Dün akşam uzun bir aradan sonra, özellikle içinde yaşadığımız ülkede benim terapi diye gördüğüm canlı müzik dinleme eyleminin büyüsünü bir kez daha yaşadık. Bu yıl ilk kez yapılan Midtown Fest'e katılacak gruplar duyurulduğunda büyük bir heyecan dalgası esmişti. Nasıl esmesin ki? 23 yıldır İstanbul'da dinlemeyi beklediğimiz Portishead geliyordu! 1990'lı yıllarda ilk gençliğini yaşayanların sürüklendiği melankolinin baş sorumlularındandı grup. Belki melankoliye sürüklenmek iyi bir şey mi diye sorulabilir; hatta bunu depresif bulup uzak durmayı tercih edenler olabilir. Ancak ben içten anlatıldığında müzikteki hüznün insanları birbirine bağlayan en önemli duygulardan biri olduğuna inanıyorum. Müzik tarihine baktığımızda da, acıların yansıması olarak ortaya çıkan ağıtların oynadığı önemli rolü görüyoruz. Hayatta sevinçler gibi acılar da var ve bunları hafifletmenin yolu, onları yadsımak değil, ortak duyguları paylaşmak.
Portishead'in şarkılarını özümseyerek dinlerseniz, dile getirilen aşk ızdıraplarında, duyarsızlığa tepkide, yalnızlaşmada her insanın kendisinden bir şeyler bulması kaçınılmazdır. Çünkü ifade edilenler, insanı insan yapan duygulardır. Beth Gibbons'ın titreyen, kırılgan sesi kalbinizin içinde öyle bir yerinden yakalar ki sizi, artık bağımlısınızdır o müziğe. Portishead gibi trip-hop türünün evrilmesinde dönüm noktalarından biri olan bir grubu canlı dinlemek, her konserdeki gibi tanıdık şarkılar çalınırken yaşanacak hazzın ötesinde neden önemliydi? Önemliydi; çünkü bugüne kadar kaset, plak, CD ya da dijital olarak dinlediğimiz bir sesin, eşzamanlı olarak atmosferde yayılırken üzerimizde yaratacağı etki farklı olacaktı.
Bu düşüncelerle sabırsızlıkla bekledim festivali. Küçükçiftlik Park'ta gerçekleşen etkinlikte kapılar öğleden sonra 14.30'da açıldı. Akşam 22.00'daki Portishead konserine kadar, Telepotik, The Away Days, Thought Forms, The Ringo Jets ve Savages sahne aldı. Ben The Ringo Jets'in sonuna yetişebildim ve ancak bir iki şarkı dinleyebildim. Her zamanki gibi çok dinamik, zımba gibi çalıyorlardı.
SAVAGES BİTMEYEN ENERJİSİYLE ÇARPTI
Dün Savages'ı beşinci kez canlı dinledim. Bauhaus, Cabaret Voltaire, Suicide, Joy Division karanlığını ve post-punk soundunu olağanüstü bir enerjiyle sahneye yansıtabilen müthiş bir grup Savages. Ancak müziklerinin de karakteri dolayısıyla, bana göre, ufak ve kapalı salonlarda verdikleri konserler çok daha etkili oluyor. SXSW'da iki kere açık havada dinlediğimde bundan bir kez daha emin olmuştum. Geçen yıl çok iyi çıkış yapsalar da, Türkiye'deki ilk konserlerini verecek olmaları, alacakları tepki açısından düşündürüyordu beni. Nitekim grubun müziğine fazla aşina olmayan kalabalık, genellikle tepkisizdi konser sırasında. Elbette arada kendini müziğe kaptıranlar da vardı ama sayıları azdı. Savages'ın müziği, bir yerde sabit durarak dinlenebilecek türden değil; gitar riff'leri ve davul vuruşları öylesine güçlü ki, altyapıdaki ritmik yapı dinleyiciyi derhal içine alıyor. Grubu Salon gibi ufak ve kapalı bir mekanda dinleseydik, farklı bir konser olacağına eminim. Fakat yine de Savages'ın bitmeyen enerjisine tanık oldu dinleyiciler.
Her zamanki gibi siyahlar içinde sahneye çıkan dört kadın müzisyenin karizması da güçlü müziğe eklenince, Savages, estetik farkını ortaya koyuyor. Gitarist Gemma Thompson, bas gitarist Ayşe Hassan ve baterist Fay Milton'ın enstrümanlarına hakimiyetinin yanı sıra, vokalist Jehnny Beth'in sesindeki kararlılık, bu grubun en sağlam yanı. Hem duruşları hem de şarkı sözleri bıçak gibi keskin. Toplumda cinsiyetler için belirlenen rollere, dayatılan görüşlere, baskılara karşı duran özgürlükçü tavırlarını sahneye de çok başarıyla yansıtıyorlar. Jehnny Beth, "Aşağılık heriflerin moralinizi bozmasına izin vermeyin!" diye tekrar tekrar söylerken, yüzündeki ifade ve bedeninin aldığı duruş o kadar uyumlu ki, bunu ancak ya rolüne çok iyi çalışmış usta bir oyuncu yapabilir ya da oyuncu değilse söylediği sözleri yürekten savunan bir müzisyen… Sözleri de yazan Jehnny Beth, ikincisi elbette.
Savages'ın dünkü yaklaşık bir saatlik konseri, daha önce izlediklerim arasında en unutulmaz olanı değildi ama bunun grubun performansı ile ilgisi yok; atmosfer, dinleyici farkı belirleyiciydi; kitleden sahneye ateşleyici bir yansıma olmadı. Londra'da terk edilmiş bir endüstriyel yapı olan Electrowerkz'in içinde, karanlık ve dar bir mekanda, tıkış tıkış bir ortamda onları ilk kez dinlediğim konseri unutamıyorum. Muhtemelen bundan sonra da her konserlerini onunla kıyaslayacağım. Yine de konserin SXSW'dan çok daha tatmin edici olduğunu belirtmeliyim.
(Merak edenler için Savages'ın çaldığı şarkılar: Flying to Berlin - I Am Here - Shut Up - City's Full - I Need Something New - Dream Baby Dream (Suicide cover) - Strife - Waiting for a Sign - She Will - No Face - Husbands - Hit Me - Fuckers)
PORTISHEAD BÜYÜSÜNÜ YAŞADIK
Saat tam 22.00'da sahnedeydi Portishead. "Third" albümün ilk şarkısı "Silence" ile açtılar konseri. Başında Portekizce bir sample'da şöyle der Brezilyalı dövüş sanatı ustası Claudio Campos: "Üç kurala dikkat et, Ne verirsen o sana geri döner, Bundan ders almalısın, Sadece hak ettiğin şeyi alırsın." Beth Gibbons'un "Did you know what I lost?" diye soran sesini duyduğum anda, ayinsel bir konserin içinde olduğumuzu biliyordum. Bir konser mekanını dolduran insanların hemen hepsinin ezbere bildiği şarkıların canlı çalınıp söylenmesinin nasıl dipten gelen bir etkileşim yarattığına tanık olanlar bilir; bu hissi yaratabilen başka bir sanat dalı yok. Müziğin gücünü iliklerinize kadar hissedersiniz, diz çöküp eğilirsiniz o güç karşısında.
Beth Gibbons'ın mikrofon önünde hareketsiz durarak kendini tümüyle şarkıya adayışı da ritüelin bir parçası. Massive Attack konserlerinde de gördüğümüz bu bilinçli hareketsizlik, müziğin yapısından kaynaklanıyor. Ses titreşimleri tam dokunması gereken yere dokunduğundan müzisyenin sabit ya da olabildiğince hareketsiz kalarak o etkiyi bozmaması önemli kanımca. Sahnedeki dev ekrana yansıtılan görüntüler arasına dev Beth Gibbons silüetini yerleştirmek de hedeflenen işlevi görüyor. Bir tür büyülenme durumu söz konusu Portishead konserinde. Yazının girişinde de açıkladığım gibi, duygu paylaşımının en yoğun olduğu konserlerde ortaya çıkıyor bu durum. Portishead ile yıllar içinde demir zincirlerle bağ kurmuşuz; şarkıların başında duyduğumuz birkaç notayla içimizde bir şeylerin titremesini başka türlü açıklamaz olanaksız.
Dün akşam Beth Gibbons'a Adrian Utley ve Geoff Barrow ile birlikte sahnede gitar, bas gitar, bateri, synth, elektronik sesler ve klavyede eşlik eden toplam altı müzisyen vardı. Bir tek sahnede turntable görmediğim için şarkılardaki scratch seslerinin önceden kayıt edildiğini tahmin ediyorum. Tıkır tıkır işleyen, son derece profesyonel bir akışla toplam 1.5 saatte 15 şarkı çaldı Portishead. En sevilen şarkılarından "Mysterons", "The Rip", "Sour Times", "Wandering Star", "Machine Gun", "Glory Box" ve "Roads"u seslendirmeyi ihmal etmediler. Türkiye'deki ilk konserleri olduğunu düşünürsek, dengeli bir setlist hazırladıkladıklarını söyleyebiliriz. 2008'de yayınladıkları son albüm "Third"den 6, 1997 tarihli ikinci albüm "Portishead"den 3 ve 1994 tarihli çıkış albümleri "Dummy"den 5 şarkı seçmişlerdi. Herhangi bir albümlerinde yer almasa da setlist'e giren şarkı, 2009'da İnsan Hakları Günü'nde Amnesty International örgütüne yardım amacıyla kaydettikleri "Chase the Tear" oldu. Grubun seçimlerine tabii saygı duyuyorum, sadece içimden "All Mine" ile "Undenied"ı da duymak geçmişti.
Konserin unutulmaz anlarından birisi, "Machine Gun" çalarken ekranda beliren Gezi Direnişi görüntüleri oldu. "Istanbul United" yazısıyla birlikte, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş'ın renkleriyle yazılan "BERABER" sözcüğü dikkat çekti. Şarkının sonunda çok güçlü duyulmasa da "Her Yer Taksim Her Yer Direniş" sloganı da atıldı. Böylece Gezi'ye selam göndermiş oldu grup.
