24 Ocak 2016 Pazar

SYLVAIN CHAUVEAU: "MÜZİK, BÜYÜYE EN YAKIN SANAT!"


By on 15:03:00

25.1.2015

AVANGART İLE POP ARASINDA KÖPRÜ KURMAYA ÇALIŞAN SESSİZLİK TAKINTILI FRANSIZ BESTECİ, 11 ŞUBAT'TA SALON'DA!

Enstrümantal müzik sanatçısı Sylvain Chauveau'nun ismini ilk kez 2000 yılında duydum. Üzerinde beyaz bir at başının fotoğrafı olan ilk solo albümü "Le Livre Noir du Capitalisme" o yıl yayınlanmıştı. Adı "Kapitalizmin kara kitabı" anlamına gelen bu albüm, daha sonra 2008'de Type Records etiketiyle İngilizce "The Black Book of Capitalism" adıyla yeniden yayınlandı. Sık olan bir şey değildi ama beni ilk anda kapak tasarımı ve albüm adının çektiğini itiraf etmem lazım. Fakat müziği dinlediğim anda piyano, yaylılar, alan kayıtları ile yarattığı dumanlı dünya öyle yoğun hisler uyandırmıştı ki, bugüne kadar en sevdiğim albümler arasında yerini korudu.

Sylvain Chauveau, aslında ilk başlarda 1994'te Toulouse'da alt-rock grubu Watermelon Club'da müzik yapmaya başlayan, kökleri post-punk'tan gelen bir müzisyen. Birkaç tekli, kısaçalar ve bir albüm yayınladıktan sonra 1997'de diğer üyelerin yeterince gruba kendilerini adamadığından yakındığı sırada, müziğini daha ileriye taşımak amacıyla gitarist Frédéric Luneau'ya yeni bir proje için teklif götürdü. Voltaire'in bir hikayesinden esinlenen Micro:Mega adını verdikleri elektronik ikili ile, Labradford'un izinde ambient rock odaklı ama daha az shoegaze'e yönelen bir sound yarattılar.

Micro:Mega albümlerinin arasında bir fırsat bulup ilk solo albümünü çıkardığında medyadan pek ilgi görmedi ama bu Chauveau'yu durdurmadı; ardından 2001'de ikinci solo kaydı "Nocturne Impalpable"ı yayınladı. Kısa bir süre sonra da Joan Cambon ile post-rock enstrümanstasyonunu elektronik unsurlarla buluşturan avangart rock grubu Arca'yı başlattı.

Bugüne kadar çeşitli projeler ve solo kayıtlarla hem kendisini müzisyen olarak geliştirdi, hem de müziğinin sınırlarını genişletti. Son yıllarda kendisini "müzikteki sessizliğin" büyüsüne adamış görünüyor. Ekim 2015'te yayınladığı "How To Live In Small Spaces", dans şovları için bestelenmiş uzun, enstrümantal bir suit olarak tanımlanıyor.

11 Şubat'ta Salon'da vereceği konser öncesinde Sylvain Chauveau'nun sofistike müzik dünyasına girip merak ettiklerimi sordum. "Le Livre Noir du Capitalisme"in neden o kadar etkileyici olduğunu da öğrendim; artık daha sarsıcı...

Müzik geçmişiniz boyunca farklı türlerde kayıtlar yaptınız. Bugün içinde yer aldığınız elektronik/minimal/enstrümantal müzik sahnesine nasıl vardınız? Klasik anlamda müzik eğitimi aldınız mı?

Hayır, herhangi bir müzik eğitimi almadım; kendi kendime öğrendim. Oldukça geç bir dönemde, 19 yaşımda bir grupta çalmaya başladım. Grunge dönemiydi. Daha sonra, önce yavaşlık ve ardından da dinginlik, giderek beni daha çok cezbetmeye başladı. 90’ların sonuna doğru, rock müzikten isteyerek vazgeçtim; piyano, yaylılar ve soyut elektronik seslerle kendi solo çalışmamı başlattım. Benim için süreç böyle gelişti.



