümüm pop olmayacak, o nedenle pek endişelenmeme gerek yok herhalde. Ama yaşayıp göreceğiz...

Geçen yıl sizi İstanbul’da canlı izledim. Harika bir konserdi. Takım elbiseli genç bir adamın bilgisayarla kaplı bir masanın ardında tek başına durup, kendinden geçercesine, her yerinden terler damlarken çılgınca gitar çalması çok rastlanan bir durum değil ama ben çok beğendim performansınızı. Bana öyle geliyor ki içinizden nasıl geliyorsa öyle davranıyorsunuz, sahnede sizi içgüdülerinizi yönlendiriyor ve kendinizi tamamen müziğe bırakıyorsunuz. Yine de sahnede olup biteni sizin ifadelerinizle duymak isterim.

O turun son konseriydi ve harikaydı. O ana gelinceye kadar canlı performansıma dair kendime olan güvenim gerçekten artmıştı. Sahnede kendime bir tür özel dünya yaratıyorum. Ritme kapılınca başka hiçbir şey ilgilendirmiyor beni. Bir şarkıdan diğerine geçmekten başka bir şey düşünmüyorum.

Sahnede yalnızsınız bütün bunlar olurken!

Evet, bu da çok hoşuma gidiyor.

Bazı müzisyenler sahne kapısı ile sahne arasındaki yolun bir anlamda tedirginlik yarattığını ama sahneye çıktıkları anda her şeyin yoluna girdiğini söylüyor. Sizin için durum nasıl?

Sahnede olduğunuz sürece yaptıklarınızı kontrol edebildiğiniz için kendinize güven duymanız önemli. O alanı yani sahneyi siz idare ediyorsunuz. Nasıl isterseniz öyle performans sergileyebilir, istediğiniz şekilde davranabilirsiniz. Orada olduğunuz sürece yargılamalardan, yönlendirmelerden uzak bir şekilde istediğinizi yapabileceğinize dair özgürlük duygusu çok önemli. Sahnedeyken içgüdülerimle hareket etmek, bende var olan potansiyeli ortaya çıkarmak açısından iyi bir yol. Benim için sahnenin anlamı bu.



Albüme dönersek... Kayıt sırasında sizi en çok zorlayan şarkı hangisi oldu?

Muhtemelen “Hearts That Never” ya da East India Youth dönemimden önce yeşeren “End Result”. Her iki şarkının da ortaya çıkışı tüm kayıt sürecini kapladı. Şarkıların içinde bulunan farklı yapılar sürekli değişti; özellikle ‘End Result’ın son halini alması birkaç yıl sürdü. Ama sonuçta her ikisinin de son halinden oldukça memnunum.

“Carousel”, en yavaş şarkı olmasına karşın albümün temeli gibi görünüyor bana. Atlıkarınca çocukluğa dair bir metafor mu? Anlatmak isterseniz arkasındaki hikaye nedir?

O duygusal geçmişi çok yoğun bir şarkı. O kadar fazla çağrışımı var ki sözleri tek bir açıdan yorumlamak zor. Çocukken atlıkarınca sizin için tam anlamıyla özgürlük demektir; o yaşta hiçbir endişesi olmayan bir insansınız, sorumluluklarınız yok. Ama o dönemde sizi özgür yapan şeyler büyüdükçe sizi sınırlar, sorumluluklarınız artar. Atlıkarınca işte bu içinden hiç çıkamadığınız sürekli hareketi anlatıyor. Atlıkarınca dönmeye başladığında bundan hoşlanıyorsunuz ama döndükçe işler karışıyor ve o isteseniz de istemeseniz de siz ölene kadar dönmeye devam ediyor. Bunu anlatıyor.

Hayat deneyimlerinizin ilk albümünüzün sound ve karakterini belirlediği açık. “Culture of Volume”ün kaydına sızıp bu açıdan etkide bulunan belirli geçmiş hayat deneyimleriniz oldu mu?

İlk albümü kaydettiğim döneme göre sosyal hayatım tamamen farklı. İlk albümde etrafımda fazla insan yoktu, daha çok kendimle konuşma gibiydi o. İkincisinde ise artık kendime göre bir dinleyici kitlem ve belli bir muhatabım vardı. Son birkaç yılda hayatımdaki dönüşümü yansıtan bir deneyim oldu COV. O nedenle daha renkli ve pop.

