Bruce Springsteen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bruce Springsteen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2017 Cuma

BOB DYLAN, NOBEL'İ ONURLANDIRDI


17.3.2017

(Bu yazı, ilk olarak Ekim 2016'da Kültür Servisi'nde yayınlandı. http://kulturservisi.com/p/bob-dylan-nobeli-onurlandirdi)

2012‘de Austin’de düzenlenen SXSW Festivali’nin açılış konuşmasını dinlerken, rock müziğin ‘Patron’u (The Boss) Bruce Springsteen’in şu sözleri aklıma takılmıştı: “Bob Dylan, 60’ların gençliğinin sesiydi; kalbimizi anlamamızı sağladı.

Aklıma takılmıştı; çünkü düşünüp kendime şu soruyu sormama neden oldu: Springsteen, 60‘larda gençti ve o dönemin ünlü protest şarkıcısı Dylan hakkında bunu söylemesi şaşırtıcı değildi. 60‘lı yıllar, yazar Larry “Ratso” Sloman’ın dediği gibi, New York’un Queens bölgesinde yaşayan bir gençten, İngiltere’nin kırsal alanında yaşayan bir Beatle’a kadar (John Lennon olsa gerek), bütün Dylan hayranlarının sadece müziği dinlemekle kalmayıp, albümleri ders gibi çalıştığı bir dönemdi. Peki bunca yıldır, 2000‘lerde bile, Batı kültürünün dışında doğup büyüyen insanları da etkileyen neydi Dylan müziğinde? 

Kendi kendime verdiğim yanıt şuydu: Dylan’ın asıl cevheri, gerçekçi, alaycı, zaman zaman da esprili bir dille, Amerikan deyimlerini son derece incelikle kullandığı şarkı sözü yazarlığında. İçinde yaşadığı toplumu büyük bir ustalıkla resmediyor albümlerinde. Her şarkısı baştan sona ayrı bir öykü. O öyküleri dinledikçe seviyorsunuz şarkılarını...

Şair mi yoksa şarkı sözü yazarı mı?


Yaşadığı çağa ayna tutan büyük bir ozan Bob Dylan. Yıllardır şair mi yoksa şarkı sözü yazarı mı olduğunun tartışılması boşuna değil. Sonunda bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması benim için şaşırtıcı olmadı. Medyada bu ödülün onca romancı, öykü yazarı ya da şair varken bir şarkı sözü yazarına verilmesini eleştiren yazılar görüyorum ve eleştirilere katılmıyorum. 2012‘de yazdığım bir yazıda bu konuya değinmiş; bazı şarkı sözleri şiirdir, bazıları öykü anlatır ve onları ancak gözlem gücü yüksek, dile çok hakim özel müzisyenler yazabilir demiştim. Kuşkusuz onların en önde gelenlerindendir Bob Dylan.  

Bana göre şairlik mertebesine ulaşan birkaç şarkı sözü yazarından birisi olan Morrissey’e bir iki yıl önce şarkı sözleri ile şiir arasındaki ilişkiyi sorduğumda şu yanıtı vermişti: “Güfte yazarı olmak da olağanüstü bir şey; özellikle yaygın kullanılan ‘give-it-to-me-one-more-time’ şeklindeki ıvır zıvırın aksine, olana tanıklık etmek anlamına geliyorsa. Şiiri nerede bulursanız oradadır; eğer şarkı sözü yüreğinizi titretiyorsa, o zaman şiirden daha fazlasıyla karşı karşıyasınız demektir; çünkü onlar sadece kağıt üzerine yazılmış basit sözler değildir artık. Sözcüklerde duymanız gereken, size hitap eden devinim içindeki bir bütünün seslenişi vardır. Bence bu duygu salt şiirden daha güçlü ve büyüktür.

Elvis bedenleri, Dylan akılları özgürleştirdi


Yarım yüzyılı aşan kariyerinde, konser albümleri ve derleme albümleri hariç, 37 stüdyo albümü yayınladı Bob Dylan. Folk, country, blues, gospel, rock ’n’ roll, caz, swing gibi farklı türlerde unutulmaz şarkıları hayatımıza soktu ve başardığı en muhteşem şey, onlarca yıldır dinleyenlerin yüreğine dokunmak yani kalplerini anlamalarını sağlamak oldu. Felsefi, dini, ruhani, dünyevi meseleler üzerine çarpıcı, akıllıca ve kurnaz ifadelerle yoğrulmuş şarkılar yazdı. Sesi kusursuz değildi; hatta Leonard Cohen’ınki gibi yıllar içinde giderek çatallaştı ama etkisini hiç kaybetmedi. Çünkü Dylan, içtenliği konuşturan gerçek bir halk ozanı, bir ‘troubadour’. Kendisinden sonra gelen kuşakları derinden etkileyen bir müzisyen... İçinde yaşadığı dünyaya ilişkin gözlemlerini şarkılarına ve resimlerine yansıtan bir sanatçı...Yönetenleri rahatsız edip yönetilenlere yol gösteren bir toplumsal eleştirmen...

Bütün bu sözler, onun hakkını vermeye yetiyor mu emin değilim. En iyisi yine Bruce Springsteen’den yardım alayım: “Elvis’in bedenleri özgürleştirmesi gibi, Bob Dylan da akılları özgürleştirdi. Müziğin doğası gereği fiziksel hareketle ilgili olmasının, anti-entelektüel olması anlamına gelmediğini o gösterdi.” Bob Dylan olmanın anlamını bundan daha iyi açıklayabileceğimi sanmıyorum. 

Bob Dylan’ı üç kere canlı dinleme olanağım oldu. Hepsinde de başında ünlü şapkası ve şık takım elbisesiyle, yerinden hiç kıpırdamadan sadece müziğiyle insanların ruhunda nasıl fırtınalar yaratabildiğini gösterdi. Ne ışık oyunları ne de şatafatlı dans gösterileri sunuldu. Müziğin önce kulağa hitap eden bir sanat olduğunu sahnedeki vakur duruşuyla her defasında hatırlattı usta müzisyen. Kadınlardan, ırk ayrımından, savaştan, işçi haklarından, yoksulluktan söz ederek yaşamın iyi ve kötü yanlarını aynı anda ortaya koydu. Aşk, din, ölümsüzlük ve dünyasal meseleler, Bob Dylan’ın büyüleyici müzik evreninin temel taşları oldu.

İçtenliğin sırrı: Derinlere inmek 


Peki sadece iyi gözlem yapıp, güçlü bir anlatım yeteneğine sahip olmakla açıklanabilir mi onun muazzam şarkıları? Bir keresinde, “Müzisyen olmak, bulunduğunuz yerin derinliklerine inmek demektir. Çoğu müzisyen o derinliğe erişmek için her şeyi dener,” demişti Dylan. Hep merak ederim mesela “Ballad of a Thin Man”i yazmak için neler yaşadı diye? İçerdiği göndermeler nedeniyle bazen erotik de bulunan o şarkıyı, ben yalnızlığından dem vururken hayatla dalga geçen bir adamın manifestosu gibi görüyorum. 

Aklıma “Series of Dreams" geliyor. ”Düşünüyorum bir rüyalar silsilesi / Zamanın ve hareketin yavaşlayıp gittiği.../ Hiçbir yönden çıkış yok / Gözle görülemeyen o tek çıkış hariç...” diyor. Metaforlarla düşündürürken gerçekleri yüzümüze çarpıyor. O değil miydi “Blowin’ in the Wind”i yazdığında "Bir adamın kaç kulağı olmalı / İnsanların ağladığını duyabilmesi için / Evet, ve kaç ölüm olmalı onun bilmesi için / Ne kadar çok insanın öldüğünü?" diye soran...

Belki de böyle bir yazıda aklıma gelen şarkılarla onun şairliğini anlatma çabam nafile... Bir söz vardır, denir ki: En iyi Dylan şarkılarını tek bir CD’ye sığdırmak, dünya tarihini tek bir ders kitabına sığdırmaya çalışmak gibidir. Bu işi ne kadar iyi yaparsanız yapın, tarihin önemli bir kısmı kitabın dışında kalır.  

Öyleyse bu yazı burada noktalanır ama son sözüm şu olur: Bob Dylan’ın Nobel alması, o ödülü onurlandırır.