"ROCK'I BIRAKIP FRANSIZ MÜZİĞİNİ BULMAYA ÇALIŞTIM"

Biyografinizde şöyle yazıyor: “Yıllarca Fransız rock gruplarında şarkı söyleyip çaldıktan sonra, 1998’de üç temel fikir ile kendi solo projesini başlattı: ‘sessizliğin’ soyut güzelliğine olabildiğince yakın olmak; her sesin mutlak gerekliliğe tabi kaldığından emin olmak; kendi kültürel ve kişisel tarihinde kökenlerini bulmak.” Benim de bu paragraf hakkında üç sorum var. I. Sizi sessizliğe çeken neydi? II. Minimalizmi bu kadar müthiş yapan ne? III. Üçüncü hedefi gerçekleştirip kendi köklerinizi buldunuz mu? Bulduysanız ilk olarak ne zaman hissettiniz?

I. 90’ların sonu ve 2000’lerin başında, müzikteki sessizliğe tam anlamıyla takıntı geliştirdim. Sanırım radikal minimalizme karşı giderek artan ilgimin mantıksal sonucuydu. Sessizliğin içinde yanlış bir ses yok. Belki de bir mükemmellik formu ya da onun illüzyonu veya meditasyon şekli. Bu arada, bu dünyada neredeyse sessiz (silent) bir müzik de yok. Konuştuğumuz şey, ağırlıklı olarak dingin (quiet) müzik; bir şeyler olduğunu anlamak için gerçekten çok dikkatli dinlemeniz gereken bir müzik. Biraz gizemli ve çekici bir güce sahip olmasının bir nedeni de o.

II. Minimalizm, ayrıntı sanatıdır. Müthiş mi bilmiyorum ama bana göre büyüleyici; çünkü en yalın hale getirdiğinizde, ufacık ayrıntı da dev bir etkene dönüşüyor ve etkisi artıyor. Ayrıca bu, sanat eserlerinin olağan unsurlarının neredeyse gereksiz olduğunu gösterme yolu. O olağan unsurları kullanıyoruz çünkü yaygın akımları takip ediyoruz, oysa onlar olmadan da yapabiliriz. Film yönetmeni Robert Bresson’un dediği gibi, “Bir keman yeterli olduğunda ikincisini kullanma.”

III. Sanırım alıntıladığınız bu biyografik not 2002 yılına ait. 2016 yılında hem müziğim hem de sanatsal ilgilerim gelişmiş durumda. O dönemde söylediğim şey, Amerikalı ya da İngiliz değil Fransız olduğum için, rock müzik yapmaya devam edemeyeceğimdi (çünkü sonuçta o kültürlere ait bir tür); “Fransız müziğinin” ne olabileceğini bulmak zorundaydım. Sorunuzu yanıtlamak gerekirse, evet, bir şekilde köklerimi buldum; gitar, bas gitar ve davulu çıkarıp, piyano ve yaylılarla Debussy, Satie, Ravel ve Fauré’ün Fransız oda müziği sounduna odaklandım.



"EN GÜÇLÜ ENSTRÜMAN BİLGİSAYAR"

Geleneksel enstrümanlar dışında elektronik unsurlar da kullanıyorsunuz. Elektroniklerin müziğinizde rolü ne kadar?

Diğerlerinin içinde bir unsur ama ses bakımından neredeyse sonsuz bir spektrum açıyor önünüzde. Enstrümantal, akustik, elektrik, elektronik ya da alan kayıtları, her ses kaynağı benim için kullanışlı olabilir; hoşlandığım ses benim için iyidir. Benim kuşağımdan olanlara verilen armağanlardan biri bu: Her şeyin bir araç olacağını biliyorduk. Büyük devrim de dijitalin ortaya çıkışı ve bilgisayardı. Dijital dünyada müziği kaydedip mikslemek o kadar kolaylaştı ki herkes yapabilir hale geldi. Ben de bu şekilde albümler kaydedip, sonunda profesyonel bir müzisyen oldum.

Birçok farklı enstrümanı çalıyorsunuz ama sizi piyanoya çeken özel bir neden var mı? Terry Riley bir keresinde piyanonun, birçok fikri kontrol etmeye synthesizer'dan daha fazla olanak sağladığını ve dışavurumun piyanoyla çok daha iyi kontrol edilebildiğini söylemişti. Ona katılıyor musunuz?