Sahnede tek başınıza öyle hareketlisiniz ki, zorlandığınız anlar oluyor mu? Canlı çalması en zor olan şarkı hangisi?

En zoru “Turn Away”. Sahnede aynı zamanda bas gitar çalıp, drum pad kullanırken şarkı söylüyorum ve oldukça karmaşık bir klavye bölümü var. O şarkıyı doğru yansıtabilmek için çok enerji harcıyorum, aynı anda çok fazla şey yapıyorum. Aslında performans sırasında zor olan, eski şarkılarla yeni materyalleri birlikte çalıp onların da belirgin şekilde ortaya çıkmasını sağlamak.



"GELECEK ALBÜMÜMÜN ESİN KAYNAĞI MİMARİ"

Bugüne kadar David Bowie, Brian Eno, Harold Budd, Laurel Halo, Tim Hecker, Oneohtrix Point Never, Factory Floor ve Sufjan Stevens’ı esin kaynaklarınız arasında saydınız. Müzik dışında ilham aldığınız şeyler var mı?

Müzik dışında en büyük esin kaynağım bulunduğum çevre; etraftaki insanlardan söz etmiyorum. Yaptığım gözlem, karakter odaklı değil; daha çok atmasfer odaklı soyut gözlemler. İçinde bulunduğum veya etrafımı çevreleyen yer, belli bir yere duyulan takıntı gibi her türden garip etkiler...

Belki gelecek albümde mimari etkilerden yola çıkarsınız...

Gelecek albüm için aklımda var olan fikir tam da bu!

Bu harika! İlginç olacaktır kanımca. Birçok sanatçı özgünlüğü önce öğrenmek ve sonra da öykünme yoluyla kazanıyor. Sizin için nasıl bir süreç bu? Bir sanatçı olarak kendi sesinizi buldunuz?

Bu oldukça ilginç bir süreç. İki albümde de ortaya koyduğum gibi tek bir tür içinde kalmıyorum. Bir şarkı dans müziği türündeyken bir sonraki ambient ya da pop şarkısı olabiliyor. Böyle olunca kendi soundum, albümdeki farklılıkları da barındırıyor. Müzik yaparken herhangi bir şeyden etkilenmekten çekinmiyorum, bu konuda bir sınırlamam yok. Bir kereden fazla dinlediğim her şey bir sonraki albümde farklı bir şekilde ortaya çıkabilir. Belki belli bir sound yaratmak için birkaç yıl tamamen sese odaklanıp, onun üzerinde çalışmak gerekir. Ama ben bundan sonraki için ne olur onu bilmiyorum. İlerde göreceğiz...

Favori grubunuz hangisi?

Muhtemelen Of Montreal... Üzerimde yarattıkları etki bakımından yeri büyük, “Hissing Fauna, Are You the Destroyer?” en sevdiğim beş albümden biridir hâlâ.  British Sea Power’ın büyük hayranıyım. Müzikleri çok zengin, şarkıları duygusal ve onları dinlemek çok keyifli. David Bowie ise, bence en iyi İngiliz müzisyen, İnanılmaz iyi!

Bowie konusunda hemfikirim. İnanılmaz iyi bence de! Yaptığınız remiksler konusunda bir sorum var. Son yıllarda Wild Beasts, Sasha Siem ve Genuflex için yaptığınız remiksleri dinledim. Remiks çalışmalarınızda tercih ettiğiniz belli bir yaklaşım var mı? Yanı orijinale sadık kalmayı yoksa onu bambaşka bir şekle sokmayı mı tercih ediyorsunuz?

Geçen yıl Wild Beasts’i remikslerken şarkıyı orijinaline sadık kalarak onun üzerinde bazı değişiklikler yapmıştım. Ama son dönemdeki remikslerde olabilecek en tuhaf şeyleri yaptım. Bazıları neden henüz yayınmanmadı bilmiyorum. Duruma göre mesela 3  dakikalık şarkıyı alıp 10 dakikanın üzerine çıkarmak, uzattıkça uzatmak gibi tuhaf şeyler de yapabilirim.

İstanbul konserinizde bir noktada atmosfer bir anda kulüp atmosferine dönmüştü. Bence şahaneydi. Belli ki müziğinizde yeraltı endüstriyel tekno sahnesinin etkisi var. Bu türe ilginiz ne zaman başladı?