10 Temmuz 2012 Salı

Örnek Bir Festival: Roskilde


Geçen haftayı Avea Müzik Bloggerları Fikir Takımı’ndan bir grup olarak Avrupa’nın en büyük festivallerinden birisi olan Roskilde'de geçirdik. Danimarka’nın Roskilde kentinde bu yıl 42’ncisi düzenlenen festival, 1971 yılında iki lise öğrencisi ve bir organizatör tarafından sadece 10 bin kişinin katılımıyla gerçekleştirildi. Aradan geçen zamanda etkinlik çok gelişti; bu yıl katılımcı sayısının 150 bini aştığı belirtiliyor.

Festivalin arkasında 1972’den bu yana müzik, kültür ve insani yardım alanında çalışmalar yapan ve kar amacı gütmeyen Roskilde Foundation adlı vakıf var. Festivalin en önemli özelliği, toplanan gelirin her yıl insani amaçlı sosyal yardım için kullanılması. Bu yıl bu doğrultudaki “Statement” adını taşıyan kampanyanın teması “Yoksulluk” olarak belirlenmişti. Her yerde “Görüşünü açıkla, değişime yol aç”; “Başkalarının değil kendi görüşünü söyle” yazan afişler vardı.

Geçen yıl evsizlere barınak sağlamak amacı güdülürken, bu yıl sığınma hakkı isteyenlere, Afgan ve Iraklı göçmenlere el uzattı festival. Bu konuda bir duyarlılık geliştirmek için festival alanında “Poor City” (Yoksul Kent) denilen bölgede çeşitli etkinlikler yapıldı. Amaç, barınağı, yemeği paylaşmak, aynı alanda ortak bir hayatı sürdürmek için farkındalığı geliştirmekti. Duyduğuma göre festival sırasında bu alanda, tanımadığınız bir insanla ortak dil geliştirmek için aynı yastığa baş koyup sohbet etmeyi denemek şeklinde bir uygulama da vardı. Gidip denemedim ama fikri sevdim.

Poor City’nin önünden geçerken devasa bir çöp alanına döndüğünü, gürültüden ve kötü kokudan içinde uyunmaz hale geldiğini gözlemlesem de arkasındaki düşünceyi takdir ediyorum. Oradan ne zaman geçsem, etrafa bakmadan bulduğu yere tuvaletini yapan insanlar gördüm. Paylaşım güzel fakat keşke bunu da paylaşmasalar diye düşünmeden edemedim.

Festival alanı, kapalı mekanlar, kamp ve park sahalarıyla toplam 1.576.000 metrekarelik bir yeri, yani 215 futbol sahasına eşit büyüklükte bir alanı kapsıyor. Festivali düzenlemek için sadece 30 tam zamanlı eleman çalışıyor ama yıl boyunca 800 gönüllüden yardım alıyorlar. Bu sayı festival sırasında 30.000 gönüllüye ulaşıyor.

Roskilde, her şeyden önce insanoğlunun isterse el ele verip neler yapabileceğini ortaya koyması bakımından son derece çarpıcı. Benim festivalde gördüğüm tek logo, ana sponsor Tuborg’a aitti. O da her yere adını kazıyıp katılımcıların gözünün içine sokmamıştı.

Basın mensubu olarak akredite olduğumuz festivalde çalışma koşulları açısından profesyonel bir ortamla karşılaştık. Ana sahnenin arkasında 3000 medya görevlisinin anında haber geçebilmesi için gerekli şartlar hazırlanmıştı. Türkiye’deki festivaller o kadar büyük olmasa da, aynı özeni beklediğimizi belirtmek isterim.

Roskilde Festivali, hazırlık olarak geçen dört ısınma günüyle birlikte toplam sekiz güne yayılıyor. 7 sahnede farklı müzik türlerini kapsayan 180 civarında konser arasında seçim yapmak zor olsa da, diğer festivallere göre performans çakışmaları en aza indirgenmeye çalışılmış; sahneler de birbirine çok uzak olmadığından birinden diğerine geçmek fazla sorun olmuyor.

FESTİVALİN EN COŞKULU KONSERİ SPRINGSTEEN'DEN, EN BÜYÜLEYİCİSİ NILS FRAHM'DAN

Bu yıl festivalin en büyük isimleri Bruce Springsteen, The Cure, Jack White, Björk, The Roots, Bon Iver ve Mew’di.

Springteen, sürpriz yaparak The Roots ile birlikte şarkı söyledi ve enerjisiyle festivali yakasından tutup tam anlamıyla silkeledi. Konserlerinde bedenini, ruhunu, yüreğini, her şeyini ortaka koyan mükemmel bir müzisyen Bruce Springsteen. Bu yıl Patron’la yolum 3. yolum kesişti; Teksas’ta SXSW’da müzik üzerine yaptığı muhteşem konuşmayı dinledikten sonra kendi memleketi New Jersey’de konserine gittim. Orada 30 yıl önce açılışını kendisinin yaptığı Izod Center’da hemşerilerine seslenirken çok duygulandı; şarkı aralarında anılarını anlatıp yorumlarda bulundu, sonra neşelenip crowdsurfing bile yaptı. Danimarka’da o kadar duygusal anlar yaşanmadı ama yine çok formundaydı. Bir an yerinde durmadı, üzerindeki gömlek, pantolon terden sırılsıklam olup renk değiştirdi. Bu dünyada canlı performansıyla istisnasız herkesi ayağa kaldırabilecek birkaç müzisyen varsa, onlardan birisi Springsteen.

Björk’ü bu turne kapsamında Reykjavik’te kapalı bir salonda dinlediğimde çok etkilenmiştim. Ancak son albümü ne konsept ne de ruh olarak açık hava mekana uygundu. Konserden önce bu endişemi arkadaşlarımla paylaşmıştım ve endişem yerinde çıktı; coşku yoktu konserde. “Biophilia” bir iPad albümü olduğundan her şarkının özel bir iPad versiyonu var. Roskilde Orange Sahnesi'nde kenarda iki büyük, sahnede bir büyük ve 2 küçük video ekran vardı. Ama sahne kenarındakiler Björk’e odaklandığından iPad videolarını sadece en önde olanlar izleyebildi. Müzik-video ilişkilendirilmesinin sınırlı tutulmasından yanayım ama Björk’ün albümünün çıkışı iPad; o yüzden sunumda hata vardı. O konser, bir festival için uygun değildi.

Jack White, festivalin en çok ilgi gören isimlerinden biriydi. Belli ki son albümü “Blunderbuss” ile çok sayıda insanın kalbini kazandı. Ben bir Jack White hayranı değilim ama sadece kadın müzisyenlerden oluşan ekibiyle sahnenin tozunu attığına tanık oldum.

The Cure, yıllar geçse de eskimeyen şarkıları ve Robert Smith’in üç saatlik hayranlık uyandıran performansıyla unutulmayacak bir konsere imza attı. Benim gibi o grubun müziklerine ayrı bir duygusal bağla bağlı olanlar için tarifsiz bir mutluluktu. Sevdiğimiz bütün şarkılarını çaldı; konser bittiğinde çok mutluydum.

Bon Iver, aldığı ödüllerden sonra tüm dünyada büyük bir çıkış yaptı. Beğenilip sevilmesi mutlu edici elbette ama şu da var ki, Roskilde’de izdihamdan müziğini dinlemek olanaksız hale gelmişti; keşke bu kadar büyümeseydi dedirtti bana. Bir süre önce Bon Iver’in arena turuna çıkacağı haberi geldiğinde tepki göstermiş, yanlış bulduğumu söylemiştim. Haklı olduğumu gördüm. Bon Iver, son derece kırılgan ve nahif bir ses tonuyla şarkı söylerken duyulan çığlıklar müziğin karakterine tersti. Çok sevdiğim bir grubu dinlerken hiç zevk alamadım...

Gossip de bu yıl birden fazla izleme şansını bulduğum gruplar arasında. Beth Ditto, canlı performansına gözü kapalı kefil olabileceğim ender isimlerden birisi. Sadece güçlü sesiyle değil, sahnedeki karizması, esprileri ve rahatlığıyla kalabalığı anında avucunun içine alıyor ve ilgiyi bir an dağıtmıyor. Son albümün dinamizmini de sahneye çok başarıyla yansıtıyor ekip. Akşamüstü sahne almasına karşın, çok yoğun bir talep vardı Gossip’e. Bundan sonra her yerde aynı ilgiyi göreceğinden hiç kuşkum yok.