Evet, piyano kesinlikle hassas bir dışavurum olanağı veriyor; bunu elektroniklerde ve dijitalde bulmak zor. Neredeyse 20 yıldır piyano kullanıyorum ve çok seviyorum ama bildiğim kadarıyla en güçlü enstrüman hâlâ bilgisayar. Her şeye olanak sağlıyor, değil mi? Neredeyse ürkütücü bir şekilde hem de! Çok fazla seçenek ve olasılık var. Minizza adlı gruptan arkadaşım, Brocoli plak şirketini de yöneten Geoffroy Montel ile bunu konuşmuştuk bir kere. “Eğer The Beatles o dönemde, 4-track analog kaydediciler yerine bugünün GarageBand’i kadar basit ve güçlü bir programı kullanabilseydi, ne olurdu?” diye sordum. “Boktan bir şey olurdu,” dedi sessizce. Çok fazla güç sizi paralize edebilir. Ses konusunda düzinelerce alet kullandığımız ama hiçbirinde uzmanlaşmadığımız bir noktaya vardık. Bu noktada tekrar Robert Bresson’a dönüyoruz: “Aletler çeşitlendikçe onları kullanma kapasitem azalıyor.”

Stüdyo ve elektronik ekipmanı kullanan bir besteci olarak, bu tür çalışmanın sunduğu çok fazla olasılık nedeniyle bazen bunalıyor musunuz?

Ne demek istediğinizi anlıyorum, evet. Dediğim gibi, ihtiyacımız olandan çok fazla alete sahip olabiliriz ve bu bir sorun haline gelebilir. Buna karşı yanıtım, teknolojiyi umursamamak. Ben teknik açıdan değil, sadece müzikal anlamda sound ile ilgiliyim. Bu nedenle çok basit bir ekipman kullanıyorum. Örneğin bütün müziklerimin düzenlemesini GarageBand üzerinde yapıyorum. Evde hiçbir kayıt cihazım yok. Bir şeyi kaydetmek ya da mikslemek zorundaysam stüdyoya gidiyorum ve bunu yapması için birisine para ödüyorum. Böylece sadece müzik üzerine odaklanıyorum.

 

"ORKESTRAYA UYARLANMIŞ SESSİZLİK"

Son dönemde yaptığınız çalışmaların ardındaki ana hedef ne?

Şarkı formatı içinde deneysel müziğin verdiği dersleri kullanmak. Son birkaç yıldır yapıbozumuna uğrattığım şarkılardan oluşan albüm üçlemesini başlattım; amacım avangart ile pop arasında bağ kurmak. Proje, 2010’da “Singular Forms (Sometimes Repeated)” ile başladı; ardından 2013’te “Kogetsudai” geldi. Şu anda da üçlemenin sonuncu kısmı üzerinde çalışıyorum.

Geçen yıl yayınladığınız “How To Live In Small Pieces” adlı albümde, “orkestraya uyarlanmış sessizliği” (orchestrated silence) anımsatan enstrümantal parçalar olduğu belirtiliyor. Bu ifadeyi biraz açar mısınız?

Bu ifadeyi favori bestecim Morton Feldman’ın bir albüm kapağındaki notlarda okudum. Yazar, Feldman’ın bestelerinin 4 ya da 5 saat uzunluğunda ya da “orkestraya uyarlanmış iki dakikalık sessizlik”ten oluşan kısa parçalar arasında olabileceğinden söz ediyordu. Çok hoşuma gitti. Tam olarak yapmak istediğim bu diye düşündüm! Bunun, algı eşiğinin sınırındaki muhtemelen yavaş, yumuşak ve hoş seslerle ilgili olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bir mikroskopla inceleyip bu ufak dünyada koca bir evren keşfetmek gibi.

A Winged Victory For The Sullen’dan Dustin O’Halloran ambient müziğin sadece yüzde birlik kesim için olduğunu söylemişti. Sizce insanların kulağı dikkatlerini çekecek müziğe alışmış durumda mı?