Beth Gibbons, özgün vokaliyle kendisinden sonra gelen birçok kadın müzisyeni etkiledi. Yıllar önce New York'ta solo bir konserine gitmiştim. Sahnedeki hafif öne doğru eğik duruşu, saçı, giyimi aynıydı; yine gözlerini kapayıp yüreğinin en derin yerinden gelen sözleri söylüyordu. Herkes onda kendisine ait bir şeyler buluyordu; kimisi için aşk açısı çeken bir kadın, kimisi için duygularını en kırılgan şekliyle paylaşan bir dost, kimisi için de saflığın sembolüydü… Kadındı… Tutkulu bir insandı… Müthiş duyarlı bir sanatçıydı… Dün Küçükçiftlik Park'ta konser sonunda sahneden inip dinleyicilerin elini sıkarken, konserin başında söylediği kuralları o da yeniden yaşıyordu: Ne verdiyse o kendisine geri dönüyordu. Onun içtenliğinin karşılığı, büyük bir ilgi ve sevgiydi.
Portishead'in iç dünyamızda yarattığı kasırga, sanırım dün akşam konserde olan herkesin müzik serüvenine büyük harflerle yazıldı. Bana göre kuşkusuz yılın en iyi açık hava konseri oldu.
(Setlist: Silence - Nylon Smile - Mysterons - The Rip - Sour Times- Magic Doors - Wandering Star - Machine Gun - Over - Glory Box - Chase the Tear - Cowboys - Threads // Bis: Roads - We Carry On)
Hani bir oyun vardır; size bir kelime söylenir ve karşılığında aklınıza ilk gelen şeyi bir kelime ile söylemeniz istenir. Elektronik müzik ve robot denilince bugün birçok kişinin aklına Daft Punk gelebilir ama benim için bu iki kelimenin ilk çağrışımı daima Kraftwerk. Çünkü bana elektronik müziği ilk sevdiren de, robotların dünyasına ilgi duymamı sağlayan da anların çığır açan müziği. 1970'lerde bütün dünya uzun saçlı müzisyenlerin gitar odaklı hard rock/heavy metal gruplarıyla doluyken, onların, bütün enstrümanları bir yana koyup syhthesizer ve vocoder'larla elektronik müziğe yönelmesi, başlı başına bir devrimdi. Müzikleri öylesine çağının ötesindeydi ki, yalnız 70'lerde müzik yapanları değil, 2000'li yılların müzisyenlerini de etkiledi. Günümüzde elektronik müzik yapanlara neden bu tür müziğe yöneldiklerini sorduğunuzda, Moby'nin dediği gibi, "Eğer Kraftwerk'ü duymamış olsaydık, hiçbirimiz bugün elektronik müzik yapıyor olmazdık," karşılığını alırsınız. Sadece bu tür içinde kalanları değil, müziğe deneysel yaklaşan her müzisyeni de etkiledi Kraftwerk; Bowie, Gary Numan, OMD, John Foxx, Joy Division, New Order, Blondie, Björk, Depeche Mode ve daha niceleri, Kraftwerk'ten esinlendi.
2005'te Rockİstanbul'da canlı dinleme olanağı bulduğumuz grubu ikinci kez New York'ta yakaladım. Dün akşam 3D konser turnesi kapsamında, kentin en güzel performans mekanlarından United Palace Theater'daydı (UPT) Kraftwerk. Önce konserin gerçekleştiği mekan hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. United Palace Theater'ın kentin en güzel performans mekanlarından biri olduğunu söyledim ama aslında en güzeli demek de yanlış olmaz. New York'taki konser salonları düşünüldüğünde, akla hemen Radio City Music Hall, Carnegie Hall, Beacon Theater gelir. Bu salonların hepsi de hem atmosfer hem de akustik açısından çok iyi; ben hepsinde çok sayıda konser izledim ama hayatının önemli bölümü konserlerde geçen biri olsam da, UPT'a dün akşam ilk kez gittim. İçeri girer girmez de adeta büyülendim. Kentin Washington Heights adlı bölgesinde 175. Cadde ile Broadway'in kesiştiği köşede yer alıyor bina. Dışardan bakıldığında bir katedral olarak inşa edildiği belli oluyor ama içeri girdiğinizde duvarlarda papazların sözlerinden alıntıları görünce durum iyice netleşiyor. 1925-1930 arasında inşa edilen yapıyı, 1969 yılında Birleşik Hıristiyan Evanjelist Derneği satın almış, o günden beri de bir kültür merkezi olarak içinde çeşitli etkinlikler gerçekleştiriliyor. Eğer Moor-Rococo etkili eklektik Oryantalist mimari tarzına ilgi duyuyorsanız ya da bir şekilde mimari ile ilgileniyorsanız, New York'a yolunuz düştüğünde bu binayı ziyaret etmenizi öneririm.
Balkon katıyla birlikte toplam 3400 kişilik kapasitesi olan salonda Kraftwerk'ün iki gece üst üste vereceği konserlerin bileti tahmin edilebileceği gibi karaborsaya düşmüştü, kapıda fahiş fiyattan bilet satan fırsatçılar kol geziyordu. Geçen yıl New York'ta MOMA ve Londra'da Tate Modern'de albümleri baştan sona çaldıkları seri konserlerin biletlerinin yol açtığı çılgınlığı, bilet satışı yapılan sitelerin yoğunluktan çöküşünü, ünlü müzisyenlerin bile Twitter'da Kraftwerk bileti aradığını düşünürsek, yine de 3D konsere bilet bulabilmek büyük şanstı.
19.30'da UPT'nin önünde epey uzun bir kuyruk vardı. Sırada bekleyip içeri girince dağıtılan 3D gözlüklerimizi aldık ve fazla geçmeden tam 19.50'de sahnedeydi grup. Hem konser için seçtikleri salon hem de sahneye çıkış saatleri ilginçti. Synthesizer'ların üzerine konduğu ayaklı konsolların başında dört Kraftwerk üyesinin görünmesiyle birlikte açılışı 1978 tarihli "The Man-Machine"in ilk parçası "The Robots"la yaptılar. Açıkçası Kraftwerk'i oturarak dinlemek bana çok doğru bir yöntem gibi gözükmüyor ama oturmalı düzene sahip bir salonun tercih edilmesinin de bir gerekçesi olmalı diye düşündüm. Nitekim 3D görsellerin rolünün müzik kadar etkili olduğu bir konserdi izlediğimiz. Konser yazılarında, öncelikli tercihim müziğe vurgu yapmak için, 'izleme' yerine 'dinleme' kelimesini kullanmak, ancak Kraftwerk'in dünkü konseri söz konusu olduğunda, gönül rahatlığıyla 'izleme' kelimesini kullanabilirim. Kraftwerk üyeleri, sadece ellerini ve başlarını oynatarak, neredeyse bedenlerinin geri kalanı bütünüyle basit bir şekilde sahnede dururken, biz izleyiciler de arkalarındaki dev ekranda akan görüntülerin içine gerçekmiş gibi daldık.
Konser sırasında tercih edilen görüntülerin karakteristiği ile müziğin niteliği arasındaki müthiş uyum, senkronizasyonun mükemmelliği, salona yayılan ses kalitesinin yüksekliği, bugüne kadar gördüğüm bütün konserleri geride bırakacak kadar iyiydi. Teknolojinin vardığı boyuta Roger Waters, Gorillaz, Michael Jackson, U2 gibi büyük isimlerin konserlerinde de tanık olduk. Ama Kraftwerk 3D konserinde, sadece renkler, geometrik şekiller, yazılar ve sayılarla yaratılan bütünlük, gerçekten de insanın ağzını açık bırakacak bir kusursuzluk sergiliyor. Konserlerde gereksiz görsel ağırlığına karşı olan ve bundan hazzetmeyen birisi olarak bu konuda iki istisnam var. Birisi, Waters gibi şarkıda anlatılan mesajı güçlendiren görsellerin performans sanatı bakış açısıyla bir senaryo akışında sergilenmesi; ikincisi de, Kraftwerk'teki gibi, şarkının algılanışına etki etmeden sadece onunla uyumlu soyut görseller olarak sunulması. Bu iki kullanım dışında, sahnede 50 kişiyle oradan oraya koşup jimnastik yapanlar ya da Lady Gaga gibi kendini kuzu çevirme gibi kızarttıranların yarattığı atmosfer, ilgiyi müzikten başka alana kaydırıp onu ikinci plana attığından bana hitap etmiyor.
Kraftwerk'te görsellerin büyük kısmının soyut şekillerle yapılan grafikler içerdiğini söyledim; bunun dışında birkaç şarkıda gerçek hayattan kayıtlar da vardı. Mesela "The Model"de 50'li-60'lı yıllardan manken, film görüntüleri ya da "Auobahn"a eşlik eden yol, araba görüntüleri gibi… Bunlar da mantıklı bir kurguya dayanan öykü içinde yer almadığından dikkati müzikten koparmıyordu ama yine de benim tercihim, sayılar, geometrik şekiller ve yazılarla yapılanlardı.
Kraftwerk'in kurucularından Florian Schneider, 2008'de gruptan ayrıldığında şimdi ne olacak diye endişelenmiştik. Ralf Hütter ile yaptıkları unutulmaz albümleri düşündükçe, grubun geleceğine dair endişelerim tümüyle ortadan kalkmıyor elbette ama dünkü performans, Kraftwerk'i canlı dinleme açısından hiçbir endişeye yer olmadığını kanıtlıyordu. Yine de 2003'te yayınladıkları "Tour de France Soundtracks" albümünnden sonra yeni bir albüm kaydetmediklerini göz önünde bulundurursak, bu bakımdan kaygı duymadığımı söyleyemem. Schneider, Hütter ve hatta bir dönem birlikte çalıştıkları Michael Rother ve Klaus Dinger'ın da yer alacağı Kraftwerk bir hayal mi bilmiyorum…
3D konser için, en çok sevilenlerden oluşan bir şarkı listesi yapmış grup. "The Model", "Computer Love", "The Man Machine, "Neon Lights" ve "Radioactivity" gibi salondakilerin en çok duymayı istediklerini arka arkaya çaldılar. Toplam iki saat süren konser, dinleyicilere yetmeyince, yoğun alkış sonrası tekrar sahneye gelip "Aero Dynamik" ve "Planet of Visions"ı çaldılar. Katedralin oturmalı salonunda olmasaydık, çok rahatlıkla mekan underground bir tekno kulübüne dönerdi. Tekrarlanan ritimler insan bedenini esir alır, sadece kafa sallamayla kalmamıza izin vermezdi. Evanjelist inanca ait bir mekanda geleceğin müziğini dinlemek oldukça ironikti ama belki de daha ironik olan tekno pop'u dans etmeden dinlemekti. Sokağa çıkıp metroya doğru yürürken, "belki de en ironiği, 1970'lerde yapılan müziği 'geleceğin müziği' diye tanımlamak" diye geçirdim aklımdan. Ama işte Kraftwerk mucizesi burada: Bir müzik yaratırsınız, ortaya çıktığı dönemde de, 40 yıl sonra da geleceğin müziği o olur. Geleceği geçmişte kuranlara efsane dememiz boşuna değil!