Dört gün içinde 30’dan fazla performans izledim ama bana en çok dokunanı, ambient / modern klasik müziğin genç dehası Nils Frahm oldu. Bir müzisyenin enstrümanına hakim olması çok saygı uyandırıyor ama Nils Frahm’ınki ondan öte bir durum. Sanki piyanonun, klavyenin içinde yaşıyor gibi. O genç yaşta öylesine tutkulu ve dokunaklı bir müzik yapıyor olması da ayrı bir merak konusu. Dinledikçe mutluluktan gözlerimden yaşlar akmasına neden oldu o genç adam. Bulduğunuz yerde konserini kaçırmayın. Konserin bir yerinde aynı plak şirketi Erased Tapes’den müzik yayınlayan Peter Broderick ve Danimarkalı grup Efterklang üyeleri de Frahm’a katılınca tarihi bir ana tanık olduk. Videosunu çektiğim için anlatmıyorum; olanları oradan izleyebilirsiniz. (Diğer videolar için link: http://zulalmuzik.blogspot.com/2012/07/nils-frahm-roskilde-festival-2012.html )



Benzer şekilde etkilenerek dinlediğim diğer müzisyen Peter Broderick’ti. Sahnede tek başına bir büyücü gibi adeta; keman, klavye, gitar arasında koşup duruyor. Yumuşacık sesiyle melankolik tınılar çıkarıyor ama şarkı aralarında komik anekdoklar anlatıyor. Yarattığı sesleri sample’layıp loop’a alıyor ve bir oyun gibi oynuyor seslerle. Onun konseri de festivalin en güzel sürprizlerinden birine sahne oldu. Bir baktık ki kızkardeşi Heather Broderick ve Nils Frahm bir anda sahneye fırladı. (Onun da videosunu şu linkten izleyebilirsiniz: http://zulalmuzik.blogspot.com/2012/07/peter-broderick-roskilde-festival-2012.html)

Hem Peter Broderick, hem de Nils Frahm, festivaldeki favori sahnem Gloria’da çaldılar. 900 metrekarelik kapalı bir çadırın içindeydi bu sahne. Dev festival alanında en çok hoşuma giden yer, Poetry Hall’du. Yerleri bildiğiniz deniz kumuyla kaplamışlar. Bir yanda kahve, çay ya da içki alabileceğiniz bir bar var, aralara kütüphaneyi andıran raflı yerleştirmeler konmuş. Kimisi oda görünümünde olan bu yerleştirmelerin içine girip kitap okuyabiliyorsunuz. Kitaplar Danimarka Kraliyet Kütüphanesi tarafından festivale bağışlanan müzik kitapları ve dilerseniz istediğinizi alıp gidebiliyorsunuz. Orada kitap okuyup yerde kumdan şato yapanları izlemek bambaşka bir deneyimdi. Bu yaratıcı konsept çok cezbetti beni.

30’dan fazla konseri tek tek bu yazıda anlatırsam çok fazla uzun bir yazı olur. Bazılarının videolarını paylaşacağım; önemli bir bölümünün hakkında da hafta boyunca Twitter ve Instagram üzerinden görüşlerimi video, tweet ve fotoğraf aracılığıyla aktardım. (Twitter ve Instagram'daki kullanıcı adım "zulalk", YouTube kullanıcı adım zulal2011. İlgilenenler o platformlardan da bakabilir.)

Bütün sahnelerde ses sistemleri mükemmeldi, bütün performanslar (yarım saat geciken Mew dışında) zamanında başladı. 2000’deki Pearl Jam konserinde dokuz kişinin izdihamdan ölmesi nedeniyle festivalde izleyici güvenliğinin çok titizlikle ele alındığını gördüm. Her konserden önce gösterilen videolarda crowdsurfing ve omuza çıkıp izlemenin yasak olduğu hatırlatıldı, “kendinize ve diğer arkadaşlarınıza dikkat edin” denildi. Susuzluktan bayılan olmaması için her konserde sahne önünden kalabalığa bedava su dağıtıldı. Kocaman kovaların içine muslukla doldurulan su, festival için özel tasarlanan çevreye daha az zararlı bardaklarla iletildi insanlara. Uyuşturucuya karşı mesajlar, pankartlar asılmıştı ama festival sırasında 20 yaşında bir gencin uyuşturucudan öldüğü haberi geldi.

Roskilde, katılımcılara olabildiğince geniş özgürlük tanıyan, kimsenin kimseyi kınayıp sınırlamadığı, bir süreliğine gerçek dünyadaki sorunları unutup kendinize müzik ve sanatla çevrili bir dünya kurabildiğiniz çok güzel bir festival. Sonuçta her müzik sevdalısına, tabii olanağı varsa, Roskilde deneyimini yaşamasını öneririm. Glastonbury kadar yoğun ve yorucu değil; üstelik büyük bir festivale yakışan tatmini hem müzik hem ortam açısından sağlıyor.

Festivalin en büyük sahnesi Orange’ın olduğu alanda dev puntolarla yazılmış bir söz var: “The Best of Times for the Rest of Time” demiş Amerikalı sanatçı Steve Powers. O söz, festivalin ruhunu tek cümlede anlatıyor. Müzik, eğlence ve sanatla dolu geçen günlerden sonra sosyal yardım için hiç azımsanmayacak bir para toplanıyor. Bu yıl sadece bilet satışından 47.000 Euro toplandı; festival sırasında yapılan bağışlar da eklenince bu miktar çok daha fazla olacak. Eğlenirken de toplumsal açıdan bir işe yaramak ve bunu gerçekten hedef haline getirmek mümkün. Roskilde Festivali’ni düzenleyenler bunu kanıtladığı için alkışı hak ediyor.

EN ÇOK BEĞENDİĞİM PERFORMANSLAR

-Nils Frahm
-Peter Broderick
-Gossip
-The Cure
-Bruce Springsteen
-Oneohtrix Point Never
-Kimmo Pohjonen / Samuli Kosminen and Proton String Quartet (video: http://zulalmuzik.blogspot.com/2012/07/kimmo-pojhonen-samuli-kosminen-proton.html)
-Janelle Monae
-Perfume Genius (video : http://zulalmuzik.blogspot.com/2012/07/perfume-genius-roskilde-festival.html)
-Paul Kalkbrenner
-Tune-Yards

ROSKILDE ÖNERİLERİM

Konaklama: Festivalde farklı kamp alanları var. Eğer kamp yapacaksanız, önerim biraz fazla para ödeyip Get-A-Tent denilen alanda kalmanız. Çünkü orada hem sizi hazır kurulu çadırlar karşılıyor, hem de sahnelere nispeten daha uzak (10 dakika yürüme mesafesi), dolayısıyla gürültüsü az bir alan. Ayrıca o bölgede kullanabileceğiniz sifonlu, daha uygar ve modern tuvaletler var. Bu nedenle de kötü koku sorunu yok. En önemlisi de sıcak duş bedava. Gerçi diğer musluklardan akan çivi gibi soğuk suyla kıyaslayıp “hot shower” demişler; aslında epeyce ılık bir su ama sonuçta duş! Eğer yanınızda götürmediyseniz, girişte şampuan, havlu gibi malzemeleri de satıyorlar. Glastonbury’deki gibi kadınlar ve erkekler için ayrı bir alanda ortak bir yerde topluca duş alıyor insanlar. Biraz hamam görüntüsü var ama yine de çölde vaha gibiydi benim için. (Get-A-Tent bileti alırsanız, festivalden ayrılırken kaldığınız çadırı da alıp götürebiliyorsunuz.)

Yiyecek: Hemen her zevke göre yiyecek satan standlar var. Fiyatlar Roskilde ve Kopenhag ile kıyaslanırsa pahalı değil. Festivale giderken yanınızda bir miktar Danimarka Kronu bulundurmanızda fayda var. Kredi kartı da geçiyor ama bazı yerler nakit kron kabul ediyor. Festival alanında banka işlemleri için bir şube bulunuyor. Denemedim ama oradan da faydalanılabilir. Yine de giderken yanınıza kron alın. Roskilde’nin ilginç bir özelliği, kamp alanına istediğiniz kadar içki ve yiyeceğin sokulabilmesi. Önce tekerlekli el arabalarıyla koli koli bira taşıyanları görünce şaşırdık ama sonra durumu anladık. 4 gün ısınma 4 gün festival olarak planlanan etkinlik, 8 güne yayılınca yeme içme kurallarını gevşek tutmuş organizatörler. Bir pet su şişesinin bile alana sokulmadığı bizim festivallere göre Roskilde’de yaşam çok daha kolay. Glastonbury’de veganlar için ayrı yemek vardı ama Roskilde’de bu ayrıca düşünülmemiş. Ben, vejetaryen yemekleri kendime uygun hale getirmeye çalıştım ve çok da zorlanmadım.