4-5 sene önce Londra’nın doğu yakasındaki East India bölgesinde yaşadığım sırada gittiğim rave kulüpleri vardı. Artık orada yaşamıyorum ama bir dönem epey cezbetti beni. Corsica Studios’ta gece 10’da başlayıp sabah 10’da biten endüstriyel tekno partileri olurdu. Özellikle onların üzerimde büyük etkisi oldu.

9 Ekim’de İstanbul Salon’daki konserinizi heyecanla bekliyorum. Görüşmek üzere teşekkürler!

Ben teşekkür ederim. Görüşürüz orada!

(Fotoğraflar bana aittir.)

1 Haziran 2015 Pazartesi

STEVE ALBINI: MÜZİK YAPMAK İÇİN FANTASTİK BİR DÖNEM


1.6.2015

2 Haziran’da İstanbul’da yılın büyük heyecanla beklenen iki konseri Salon’da gerçekleşecek. 1990’lardan bu yana müzik yapan rock grubu Shellac ve Seattle grunge sahnesinden Mudhoney, aynı gece sahneyi paylaşacak.

Kod Müzik’in düzenlediği etkinlik öncesinde Shellac’ın kurucusu, vokalist/gitarist ve alternatif rock/punk rock sahnesinin öncü yapımcısı/kayıt mühendisi Steve Albini ile müzik dünyasındaki değişimi konuştum. Haklı olarak büyük plak şirketlerinin egemenliğindeki eski sistemin müzisyenleri sömürdüğünü söyleyen Albini, internetin sorunları çözdüğü inancında. Ben internetin bazı sorunları çözerken yeni sorunlar yarattığını düşünsem de, Albini’nin 1993’te yazdığı “The Problem with Music” adlı geniş makaleyi ve endüstriye kafa tutan görüşlerini önemsiyorum. Bence bütün boyutlarıyla tartışılması gereken çok önemli bir konu bu.

Olanağım varken size parlak prodüksiyon kariyeriniz le ilgili birkaç soru sormak istiyorum. Aralarında Nirvana, Pixies, Godspeed You! Black Emperor da olmak üzere, büyük bölümü yeraltı ve punk dünyasında yer alan çok sayıda grubun, 1500'den fazla albümünün kayıt mühendisliğini üstlendiğiniz söyleniyor. (Steve Albini, yaptığı işi tanımlarken "prodüktör" değil "kayıt mühendisi" ifadesini tercih ediyor. Bu nedenle onu kullandım.) Geriye dönüp baktığınızda hatırınızda en çok kalan kayıtlar var mı?
 

Açıkçası kaç tane albümde çalıştığımı bilmiyorum, listesini tutmuyorum. Şu ana kadar birkaç bini bulmuş olması lazım. 30 yıldan fazla bir süredir bu işi yapıyorum ve bu sürenin büyük kısmı oldukça yoğun geçti.

Bir grupla çalışmaya karar vermeden önce hangi kritere bakıyorsunuz?


Fazla seçici değilim. Bir grup benimle çalışmak istiyorsa, hayır demek için özel bir nedenimin olması lazım. İşimin müzik eleştirmenliği yapmamı gerektirdiğini sanmıyorum. Ayrıca çalıştığım bütün grupları yargılamam kabalık olur. Grubun istediği albümü yapmasına olanak tanımayı, bunu yapmalarına yardımcı olmayı tercih ederim.


Müzik dünyası 2013'te Nirvana'nın "Utero" albümünün 20. yılını kutladı. Albümün prodüktörlüğünü siz üstlendiniz ve grubun soundu yeni bir rotaya yönlendi. Nirvana ile kurduğunuz ilişkinin en önemli unsuru sizce neydi?

Gerçekten onları etkilemeyi hedeflemedim, sadece doğal ve teşvik edici bir tarzda kayıt yapmaya çalıştım. Temelde müziğin kendisine bir katkım yok ve bundan dolayı memnunum. Sonuç olarak müziklerini herkesten daha iyi kendileri anladığı için, o konuda en iyi karar verecek olanlar da onlar.

Bugünkü müzik endüstrisinde çalışan genç ve gayretli mühendislere vereceğiniz bir tavsiye var mı?