Şarkı listesi: The Robots - Metropolis - Numbers/Computer World - It's More Fun to Compute / Home Computer - Computer Love - The Man-Machine - Space Lab - The Model - Neon Lights - Autobahn - Prologue - Tour de France 1983 - Tour de France 2003 (Etape 1) - Tour de France 2003 (Etape 2) - Airwaves - Geiger Counter / Radioactivity - Trans-Europe Express / Metal on Metal / Abzug - Boing Boom Tschak / Techno Pop / Musique Non-Stop /// Aero Dynamik - Planet of Visions
(Kameramın bataryasını konsere giderken yanıma almayı unuttuğum için cep telefonumla fotoğraf ve video çektim ama onlar da fazla kaliteli çıkmadı. O nedenle bu yazıda promo fotoğraflarını kullandım, videolar da Youtube'dan…)
Dün gece uzun bir aradan sonra heyecanla gittim Babylon'a. Hem müziğini sevdiğim The Soft Moon'u bir kere daha canlı dinleyecektim, hem kapalı mekan konser sezonunu açacaktım, hem de bir rahatsızlık nedeniyle bir aydır içemediğim biraya yeniden kavuşacaktım. Kendimce bir kutlama havasında hazırlandım geceye. Konserin 21.30'da başlayacağı duyurulduğundan, yetişmek için neredeyse koşarak 21.15'te ulaştım Babylon'a. Bunca yıl geçti, ben hala konserin başlamasına en geç 15 dakika kala salona girme alışkanlığımdan vazgeçemedim. İlk şarkıyı kaçırırsam diye korkarım hep. Ama çoğunluk yine saat 22.00'de mekana girdi ve konser onlar gelince başladı. Neyse ki beklerken dinlediğimiz müzikler iyiydi; Joy Division çalarsa sesimi keser dinlerim tabii.
Luis Vasquez öncülüğündeki The Soft Moon ekibi, salona verilen yoğun bir sis dumanı altında sahneye çıktı. Müzisyenleri görmek olanaklı değildi ama ben bunu müziğin karakterine uygun buluyorum; sadece müziğe odaklanmayı kolaylaştırıyor. ("Sen onu bir de en önde durup dumanın
kokusunu soluyanlara sor," diyenleri duyar gibi oluyorum. Onu da yaşadım ve rahatsız edici olduğunu iyi bilirim.) Göz gözü görmeyen karanlık, sisli bir atmosferde müziğe ani bir giriş yaptı The Soft Moon. "Zeros" albümünden "Die Life" ile müthiş bir açılışla başladılar konsere. Şarkının albüm versiyonunda başlangıçta 10 saniye kadar devamlı yinelenen garip siren sesi, tam 40 saniye sürdü. Bir de üzerine strobe ışıklar yansıtılınca, gerçekten farklı bir konserin başladığına kuşku yoktu. Davul ve gitarların devreye girişiyle çok güçlü bir sound ile sarsılırken, sadece iki dakika sonra ekipmanda bir arıza olduğu ortaya çıktı. Bazı efektlerin, elektronik davul kayıtlarının yer aldığı iPad'in ses kartı bozulmuş. Birkaç dakika uğraştıktan sonra kısa sürede halledilmeyeceği anlaşılınca, özür dileyerek kısa bir ara verdiler. Beş dakika denilen ara oldu yarım saat... Duyduğuma göre, daha önce grubun başına hiç gelmemiş bu olay. Onlar açısından da dinleyici için de tam bir şanssızlık yaşandı. Salonda beklemekten sıkılanlar tekrar sokağa çıktı, tam müziğe odaklanmışken yine insan gürültüsüne boğulduk.
Yarım saat sonra tekrar sahnedeydi The Soft Moon. İçerde neler yaşandı bilmem ama herhalde moralleri biraz bozulmuştur. Olan güzelim "Die Life"a oldu, tümünü bir daha dinleyemedik. "Total Decay" kısaçalarından "Alive" ile devam etti konser. Daha önce The Soft Moon hakkında yazdığım yazılarda da belirttiğim gibi, son derece karanlık, klostrofobik ve sert bir müzik yapıyorlar; motorize bir şekilde akıp giden synthlerin sürüklediği tekrara dayalı bir altyapısı var. Dinlerken kendinizi verirseniz, sonu hiç gelmeyecek bir girdabın içine yuvarlanmış gibi hissediyorsunuz. Bu duygudan hoşlananlar için güzel bir deneyimdi dün akşamki konser. "Total Decay", "The Soft Moon" ve "Zeros" albümlerinden 13 şarkı dinledik. Bis için geri geldiklerinde "We Are We" ve "Want" ile noktayı koydular ama sonuçta sadece toplam bir saat çaldılar. Açıkçası bana az geldi. "Breathe the Fire" ve "Tiny Spiders"ı da duymak isterdim. Dün akşam Babylon'da olanlar fark etmiştir; şarkıları hiç ara vermeden çalsalar, neredeyse bir saatlik jam session gibi düşünebilirsiniz. Çünkü dramatik farklar yok şarkılarda. Arka arkaya çalındıklarında bir bütünün, bir puzzle'ın parçaları gibi hepsi. O bütünlüğün konserde yarattığı his, benim ruhuma iyi geliyor. Hiç kesmeden çalsalar, çok mutlu olabilirim. Bakarsınız belki bir gün yaparlar...
İlginç bir nokta da konserde görsel kullanmamalarıydı; yalnızda bol ışık ve sis vardı. Oysa konserlerinde görselin ayrı bir önemi olduğunu kendileri söylüyor. South by Southwest'teki performansları ile kıyaslayacak olursam, başta yaşanan aksiliğin dışında, müzik açısından belirgin bir fark yoktu. Orada açık hava bir mekanda dinlediğim için, dikkatimin çevresel faktörler nedeniyle dağılmasını önlemek için en önde durmuştum. Bence kapalı salona daha çok yakıştı bu klostrofobik sound.
The Soft Moon gibi sınırlı sayıda insana hitap edebilecek zor bir müzik yapan grubu dinlemek için Babylon'a gelenler az da değildi. Bu tür gruplar her zaman konser vermiyor İstanbul'da. O nedenle geldiklerinde de yeterli bir ilginin olması beni sevindiriyor. 4 Kasım 2012'de yazdığım yazıda şöyle demişim: "Bu yazıyı tesadüfen okuyacak organizatörlere diyorum ki, şöyle karanlık bir salonda The Soft Moon'u dinleyelim ve iyice sindirelim İstanbul'da." Belki okumamışlardır o yazıyı ama sonuçta benim dileğim oldu. Şimdi bir dileğim daha var. Bir krautrock gecesi yapılsa, Berlin'den Camera, Şili'den Föllakzoid gelse, ikisini arka arkaya dinlesek nasıl olur? Ben bu deneyimi yaşadım. Tek kelimeyle mükemmeldi.
The Soft Moon'u İstanbul'a getiren Babylon ekibine kendi adıma teşekkür ederim. Ana akım dışında kalan, sıradışı ve iddialı isimlere yer verilmesi önemli. Konserden sonra eve dönerken bir de baktım dolunay varmış. Hemen çektim yandaki fotoğrafını. The Soft Moon, dün geceye çok yakıştı. Retro-futuristic gothic synth-punk saved the night!
(Fotoğraflar bana aittir. Dün konserde video çektim ama ses patlamış. Müzisyenlere haksızlık olmasın diye paylaşmayacağım. Onun yerine aşağıdaki videoyu izlemenizi öneririm.)
Setlist: Die Life - Alive - Zeros - Repetition - Into the Depths - Dead Love - Machines - Parallels - Insides - Circles - Total Decay // We Are We - Want
Herhalde müzik dünyasında son ayların en çok konuşulan gruplarından birisi Savages. Ama konuşulmasının nedeni, ne bir magazin olayı ne de reklam sonucu; çıkış albümleri “Silence Yourself”, tahminlerin de ötesinde iyi.
Benim bu Londralı genç grupla tanışmam, Ekim 2011’de kurulduklarından birkaç ay sonrasında oldu. Bir canlı performanlarının internette yayınlanan videosunu izledim. Londra’da Shacklewell Arms’ta Pop Noire Records’ın düzenlediği bir tanıtım gecesinde sahneye çıkıp yeni albümde de yer alan “City’s Full”u çalmışlardı. O videoyu izlediğim an etkilendim ve o günden beri de grubu adım adım izliyorum. Geçen yıl ekim ayında Londra’da Elecktrowerkz adlı mekanda ilk kez canlı dinledim Savages’ı. O güne kadar yayınladıkları EP’lerden ve videolardan dinlediğim şarkıların sahnede yaratılışına tanık oldum. Olağanüstü iyi bir performanstı. Dört kadın müzisyen, kalabalığı tam anlamıyla avucunun içine almış, ‘kendinize gelin, çevrenizdeki duvarları yıkın ve özgürleşin’ dercesine bir tutkuyla çalmıştı.
Benim müzik yazılarımı okuyanlar fark etmiştir; bir grupta, müzisyende en çok aradığım özellikler tutku ve dürüstlük. Bunları şarkılarında, dünyaya bakış açılarında bulamazsam, kendimi yakın hissetmiyorum o müziğe. Savages’ın müziğinde hem aradığım dürüstlüğü hem de tutkuyu buldum. Uzun zamandır ilk albümüyle, ilk canlı performansıyla beni bu kadar çarpan olmamıştı.
Peki Savages neyi, nasıl söylüyordu ki bu kadar etkiledi? Şarkılarındaki ana tema, bireyin yaratıcı anlamda ve cinsel hayatta özgürleşmesiydi. Londra’daki konserlerinde aldığım “I Am Here” plağının üzerinde şöyle yazıyor: “Modern dünyada, insan, hayatını ısrarla pratik zorunluluklara ve hayal gücünü de köleliğe terk ediyor. Manipülasyonlar ve korkular, korkuyla yaratılan manipülasyon, asırlık esaretlere ve onaylanmış baskılara karşılık veren genç, akıllı ve radikal insanlara yöneltiliyor. Yaşlı kuşaklar onları uyarmıyor; her biri kendisini anlatıyor. Hepsi nasıl yediklerini, nasıl uyuduklarını, nasıl büyük orgazmlar, çocukluklar yaşadıklarını ve büyük hayalleri olduğunu anlatıyor. Çünkü dürüst hayat, sessizliğin, normalitenin ve sıkıcı bir kibrin olduğu hayat olarak tanıtılıyor. Sanat yavaş yavaş etkisizleştiriliyor. Aşk ise bir ayrıcalık. Başarılı olmak istiyorsak, yaratıcı gençliğimizin en parlak evresinde, çenemizi kapatmamız ısrarla tavsiye ediliyor.”
Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi, Savages’ın müziğinde toplum tarafından dayatılan baskılara direniş var, post punk sounduyla çok iyi uyum sağlayan bir öfke var. Grubu ilk kez duyanların aklına hemen Siouxsie and the Banshees, Joy Division, Bauhaus ya da Jesus and Mary Chain gelmesi de tesadüf değil. Savages zaten 70’lerin sonu ve 80’lerin başında egemen olan post punk soundundan esin aldığını yadsımıyor; “Silence Yourself” adlı ilk albümlerini dinlediğinizde, adeta bir döngü yaratırcasına insanı içine çeken gitarlar ve güçlü davul soundu çok belirgin. Buna ek olarak, vokalist Jehnny Beth’in yazdığı vurucu sözlerle buluşan kararlı sesi de devreye girince, baskıyı defetmeye aday olan o karanlığın pençesine gönüllü atlıyorsunuz.
Bu yıl SXSW için Teksas’a giderken Savages’ı orada da izlemeyi ve röportaj yapmayı aklıma koymuştum. Sonuçta grubu Austin’de iki kere daha izledim ve röportaj yaptım. (Okumak isteyenler için link: http://zulalmuzik.blogspot.com/2013/03/savages-sokakta-olani-sahneye-yansitmak.html ) Orada da bana söyledikleri gibi, sokakta olanı sahneye taşımak istiyorlar; toplum kuralları, manipülasyon, yaratıcılığın korkularla öldürülüşü, özgür yaşanamayan cinsellik, onların şarkılarında altını çizdikleri konular.
Röportajda vokalist Jehnny Beth, İngiliz müzik sahnesinde her geçen gün artan ama politik olarak hiçbir şey söylemeyen gruplardan yakınmış, artık yeter diyerek grup kurma isteğini anlatmıştı. Savages’ın müziğindeki politik mesajlar, doğrudan politikacılarla ilgili değil; toplum, medya ve genel olarak modern dünyada birey üzerinde kurulan baskılar hakkında. Çok sevdiğim eski post punk soundunu başarıyla sürdürmelerinin yanında, bunları cesaretle dile getiren ender gruplardan biri olmaları da onları ciddiye almam için bir nedendi.
SXSW’dan sonra New York’ta da grubu yakalayınca fırsatı kaçırmadım. Bowery Ballroom’daki o konserde ön grup olarak No Bra’yı seçmeleri, Savages’ın kendilerini izleyenlere verdiği bir mesajdı. Yerleşmiş cinsiyet tanımları, kadın ve erkeğin toplumda ve yatak odalarında önceden belirlenen rolüne bir karşı çıkıştı No Bra’nın performansı, Savages için de mükemmel bir açılıştı.
Röportaj yaptığımda henüz albüm çıkmamıştı ama ismini açıkladıkları ilk gazeteci ben oldum. “Silence Yourself”, grup için ilginç bir isim dedim kendilerine, güldüler. Elbette bu isimle ne kastettiklerini tahmin ediyordum; ‘I Am Here’ plağının üzerinde yazanlarla aynı paralelde olmalıydı. Nitekim albümün açılışını John Cassavetes’in 1977 yapımı ‘Opening Night’ adlı filminden bir sahnedeki diyalog yapıyor. Yaşlanmakta olan bir Broadway oyuncusunun bunu kabullenmekte direnişi ve yaşadığı sarsıntıyı anlatan film, kurallara uymak istemeyip bu uğurda mücadele eden ana karakteriyle Jehnny Beth’i etkilemiş.
Albümün kapanış şarkısı ‘Silence Yourself’in sözlerinde “Dünya eskiden sessizdi ama şimdi çok fazla ses var. Sürekli olarak ilgiyi dağıtan bir gürültü var. Dikkatinizi ne uygunsa ona çekiyor ve kendiniz hakkında olan biteni unutturuyor. Odaklanırsanız ulaşılmanız zorlaşır, dikkatiniz dağıtılırsa size ulaşabilirler. Belki de her şeyi parçalayıp dağıtarak yeniden kurmalıyız’ diyorlar. Bazen toplumda maruz kaldığımız ortamın saçmalığı öyle bir hal alıyor, etrafımızı öyle bir kakofoni sarıyor ki, gerçeklere ulaşmak için hepsine kapıyı kapatmak gerekiyor. Modern insan, başta televizyon ve diğer medya olmak üzere toplumun çoğunluğu tarafından uygulanan büyük bir manipülasyonun etkisi altında. Bundan sıyrılmak, o yönlendirmeye kapılmamak için özel gayret sarfetmek gerekiyor. Savages’ın demek istediği bu; dayatılana boyun eğme ve o manipülasyona gelme diyorlar.
Gitarist Gemma Thompson’ın röportajda bana söylediği Cabaret Voltaire ve Dada etkisi bu noktada ortaya çıkıyor. Geldiğimiz bu noktaya varmayı engellemek için sanat ne yaptı? Günlük hayatta olan biteni, yaşanan sorunları anlatmak için onları müziğe yansıtma fikriyle hareket ediyor grup. Sosyal ve politik meseleleri var ve onları şarkılarıyla aktarıyorlar. “Aşk şarkısı yazmak istemedim,” diyor Jehnny Beth. Pornografiyi, kadının da beklenmedik zevkler yaşayabileceğini göstermek ve romantik aşkın yarattığı beklentilenden sıyrılmak açısından esin verici bulduğunu söylüyor. “Hit Me” adlı şarkıyı yazarken de en sevdiği porno yıldızı Belladonna’dan esinlenmiş. “She Will” ise, bir kadının partnerini aldatmasıyla ortaya çıkan erotizmden alabileceği zevk ve acıyı konu ediyor. Bu şarkılardaki sözlerin sıradışılığı kadar dürüstlüğü de önemli. Cinsel konulara değinirken bayağılaşmadan özgürleştirici bir bakış açısını savunabilmek, herkesin yapabildiği bir iş değil. “City’s Full”da sevdiğinin kalçalarındaki çatlakları, gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıkları sevdiğini söylerken de olabildiğince açık.
Kapsamlı bir duygusal atmosfer yaratmaya yönelik, soundu sağlam, sahne için yazılmış şarkılar yaratmak istediklerini söylüyor grup elemanları. Savages’ın, kız ya da erkek arkadaşımızı, kocamızı, işimizi, erotik yaşantımızı ve hayatımızda büyük yer eden müziği farklı şekilde deneyimlemeye yönelik bir grup olduğunu söylüyorlar.
Gerçekten de Savages’ın şarkılarını albümden dinlemek güzel ama asıl unutulmaz olan konser deneyimi. Sahnedeki varlıklarını çok ciddiye alan, her türlü ayrıntıya özen gösteren ender gruplardan birisi. Onları dinlerken Ayse Hassan (bas) Gemma Thompson (gitarist), Faye Milton’ın (davul) yarattığı dinamik sound, öfkenin ve isyanın zeminini oluştururken, Jehnny Beth’in karizmatik duruşu tetikleyici oluyor. Ancak albümü evinizde dinlerken de sizi başından sonuna kadar içine çekiyor albüm, ilgi bir an düşmüyor. “Shut Up” ile tozu dumana katan bir açılış yaptıktan sonra o enerjiyi ayakta tutabilmek, başka bir grup için zon olabilirdi ama Savages bu işin altından alnının akıyla çıkmış. “Dead Nature”da iki dakika boyunca garip bas soundunu araya koymaları, ticari kaygıyı bir yana bıraktıklarının göstergesi. Geceyarısında insanlarıyla, sokaklarıyla uykuya dalmış kentin sesini albüme koymak istiyorsanız, o iki dakikanın albümde olması zorunlu. Sonuç olanak, albümde anlatılan meseleleri anlatmak için ne gerekiyorsa o yapılmış. Bu açıdan prodüktörlüğü üstlene Rodaidh McDonald ile Johnny Hostile’ı kutlamak gerekir.
34 dakika boyunca içlerindeki öfkeyi ve değişim arzusunu dışarı vuran şarkılardan sonra, kapanışı “Marshal Dear” ile yapmaları, şaşırtıcı bir son olmuş. Jehnny Beth, bir yandan piyano çalıp bir yandan “Silence Yourself” diye tekrar tekrar bağırırken, klarnetin de eşlik etmesiyle, sanki deneysel bir caz grubunun albümü gibi bitiyor. Geleceğe dair bana en çok umut veren de bu şarkı oldu. Savages, mükemmel bir çıkış albümü yaptı ama bence bundan sonra da çok iyi işler yapacak. Manifestolarında dedikleri gibi belki daha hiç önce duyulmayan bir şey değil yaptıkları müzik ama nicedir içimize gömdüğümüz bir ateşi öyle bir yaktılar ki ortalığı alevler sardı. Yılın en heyecan verici albümlerinden birisi kuşkusuz. Sesini iyice açıp dinliyorum.
Geçen hafta SXSW sırasında binlerce grup arasında en çok röportaj yapmayı istediğim isimdi Savages. Post-punk’ın tam hakkını veren soundları, 2011‘de kurulduklarından bu yana dikkatimi çekmişti. Geçen yıl Londra’da Electrowerkz adlı mekanda ilk kez canlı izledikten sonra ilgim daha çok arttı. Yayınladıkları ilk EP’de yer alan “Flying to Berlin” ve “Husbands” adlı şarkılarını severek dinliyordum ama o konserde müziklerini son derece etkili bir şekilde icra ettiklerine tanık oldum. Vokalist Jehnny Beth’in sesine ve beden diline yansıyan öfkesi, bas gitarist Ayse Hassan ve gitarist Gemma Thompson’ın kulağı derhal yakalayan tınıları ve davulcu Fay Milton’ın cüretkar vuruşları, onları kısa sürede Londra’nın canlı performansı en iyi olan yeni grubu haline getirdi.