İhtiyaçlar: Festival alanında kamp malzemeleri satan dükkan var. Bir ihtiyacınız olursa oradan almanız da olanaklı. Yani paranız varsa evden olduğunuz gibi çıkıp gider ve orada bütün gereksinimlerinizi karşılarsınız. O bakımdan endişeye gerek yok. Roskilde kent merkezi de yürüyerek 15-20 dakika mesafede. Oradan da alışveriş yapmak mümkün.

Roskilde’de hava saatlik değişimler gösteriyor. Sabah yağmurlu ve soğukken, gün içinde birden ısınabiliyor veya tersi de olabiliyor. O nedenle yanınızda mutlaka şort-tişört- yazlık spor ayakkabı götürürken, ayrıca yağmurluk-mont-yağmur çizmesi ve kalın kazak bulundurun. Hem yazlık hem kışlık bir festival Roskilde.

(Bütün fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

-









-

8 Temmuz 2012 Pazar

Bruce Springsteen @ Roskilde Festival 2012


Video kalitesi cok iyi olmayabilir ama son derece zor kosullarda, cok kalabalik bir ortamda cektim bu videoyu.

8 Nisan 2012 Pazar

'Patron' Dimdik Ayakta


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 8 Nisan 2012

NEW JERSEY - Bruce Springsteen’i hayatımda ilk kez salı gecesi New Jersey’de canlı dinledim ve konser sonrasında söylediğim ilk cümle şu oldu: Bugüne kadar ‘Patron’u konserde görmemiş olmak, ne kadar büyük bir kayıpmış!

Elbette albümlerini uzun yıllardır dinliyorum ama onu kendi memleketinde izlemek tek kelimeyle muhteşem bir deneyimdi. New York’a arabayla yaklaşık 20 dakika uzaklıkta bulunan, 20 bin izleyici kapasiteli Izod Center’a konserden saatler önce vardığımda tam bir parti havası vardı. Özel arabalarıyla gelenler bagajları yiyecek ve içecekle doldurmuş, portatif masalarını, sandalyelerini açmış bir tür piknik yapıyorlardı. Arabalardan etrafa yayılan Springsteen şarkılarını dinleyerek bekledik konseri.



Saat 20.30’da rock müziğin ‘Patron’u Bruce Springsteen ve emektar grubu E Street Band, 16 kişilik bir ekip olarak sahnedeydi. Açılışı geçen ay yayımlanan albümleri “Wrecking Ball’dan “We Take Care of Our Own” ile yaptıklarında 20 bin kişiden çıkan alkış ve ıslık seslerinin, Izod Center’ın temelini değilse de duvarlarını titrettiğini tahmin ediyorum.

Piyano, akordeon, keman, beş kişilik bakır nefesliler grubu, iki davul, klavye, gitarlar ve vurmalı çalgılardan oluşan E Street Band’in profesyonelliği Springsteen’in sahnedeki karizmasıyla birleşince, tüm salon üç saate yakın süren konseri neredeyse başından sonuna ayakta dinledi.

Bir ara herkesin “Bruuuuce!” diye bağırmasıyla, siyasi parti kongrelerinde liderin konuşmasını dinleyen delegelerin heyecanını anımsatan anlar da yaşandı ama Patron’la hayranları arasındaki ilişki onların çıkar ilişkisiyle kıyaslanamayacak kadar içten ve dürüst.



Toplam 2 saat 45 dakika süren konserde yeni ve eski şarkılarından 25 tanesini hiç ara vermeden çaldı Springsteen ve ekibi. “Because the Night”, “The Rising”, “Born to Run”, “Dancing in the Dark”, “Thunder Road” gibi çok sevilenlerin yanı sıra, Jimmy Cliff’in “Trapped” ve Smokey Robinson ile Boby Rogers’ın 1964 tarihli bestesi “The Way You Do the Things You Do” adlı şarkılarını yorumladılar.



Bir dakika yerinde durmadı Patron; sahnenin dört bir yanına koştu; izleyicilerin arasına daldı, eller üzerinde kaldırılıp gezdirildi, bir bardak birayı çenesinden aşağıya akıta akıta bir dikişte içti, kalabalığın içinden küçük bir kızı sahneye çıkarıp ona “Waitin’ on a Sunny Day”i söyletti.

30 yıl önce açılış konserini verdiği salonda yeniden sahneye çıkıp, hemşerilerinden aynı derecede yoğun ilgi görmek, onu duygulandırmıştı belli ki. “Sizi özlemiştik. Bu akşam sizleri uyandırıp, sarsmak istiyoruz. Yüreğiniz yanmadan, elleriniz acımadan, sırtınız ağrımadan eve göndermeyeceğiz sizi. Bizim de göğe doğru yükselmek için size ihtiyacımız var. Değişmeyin!” dedi.



Duygusal anlar en yoğun düzeyine, Springsteen’in grubun geçen yıl ölen saksafoncusu Clarence Clemons’u andığı dakikalarda ulaştı. “Wrecking Ball” albümüne ilham veren Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) eylemine de atıf yaparak politikadan uzak kalmadı Patron. “Biz burada eğlenceli bir gece geçiriyoruz ama dışarda çok zor şartlar altında yaşayanlar var; insanlan işlerini, evlerini kaybediyor, emekli olup geçinemeyenler var, temel hizmetlere ait ödenekler bütçeden çıkarılıyor, hayatımız boyunca tanık olduğumuz en zorlu dönemdeyiz” diyerek gerçeklerin altını çizdi.

Konserden önce beklerken 20’li yaşlarındaki Aaron ve babası Charles ile tanışmıştım. Baba, Ohio’dan kalkıp konser için gelmiş, New York’ta gazetecilik okuyan oğluyla birlikte soluğu New Jersey’de almışlar.

Springsteen’in sizi en çok etkileyen yanı ne?” diye ikisine de sorduğumda, Aaron, “Doğrusu ben önce babamla daha fazla zaman geçirebilmek için onu dinlemeye başladım ama sonra bırakamadım” dedi. “Bırakamadı; çünkü sağlam duruşu, rock’n roll’dan ödün vermeyişi oğlumu da etkiledi” diye devam etti babası.

Doğru söylüyordu; hem müzik hem de politika açısından dik duruyor Patron.



http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=328492

-

4 Nisan 2012 Çarşamba

Bruce Springsteen Video 5 : "Because the Night"


New Jersey Izod Center'daki konserde çektiğim bu videoda özellikle 02:55 ile 05:00 arasındaki gitar düetine dikkatinizi çekerim.

Bruce Springsteen Video 4 : "Prove It All Night"


New Jersey Izod Center'daki konserde yaptığım kayıt.

Bruce Springsteen crowd surfing


Bruce Springsteen konseri Video 2:


Konserin açılış şarkısı:

Bruce Springsteen Video 1


Bu akşam New Jersey'de Izod Center'daki konserden ilk video. Springsteen kalabalık içinden küçük bir kızı sahneye alıp ona "Waitin' On A Sunny Day"i söyletti.

18 Mart 2012 Pazar

'PATRON' MÜZİK DERSİ VERDİ


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 18 Mart 2012

AUSTIN - 6 gün boyunca 90’dan fazla mekanda 2000’i aşkın performansın sergilendiği dünyanın en büyük müzik festivallerinden South By Southwest (SXSW), Teksas’ın başkenti Austin’de gerçekleştirildi. Bu yıl 22. kez yapılan etkinliğin 1987’de 700 katılımcısı varken, bugün bu sayı 16 bin dolayında. Ayrıca sinema ve interaktif bölümleriyle birlikte düşünülürse, 9 güne yayılan çok kapsamlı bir etkinlik SXSW.

Festivalin en önemli özelliği, keşfedilip adını duyurmaya çalışan yeni isimlere fırsat sunması. Bir sonraki yıl çıkış yapacak gruplar, müzisyenler bu festivalde dikkatleri çekiyor. O nedenle müzik dünyasının gözü, bu festivalden yansıyan haberlere odaklanıyor.