Kendileri gibi düşünen insanlarala herhangi bir koşul öne sürmeden ve beklentisiz bir şekilde çalışmalılar. O müzisyenlerin yer aldığı camiada değer kazanırlarsa, sonunda onlar müşterileri haline gelir ve böylelikle o grubun ayakta kalıp büyümesine de katkıları olur. Basmakalıp söz gibi geliyor ama doğru.

 

"PAYLAŞILMASINI İSTEMİYORSANIZ MÜZİĞİ KENDİNİZE SAKLAYIN"

Günümüzdeki müzik endüstrisi hakkında bazı sorular da sormak istiyorum. Büyük plak şirketlerinin egemen olduğu eski sistemin verimsiz olduğunu ve müzisyenleri sömürdüğü görüşüne katılıyorum. Bir yandan da yeni dijital sistemin özellikle sanatçı hakları bakımından bazı önemli sorunlar yarattığını da düşünüyorum. Siz geçen yıl “Punk rock’tan sonra müzik hayatımda başıma gelen en iyi şey, müziği bütün dünyada bedava paylaşabilmekti,” dediniz. Ama paylaşmanın en önemli yanı, iki tarafın da rızasının olması. Yaratıcının rızası yoksa, bu tek taraflı olmuyor mu?

Rıza bir lüks, bir zorunluluk değil. Müziğinizi kamuya açıyorsanız, o zaman insanların onu birbirleriyle paylaşma seçeneği vardır. Bu konunun teknolojik yanı, etik bir mesele değil. Müziğinizin paylaşılmasını istemiyorsanız, onu kendinize saklamanız lazım. Verandadaki ışığı açıyorsanız, oradan geçen insanlar elektrik faturanızı ödemeden ışıktan yararlanır. Müziğinizi müzik dinlenen alanlara yayarsanız, bazı insanlar bu ayrıcalığın karşılığını ödemeden faydalanır. Bu dünyada müzik yayınladığınızda karşılaştığınız durum bu.

İnternet devrimi bazı eski büyük şirketleri yerle bir etti ama diğer yandan Yahoo, Spotify, Apple, Google gibi yenilerini yarattı. Bu devasa şirketler her şeyi kontrol edip sanatçıları sömürüyor, bağımsız ve büyük plak şirketlerine eşit davranmıyor. Bu koşullarda müzik endüstrisinin demokratikleşmesinden nasıl söz edebiliriz?

Bu şirketler, beni kontrol etmiyor, diğer insanlara ya da onların sanatına erişimimi kontrol etmiyor. Varlıkları sadece ilgilendiğim şeylere ulaşmamı sağladıklarında anlamlı, onun dışında benim için bir şey ifade etmiyor. Herhangi bir siteyi ya da servisi kullanmak istemiyorsanız, internette alternatif çok. İnternet, herkesin her şeye ulaşmasını sağlamak için tasarlandığından, ufak bir çabayla aradığımız her şeyi en ücra köşelerinde bile bulabiliriz. Bu ortamda bazı şirketlerin bunu kontrol ettiği nasıl savunulabilir? Bana bulmamı engelledikleri bir şey söyleyin, onu dinleyebilirim.

Tüm dijital sistem müzisyenin yaratıcılığı ile besleniyor ama müzisyen bundan nasıl yararlanacak? Bedava olunca faturalar ödenmiyor. Amerikan Çalışma Bakanlığı 1999'dan bu yana müzisyenlerin % 41'inin daha az gelir elde ettiğini belirtiyor. Canlı performansın müziği dinleyicilere ulaştırmak için en pahalı yol olduğunu ve konser bileti fiyatlarının arttığını düşünürsek, bağımsız bir müzisyen hayatını nasıl sürdürecek?

Müzisyenler duyulmak için şans arıyor, dinleyici edinip kariyer yapmak istiyor. İnternet, eskiye oranla çok daha az bir çaba ve masrafla dünya çapında bir kitleye ulaşımı sağlıyor. Herhangi biri bir şarkıyı ya da videoyu internete yükleyip dakikalar içinde dünya çapında bir kitleye ulaşabilir. Bu, inanılmaz bir durum. Bu sayede müziği duyanlardan bazıları hayran haline gelirse, onlarla hayat boyu sürecek bir ilişki başlayabilir, internet ortamındaki kitlesel fonlama kampanyalarınıza destek verebilirler, konser biletleri, plaklar ve T-Shirt'ler alırlar, müziğinizi lisanlayabilmeniz için değerli hale getirebilirler. Müzik piyasası, artık doğrudan müzik parçalarını satmak anlamına gelmiyor. Müzik sektöründe artık gruplarla dinleyici kitlesi arasında saygı ve takdirle doğrudan kurulan ilişki hakim. Bir grupta müzik yapmak için gerçekten fantastik bir dönem bu.