Bir yıl boyunca verdikleri konserlerle adları iyice yayıldı. New York’ta CMJ müzik maratonundaki performansları çok beğenilince, Savages Amerika’yı da ele geçirmeye başladı. Geçen yılın sonunda ise, BBC Sound of 2013 adayları arasında gösterildiler. Bu yıl ilk kez katıldıkları SXSW kapsamında üç konser verdiler. Ben Brooklyn Vegan’ın şovundaki konserlerini dinledim ve onun ertesinde grupla bir otelde buluştum. Röportaj sırasında dört üye de vardı ama en çok konuşan Jehnny Beth oldu, Gemma Thompson, sessiz duruyor ama içlerinde en entelektüel olanı o. Sahnede de Jehnny kalabalığı bakışları ve karizmasıyla etkisi altına alırken, o başı önünde sakince gitarını çalıyor.
Ayse Hassan, röportaja başlamadan önce sadece 14 yaşındayken İstanbul’a geldiğini, bakıcısının Türk olduğunu söyledi, onun dışında röportaj sırasında sözü diğerlerine bıraktı. Her grupta öne çıkanlar oluyor; onlar Savages için Jehnny Beth ve ne kadar sessiz kalsa da Gemma Thompson.
Sahnede uzak ve çok ciddi görünüyorlar ama konuşurken hepsi çok rahat insanlar. Otel lobisinde röportajı yaparken bir görevli gelip benim ve Jehnny Beth’in oturduğu sandalyelerin restorana ait olduğunu, dolayısıyla onları alması gerektiğini söyleyince ikimiz de halının üzerine oturduk, söyleşimiz o şekilde devam etti.
Aşağıda okuyacağınız röportajdan sonra bu kez New York’un ünlü konser mekanlarından Bowery Ballroom’da gördüm grubu. Tamamen doluydu salon. Belli ki grubun New York’taki dinleyici kitlesi genişlemiş. Yeni albümlerinden şarkıları da çaldıkları konser toplam bir saat sürdü ve ısrarlı alkışlara rağmen bis yapmadılar.
Şu anda benim en sevdiğim yeni grupsunuz. Geçen yıl Londra’da Electrowerkz’de ilk kez canlı dinledim sizi. Muhteşem bir performanstı. İki gün önce de burada Austin”de ikinci kez izledim. Bu defa açık havada ve öğleden sonra aydınlıkta çaldınız. Müziğinizin karakteri kapalı ve karanlık ortamlara uygun ama yine çok iyi bir konserdi. Canlı performanslarınızın etkisi çok yüksek. Bunun sırrı ne? Sizi sahnede ateşleyen temel etken ne?
Jehnny Beth (JB): Konsere hazırlanma tutkusu. Mesela Austin bizim için çok yıpratıcı oldu. Çünkü biz her zaman konserlerin iyi olması için çalışıyoruz. Electrowerkz’deki konseri izlemişsiniz. Orada yaşadığınız deneyimin iyi olması için başından sonuna kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündük, üzerinde çalıştık. Çıkacağımız sahneyi tanımak, ona göre hazırlığımızı yapmamız gerekli. Bütün bunları düşünüp sindirmek için zamana ihtiyacımız oluyor, uygulamada birçok ayrıntının üzerinde kafa yoruyoruz. Konsere kaç kişi geliyor, kim geliyor her konserde sorarız. Bu yolla canlı performanslardan sıkılmaktan da kurtuluyoruz. Son anda bize gösterilen bir sahneye çıkıp sarhoş bir halde müziğimizi çalıp gitmek yerine bu yöntemi tercih ediyoruz. Ayrıca çok açık ki punk etkisi var müziğimizde. Yaptığımız her şey kendi kontrolümüz altında olsun istiyoruz.
Fay Milton (FM): Bence her dinleyici iyi bir konseri hak eder. Yüzde yüz enerjimizi yansıtmalıyız her şov için. Herkes o kadar çok saçmalığa maruz kalıyor ki, biz onlardan uzak olmayı istiyoruz. İnsanların hiç ilginç olmayan, müzisyenin hiçbir çaba göstermediği sıradan şeylere ihtiyacı yok.
Müzikle ilgili sizi etkileyen ilk isimleri, olayları merak ediyorum. Geçmişe baktığınızda bugün bu açıdan ilk aklınıza ne geliyor?
JB: Nina Simone’un benim üzerimde etkisi büyüktür. Onun tarzıyla, söylediği şarkılarla bugün de yakın bir bağ kurabiliyorum.
Gemma Thompson (GT): Benimki Sergei Prokofiev’in “Peter and the Wolf” adlı bestesi ve muftakta dinlediğimiz John Peel şovları.
JB: Mutfaktaki John Peel! Bu iyiydi.
Birlikte müzik yapmaya nasıl başladınız? Grubu kurmadan Gemma ve Jehnny sizlerin tanıştığınızı, Jehnny’nin çaldığı bir gruba zaman zaman Gemma’nın eşlik ettiğini okumuştum bir yerde. Her şey nasıl gelişti?
JB: Gemma bir gün benim evime geldi ve Ayse Hassan’la başlatmayı düşündüğü bir projeden söz etti. Bu, grup kurulmadan 1 yıl kadar önceydi. Sonra Gemma bir gün bu proje için isim önerdi, muhafazakarlara uyabilecek türden bir isimdi bu ama ilginç olan şu ki, müzikten daha çok edebiyattan esinleniyor.
GT: Çocukken okuduğum Lord of the Flies, Catcher in the Rye gibi kitaplardan esinlenmiştim. İsimle ilgili aklıma gelen ilk imaj bir yapıydı. O yapının aniden bozulması ve yeniden inşa edilmesi ilgimi çekiyordu. Birden her şeyin başlangıç noktasına dönüp dümdüz olduğuru ve ondan tekrar yeni bir yapı yarattığınızı düşünün.
Ben de tam grubun müziğini şekillendiren toplumsal, kültürel, düşünsel etkileri soracaktım...
JB: Mesela bu grubun dışında gerçekleştirmek istediğimiz bir projemiz var ve o doğrudan Dadaistlerden etkileniyor. Gerçek bir savaşta olduğunuzda ortaya çıkan bir akım söz konusu. Gemma’nın söyledikleriyle ilgili bir düşünce var arkasında.
GT: 1. Dünya Savaşı sırasında 1916‘da İsviçre’de kurulan Cabaret Voltaire adlı bir kulüp vardı. Dada akımının ortaya çıkmasında o kulübü kuranların çok önemli katkıları oldu. Onların düşünceleri bizim bakış açımızı da ortaya koyuyor. Sorulan büyük soru şuydu: Bu noktaya gelmek için, olanı durdurmak için sanat ne yaptı? Sokakta olanı yansıtmak için ne yapılabilir? Sokaktaki insanın olan biteni daha iyi anlaması için ne yapılabilir? Bu sorular yalnızca 1916 için değil, bugün için de geçerli. Bana göre sanat bunlarla ilgili olmalı. Kendi korunaklı mekanıma çekilmeyi değil, sokaktaki şiddeti sahnede göstermek istiyorum. Çünkü zaten sokakta olan bu. Sanat, sadece eğlenmekle ilgili değildir, yaşanan sorunlarla nasıl baş edileceğini de düşünmeli.
JB: Gelecekle ilgili beklentileri aktarma konusunda sanatçının söyleyeceği şeyler olmalı. Sanatçı toplumda bu yönde bir vizyona sahiptir.
Müziğinizin sahne performanslarınıza da yansıyan çok yoğun bir etkileyiciliği var. Bu anlattığınız bakış açısından kaynaklanıyor demek yanlış olmaz kanımca.
JB: Evet, performanslarımızın güçlü ve agresif bir yönü var ama aynı zamanda bir şekilde rahatlatıcı olmasını da umuyorum. Kapayın çenenizi, müziğin keyfine varın demek istiyorum.
Konserlerde doğrudan insanların gözünün içine bakıyorsunuz. Bunu belli bir amaçla kasıtlı olarak yapıyorsunuz sanırım.
JB: Kesinlikle öyle. İşin en başından beri, grubun isminden itibaren geri kalan her şeye kadar hepsi belli bir amaç için. Londra’da grup üyeleri olarak henüz birbirimizi tanımadığımız dönemde hepimiz bir şekilde kentteki gitar müziğinin shoegaze”e yönelip aynı olmaya başlamasından bıkmıştık. Bütün My Bloody Valentine hayranları birbirini taklit ediyor, aynı tür müziği yapıyordu. Elbette bir müzik türü olarak ona saygı duyuyorum ama yeni gruplara bakıyorsunuz gitarlar ve vokallerdeki sound çok gösterişli bir hale gelse de aslında bir şey söylemiyorlar. Benim tavrım bir reaksiyondu. Bugünlerde yapılmayan bir şeyi yapalım deme yöntemiydi.
İstediğiniz müziği yaptığınızda onu dinleyicilere nasıl ulaştıracağınıza dair belli ilkeleriniz var mı?
JB: Var. Hayranlarımızı çok ciddiye alıyoruz. Müzik üretimi olsun, onu sunma süreci olsun, yolumuza çıkan her şeyi kontrolümüz altında tutuyoruz. Sadece konserlerdeki kitle ya da sahne değil kasttettiğim, müziğin, albümün yaratım süreci ve onun tanıtılması da dahil buna. Birlikte çalıştığımız her insana amacımızı tam olarak anlatabilmeliyiz ki, ortaya yanlış anlaşılmalar çıkmasın.
İlk albümünüz yakında çıkıyor. Bu albümle ilgili neler hissediyorsunuz ve bunların ne kadarını gerçekleştirebildiniz?
FM: Bence albümün ana amacı, sahnede olanı her yönüyle belgelemekti. Bunu yaptık diye düşünüyorum.
Kayıt süreci nasıl gelişiyor? Birbirinizi şarkı sözleri ve sound açısından besliyor musunuz?
JB: Sözleri ben yazıyorum. Belli bir çerçevemiz yok aslında.
FM: Bir şarkı herhangi birimizin ortaya attığı bir düşünceden ya da birlikte çalarken oluşan etkileşimden doğabilir.
JB: Birlikte çalmak, ortak üretim süreci bizler için de çok ilginç. Çalışmalarımızı sürekli kaydediyoruz. Hepsi birer esin kaynağı bizim için. Geriye dönüp onlara baktığımız ve ders çıkardığımız da çok oluyor. Olanları belgelemek çok önemli. Ben odada olmadığım bir zaman diğer üç arkadaşım bir fikir de yaratabilir.
Medyada hep tamamen kadınlardan kurulu bir grup olduğunuz vurgulanıyor. Siz sadece kadın müzisyenlerden kurulu bir grup kurmayı baştan beri amaçlamış mıydınız?
JB: Hayır, bu başlangıçta belirlenen bir hedef değildi.
GT: İşler öyle gelişti, biz bunu planlamamıştık.