Bu yıl festival programı açıklandığında en çok ilgi çeken müzisyenlerden birisi, BBC Sound of 2012’yi kazanan Uganda asıllı Michael Kiwanuka’ydı. Kusursuz sesiyle İngiliz soul müziğinin yükselen yıldızının Austin Kongre Merkezi’nde sadece akustik gitarını çalarak verdiği 40 dakikalık konser, büyük ilgi gördü. Michael Kiwanuka’nın Otis Redding’i anımsatan tarzıyla gelecek yıllarda müzik gündeminde çok yer alacağı kuşkusuz.



En yoğun ilgi gören konserlerinden bir diğeri ise, yedi yıldır yeni albüm çıkarmayan Amerikalı müzisyen Fiona Apple’ınki oldu. Ozan şarkıcı geleneğinin güçlü temsilcilerinden Apple, haziran ayında yayınlayacağı dördüncü stüdyo albümünün öncesinde ilk canlı performansını Austin’de verdi.

Aşırı talepten dolayı uzun süre sırada bekledikten sonra şanslı olanların içeri girebildiği açıkhava bir mekanda gerçekleşti konser. Eski ve yeni şarkılarını seslendiren Apple, “Kalabalık önünde çaldığımı kendime hatırlatmam gerek” diyerek aslında sahnede pek de rahat olmadığını duyumsatsa da, özgürce dans etti, piyano çaldı. Müziği açıkhava bir kulüp için belki fazla sofistike ama o akşam onu dinlemeye gelenlerin şarkılarla olan güçlü bağı, kanımca bu sorunu yok etti.

FESTİVAL AÇILIŞ KONUŞMASI SPRINGSTEEN’DEN

SXSW’nun bu yılki odak noktası, açılış konuşmasını üstlenen Patron’un (The Boss) yani Bruce Springsteen’in üzerindeydi. “Wrecking Ball” adlı yeni albümü bu ay yayımlanan müsizyenin çarşamba günü yaptığı 50 dakikalık konuşma, adeta müzik tarihi üzerine bir ders niteliği taşıyordu.

İlk gençlik döneminden bu yana kendisini etkileyen müzisyenleri tek tek sayıp, onların ne anlama geldiğini anlattı Springsteen. Onun için her şeyin 20. yüzyılın ilk modern erkeği diye nitelediği Elvis Presley’i televizyonda şarkı söylerken gördüğü an başladığını söyledi. O tarihten beri Elvis’e özenip ayna karşısında dans ettiğini söyleyince salondan kopan kahkayaya karşılık, “Siz yapmıyor musunuz?” diye sordu.

50’lerin sonu, 60’ların başındaki doo-wop tarzını gelmiş geçmiş en duyarlı müzik diye niteledi. Roy Orbison’ın romantik karanlığını, Phil Spector’ın The Wall of Sound tekniğinin üzerinde bıraktığı etkiye değindikten sonra, The Beatles’ın müziğini yapan 4 genci kendine yakın hissettiğini, arkasından The Animals ile tanıştığını anlattı.

O sırada gitarını alıp “We Gotta Get Out of This Place”i seslendirdi. Konuşmadaki en komik anlardan birisi, Springsteen’in The Animals’ın şarkılarının yanı sıra, grup üyelerinin hiçbirisinin yakışıklı olmamasının da ona ayrı bir umut verdiğini itiraf etmesi oldu. Gençliğinde kendisini beğenmediği için, onları görünce “Yakışıklı olmasam bile ben de müziğimle başarılı olabilirim!” diye düşünmüş.

The Sex Pistols’ın şoke edici değil, dehşet verici olduğunu; müzikleriyle insana cesaret aşıladıklarını söyledi ama ilk gençlik döneminden çıkıp yetişkin olduğunda soul, country ve blues’a yöneldiğini anlattı. Curtis Mayfield’in adını yurttaşlık hakları hareketinin müziğini yapanlar arasında andı. The Rolling Stones’u da çok sevdiğini ama gelmiş geçmiş en iyi sahne performansının bugün bile hak ettiği değerin tam verilmediğini söylediği James Brown’a ait olduğunu söyledi.

Springsteen konuşmasında Bob Dylan ve Hank Williams’a ayrı bir yer ayırmıştı. Bob Dylan için, “60’ların gençliğinin sesiydi, kalbimizi anlamamızı sağladı. Ona teşekkür ediyorum” dedi.

Kimlik arayışı sürecinde Woody Guthrie’nin özgürlük felsefesinden çok etkilenmiş Patron. Gitarını alıp Amerika’nın en ünlü folk şarkılarından “This Land Is Your Land”i çaldığında binlerce dinleyicinin olduğu salonda çok sayıda kişinin gözlerini doldurdu.

Konuşmasını gençlere verdiği şu öğütlerle tamamladı Patron: Kendinizi çok önemsemeyin ama ölüm kadar da ciddiye alın. Kendinize güven duyun. Fakat şüpheci olun ki bu sizi alarmda tutsun.

Rock müziğin efsane isimlerinden birisini ayakta alkışlarken, esprilerle, bilgiyle, anılarla donatılmış mükemmel bir konuşma dinlemenin mutluğunu yaşadık.
http://cumhuriyet.com.tr/?hn=323332

(Bruce Springsteen fotoğrafları dışındaki diğer görseller bana aittir.)

-

10 Ocak 2010 Pazar

Elvis Presley: Irk ayrımını müzikle aştı!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/9 Ocak 2010

Yeniden buluşana kadar, Tanrı sizi korusun. Adios.

Elvis Presley’in sahnede söylediği son sözlerdi bunlar... Tarih 26 Haziran 1977’yi gösteriyordu. Rock’n Roll’un Kral’ı, Indianapolis’teki Market Square Arena’da son konserini vermişti.

O günden sonra sahnelere dönemedi bir daha. 1977 yılının Ağustos ayında, 42 yaşındayken evinin banyosunda yerde baygın bulundu. 20. yüzyılın en ünlü kültür ikonlarından birisi, o gün fiziksel olarak dünyadan ayrıldı.

Ama aradan geçen 33 yıla karşın, müzikte bıraktığı etki canlılığını hiç yitirmedi: Bugün Kral’ın 75. doğum günü!



NEDEN VE NASIL KRAL OLDU?

Elvis Presley’in yaşamöyküsünde birçok şaşırtıcı nokta var. Yoksul bir ailede yetişen, başlangıçta pek de kimsenin dikkatini çekmeyen ve kamyon şoförlüğü yapan bir gencin, nasıl olup da dünya müzik tarihini değiştiren bir fenomene dönüştüğüne hayret ediyor insan...

Hani daha 4-5 yaşındayken üstün yetenekli olduğu keşfedilen çocuklar vardır; onlardan biri gibi yetişmedi Elvis. Bir topluluğa karşı ilk performansını, 10 yaşındayken katıldığı şarkı yarışmasında yaptı.

Mikrofona uzanmak için sandalyenin üzerine çıktı ve kovboy kostümüyle Red Foley’in country şarkısı “Old Shep”i söyledi. Beşinciliğe değer görüldüğü bu yarışmadan sonra, kendisine hediye edilen ilk gitarı eline aldığında 11 yaşındaydı.

Okul yıllarındaki o utangaç ve yalnız genç, geleceğini müzikle kurmaya, ancak 18 yaşına geldiğinde karar verdi. İlk kaydını yapmak için Sun Records’a adımını attığı günden sonra yaşananlarsa, kendi hayallerinin de sınırlarını aştı...

Elvis Presley, neden kuzey, güney, doğu, batı demeden bütün Amerika’da ve dünyada herkesin idolü oldu? Neden onu konserde görenler çığlık çığlığa bağırıp sahneye atlamak istedi? Neden gençlerin bu kadar sevdiği bir müzisyen, Amerikan kültürü için büyük bir tehdit olduğu gerekçesiyle FBI’a ihbar edildi?

Bu soruların yanıtını, Elvis'in “güçlü sesinde”, “belirli bir estetikle bütünleşen androjen görüntüsünde” ya da “kışkırtıcı beden hareketleriyle süslediği dansın yansıttığı cinsellikte” bulanlar olabilir. Bunların hepsi de, bir ölçüde Elvis’i başarıya taşıyan unsurlardır; ama onu Rock’n Roll’un Kral’ı yapan başka bir neden daha var.

Bana göre, Elvis’in asıl önemi, ırk ayrımını müzik içinde yok edip, siyahlara popüler müzikte yol açma başarısından geliyor. Böylelikle, beyazların müziği “country” ile siyahların müziği “gospel” ve “rhythm and blues”u bir araya getirip, hem Amerika’da o yıllarda her alanda var olan ırk ayrımını en azından müzikte aştı; hem de farklı türleri kaynaştırıp bugünkü rock'n roll’un temelini attı.