"HAVA DEĞİŞTİYSE FARKLI KIYAFET GİYMEK DAHA İHTİYATLI"

Ama internet devrimi istenmeyen bazı sonuçlar da doğurdu. Bad Religion’ın gitaristi Brett Gurewitz, müzik endüstrisinin dramatik çöküşünü konu alan "Unsound" adlı belgeselde, bir yandan herkes kitap, müzik, film yayınlayabilir hale gelirken, bir yandan da yazının, müziğin ve filmin çok değer kaybettiğini söylüyor ve soruyor: Kendi yarattığım şey bana ait bir mülk değilse, o zaman ben neye sahibim?

Şu anki durumdan yakınanlar, köhnemiş bir fikre takılıp kalıyor. Müzik, artık her an her yerde ve dinlemek için kimsenin para ödemesi gerekmiyor. Eski sisteme alışkın olanlar bundan rahatsızsa, nedeni beklentilerini duruma göre düzenlememeleri; dünyanın geri kalanının bunda bir hatası yok. Hava değiştiğinde iki seçeneğiniz var: Ya başka kıyafet giyersiniz ya da havaya küfredersiniz. Bence kıyafet değiştirmek daha ihtiyatlı.

Ben yaratılan çalışmanın bir değeri olması gerektiğini düşünüyorum. O yüzden bence Apple/U2 işbirliği de müziğin değersizleştirilmesi yönünde atılmış yeni bir adımdı. Siz nasıl görüyorsunuz? 

Ben sadece sabahları uyandığım için bana para ödenmesini hak ettiğime inanıyorum ama kimse hemfikir değil; bu nedenle de işe gitmek zorundayım. Bir şeyin ancak ona para ödemek isteyen varsa bir değeri olur. Müzikseverler artık sadece fiziksel olan plağa para veriyor.  Bir şeye kimse para vermiyorsa o zaman değeri de yoktur. Bunun tersine inanmak durumu değiştirmiyor.  

"BÜYÜLEYİCİ BİR KENTTE YAŞIYORSUNUZ"

Tidal müzik servisini "Pono'nun bütçeye uygun olan versiyonu" diye nitelemiş ve sektörde önemli bir etkisinin olmayacağını söylemiştiniz. Sizce günümüzde müzik endüstrisinin durumunda gelişme kaydetmek için ne yapılabilir? 
 

İnsanlar durumdan şikayet etmeyi bırakıp, değişen ortamdan faydalanma yönünde tavır geliştirirse bence bu büyük bir ilerleme olur. 

Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Konseri dört gözle bekliyorum! Shellac, 2008'de İstanbul'da konser verdiğinde ne yazık ki o sırada ülkede olmadığım için kaçırdım ama harika bir konser olduğunu duyuyorum. O konserle ilgili olarak siz neler hatırlıyorsunuz?

Büyüleyici bir kentte yaşıyorsunuz. Yıllarca gezip dolaşabilirim orayı. Sigara promosyonu yapan kızların ikramda bulunmalarına dair anakronik bir durum hatırlıyorum. Yaşadığınız yerde zamanın nasıl farklı aktığını ortaya koyan bir olay. İstanbul'u seviyoruz ve sabırsızlanıyoruz. 

BOB WESTON: "İNSANLAR MÜZİĞİMİZDEN HOŞLANMAZSA DA BİZ DEĞİŞMEYİZ"

Shellac'ın geldiğini duyunca heyecan seviyemiz yükseldi elbette. Kod Müzik sayesinde Steve Albini'nin yanı sıra gruptan Bob Weston'a da (bas gitarist/vokalist/prodüktör) birkaç soru sorma olanağı buldum. 1980'li yıllarda Volcano Suns grubunda bas gitar çalan Weston, underground rock/punk rock dünyasında kayıt mühendisliği ve prodüktörlük yeteneklerini de kanıtlamış bir müzisyen. Albini'nin prodüktörlüğünü üstlendiği Nirvana'nın "Utero" albümünde Weston da kayıt mühendisi olarak onun yardımcısıydı.