Savages ile ilgili bir diğer dikkat çekici özellik de sürekli 80‘lerin ünlü post-punk gruplarına benzetilmeniz. Joy Division ya da Siouxsie and the Banshees mesela. Bu konuda ne hissediyorsunuz?
Genel olarak benzetme yapmak kolaydır. Sorunuza yanıt vermek gerekirse, biz o benzetmeleri yapanlar gibi hissetmiyoruz.
GT: Bence bu tür karşılaştırmalarda olabilecek tek benzerlik, müzik yapma amacıyla ilgili olabilir. O dönemde var olan atmosfer ve insanları müzik yapmaya iten nedenle bugün bizimki arasında bir paralellik kurulabilir. Sosyal ve politik atmosferin sonucu olarak her kuşak için bu tür benzerlikler çıkabilir. Konuya bir performans sanatı açısından yaklaşırsak. esinlenme daima sanatın ardındakı niyetle ilgilidir. Bizi etkileyen onların mekanı, bedenlerini kullanma yöntemleri olabilir.
JB: Doğru. Bizi esinlendiren, insanların sanat ve hayatla kurduğu bağdır. Daha önce yaptığımız bir röportajda yarı şakayla da olsa bir gerçeği söylüyordum. Bazen pornografi beni müzik kadar esinlendirebilir. Çünkü insanların belli şeylere karşı bakış açısını değiştirme gücünü daha iyi aktarabilir.
Brett Anderson, NME dergisinin mart sayısında sizi övüp şu anda onu en çok heyecanlandıran grup olduğunuzu söyledi. Okudunuz mu onu?
FM: Ah evet, karanlık ve seksi demiş, yeğenim söyledi bana.
JB: Bence biraz sapıkça geliyor kulağa,
FM: Ürpertici.
JB: Pedofilideki gibi bir durum söz konusu burada. Genç, yeni, heyecan verici vs. bir şeyi alıp onu kendinize mal etme söz konusu. Brett Anderson dahil 80‘lerin diğer yıldızlarını bunu yapmamaları için sorgulamak güzel olurdu. Grupta bazılarımız Suede’in müziğini sevse de...
FM: Ben severim Suede’i.
Yeni albümünüz çok yakında çıkıyor. Adı belli mi?
Evet, Silence Yourself.
Savages gibi bir grup için ilginç bir isim. Şarkıları dinleyip anlamını bulacağız.
(Röportaj için 15 dakikalık süremiz olduğundan bu kadar konuşabildik. Umarım yakın bir gelecekte Savages’ı İstanbul’da görmek olanaklı olur.)
2010’da San Francisco’dan bir ses duyduk. Luis Vasquez'in The Soft Moon adı altında yayınladığı “Breath the Fire” ve “Parallels” isimli iki single, post-punk sevenlerin dikkatinden kaçacak gibi değildi. İlk gençlik yıllarını Bauhaus, The Cure, Joy Division dinleyerek geçiren ve o karanlık sounda bir daha bırakmamak üzere tutulan herkesi dinlediği ilk anda olduğu yere çivileyecek kadar ihtiraslı ve karanlık bir müzikti dinlediğimiz.
The Soft Moon adıyla yayınlanan 2010 tarihli ilk albümde, hiç durmadan çalışan motor sesinin seriliğinde duyulan synthler, baskın bas sesi ve tam olarak ne söylendiği anlaşılmayan vokaller eşliğinde adeta bir felaket sonrası yaşanan klostrofobik ruh halini özetleyen şarkılar vardı. Felaket sözcüğü bazılarını korkutabilir, daha dinlemeden duyacaklarından kaçabilirler. The Soft Moon’un gürültülü endüstriyel soundunun insanı yakaladığı anda tutup sanki bir kuyunun dibine doğru derine sürüklediği de kesin. Bunu dile getirdiğim için bana “Haksız mıymışım?” diye sormayın; karanlık kuyularda gezinip gün yüzüne geri çıkma mücadelesini sevdiğimi hep yazıyorum. Ama elbette, soğuk synthlerin ve elektronik davulların başrolü üstlendiği deneysel dark noise/coldwave/gotik herkese hitap edecek bir müzik türü değil.
2009’da Luiz Vasquez’in tek kişilik özel projesi olarak başlattığı The Soft Moon, 2010’da çıkan albüm ve ardından yayınlanan “Total Decay” adlı EP’den sonra artık dört üyeli bir gruba dönüştü. Üyelerden birisi canlı performanslarda sadece projektörle ses ve ışık düzenini kontrol etmekle yükümlü olsa da artık yapılan müzik tek kişilik bir çabanın ürünü değil; ortada daha profesyonel stüdyo ortamından çıkan bir albüm var.
İkinci albüm “Zeros”, birincisinden farklı olarak daha az gitar ve elektronik davulun kullanıldığı, birbirinden garip seslerin yarattığı bir kakofoni gibi adeta. Bu yönüyle bana Kanadalı grup Fuck Buttons’ı hatırlatıyor. Başından sonuna kadar enerjisi hiç düşmüyor albümün. Vokal, The Soft Moon’un müziğinde temel bir rolü olamayacak kadar geri planda, ancak figüran rolünde. Bir ara sadece “Want” adlı şarkıda Vasquez’in “I want it, can’t have it” sözlerini algılayabildim. Bu sözlerin, tekrar edilen ritimler üzerine kurulan altyapıda sadece tutkulu soundu psikolojik olarak destekleyecek bir unsur olarak kullanıldığını düşünüyorum. Bana kalırsa işe de yarıyor.
10 parçanın yer aldığı yaklaşık 35 dakikalık albüm boyunca hiç durmadan öten sirenlerin ya da çarpışan metal parçalarını andıran soyut seslerin hakimiyeti iyice ele geçirmesiyle dinleyici tamamen uç noktalara çekiliyor. Deneysel anlayışı böyle korkusuzca, radikal biçimde müziğine enjekte ettiği için The Soft Moon, bence bir alkışı hak ediyor.
Özellikle albümün açılış parçası “It Ends”in adını hem yazılış hem de ses kurgusu olarak tersine çeviren “sbnsbnE tI”le yapılan kapanış, gerekli mesajı veriyor. "Gerekirse işte böyle her şeyi alt üst ederiz" diyor The Soft Moon. Bu yazıyı tesadüfen okuyacak organizatörlere diyorum ki, şöyle karanlık bir salonda The Soft Moon’u dinleyelim ve iyice sindirelim İstanbul’da.
İskoç grup The Twilight Sad, vokalist James Graham’in gitarist Andy MacFarlane ile lisede tanışmasıyla kurulmuş. Belki de kurulmakta geç bile kalınmış. Çünkü James Graham gibi müthiş bir canlı performansı ve sesi olan insan zaten başka bir iş yapmamalı; var olduğu ve gücü yettiği sürece sahnede olmalı. Bu ay Teksas’ın başkenti Austin’de düzenlenen South By Southwest (SXSW) kapsamındaki konserlerini izlerken aklımdan bu düşünceler geçiyordu.
Karanlık, ufak bir salonda, üzerine yansıyan kırmızı ışığın altında gördüm James Graham’i. Mikrofonu iki eliyle sıkıca tutmuş, gözleri kapalı, adeta bedenine elektrik verilmiş gibi titriyor, dizlerinin üzerine çöküp kendini sahneden ve dinleyicilerden soyutlayarak ayrı bir dünyaya ışınlanıyordu. Şarkı söylerken, hafifçe araladığında gözlerinin kaydığına tanık oldum. Ian Curtis’i hatırlatan bu son derece etkileyici performansın ardındaki asıl neden, Graham’in içinde kopan fırtınalar. Onları hiç saklamadan, olduğu gibi dinleyiciye yansıtıyor. Şarkıyı sadece söylemiyor, sahnede yeniden yaşıyor.
Aslında Ian Curtis referansı sadece Graham’in sahnedeki fiziksel varlığından kaynaklanmıyor; grubu canlı görmeseniz de müzikleri sizi Joy Division’ın soğuk ama cezbedici karanlığına sürüklüyor. The Twilight Sad, yeni albümünde içimize işleyen o isyan ve melankoli dolu sesleri hafif pop ve shoegaze unsurları katarak daha melodik bir hale getirmiş.
Önceki albümlerine göre krautrock etkisinin belirgin hale geldiği, daha güçlü bir sound var bu albümde. Öyle ki dinledikçe dinlemek istiyor obsesif bir hale geliyorsunuz; sonra bir de bakıyorsunuz ki müziği gerçek anlamda dinlemeseniz de şarkılar kafanızın içinde dönüp duruyor.
Kocaman bir kanca gibi The Twilight Sad’in müziği; yakanıza bir yapıştı mı bırakmıyor, tişörtünüz yırtılıyor, bu defa pantolonunuzdan yakalayıp tepe üstü düşecek pozisyonda havada bırakıyor sizi, pantolonunuz yırtılırken de kemerinizden tutuyor.
Kanca, yırtmak, havada asılı bırakmak... Bunları okuyan “İşkence mi var?” diye sorabilir haklı olarak. Hayır, gönüllü tutsaklık var. En azından ben “No One Can Ever Know”a gönüllü olarak kaptırdım yakayı. Bırakacak gibi de değilim. Günlerdir “Nil” adlı şarkıyı dinliyorum.
Grup şarkılarını yazarken, kendilerinin ve çevrelerindeki insanların hayatlarından ilham aldığı için sözlerin ne kadarı gerçek ne kadarı metafor tam bilmek olanaklı değil elbette ama bir ayrılık, bir yok oluş ya da bir ölümün ardından yazıldığı açık. James Graham’in bariton sesiyle özellikle “r” harfini vurgulayan İskoç aksanı mı desem, müziğin insanı bir anda yakalayan can yakıcı tınıları mı desem bilmiyorum ama aklımdan çıkmıyor bu şarkı.
Konserde albüme göre çok sert çalıyor The Twilight Sad. Onları canlı görmeden yaşanacak deneyimin ne kadar çarpıcı olabileceği tahmin edilemeyebilir. Grubun diğer üyeleri sahnede Graham’in aksine son derece sıradan bir iş yapıyormuş gibi görünse de, vokalist ruhunuzu terk etmiyor; elini bile sürmeden sizi havada asılı bırakıyor. Nitekim Fat Cat Records’ın sahibi de grubun albümünü dinledikten sonra onları konserde görmeye karar vererek Glasgow’a gitmiş ve tabii derhal anlaşma imzalamış.
“No One Can Ever Know”, kuşkusuz bu yıl indie rock'ın bize bahşettiği en güzel albümlerden birisi.