Dustin, iyi bir arkadaşım ve ne demek istediğini anlıyorum. Elbette insanlar dikkatlerini cezbedecek müziğin peşinde. Neden olmasınlar ki... Esas olarak yüksek tempolu vuruşlar ve kolay akılda kalan vokalin peşindeler; ki bu da tamamen anlaşılabilir bir durum. Ama ne Dustin’in ne de benim yaptığım şey bu. Belki bu dünyanın farklı şeyler yapan, kurallara boyun eğmeyen müzisyenlere ihtiyacı vardır. Biz bazı dinleyicileri bu incelikle yaratılmış evrene çekecek sakin bir atmosfer yaratıyoruz. İnsanların yüzde biri mi demiş? Belki daha da azdır. Ama kimin umurunda? Bu benim sorunum değil. Kitleleri ikna edecek değilim.



 SADECE 17 ANDA SESLERİN DUYULABİLDİĞİ 7 YILLIK SESSİZLİK

“You Will Leave No Mark On The Winter Snow” adlı besteniz çok ilginç. Tümünün uzunluğu 7 yıl sürüyor. İçinde sadece 17 anda duyulabilen seslerin yer aldığı, sessizlikle dolu böyle uzun bir çalışmayı yapmaya sizi yönelten neydi?

Müzik dünyamızın komfor alanından dışarı çıkma gerekliliği. Uzunluğun ilginç bir parametre olacağını düşündüm. Çok uzun bir müzik parçasından söz ediyorsak, bu genellikle bir saati aşar, belki birkaç saati bulur ya da bütün bir güne yayılır. Daha fazla araştırırsak, bazı insanların haftalarca ya da aylarca süren deneylerde bulunduklarını görürüz. Bu nedenle aşırı derecede uzun demek için yıllarca sürmesi gerektiğini düşündüm. Muhtemelen mitolojik bir sayı olduğundan ilk aklıma gelen 7 oldu. Sessizlik konusunda obsesif olduğumdan, 7 yıl boyunca süren bu parçanın büyük kısmı da sessizlik içeriyor. Fakat sadece bundan ibaret değil; bu boş kanvasın üzerinde bazı dingin piyano örüntüleri, temkinli elektronik sesler, çok uzun bir süreye yayılarak araya girip çıkan uzun drone’lar var. Bu çalışmanın var olabilmesi için bulabildiğim tek yol internetti. İsteyen herkes bu uzun parçayı 2012’den 2019’a kadar istediği an dinleyebilir: www.7yearsofsilence.com

Adınızı ilk olarak “Le Livre Noir du Capitalisme” (The Black Book of Capitalism) adlı albümünüzle duydum. O kadar duygu doluydu ki dinler dinlemez fena halde çarpmıştı beni. Nasıl ortaya çıktı? Çok kişisel olmalı...

Evet, çok kişisel. İçten gelen bir dürtüydü. İlk kez her şeyi tümüyle kontrol edebileceğim, gemideki tek kaptanın ben olacağım bir solo albüm yapma dürtüsü. Beni artık sevmeyen bir kadına hâlâ aşıktım. Enstrümantal olsa da, tüm albüm onun bana geri dönmesini sağlama çabasıydı. Benim için o albümün anlamı çok büyüktü. Neyim varsa tüm gücümle o albüme yansıttım. Bir buçuk yıl boyunca, gece gündüz demeden tüm dikkatimi o albüme yoğunlaştırdım. Hemen ardından ölsem de, arkamda bırakacağım bir şey olmalıydı. Tabii bugün düşündüğümde beni güldürüyor ve çok saflık gibi geliyor. Fakat o dönemde benim için o kadar içten ve önemliydi ki, bir arabanın çarpıp beni öldürmesinden ya da kayıtları yaptığım arkadaşım Joan Cambon’un evinin yangında yok olmasından ve bu nedenle kayıtların ben onları bitirmeden harap olmasından korkar hale gelmiştim. 



RESİM VEYA HEYKEL HALİNE GELEN TEK KOPYALIK PLAK

Joël Merah ve Stéphane Garin ile kurduğunuz “0” adlı projenizden de çok ilginç. Sadece gitar, orkestra çanı ve perküsyon çalan üç kişilik ekibin olduğu bir video izledim. Bu projeden biraz söz eder misiniz?