Yıllar içinde birçok albümün kaydında görev aldınız. Bu süreç boyunca sizce öne çıkan en önemli şey neydi?

Üyelerini ve müziklerini sevdiğim gruplarla uzun süreli ilişkiler ve dostluklar kurmaktı. Bu saydıklarımla sınırlı olmasa da mesela şunlar söylenebilir: Six Finger Satellite, Polvo, Sebadoh, Archers of Loaf, Rachel's, The Shipping News, June of 44, Rodani Arcwelder, birçok Ken Vandermak projesi, Oxes, White Octave, The Regrets, John Vanderslice, JF Muck, Hurl, The Coctails, Pony/Speed King/ LCD Soundsystem/James Murphy... 

20 yıldan fazla bir süredir Shellac ile müzik yapıyorsunuz. Bir grubu bunca yıl sürdürüp hala keyif almak zor mu?

Turneye pek sık çıkmıyoruz ve çıkınca da uzun zaman süreli yapmıyoruz. Sık prova yapmıyoruz. Pratik yapma, kayıt ve turneye çıkmaya ayırdığımız toplam zamanı düşünürsek, bizim grubun tam zamanlı çalışan bir 6-7 yıllık bir gruba eşdeğer olduğunu söyleyebilirim. Ne zaman bir araya gelsek, uzun zamandır birlikte çalmadığımız için hep eğlenceli geçiyor. Böylece yenilik ve heyecan hissi korunuyor.

Shellac, sizinle birlikte, Steve Albini ve Todd Trainer'dan (davul/vokal) kurulu. Çok dinamik ve aykırı bir sound olduğundan, üretim sürecini hep merak etmişimdir. Birisi bir fikir öneriyor ve diğerleri onu tamamlayıcı fikirlerle mi destekliyor?

Birisi temel bir riff ya da konsept öneriyor. Sonra hepimiz onun üzerinden ayrıntılara girerek şarkıyı birlikte düzenliyoruz. Farklı üyelerden gelen temel rifler aynı şarkı içinde de kullanılabiliyor.

Geçen yıl yayınladığınız "Dude Incredible" adlı albümün kayıtları sırasında her zamanki yönteminizde bir farklılık oldu mu? 

Müzik yapım sürecimizde meydana gelen herhangi bir değişim düşünemiyorum. 20 yıldan fazla bir zamandır aynı şekilde çalışıyoruz. Değişen şey, zaman ilerledikçe ilgimizi çeken müzik, sanat ya da yaşam tarzları; bu ilhamlar yaptığımız müziği de etkiliyor.

Steve Albini "Utero"yu kaydettiğinde siz de kayıt mühendisi olarak yardımcısıydınız. O dönemden aklınızda kalan anılarınız var mı?

Bütünüyle hatırlıyorum. Eğlenceli bir dönemdi. Kayıt sürecinin bir bölümünde çok kötü bir soğuk algınlığı geçirmiştim; sürekli öksürüyordum ve ateşim yüksekti. Steve ve grup muhtemelen fazla heyecanlı değildi. Dave, bugüne kadar duyduğum en gürültülü davulcu.

Albini bir keresinde, "Biz üçümüz kendimiz için çalıyoruz. Eğer Bob ve Todd çaldığımız şeyden hoşlanıyorsa, diğer herkes nefret etse de umurumda değil," demişti. Sizin için de durum aynı mı?

Evet. Başkaları da o müzikten hoşlanırsa bu sevindirici bir durum. Ama hoşlanmazlarsa da biz değişmeyiz.

Favori bassline'larınızı bizimle paylaşır mısınız?

Clint Conley: "Peking Spring", Grahan Maby: "Got The Time", David Sims: "Nub", Lou Barlow: "Raisans", Jason Noble: "Books on Trains"...

Sizce günümüzde müziğin önünde engel oluşturan en yıkıcı şey ne?

Müzik yapmaya gerçek anlamda güçlü bir ihtiyaç duymayan insanların müzik yapması. Bu temel ihtiyaç ve tutku olmadan müzik yapanlar... Canlı performans sırasında başka bir yerde olmayı tercih eder gibi duran çok fazla grup görüyorum. Belli ki bu onlar için önemli değil. Neden sahneye çıkıp hem kendi zamanlarını hem de benim zamanımı harcadıklarını merak ediyorum.



KONSER BİLETLERİ İÇİN LİNK

Translate