70’lerin ortalarında dünyanın yüzüne tokat gibi inen punk rock akımını etkileyen gruplardan Buzzcocks, sonunda Türkiye’ye ayak bastı. Çarşamba akşamı Babylon’un giriş katı pogo dansı yapılan bir alana döndü. O ortamı yaratan müziği yapanlarsa, 20’li yaşlarındaki gençler değildi. Grubun kurucusu Pete Shelley de, ondan sonraki en kıdemli üye Steve Diggle da 56 yaşında; ama görüldü ki yıllar enerjilerini bitirmemiş.
30 yıl önce Buzzcocks müzik sahnesinde fırtınalar estirirken gelseler elbette daha büyük olay olurdu; ama bu yıl az sayıdaki konserlerinin arasına İstanbul’un da eklenmesi başarıdır.
Grubun 1980 öncesi eski şarkılarını çaldığı bir saatlik konser, kısa ama coşkuluydu. Biste en bilinen şarkılarından “Ever Fallen In Love” ve “Orgasm Addict”i dinleyerek, tarihi geceyi punk rock’ın enjekte ettiği enerjiyle mutlu noktaladık.
Konser öncesinde vokalist/gitarist ve şarkı yazarı Pete Shelley ile punk akımı üzerine konuşma fırsatı buldum.
Bu yıl yine yoldasınız. Yazın Coachella festivalinin sahnesinde siz de varsınız. Bunca yıl sonra size turneye çıkartan en önemli neden ne?
Konser vermek, bu dünyadaki en heyecanlı işlerden birisi. Yeni yerlere gitmek, yeni insanlarla tanışmak çok güzel. İlk kez Türkiye’ye geldik. Dün Mexico City’de bir konserimizin olabileceğini öğrendik. Seyahat etmekten hoşlanıyorum. Şükürler olsun ki, çok sayıda insan Buzzcocks’ı tanıyor. Bu hepimiz için bir rüyanın gerçekleşmesi demek. Havaalanlarında beklemek, otel odalarında kalmak pek rahat değil, tura çıkmanın sıkıcı tarafları da var; ama müziğimizi çalmak, insanların bizi dinlemek için gelmesi gerçekten ilham veriyor. Aslında her gece partiye gitmek gibi!
Buzzcocks 1989’dan itibaren zaman zaman farklı isimleri de gruba alarak yoluna devam etti. Şu anda grup içinde hava nasıl?
Her şey gayet iyi gidiyor. Bu yıl sonuna doğru stüdyo gireceğimizi umuyorum.
Yeni albüm mü kaydediyorsunuz? Ne zaman yayınlanacak?
Evet, kaydedeceğiz. Umarım yaz sonrasında yayınlarız. Her zaman yapılacak yeni işler mevcut. Bunların hepsi bizim için çok mutluluk verici.
Punk akımı ilk başladığında, 36 yıl sonra hâlâ onun hakkında konuşulacağını düşünmüş müydünüz?
Hayır, biz bunun 36 dakika bile süreceğini düşünmemiştik.
Gerçekten mi?
Çok heyecan verici bir şey yaşadığınızda onun ne kadar süreceğini düşünmezsiniz. Aşık olmak gibiydi. Bir anda, bir el şıklatması kadar bir zamanda oluverir ya her şey, öyleydi o da.
“YAPACAK BİR ŞEY YOK" DEMEK YERİNE, “YAPMAK İSTEDİĞİMİ YAPARIM”
O zaman olup bitenler sizi de çok şaşırtmış olmalı.
Evet, öyle oldu. BBC bir ara İngiliz müziği üzerine belgesel hazırlıyordu. Benimle röportaj yapmak istediklerini söyleyen bir e-posta geldi. “Punk rock çok önemli!” şeklinde cümleler vardı. Punk rock, ortaya çıktığı dönemde bizim için gerçekten önemliydi ama başka insanların bu konuda ne düşündüğü umurumuzda değildi. Onu herkes için önemli bir konuma getirmek için asla çaba göstermedik. Orada dürüstlük vardı; yaptığınızı sadece kendiniz istediğiniz için ve kendiniz için yapmak. Yaptığınız işten başkaları hoşlanmayabilir ama bunun önemi yok. Önemli olansa şu; bu bakış açısı başka insanları da müzik yapmaya teşvik etti. Müzikleri bazen birbirinden farklı olsa da... Örneğin R.E.M.’in soundu Buzzcocks’tan farklıdır ama Buzzcocks’tan esinlendiler. Punk’ın özü buydu: “Yapacak bir şey yok demek” yerine, “yapmak istediğimi yaparım” diyorduk. İlk başlarda bir konser vermek istiyorsak, bunu organize edecek birisiyle anlaşmıyorduk; kendimiz salonu bulup kiralıyorduk. Yapılması gerekenleri bizzat kendimiz yapıyorduk.
Şimdi konser için organizatör bulmak gerekiyor.
Eğer insanlar bir şeyin gerçekleşmesi için organizatör olmayı istiyorlarsa bu da bir yoldur. Tanıştığım organizatörleri seviyorum. Onlar çok büyük firmalar değiller, bu işe gönül vermiş insanlar. Onların çabası da ilham verici. Aynı şeyi plak şirketleri için de düşünebiliriz. Bağımsız plak şirketlerini seviyorum. Onlar da punk ruhundan esinlendiler. Yayınlanmasını istedikleri albümler vardı ve biz yaparız diye çıktılar ortaya.
Punk akımının patladığı dönemi düşünürsek, İngiltere’deki punk sahnesinin etkisi ve başarısı karşısında hâlâ New York punk sahnesinden gelen bir tür kıskançlık da seziliyor. Sizce bu tür düşünenler haklı mı? Yani İngiltere’deki punk sahnesi New York’takinden bağımsız gelişebilir miydi?
Hiç düşünmemiştim bunu.... İngiltere’de müzik sahnesi her zaman ilginçti ama...
(Pete Shelley, bu soruyu yanıtlamak için uzunca düşündü; bir süre sonra soruyu açmak gereği duydum. Ama soruma tam yanıt alamadım. Belli ki gerçekten konuyu bu yönüyle hiç düşünmemiş Shelley. ) Bazı insanlar punk rock’ın Iggy Pop ya da The Ramones ile Amerika’da başladığını düşünüyor.
The Stooges, aynı dönemlerde adını duyurdu. The Stooges, The Velvet Underground’dan etkilendi ama bunun hangi ölçüde olduğunu bilemem. Belki de bunları bir bütünün ayrı yönlerini geliştiren unsurlar olarak düşünmek lazım. Sonra The Ramones vardı o dönemde. 20 dakika sürerdi konserleri. 2 dakikalık şarkılardan oluşan 20 dakikalık konserlerin ne kadar eğlenceli olabileceğini gösterdiler bize. 50 ve 60’lardaki gibi single’ların yaygın olduğu döneme geri gidilmesinde etkili oldular. Bence o dönemde The Ramones bu açılardan çok ilham vericiydi.
The Sex Pistols’ın Manchester’da verdiği ilk konseri düzenleyerek Manchester’daki punk rock akımını başlattınız. O konserde salondaki 30-40 kişinin arasında sonradan kurulacak Joy Division, The Smiths, The Fall grubunun üyeleri de vardı. O konser fikri nasıl doğdu?
Bu bazı olayları baştatmak açısından önemliydi. Onları şubat ayında Londra’daki konserde gördüğümüzde Manchester’a gelmeleri gerektiğini düşündük ama kimse konser düzenlemekle ilgilenmiyordu. “Biz kendimiz neden yapmıyoruz?” dedik ve işe giriştik.
Konserdeki atmosfer nasıldı?
Garipti aslında. The Sex Pistols adı çok duyulmasa da yeraltı kültüründe yaygınlaşıyordu. Daha önce onları gören herkes bir başkasına öneriyordu; bu nedenle bir merak doğmuştu. Bazı insanlar hiçbir beklentileri olmadan gelmişti. Çünkü o günlerde internet, YouTube yoktu. Ne göreceğinizi bilmeden meraktan giderdiniz konserlere. Çok az sayıda müzik dergisi vardı. Hiçbir şeyin fazla ciddiye alınmadığı bir ortam söz konusuydu. Bir tür "observance theatre" gibiydi. The Sex Pistols’ı izlediğinizde eğlenirdiniz, komikti ama onlar eğlenceli olmaya çalışmazdı. Sonuçta bir komedi şovu değildi. (Burada çeviriyle anlamı bozmamak için “observance theatre” ifadesini onun söylediği gibi bırakıyorum. Z.K.)
"HÂLÂ 21 GİBİ HİSSEDİYORUM!"
1976’da 21 yaşındaydınız. 21 yaşındaki Pete Shelley, bugün 56 yaşındaki Pete Shelley için ne derdi?
Bilmiyorum... Bu soruyu yanıtlamak için zaman tüneline girip geriye gitmek gerekli sanki. Bence olumlu düşünürdü. Çıktığım noktaya fazla uzak değilim. Annemin 80 yaşında ettiği bir laf vardı: “Hâlâ 18 yaşında hissediyorum” derdi. Ben de aynı şekilde hâlâ 21 gibi hissediyorum! Sanırım daha mutluyum. Çünkü yaşlandığınızda, durulacak en iyi yeri biliyorsunuz. Geçliğinizde eğilimli olduğunuz aşırılıkları yapmak istemiyorsunuz artık. Hâlâ sahnede olmaktan mutluyum.
Punk dönemini yaşamamış gençlere o akımın müzikte ve toplumda yarattığı etkiyi anlatmanız gerekse, nasıl özetlerdiniz?
Müzikte sürekli yenilikler oluyor. Punk ortaya çıktığı sırada disco da gelişiyordu. Punk gerçekten büyük ilham kaynağıydı. İnsanlara yapmak istediklerinden vazgeçmemelerini söylüyordu. Yeni bir şeydi ama aslında zamanla sınırlı olmayan bir bakış açısıydı.
Neden bu kadar kısa süreli bir müzik akımı böylesine etkili oldu?
Çünkü işin içine insanları kattı. Fikri olan insanları bunu ortaya koyup gerçekleştirmeye yöneltti. Böylece insanlar kuyrukta beklemek yerine karar verici konumuna geldi. Bu büyük bir güçtü ve insanlar güçlerinin farkına vardı. Herkes kendi fikrini hayata geçirmek için toplumda gözlemci ve uygulayıcı haline geldi. Sadece müzikte değil, sosyal alanda da çok boyutlu etkileri oldu.