0, basit bir grup değil, tam tersi aslında. 12 yıl önce yarattık onu. İki temel aktivitesi olan çılgın ve alışılmamış bir grup: İlki, kendi bestelerimizi çalmak; öbürü de diğer bestecilerin müziğini çalmak. Bunun sonucu olarak, bu grubun canlı performansını izleyecekseniz, önceden bilgilendirilmediğiniz takdirde ne ile karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Örneğin çok sakin bir akustik müzik olabilir ya da yaylılar ve üflemelilerden oluşan büyük bir topluluk Philip Glass’ın uzun ve tekrarlara dayalı bir bestesini icra edebilir. Bizler, Fransa, İspanya ve Belçika’da yaşayan üç temel üyeyiz ama müziği icra edenlerin niteliği ve sayısı her projeye göre değişiyor. Sizin izlediğiniz video bile sıradışı: Orkestra çanı, akustik gitar ve birtakım metal objelerden oluşam ekipman pek de basit değil kanımca. Yeni projemiz için Bandcamp sayfamızda 2016 boyunca her ay yeni bir enstrümantal parça yayınlıyoruz. (https://0sound.bandcamp.com/album/0-12)

Müzik dünyasındaki en sıradışı plak şirketlerinden birisini yönetiyorsunuz. Onement etiketi ve I Will Play This Song Once Again Records’ın ardındaki konsepti anlatır mısınız? Günümüzün dijital çağında, tek kopyası olan plaklar yayınlamak sıradışı.

Onement’ı takdir ettiğim deneysel müzisyenlerin (Keith Rowe, John Tilbury, Robert Hampson...) tek kopyalık plaklarını yayınlamak için kurdum. Yayınlanan plak bir resim ya da heykel haline geliyor: Ortada tek bir obje oluyor; onu görme ya da duyma şansını elde etmek, sahip olduğu gücün bir parçası. Bu konuda ilginç bir olay yaşandı yakın zamanda. Wu Tang Clan tek kopyalık bir albüm yayınladı, konseptten dolayı çok gurur duyduklarını söylediler, medya durmadan bundan söz ederek müzik tarihinde ilk kez olduğunu iddia etti!  Ben bunu yıllar önce başlattım ve tamamen buna adanmış bir etiket yarattım... Üstelik Jean-Michel Jarre da 80’lerin başında tek koptalık bir plak yayınlamıştı!

Diğer etiket I Will Play This Song Once Again Records’a gelince, onu Florent Garnier ile birlikte üç yıl önce yarattık. Onun konsepti farklı. Sanatçılar, her alıcı için şarkılarını yeniden çalıp kaydetmek zorunda! Her versiyonda alıcının adını ve tarihi anons ediyorlar. Dünyada bunu yapan tek etiket biziz kesinlikle.

Müzik ve diğer sanat formları arasındaki ilişki, örneğin resim, video sanatı ve sinema arasındaki ilişki, giderek büyük önem kazandı. Siz bu ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz ve sizce müzik duyma hissinden daha çok diğer duygularla mı bağlantılı?

Evet, ama farklı sanat dalları arasındaki ilişki yeni değil. Yüzyıllar önce de durum böyleydi sanırım. Müzisyenler resim, heykel, şiir ve tiyatrodan etkilenmiş olmalı. Sinema, video ve fotoğraf, geçen yüzyıldan bu yana büyük rol oynadı. Fakat şunu fark ettim ki, müzik büyüye en yakın sanat türü; materyali daima görünmez olan tek sanat. Bir müzisyeni çalarken görebilirsiniz ama gördüğünüz şey müzik değildir.



Müzik yaparken en çok ne sizi etkileyip esin veriyor?

2003’ten bu yana, en büyük ilhamı görsel sanatlardan alıyorum. Soyut resimler, soyut dışavurumcu ressamlar, minimal sanat, Mondrian, Yves Klein, fotoğraf sanatı ve son zamanlarda çağdaş heykel ile yerleştirmeleri izleyerek çok şey öğrendim. 

Bazı filmler için de müzik yaptınız. Sizce müziğin sinemada nasıl bir rolü var?

Bence filmlerde genellikle çok fazla müzik kullanılıyor. Amerikan filmlerinde sanki sahneyi kendi başına bırakmaktan korkuyorlarmış gibi, müzik sürekli filmin içinde. Bir film için müzik yaptığınızda sorumluluğunuz oluyor. Aynı sahne farklı ruh hallerini yansıtan müziklerle kullanıldığında, ters anlamda yorumlanabilir. Çünkü gücü büyük.