John Lennon’ın “Elvis’ten önce hiçbir şey yoktu,” demesi boşuna değildir. Siyahların müziğinin popülerlik kazanmasını sağlayarak, siyahi müzisyenlerin önünü açtı Elvis. Yaptığı şey, bir anlamda müzik yoluyla sosyal devrimdi.



“ŞARKISIZ GÜN GEÇMEZ...”

Her efsane gibi, Kral da hep sevildi. Memphis’de müze haline getirilen evi “Graceland”, bugün de dünyanın her tarafından hayranlarıyla dolup taşıyor. Ne var ki, kimse, onu hayatının son yıllarında ilaç ve alkol bağımlılığı yüzünden düştüğü acıklı haliyle hatırlamak istemiyor...

Onu ilk plağının kapağındaki fotoğrafta olduğu gibi, elinde gitarıyla mutlu bir genç adam olarak hayal edenler, “Neden ayakta bile duramaz haldeyken sahneye çıktı?” diye sorup üzülüyor...

Elvis’in son ana kadar konserlere devam etmesinin bir nedeni vardı elbet...

Kendi ifadesiyle, çocukken, çizgi roman ve film kahramanlarının yerine geçtiğini düşlerdi. Kısa hayatı boyunca hayal ettiği her şey, yüzlerce kez gerçek olmuştu. Çünkü daha çok genç yaşlarda öğrenmişti ki; şarkısız gün geçmez, şarkısız insanın arkadaşı olmaz, şarkısız yollar bitmez... Ölene kadar şarkı söylemesinin nedeni buydu.

Bruce Springsteen, Elvis’in bu müzik tutkusunun nasıl bir sihre dönüştüğünü çok güzel anlatır: “Sanki geldi ve herkesin kulağına bir düş fısıldadı. Bir şekilde hepimiz o düşü hayal ettik.

Bu dünyadan çok erken ayrılsa da, insanlara kurdurduğu düşlerde yaşıyor Elvis. 60 yıl sonra hâlâ onun şarkılarını dinliyoruz ve kendisine ün getiren ilk single'daki gibi diyoruz ki: That’s All Right, Elvis, just anyway you do...

20 Aralık 2009 Pazar

İki Dönüş İki Albüm


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/19 Aralık 2009

2009’da müzikte çok sayıda geri dönüş yaşandı. Bunların arasında en önemlileri, Eminem, Alice in Chains, Blink 182, Whitney Houston, Blur, The Cranberries, Creed, Faith No More, Limp Bizkit, Phish, Public Image Ltd. ve Skunk Anansie idi.

Müzikten tamamen kopmasalar da yıllardır yeni albüm yayınlamayanlar da vardı. Bugün bunlardan ikisini ele alacağım. Birisi,1970’li yılların en popüler hard rock/ heavy metal gruplarından Kiss. Diğeri ise, bir terapi sürecinin ardından yeniden sahneye dönen pop yıldızı Robbie Williams.

KISS- SONIC BOOM

Kiss’in 11 yıl aradan sonra yayımladığı “Sonic Boom”, 3’lü bir set olarak dünyanın en büyük perakende şirketi Wal-Mart aracılığıyla satışa sunuldu. Yeni şarkılardan oluşan albümle birlikte, Buenos Aires’te verilen bir konserin DVD’si ve en sevilen şarkıların yeniden kaydedildiği bir diğer CD’nin de yer aldığı bu set, Amerika'da Wal-Mart mağazalarında sadece 12 dolara satılıyor...

Kiss, elbette sendika karşıtı Wal-Mart ile anlaştığı için Bruce Springsteen gibi pişman olup özür dilemedi... Aksine grubun solisti Gene Simmons, “Wal-Mart’ın daha fazla kasiyeri var,” diyerek kendileri için önemli olanın aldıkları para olduğunu vurguladı.

Kiss’i tanıyanlar için şaşırtıcı değildi bu. 35 yıl önce ilk kurulduklarında da, bütün stratejileri büyüklük, çok satma ve stadyumları coşturma üzerineydi. Grupla özdeşleşen abartılı yüz makyajları, parlak dar kıyafetler, Gene Simmons’un ateş yutma numaraları, duman saçan gitarlar ve lisanslanan Kiss kıyafetlerinden action figürlerine kadar, her şey bunun gereğiydi.

Şarkılarında her zaman partilerden, kadınlardan, içip dağıtmaktan söz ettiler. Bu yüzden, yaptıkları müziği seksist ve maço bulanlar oldu. “Sonic Boom”un ana teması da yine seks, kadınlar ve partiler...

Bu defa gruptan ayrılan Peter Criss ve Ace Frehley’in yerine, davulda Eric Singer, gitarda Tommy Thayer var. Gene Simmons, “Sonic Boom, Destroyer’dan bu yana kaydettiğimiz en iyi yeni albüm,” diyor ama ben bundan çok emin değilim...

Albümü dinlediğinizde hissettiğiniz ilk şey, 70’lerin klasik soundu oluyor. 35 yıl sonra aynı soundu elde etmek bir başarı mı, yoksa hiç gelişmemenin göstergesi mi? Bu tartışılır...

Albümle ilgili bu izlenimde, kaydın dijital stüdyo yerine analog ortamda yapılmasının etkisi büyük. Bu nedenle, bütün şarkılar her şeyiyle eskiyi anımsatıyor. Bu durum, nostalji yaşamak isteyenler için iyi olabilir ama açıkçası beni heyecanlandırmadı...

Çünkü müzikal anlamda bir gelişme göstermediğinizde, sürekli kendinizi tekrarlama tehlikesiyle karşılaşıyorsunuz... Yine de, 1977'ye geri ışınlanıp, bir Amerikan kasabasının barında eğlenmeyi düşleyenlere iyi gelebilir bu albüm...

ROBBIE WILLIAMS- REALITY KILLED THE VIDEO STAR

Pop müziğin en yetenekli isimlerinden Robbie Williams, yeni albümüyle yine gündemde. Yeni şarkısı “Last Days of Disco”da, “Buna geri dönüş demeyin,” diye uyarıyor bizi; ama son birkaç yıldır Robbie cephesinde olanlara bakınca ben buna başka bir şey diyemiyorum...

Çünkü 2006’da çıkan “Rudebox” adlı albümü yok farz etmek istiyorum... Listelerde 1 numaraya yükselse de, Robbie’nin bugüne kadar yaptığı en kötü albümdü bana göre. Nitekim kendisi de, daha sonra onu “kariyerinde bir intihar” olarak değerlendirmişti. Neyse ki, sonunda bu albümle asıl müzikal rotasına geri döndü...

Müziğe ara verdiği sürede kilo aldı, ilaç ve alkol bağımlılığı nedeniyle terapi gördü, sakal bırakıp Los Angeles’ta UFO arayışına girdi Robbie Williams... Son görüntülerine bakılırsa, epeyce toparlanmış ama eski süperstar havasından da uzaklaşmış sanki...

“Reality Killed the Video Star”, radyolarda çalınmaya uygun akılda kalıcı melodileriyle ortalamanın üstüne çıkan bir pop albümü. Robbie’nin X Factor adlı şovda söylediği “Bodies” ilk single olarak yayınlandı; ancak bana kalırsa, albümün en güzel şarkısı “You Know Me”.

İlginç sözlerinin yanı sıra, dinlerken bir yandan da vals yapabileceğiniz hoş bir melankolik havası var bu şarkının. John Barry’nin “Midnight Cowboy” adlı film müziğinden uyarlanan yaylılar ve piyano kullanımı dikkate değer... “Morning Sun”da ise, The Beatles’dan “I Am the Walrus”a gönderme var.

Bu albümde kendisini toplum dışına itilenlerle aynı safta görüyor Robbie. Bir pop yıldızının böyle hissetmesi oldukça şaşırtıcı... Bence bu kez içten bir karşılamayı hak ediyor Robbie. Özletmişti kendini...

8 Şubat 2009 Pazar

Patron'un Yeni Rüyası


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/7 Şubat 2009

Barack Obama, geçen kasım ayında eşi Michelle ile bir konsere gittiğinde şu itirafta bulunmuş: “The Boss (patron) olamayacağım için başkanlık yarışına giriyorum.” Patron dediği kişi, elbette Bruce Springsteen...

Herhangi bir Amerikalıya “Rock müziğin patronu (The Boss) kim?” diye sorsanız, hep aynı ismi duyarsınız. İşte o değişmez isim, işçi sınıfının kahramanı, “Working on a Dream” (WOAD) adlı yeni albümüyle son günlerde yine müzik gündeminde...

Albüm gelecek hafta Türkiye’de de satışa çıkacak ama ben meraktan bekleyemedim ve araştırıp Amerika’nın ulusal kamu radyosu NPR’ın özel dinleme seansını yakaladım. Günlerdir dinliyorum albümü ve şunu söyleyebilirim ki; Springsteen yine göstermiş patronluğunu...

35 yıldır Amerika ve Amerikan halkı hakkında hikayeler anlatan Bruce Springsteen, bu defa politikaya ve toplumsal olaylara değil, daha çok kişisel konulara, umudun ve aşkın gücüne odaklanmış.

Aslında ona sorarsanız, son 35 yılı Amerikan rüyası ile Amerikan gerçeği arasındaki farkı ortaya koymaya çalışarak geçirdiğini söylüyor. Son albümde söz ettiği rüyalar da, gerçekleşmeyecek türden değil; gündelik yaşam içinde, sıradan insanların küçük hayalleri...

Springsteen’in müzik yaşamı boyunca kendisine eşlik eden The E Street Band ile birlikte kaydettiği bu albümde, 12 yeni şarkı ve iki de bonus şarkı var. Kısa bir süre önce Altın Küre Ödülleri’nde "En İyi Şarkı Ödülü"nü kazandığı “The Wrestler” da bunlardan birisi.

Kariyeri sona ermekte olan bir güreşçinin normal yaşama uyma güçlüğünü anlatıyor bu parça... Piyano ve akustik gitarın öne çıktığı blues/country etkisindeki “The Wrestler”, albümün en melankolik şarkısı...

“Working on a Dream”in tümünü dinleyince, yansıttığı atmosferin Springsteen’in önceki çalışmalarından farklı olduğu görülüyor. Özellikle Bush döneminde çıkan üç albüm, The Rising (2002) ve Devils & Dust (2005) ve Magic (2007), daha sert bir sounda sahipti. Yeni albümde ise, pop, rock, country ve soul müziğin karışımı söz konusu. The Beach Boys, The Byrds ve Roy Orbison’ı andıran şarkılar dikkat çekiyor.

Bir diğer fark ise, önceki albümlerin politik eleştirel tavrına karşın, WOAD’de Obama dönemine özgü heyecanın ortaya çıkışı... Gerçi Springsteen, albümün ilk melodisini 2007 turnesi sırasında boş kaldığı anlarda yazmış; ama belli ki sonrasında kendisini başarılı geçen turnenin sevincine kaptırıp, Amerika’da yeşeren umuda bırakmış...


AŞK VARSA ZAMAN GÜCÜNÜ YİTİRİR

Working on a Dream’de öylesine olumlu bir bakış açısı var ki, albümün en romantik şarkısı “Kingdom of Days”, insanın sevdiğinin yanında yaşlanmasının güzelliğinden söz ediyor...

Sevdiğinin yanında yaşlanan adam, yazın bitişinin bile farkına varmıyor; ona göre bu, sadece kadının yüzüne yansıyan ışıkta belli belirsiz bir ışık değişimi... Kim sevmez bu metaforu? “Aşkın olduğu yerde zaman gücünü yitirir,” diyor Patron. Kim katılmaz buna?

Belki de ilk kez bu kadar aşk dolu itiraflara yer veren Springsteen, pop/rock türündeki “Life Itself”de de sevdiğine “Sensiz yaşayamam,” diyor. Ama bunu yıkıcı bir hüzünle değil, etkileyici bir gitar soloyla süslediği naif bir melankoliyle yapıyor...

Yavaş, romantik şarkıların yanı sıra, kalabalıkları coşturacak türden parçalar da var albümde. “This Life” bunun iyi bir örneği. Koronun eşlik ettiği la, la, la... sesleri ile akıp giden, sonunda her şeyin yoluna gireceğini duyuran canlı bir şarkı.

Dans etmeden duramayacağınız parçanın adı “Good Eye”. Springsteen, bu albümde birbirinden farklı tarzlarda vokal teknikleri kullanmış. Bu şarkıdaki çatallı vokal ise, şaşırtıcı derecede Tom Waits’i andırıyor. Harp, armonika, zil, davul ve gitarın yarattığı hareketli ritmiyle, bana göre, albümün en güzel şarkısı...

Bunların dışında, albümde üzerinde fazla durmaya değmeyecek birkaç şarkı olduğunu da belirtmeliyim. Örneğin “Queen of the Supermarket”... Springsteen’in evinin yakınında açılan süpermarketteki kasiyer kıza olan ilgisi ilham kaynağı olmuş bu şarkıya... Hiç umulmadık bir yerde karşınıza bir güzellik çıkabileceğini anlatmaya çalışıyor olsa da, sıradan bir melodi...

İhmal edilebilecek bir diğer şarkı ise “Tomorrow Never Knows”. The E Street Band’in 40 yıllık klavyecisi, geçen yıl yaşamını kaybeden Danny Federici’nin anısında yazılmış... Fakat benim gibi country müzikten pek hoşlanmayanlar açısından es geçilebilir...

Sonuç olarak, Working on a Dream'i beğenenler de olacak beğenmeyenler de... Ama bu albümün de altın statüsüne ulaşacağını tahmin etmek zor değil. Boşuna demiyorlar Bruce Springsteen Rock Müziğin Kral Midas’ı diye... Her dokunduğu albümü altına çeviren o değil mi?

11 Ocak 2009 Pazar

Gerçek Tom Jones Bu Albümde


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/10 Ocak 2009

60’lı ve 70’li yılların popüler müzik idolü, Gal Kaplanı Tom Jones’un yeni albümünü dinlemek üzere CD çalara koydum. Başka birşeyle ilgilenmeyip, sadece müziğe odaklanarak, sanki bir Tom Jones konserindeymiş gibi dinledim albümü...

1969 tarihli bir Tommy James and the Shondells klasiği “I’m Alive” ile başladı şov... 68 yaşındaki Gal Kaplanı, bu şarkıyla öylesine enerjik bir giriş yaptı ki, sahnelerin kralı olduğunu bir kez daha kanıtladı.

Ardından aşk ve hayat hakkında bir dizi itiraflarda bulunduğu şarkılar geldi... 60’lardan esinlenen melodilerle, anlayışı ve sevginin peşinden gitmeyi öğütledi...

The Road” ve “Never” adlı şarkılarda 51 yıllık eşi Linda ile olan ilişkilerini anlattı, yaptığı hatalar nedeniyle bir bakıma özür diledi... Arada bir yine romantizmi bırakıp, bossa-nova etkisindeki müzikle dansa çağırdı.

Sonunda da albüme adını veren depresif bir şarkıyla bitirdi şovu.. Son dakikalarını yaşayan bir insanın hislerini anlatan bir şarkı “24 Hours”...

“Olmaz; bir Tom Jones albümü böyle bitmez,” diyordum ki, kapanış şarkısının ardından, tam 30 saniye sessizlikten sonra, gizlenmiş sürpriz bir şarkı çalmaya başladı. Ve aşk dünyasının sorunlarından bıkan Jones, “Daha yeni başlıyorum / Geri götürün beni partiye” diyerek aslına döndü.

Böylece, hala canlı olduğunu duyurarak başladığı neşeli şovunu, aşk acılarını bir yana bırakıp, partiye dönme isteği ile tutuşarak yine neşeyle kapadı...

Kadınları peşinden koşturan Tom Jones imajına uygun bir sondu bu; ama keşke müzikal açıdan bu kadar sıradan bir disko şarkısı ile bitmeseydi albüm... 13 şarkıdan 8'ini diğer müzisyenlerle ortak yazdığı ve ilk kez bu kadar kişisel olmak gereğini hissettiği bir albüme daha vurucu bir son yakışırdı...

BONO'NUN GÖZÜYLE TOM JONES

Albümü dinlerken, Tom Jones'un bu defa daha öncekilerden farklı birşeyler yapmak istediği anlaşılıyor. Şarkıların birçoğunun özel hayatından izler taşımasının nedeni de bu. Pişmanlıkları, düşkünlükleri ve hatalarıyla gerçek Tom Jones'u anlatıyor "24 Hours"...

Örneğin, “Zamanın ilerleyişinin nedeni var / Bunlar benim hayatımın mevsimleri” diyerek geçmişiyle yüzleştiği "Seasons", oldukça duygusal ve mükemmel bir balad...

Albümün en eğlenceli şarkılarından birisi, U2’nun solisti Bono’nun Tom Jones için yazdığı ve gitarist The Edge'in de eşlik ettiği “Sugar Daddy”. Bono'nun kaleme aldığı esprili şarkı sözleri, Jones’un karizmasını en yetkili ağızdan bir kez daha onayladığı için ayrıca ilginç...

Gal Kaplanı'nın ünlü vokal yeteneğinin ise, bu albümde en üst düzeyine ulaştığını belirtmek gerek. Öylesine güçlü bir sese ve geniş bir ses aralığına sahip ki, Elvis Presley bile onun sesini radyoda ilk duyduğunda siyahi olduğunu düşünmüş.

Bugüne kadar country, rock, soul, R&B, dans müziği gibi birçok farklı türde şarkı söyleyip, hepsine kendi tarzını yansıtmayı başaran ender müzisyenlerden biri Tom Jones.

Yeni albümde yer alan “The Hitter” adlı şarkı da, bu özelliğini tartışmasız bir şekilde ortaya koyuyor. Bir boksörün dokunaklı hikayesini anlatan parçayı mükemmel yorumlamış Jones. O kadar ki; şarkının yazarı Bruce Springsteen bile daha iyi söyleyemez diye düşündürtüyor insanı...

Romantik-maço tarzıyla yıllardır milyonlarca insanı, özellikle kadınları peşinden sürükledi Tom Jones. Bariton sesinden yansıyan seksapeli görüntüsüyle ve danslarıyla destekleyerek, bir dönemin seks sembolü oldu. 45 yıldır da sahnedelerde...

Hayata bir maden işçisinin oğlu olarak başlayıp, sıvacılıktan süpürge pazarlamacılığına kadar birçok işi yapmış olsa da, artık çok ünlü ve çok parası var... Buna karşın, müzikten kopmamasının, hala Los Angeles’ta kabare tarzı şovlarını sürdürüp albüm yayınlamasındaki tek nedenin, içinde yanan ateş olduğunu söylüyor. Ne eski dönemin şarkılarından vazgeçiyor, ne de yeni kuşağın genç yetenekleriyle işbirliği yapmaktan kaçınıyor...

Son albümü için, büyük bir alçakgönüllülükle, "Dükkanı yeniden açtım. Bakalım kapıdan içeri kimler girecek?" diyor. Ben girdim ve o dükkan da hoşlandım.

14 Aralık 2008 Pazar

Bir Dylan Hazinesi


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/13 Aralık 2008

Bob Dylan, hakkında filmler yapılan, kitaplar, tezler yazılan dev bir müzisyen... Kendisinden sonra gelen kuşakları derinden etkileyen bir ozan... İçinde yaşadığı dünyaya ilişkin gözlemlerini şarkılarına ve resimlerine yansıtan bir sanatçı...Yönetenleri rahatsız edip yönetilenlere yol gösteren bir toplumsal eleştirmen...

Yaklaşık 50 yıllık kariyerinde birçok albüm yaptı Dylan. Folk, country, blues, gospel, rock’n roll, caz, swing gibi farklı müzik türlerinde unutulmaz şarkıları hayatımıza soktu.

Her yeni albümü çıktığında, dünya çapında milyonlarca insanı heyecanlandırdı. Bugünlerde aynı heyecanı, Sony BMG’nin yayımladığı “Tell Tale Signs” adlı albümle bir kez daha yaşıyoruz.

Sadık Dylan hayranları ve müzik tutkunları için mücevher değerinde bir albüm bu. Çünkü Dylan'ın daha önce hiç yayımlanmamış 27 adet stüdyo demosu ve canlı kaydı bu albümde toplanmış. 1989-2006 yılları arasındaki kayıtları bir araya getiren “Tell Tale Signs”, Dylan’ın bootleg serisinin sekizincisi.

Bob Dylan’ın kariyerinde çok önemli yer tutan “Time Ouf of Mind”, “Oh Mercy” ve “Modern Times” albümlerindeki şarkıların alternatif kayıtlarını dinlemek, gerçekten büyük zevk. Hem aynı şarkının farklı yorumlarını dinleme olanağı veriyor; hem de bir müzisyenin performansının nasıl çeşitlenebileceğini gösteriyor.

DYLAN HAKKINDA ÖZEL KİTAPÇIK

İki CD’den oluşan albümü cazip kılan bir özellik daha var. Yazar Larry “Ratso” Sloman’ın Dylan hakkında kaleme aldığı notlar, özel fotoğraflarla birlikte 60 sayfalık bir kitapçık olarak basılmış. Albümü aldığınızda bu kitapçık da içinden çıkıyor.

Sloman, kitapçıktaki yazısına, 60’lı yıllarda Dylan albümlerinin yaptığı etkiden söz ederek başlıyor. New York’un Queens bölgesinde yaşayan bir gençten, İngiltere’nin kırsal alanında yaşayan bir Beatle’a kadar (John Lennon olsa gerek), bütün Dylan hayranlarının sadece müziği dinlemekle kalmayıp, albümleri ders gibi çalıştığını anlatıyor.

Pop kültürünün gelip geçiciliğine kapılan 2000’lerin gençliğinden ne kadar farklı değil mi? Peki, Dylan'ın özelliği neydi? Yanıtı Bruce Springsteen'den alalım: “Elvis’in bedenleri özgürleştirmesi gibi, Bob Dylan da akılları özgürleştirdi. Müziğin doğası gereği fiziksel hareketle ilgili olmasının, anti-entelektüel olması anlamına gelmediğini o gösterdi.

Dylan albümlerinin büyük ilgi görmesinin önemli bir nedeni, her zaman bir şair duyarlılığıyla yazdığı şarkı sözleridir. Bu nedenle, şair mi, yoksa şarkı yazarı mı olduğu tartışılmıştır yıllarca. Hatta, bazıları tepki gösterse de, söz sanatındaki ustalığı nedeniyle Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday bile gösterilmiştir.

FARKLI DÜZENLEMELER, CANLI KAYITLAR

Yeni albümde neler olduğuna gelince... Şarkıların hepsini saymak olanaklı değil ama öne çıkanlara ilişkin bazı bilgiler verilebilir. Birinci CD, “Love And Theft”ten “Mississipi”nin akustik versiyonu ile başlıyor. Aynı şarkının bir başka yorumu, ikinci CD’nin de açılışını yapıyor. İkisi arasındaki fark, sadece şarkının çalınış hızında değil, Dylan’ın sesinde de gizli.

Bu farkı hissedebileceğiniz bir diğer şarkı, her iki albümde de yer alan “Dignity”. İlk albümde şarkının piyano eşliğinde gospel tarzı bir demosu yer alırken, ikinci albümde rock’n roll tarzında çalınmış.

Daha önce hiç duymadığımız bir versiyonuyla “Modern Times”dan “Someday Baby”, Dylan’ın bir süre önce internet sitesinde yayımladığı “Dreamin’ of You”, dikkat çekenler arasında. Ayrıca, Dylan’ın bir film için yazdığı ama hiç kullanılmayan “Can’t Escape From You” ve “Red River Shore”u da saymak gerek.

Benim takıldığım şarkı ise yine "Series of Dreams" oldu. ”Düşünüyorum bir rüyalar silsilesi/ Zamanın ve hareketin yavaşlayıp gittiği.../Hiçbir yönden çıkış yok/ Gözle görülemeyen o tek çıkış hariç...” dediği için herhalde... Şarkının güçlü ritmi ve Bob Dylan’ın sesi de etkileyici tabii; ama sözleri öyle çarpıcı ki, Dylan’ın şairliği öne geçti yine...

Daha önce bootleg serisinin 1-3 numaralı albümünde başka bir yorumla yer alan şarkının sözlerinde bu defa bazı değişiklikler var. Bob Dylan'ın sözleri ruh haline göre değiştirmesi de ayrıca ilginç bir konu...

Dylan hayranları bu albümü zaten kaçırmayacaktır, ama ben “Tell Tale Signs”ı, müzikle ilgilenen herkese öneriyorum. Çünkü müzik dünyasının en ilham verici isimlerinden Dylan'ın yaratıcılığının ayrıntıları bootleg albümlerde.

Translate