Kendi yaşantınızda bugün de punk tavrını sürdürüyor musunuz?
Evet, sürdürüyorum. Hâlâ bilgilenip, kendi fikrimi açıklıyorum. Karar alım süreçlerinde katılımcıyım. Doğaçlama bir şekilde oluyor bu. Kendiliğinden bir anda gelişen kararlar alabiliyorum.
Her zaman her istediğinizi yapıyor musunuz? Yıllarla gelen bazı sınırlamalar olmadı mı?
Hayır, olmadı; her istediğimi yapıyorum. Sabah gidip akşam çıkmak zorunda olduğum günlük bir işim hiç olmadı.
"KENDİMİZ REKLAM HALİNE GELDİK"
Punk ilk ortaya çıktığında hiç ticari olmayan bir müzikti. Neden daha sonra reklamlarda bile kullanılır oldu?
Garip olan şu ki, biz en ticari olmayan müziği yaparken, kendimiz reklam haline geldik...
Siz de şarkılarınızın reklamlarda kullanılmasına izin verdiniz. Bundan hiç pişmanlık duydunuz mu?
Neden duyayım? Reklam yapanlar müziğimizi kullanmak üzere bize başvurdu. Biz şarkıların duyulmasını düşündük. İnanmadığım bir şeyi asla desteklemiş değilim. Hiçbir zaman bir reklamda rol almadım. Bunu onaylamazdım zaten. Mesela İngiltere’de Muhafazakar Parti müziğimi reklamında kullanmak istese, ona da hayır derim. Ama mesela John Lydon İngiltere’de bir tereyağı reklamında oynadı, Iggy Pop sigorta şirketinin reklamında oynadı.
Bu beni rahatsız eden bir şey.
Öyle mi? Peki o reklamda kimi görmeyi tercih edersiniz? Parayı hoşlanmadığınız birine vermelerini mi istersiniz?
Bu durumda öyle.
Ama sevmediğiniz kişiyi göreceksiniz ve ona para verecekler...
Evet, ama para umurumda değil. Sevdiğim müzisyeni şirket reklamında görmekten hoşlanmıyorum.
Ben her gece vakti uyumuyorum; desteklediğim bir şey varsa uyuyorum.
(Burada İngilizce’de “sleep” kelimesine yüklenebilecek yan anlam, hem Shelley’i hem de beni güldürdü. Benim ona değil de, onun bana sorular sormaya başlaması da ilginçti ama konuyu böyle kapadık. Z.K.)
Punk döneminde ilk bağımsız single’ı yayınladınız. Teknolojinin DIY anlayışı (do-it-yourself : kendin yap kültürü) ile ortaya çıkan müzik üretimleri üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazıları bunun sıradanlık getirdiğini söylüyor.
Bence bu fikriniz olup olmadığına bağlı. Daktilonun bulunuşundan bu yana insanlar bir metni yazıp dağıtıyorlar. O metnin iyi olup olmaması ya da okumak isteyenin bulunup bulunmaması değil önemli olan. Yazan kişi, romanımı yazdım diyecek, reddedilse de romanını yayınlatmak için yayıncılara götürecektir, hatta artık internette kendi kendine de yayınlaması olanaklı. Aynı şekilde insanların akıllı telefonları ya da dijital kameraları var. İnsanlar, geçmişte olduğu gibi bu konuda detayları öğrenmek zorunda kalmadan fotoğrafçı haline geliyor. Müziğe de böyle bakarsak, daha çok insanın müzik yapması iyi bir şey. Ben insanların kendilerini açıklamasını teşvik ediyorum. Bir alanda yaratıcı olmak iyidir. Kavgaları, saldırganlığı da azaltır, dünya daha iyi bir yer olabilir.
Paul McCartney, geçen hafta bütün albümlerini Spotify ve diğer stream servislerinden çekti. Siz stream hakkında ne düşünüyorsunuz, yeni radyo olduğu görüşüne katılıyor musunuz?
Öyle mi? Duymamıştım bunu. Stream’in yeni radyo olduğuna katılıyorum tabii. Üstelik ne dinlemek istediğinizi kendiniz seçiyorsunuz. Ben Spotify’i çok beğeniyorum. Eskiden kalkar plakçıya gider, albüm alır, eve gelip dinlerdiniz ve çoğunlukla da içinde bir ya da iki şarkıyı severdiniz. Ama şimdi şarkıyı dinleyip ona göre almak olanaklı. Ayrıca konserleri duyurmak için de iyi. Radyo zamanında biliyorsunuz karışık kasetler yapardık. Ben de çok yaptım. Sonuçta bir şekilde müziği yaymak ve dinletilmesi açısından faydalı bu stream servisleri.
1976 yılında başlayan punk döneminden bu yana müzik yapan ve sahnede de varlığını sürdüren bir müzisyen olarak, bugün bir mesajınız var mı?
Eski dönemdeki ben ile şimdiki ben arasındaki en belirgin farklardan birisi belki de, mesajlar aracılığıyla uzlaşma yaratma çabamın daha azalması olabilir. Ama şunu söyleyebilirim : Kendinize karşı dürüst olun. Eski yıllarda çoğumuz yasalara karşı çıkardık. Aslında o dönemde düşündüğümüzden daha çok özgürlüğe sahiptik ve bu şaşırtıcıydı. Hiçbir şey için yapamam, olanaksız demeyin; şarkı söylemek istiyorsanız çıkın söyleyin. Dinleyen yoksa da önemli değil. Duşta kendiniz için söylediğiniz gibi söyleyin; hem kendiniz mutlu olursunuz hem de mutlaka dinleyen çıkacaktır. Cesur olun!
Geçen aralık ayında Mike Joyce İstanbul’daydı. Buzzcocks tutkusunu bildiğim için, sizinle röportaj yaparsam ne sorayım dedim kendisine. “Mayıs ayında Manchester’da verecekleri konserde sadece biste davul çalmam olanaklı olabilir mi?” diye sorabilirsiniz demişti. Ben de soruyorum.
O konserde bis olur mu emin değilim. Bir tür kutlama partisi gibi çünkü. Üç grup olacak sahnede...
(Aşağıda konserde çektiğim video "Sick City" ve "Moving Away from the Pulse Beat" adlı şarkılarını çalıyor Buzzcocks.)
Setlist: Boredom / I Don’t Mind / Autonomy / Get On Our Own / Whatever Happened To? / Girl From the Chainstore / Sick City / Moving Away from the Pulse Beat / Nothing Left / Noise Annoys / Breakdown / Promises / Love You More / What Do I Get? / Harmony In My Head / Ever Fallen In Love / Orgasm Addict
(Fotoğraflar Gökhan Göktaş, video benim tarafımdan çekildi.)
S.C.U.M. denince birçok kişinin aklına ilk anda gelecek isim, Amerikalı yazar Valerie Solanas’tır.
1967’de yayımladığı “Society for Cutting Up Men” (Erkek Doğrama Cemiyeti) adlı manifesto ile ayrılıkçı feminist hareketin öncüsüydü. Öz babasının tecavüzüne uğrayan, Katolik okulunda okumayı reddettiği için büyükbabası tarafından kırbaçlanan Solanas, kitapta erkekleri yok edip tamamen kadınlardan oluşan bir toplum yaratma hayalini anlatır.
1968 yılında bir senaryosunu kaybettiği için Andy Warhol’u vurarak öldürme girişiminde bulunan yazar, bugüne kadar edebiyat, sinema ve müzik alanında çeşitli eserlere ilham kaynağı oldu. Bunlardan sonuncusu da goth punk grubu S.C.U.M.
İlk kez 2008’de “Visions Arise” adlı single ile tanıştım grupla. O sıralarda 17-18 yaşlarındaki Londralı gençlerden kurulu grup, Joy Division’ı anımsatan gitarları ve Bauhaus’u çağrıştıran vokal kullanımıyla hemen dikkatimi çekmişti.
Thomas Cohen’ın isyankar vokalini karanlık bir sound ile birleştiren müzikleri, iyi bir goth punk grubunun doğduğunu düşündürtmüştü bana. Düşüncemde haklı çıktım. Grubun Avrupa’da çıktığı turne sırasında her kentte yaptığı kayıtlar gösterdikleri gelişimi ortaya koyuyordu. Özellikle “Warsaw”da, endüstriyel rock/hardcore punk karışımı güçlü bir sound vardı.
Bu yıl grubun adını, daha çok Bob Geldof’un kızı Peaches Geldof’un erkek arkadaşı Thomas aracılığıyla andı müzik basını. Ancak ne zaman ki “Again Into Eyes” adlı ilk albümleri çıktı, o zaman müzikleri de gündeme gelmeye başladı.
Genellikle yapılan değerlendirmeler, S.C.U.M.’ın The Horrors’a çok benzediği yönünde. Bana sorarsanız da, dayanaksız bir yorum değil bu; özellikle saykedelik ve dramatik sound ile bariton vokal nedeniyle müziklerinde örtüşen noktalar var; ancak bu tür örtüşmeler başka gruplarla da olabilir. Örneğin Echo and the Bunnymen'i anımsatıyor bana.
Sonuçta kime benzediklerinden çok önemli olan ortaya çıkan albümün bir bütünlük içinde yansıttığı duygunun dinleyiciye dokunması ve S.C.U.M. bunu oldukça iyi başarıyor.
Müziklerinde dinledikçe büyüyerek insanın içini saran bir his, sarsıcı bir tutku var. 50 saniyelik “Water”daki atmosferik hava, “Paris”te piyanonun melankolizmi, “Summon the Sound”da adeta etrafı ateşe veren gitarların her biri derin ama enerjik bir kayboluş hissi yaratıyor.
Şarkılarında ele aldıkları konuların toplumsal bir yönü yok. Birtakım bireysel saykedelik deneyimlerin ortaya çıkan şarkılar bunlar. Röportajlarından birinde, bazı şarkılarının “bastırılmış arzuları temsil eden renkli şekillerin görsel manifestolarının yol açtığı duygusal çalkantılardan” esinlendiğini söylediler... Bu, nelerden ilham aldıkları hakkında iyi bir fikir veriyor insana.
Grup üyelerinin söylediğine göre, albüm üzerinde çalışırken, Morricone film müziklerini, İngiliz besteci Basil Kirchin’i, Serge Gainsbourg’u ve sürekli Bowie’nin “Low” albümünü dinlemişler. Böyle güçlü bir listenin esinlendirdiği albüm de böyle güzel olur.
Son yıllarda Londra’dan çıkan en iyi gruplardan birisi, güçlü bir soundu var; sağlam bir albüm yapmışlar.