2001’den bu yana başka müzisyenlerin şarkılarına remiks de yapıyorsunuz ama “Down to the Bone”, Depeche Mode şarkılarının akustik cover’larından oluşan bir albümdü. Bu fikir nasıl ortaya çıktı? DM hayranı mısınız?

Müzisyenlik kariyerim boyunca remiksler yaptım ve bundan hoşlandım. “Down to the Bone” ise bir cover albümü. Bana göre remiks, bir parçanın orijinal ses kayıtlarını alıp yeni baştan kurmak. Cover yapmak ise, yeniden çalmak ve benim durumumda ise şarkıları kendine göre yeniden düzenlemek. Depeche Mode hayranı değilim. Onların kataloğunu seçmemin iki nedeni vardı: Hem söylemek istediğim kadar çok sayıda ünlü şarkı içeriyordu, hem de orijnalinden farklı şekillerde yeniden yapılandırmayı istediğim birçok şarkıları vardı. Tamamen synthesizer, beat ve elektronik prodüksiyon ile ilgili olan müziği alıp, ona dinginliğin içinde bir akustik sound kazandırırken; piyano, yaylılar ve klarnet ile şekillenen oda müziği atmosferi yaratmak istedim.



ARTIK AKIMLARIN DOĞMASI OLANAKSIZ

Klasik ya da neo-klasik dünyada dinleyip beğendiğiniz sanatçılar var mı?

Neo-klasik müziği hiç dinlemiyorum. Neredeyse nefret ediyorum. Bir besteci olarak bu tür müzik yapmayı geçen on yılda bıraktım. Max Richter ve Jóhann Jóhannsson’ın tanınır hale gelip, birçok genç sanatçının piyano müziğine geçtiği sırada, ben artık başka bir yöne gitme ihtiyacını hissediyordum. O dönemde soyutlama ve “orchestrated silence” üzerinde çalışmaya başladım. Takdir ettiğim müzisyenler farklı alanlardan; deneysel, serbest doğaçlama, çağdaş müzik, alan kayıtları ve hala bir parça rock. John Cage ve Morton Feldman’ın müziklerine karşı obsesif olduğumu söyleyerek özetleyebilirim belki. Son birkaç aydır çoğunlukla John Coltrane ve Beach House dinliyorum.

Günümüzdeki minimalist akım hakkında ne düşünüyorsunuz?

Açıkçası artık akım kalmadığını düşünüyorum. Çünkü neredeyse imkansız. Bilgi internet üzerinde öyle hızlı yayılıyor ki, yeni olan anında duyulup yeniden kullanılıyor ve tükeniyor. Müzik tarzları ya da yerel sahneler artık var olamaz. Bu nedenle bu ses okyanusunda kendi başımızayız ve doğrusu bu durum benim için bir sorun değil.

Teknoloji müzikal akımların coğrafyasını ve dinleyici kitlelerini değiştirdi. Sizin dinleyicileriniz yan komşularınız yerine Lübnan ya da İran’da yaşayan insanlar olabilir ve onlarla bir partide tanıştığınız insanlara göre daha fazla ortak noktanız bulunabilir. Bu durum bir müzisyen olarak sizi ve yaptığınız müziği nasıl etkiliyor?

Bu müzisyenler için çok ilginç bir dönem. Dijital devrimin pek çok olumsuz yanı olabilir ama  yeni birçok olasılığı da yarattı ve müziğin kolaylıkla yayılmasını sağladı. Son 15 yılda dünyada farklı yerlere daha ucuz seyahat etmek de olanaklı hale geldi. Underground müzisyenlerin birçok ülkeye gidip konser vermesi daha kolay oldu. Bugün müzik kaydetmenin, eskisi gibi sadece pahalı stüdyoya gidebilenlerin bir ayrıcalığı olmamasından dolayı çok memnunum.

Lübnan ya da İran? elbette olanaklı. Geçen yıl Ukrayna’dan genç bir müzisyenle e-posta yoluyla haberleştik. Oldukça ilginçti. Bu yüzyıl boyunca insanlığın karşılaşabileceği dehşet verici tehlikelerin farkındayım ama yine de yeni dönem heyecan verici.


Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate