24 Mayıs 2012 Perşembe

Vitrindeki Albümler 118: The Walkmen - Heaven (Fat Possum Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 3 Haziran 2012

The Walkmen’i daha öfkeli ve sert sounduyla sevdim ben. Kaçınılmaz olarak ikinci albümleri “Bows + Arrows”dan “The Rat”i anacağım burada. Parmağınızı üzerinden çekmeden çaldığınız zil gibi acil bir durum ya da heyecan hissetirmeli gitarlar. Davula pervasızca vurulurken hem kafanız öne arkaya sallanmalı, hem bedeniniz arkaya öne hareket etmeli. Vokalist Hamilton Leithause’un sesi içinize işlemeli, “Can’t you hear me / I’m calling out your name” diye bağırmalısınız size sırtını dönüp gidene...

Her grup için aklınızda çizdiğiniz bir imaj vardır; The Walkmen için benim aklımda yer eden de böyle. Ama bir müzik yazarı olarak, grupları / müzisyenleri sınırları çok net çizilmiş bir alana sıkıştırmanın doğru bir yöntem olmadığını biliyorum. New York’lu grup The Walkmen, yeni çıkan “Heaven”la birlikte bugüne kadar yedi albüm yayımladı. Hem gençlik döneminin bunalımlarını, biten aşkları ve vazgeçilemeyen tutkuları iç yakan sözlerle anlattı hem de bunu enerjik bir soundla birleştirerek dinleyenleri hareketlendirmeyi bildi.

Giderek gelişen, her albümde biraz daha oturmuş bir sound elde etmeyi başardılar ve iki yıl önce çıkardıkları “Lisbon” en güzel albümleri oldu. İlk albümünü yayımladığı günden bu yana 10 yıl geçen bir grup için her adımı hazmedilerek tamamlanan bir süreç geçirdiler. Bu aşamadan sonra birçok grup gibi kendilerini tekrar etmeleri beklenebilirdi ama öyle olmadı; aksine “Heaven”la birlikte gelişimin hiçbir noktada sona ermeyeceğini kanıtladılar.

Yıllar içinde çoluk çocuğa karışıp aile babası haline gelmenin de etkisiyle olsa gerek, The Walkmen’in müziğine daha olumlu, daha sıcak bir hava gelmiş, sound hafiflemiş. Burada “hafifleme” fiiline olumsuz bir anlam yüklemedim; sadece The Walkmen’in müziğini dinlediğimde hissettiğim derin hüznü bu albümde fazla hissedemediğimi belirtmek istedim. “Heaven”da da dokunaklı sözler var. Mesela “Heartbreaker”da “You know I’m hopeless / Oh no, oh no you’re wrong / It’s not the singer / It’s the song” diyerek umutsuzluktan söz açıyor Leithause ama gitarlar ve davul eskisi kadar öfkeli değil, duraklayarak, soluklanarak çalıyor. “Nightingales”de “It’s all so still, man/ No one to call” diyerek yalnızlığa dem vursa da, daha umursamaz bir tavır var vokalde.

Grup üyeleri de prodüktör Phil Ek’in de katkısıyla (Fleet Foxes’ın prodüktörü) yeni bir liman bulduklarını ve bundan hoşnut olduklarını söylüyor. Müzikleri yine dokunaklı, yine duygusal ama bu defa biraz daha hem enstrümanlar hem de vokaller biraz daha rahatlamış. Albümün açılış şarkısı “Heaven”da “Don’t leave me now / You’re my best friend / All of my life, you’ve always been” sözleri, insanı daha ilk dakikada sürükleyen bir melodi eşliğinde duyunca, The Walkmen’in dingin bir atmosfere girdiği anlaşılıyor. Bunun en belirgin olduğu şarkı, Hamilton Leithause’un sadece akustik gitar eşliğinde seslendirdiği “Southern Heart”. Yalınlığıyla göz kamaştıran, saf ve içten bir şarkı.

Bana göre albümün en güzel anları, “The Love You Love”da yakalanmış. Başlangıçta “The Rat”e dair yazdığım hislere en yakın duran şarkı bu. “Heaven”ın ruhuna uygun bir şekilde öfkenin dozu yine biraz azaltılmış olsa da, The Walkmen’in konserlerinde herkesin hep bir ağızdan söyleyip içindeki acıyla sallanacağı melodi de bu.

Kusursuz bir albüm değil “Heaven” ama sürekli ilerleyerek olgunlaşan The Walkmen, 2012’de geldiği noktada da yine alkışı hak ediyor.

Vitrindeki Albümler 117: Richard Hawley - Standing at the Sky’s Edge (Parlophone)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 27 Mayıs 2012

Yazılarımı okuyanlar fark etmiş olabilir; bariton seslere ayrı bir düşkünlüğüm var. Richard Hawley, aynı zamanda çok iyi bir gitarist ama ben onu en çok melankolik baladlardaki sesi nedeniyle sevdim. 90’larda Longpips ve 2000’lerde Pulp ile Britpop döneminde tanındı ama bana göre asıl başarısı, bugüne kadar yayınladığı yedi solo albümde yatıyor.

Benim gibi onun ana karakteri vokale veren müziklerini seviyorsanız, “Standing at the Sky’s Edge” ilk duyduğunuz anda hayal kırıklığı yaratabilir. Çünkü bu albümü sürükleyen temel unsurlar insan sesi ve şarkı sözleri değil, cayır cayır çalan gitarlar ve ses efektleri. Hawley, bu defa ciddi bir değişiklik yapmış müziğinde. Ama bu değişiklik, yeni bir keşif değil; 60’ların sonu ve 70’lerin başındaki rock müziğini etkisi altına alan progresif rock / saykedelik rock kulvarına girmiş. “Ama daha önce yapıldı bu” diyerek yakınmaya başlamadan önce şunu düşünün; bu Richard Hawley için önemli bir viraj. O viraj, sadık dinleyicisini yabancılaştırma riskini taşıyor elbette. Fakat bence riski iyi göğüslemiş ve yılın en güzel albümlerinden birisini yapmış Hawley.

Aslında Hawley’in yeni albümüne ait ipucunu, Arctic Monkeys’in bu yıl başında çıkardığı “Black Treacle” adlı single’ın B yüzünde görmek mümkün. Grubun Richard Hawley ile kaydettiği “You and I” adlı şarkı, “Standing at the Sky’s Edge” ile örtüşen gitar odaklı, sert bir sounda sahip. Pikniğe gittiğinizde dinleyeceğiniz bir albüm değil bu. Gerek soundu gerekse sözleri daha karanlık, daha agresif.

Hawley, her zaman olduğu gibi yine esinini içinden çıktığı Sheffield kentinde bulmuş. Bu defa albüm adında da atıf yaptığı, serserilerin, evsizlerin sosyal sorunlarının yoğun olduğu Skye Edge bölgesine odaklanmış. Doğal olarak da kalp kırıklıklarını usulca anlattığı şarkılardan, ailesini katleden, bir kavgada birisini bıçaklayan gencin hikayelerine geçiş yapmış. Ülkesinin koalisyon döneminde içinde bulunduğu politik durum hakkında çok belirgin olmayan referanslar da kullanmış. Satır aralarında umudunu kaybedenlerden, kenara itilenlerden söz ediyor sık sık.

Dokuz şarkılık albümde Hawley’in 60’ların folk pop’una yanaştığı anlar da olmuyor değil. Örneğin “Seek It” ve kapanışı yapan “Before”, Hawley’in alıştığımız şarkılarına duyduğumuz özlemi giderecek türden. 6 dakikalık “Before”da şarkının ortasında yine elektrogitarların tozu dumana kattığı bir bölüm var ama o kasırga bitince yine dingin bir şekilde sonlanıyor.

2009’daki “Truelove’s Gutter”dan sonra gelen bu albüm, farklılıkları nedeniyle mutlaka Richard Hawley hayranlarının bir kısmından olumsuz eleştiriler alacak. Ancak bana göre müzisyenlerin her dönemde farklı sound deneme hakkı vardır ve bunu hakkıyla yerine getirdiklerinde bize takdir etmek düşer.



"EN İYİ DOSTUM MÜZİK"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Mayıs 2012

Folk müziğinin evrensel yüzü” diye anılan Suzanne Vega’yı 13 yıl sonra yeniden ağırladı İstanbul. 1999’da İstanbul Caz Festivali’nde verdiği konserle akıllarda yer etmiş, her şarkısıyla ruhlara bir parça daha dinginlik katmıştı. Bu defa aynı deneyim Salon’da yaşandı.

Baylar, Bayanlar New York’un Suzanne Vega’sı!” anonsuyla sahneye çıktığında, olanca sadeliğiyle, siyah pantolon ve ceketiyle karşımızdaydı Vega. Görüntüsüne ihtişam katan tek şey, “Marlene on the Wall”u söylerken Marlene Dietrich’ten esinlenerek taktığı kocaman silindir şapkaydı. Amerikalı yazar /şair Carson McCullers için yazdığı müzikalden şarkıları seslendirirken de parmaklarının arasında yanmayan bir sigara tutuyordu. Şarkıların ruhunu tam yansıtmak için ufak ayrıntıları öne çıkaran müzisyenlerden biri o da.

Konser öncesinde yaptığım röportajda bana çekingen bir yapısı olduğunu söylemişti ama sahnede öyle gözükmüyor. Şarkı aralarında bolca konuştu, İstanbul’da olmaktan duyduğu mutluluğu ifade etti, Orhan Pamuk’un kitabını okuduğunu ve kendisini konserine davet ettiğini söyledi. Bir ara Türkçe konuşma kılavuzundan birkaç cümle okudu. Şarkılarıyla ilgili öyküler anlattı, Picasso’yu ve Frank Sinatra’yı andı.

Şarkılarında hiç doğrudan "I Love You" demese de, dinleyene dokunan aşk şarkıları yazan bir müzisyen Suzanne Vega. Anlattığı öykülerden en ilginci, 18 yaşında yazdığı ilk aşk şarkısı "Gypsy" ile ilgiliydi. Yazın tanıştığı İngiliz erkek arkadaşı için yazmış onu ama yaz sonunda gençlik ateşiyle hızlı bir aşk yaşadığı sevgilisinin Liverpool'a, kendisinin New York'a döneceğini ve sonuçta ayrılacaklarını bildiğinden ona bu hediyeyi vermek istemiş. Karşılığında o da Vega'ya bandanasını göndermiş...

Gitarist Gerry Leonard'la birlikte sahnede sadece iki kişilerdi ama gerek Vega’nın etkileyici yorumu, gerekse Leonard'ın efekt pedallarıyla yarattığı harikalarla ne davul ne de bas eksikliği hissedildi. Herkesin beklediği “Luka” ve “Tom’s Diner” dahil olmak üzere, eski ve yeni şarkılarına yer verdiği çok tatmin edici bir şarkı listesi yapmıştı Vega. 2002'de eski şarkılarının yeni yorumlarını yayınlamak üzere başlattığı "Close- Up" serisinden şarkıların yanı sıra, Danger Mouse ve Sparklehouse'un "Dark Night of the Soul" albümünde yer alan "The Man Who Played God"ı da yorumladı. Yaklaşık 1.5 saatlik konser sona erdiğinde, çok yorucu bir gün geçirmeme karşın, çok dinlenmiş hissettim.

Setlist: Marlene on the Wall - Heroes - Small Blue Thing - Caramel - Frank & Ava - Gypsy - New York Is a Woman - New York Is My Destination - Anne Marie - Harper Lee - Left of Center - Blood Makes Noise - The Man Who Played God - Queen & Soldier - Tired of Sleeping - Some Journey - Luka - Tom's Diner - Rosemary

Aşağıda çok keyif aldığım ve Suzanne Vega'yı biraz daha yakından tanıma fırsatı bulduğum röportajı paylaşıyorum.



İlk albümünüz çıkalı 27 yıl oldu ve bu ay eski şarkılarınızı yeniden yorumladığınız “Songs for Family” adlı bir albümünüz yayımlanıyor. İki yıl önce başlattığınız “Close-Up” serisinin amacı neydi? Neden eski şarkılarınızı yeniden yorumlama gereği duydunuz?

Hayranlarımın daha farklı, yalın bir yorumdan hoşlanacaklarını düşündüm. O şarkıların ilk yayınlandığı dönemdeki prodüksiyonlarını sevmediğim anlamına gelmesin bu. Hâlâ çok beğeniyorum onları. Ama dinleyicilerime daha özel bir yorumu sunmanın güzel olacağını hissettim. Blue Note plak şirketi ile çalıştıktan sonra, 2008’de bunu yapmak için uygun bir zamandı. Çünkü tekrar yeni bir şirketle anlaşma yapmak için çabalamak istemedim. Kendi şirketimi kurup kendim yayınlamaya karar verdim. Amanuensis Productions adlı prodüksiyon şirketimi kurdum. O dönemde Facebook’ta da bir sayfa açtım. Eğer 100 bin takipçim olursa, albümleri yayınladığımda onları dinleyecek bir kitlem olur diyordum.

Düşündüğünüz oldu mu? Albümlere dinleyicilerinizden nasıl tepkiler geliyor?

Çok iyi tepkiler alıyorum. Basında albümler hakkında çok güzel yazılar çıktı. Neden böyle bir projeye başladığımı anlamış gözüküyorlar. Konserlerde şarkıları yeni yorumlarıyla seslendirdiğimde dinleyiciler hep beğendiklerini söylüyor. Bugüne kadar gelen tepkiler çok olumlu. Ama hâlâ insanların bir kısmı “Bu şarkıları yıllardır radyoda dinliyorsak neden onları yeniden yayımlıyor?” diye düşünüyor. Kayıtların sahibinin ben olduğumu bilmiyorlar. Şarkılarımı farklı şekilde kaydetmek isteyebilirim.

Folk türünde şarkı söyleyip yazan bir müzisyensiniz. Ama aynı zamanda “MP3’ün annesi” diye biliniyorsunuz. Ayrıca internet üzerindeki hayali dünya Second Life’ta canlı performans sergileyen ilk müzisyensiniz. Bunlar benim aklımdaki folk şarkıcısı imajına hiç uymuyor. Teknolojiyle yakın bir ilişkiniz olmalı.

Evet, öyle. En azından yakın olmaya çalışıyorum. Annem, 1970’lerde bilgisayar sistem analistiydi. O dönemde aşırı büyük bilgisayarlar vardı. Gençken eve geldiğimde, annemi mutfakta ufak bir buzdolabı büyüklüğünde bilgisayarlar üzerinde çalışırken bulurdum. Modem aracılığıyla telefondan üniversite kütüphanesine bağlanırdı. Annem, çok parlak bir teknik uzmandı, ama babam tarafından da sanatla ilişkim vardı; üvey babam yazardı. Teknolojiyi seviyorum ve onunla iyi geçinmek için elimden geleni yapıyorum. Ama tur menajerim ve ses mühendisimiz biliyor; bazen aletler çalışmayınca çok sinirlenip vuruyorum onlara, ne yazık ki bazen de kırıyorum aletleri.

LEONARD COHEN'IN KADIN VERSİYONU

Bazıları sizi “Leonard Cohen’ın kadın versiyonu” diye adlandırıyor. Bu tanımlama için ne diyorsunuz?

Benim hakkımda düşündükleri için memnunum fakat nitelendirici bir etikete ihtiyacım yok. Leonard Cohen’ı seviyorum ama benim kendi sesim var. Bu ilginç bir konu tabii. 1980’lerde Cohen’la ilk olarak bir konserinde tanıştım ve imzasını almak istedim. Beni yansıtan iki kadın silueti çizip altına L.C. yazdı. Bir siluet olarak çizilmekten ziyade daha net bir şekilde anılmak istemiştim. Ayrıca adını ve soyadını sadece baş harfleriyle değil, tümüyle yazmalıydı. Ama bu konuları daha sonraki yıllarda konuşup hallettik.

Lisede sanat eğitimi aldınız. Görsel sanatlar müzik kariyerinizde başvurduğunuz bir esin kaynağı oldu mu?

Lisedeyken dansçı olmak istiyordum ve bütün eğitimim bu yönde oldu.

Neden dansçı olmadınız?

Çünkü öğretmenlerim çok fazla düşündüğümü ve dansta iyi olmadığımı söylediler. Basit dansları yapabildiğimi ama tekniğimin asla mükemmel olmayacağını düşünüyorlardı. Düşünme gücümü kullanabileceğim bir eğitim almamın daha doğru olacağı belirtildi.

“Çok düşünüyorsan dans edemezsin” demek gibi olmuş bu.

O dönemde öğretmenlerim öyle düşünüyordu. Belki koreografiyi ve öğretmeni seversem daha iyi olabilirdim ama sevmediğimde aklım başka yerlere gidiyordu. Tabii hâlâ dansı seviyorum ve zaman zaman dans ediyorum. Görsel sanatlara her zaman ilgim oldu. Kazandığım Grammy ödülünü de müzik nedeniyle değil, 1990’da “Days of Open Hand”in albüm tasarımı nedeniyle aldım. Erkek kardeşlerimden birisi görsel sanatlarla ilgiliydi, bir diğeri fotoğrafçı, kız kardeşim de kumaşları kullanarak görsel sanat alanında çalışmalar yapıyor. Sanıyorum ailemden bana geçen bir ilgi bu.

"MÜZİK, DÜNYAYLA İLETİŞİM KURMA YOLUM"

Dans yolu kapanınca müziğe yöneldiniz. Müzik size hangi kapıyı açtı?

Dünyayla iletişim kurma yolunu açtı. Oldukça yalnız bir çocukluk geçirdim ben. Müzik benim en iyi dostum...

En iyi dostumuz ortak o zaman.

Gerçek bir dost. Sonuçta benim farklı kültürlerle ve insanlarla buluşmamı sağlayan yol oldu müzik.

Şimdi size ünlü iki kişinin birbirinin tersi olarak yorumlanabilecek sözlerini okuyacağım ve birisini seçmenizi rica edeceğim. Birincisi, Albert Camus’den: “Bir insanın ortaya koyduğu çalışma, sanatın dolambaçlı yollarında yavaşça yapılan bir keşif sırasında, yüreğine dokunan basit ama muhteşem birkaç imajdan başka bir şey değildir.” İkincisi Leonard Cohen’dan: “Sanat, buram buram yanan hayatınızdan arta kalan küldür.” Hangisi size doğru geliyor ve neden?

Cohen’la aynı fikirdeyim. Camus’nün dediğini anlıyorum ama bu Cohen’ın dediği gibi bir süreç. Günlük yazarsınız, sanatçı olarak şiirler, öyküler kaleme alırsınız, görsel tasarımlar yaparsınız ve bunların hepsi mükemmel ya da tamamlanmış değildir; daha çok hayatınız boyunca kendi yaşadıklarınızın izini sürer gibisinizdir. Eğer bu yolu iyi sürerseniz, geriye duygularınızı, düşüncelerinizi net bir şekilde yansıtabildiğiniz çalışmalar çıkar.

Bir sanatçı olarak etrafınızdaki dünyayı keşfetmiyor musunuz?

Elbette keşfediyorum ama bir sanatçı olarak ardımda bıraktığım şey sadece birkaç mükemmel imajla ilgili değil; aksine sonuçlandırılmamış, tamamlanmamış mükemmel olmayan şeyler var. Geride bıraktığınız kül sıyırıp tamamlanmış olanları bulmaya çalışırsınız ama o kül hâlâ oradadır. Aslında her iki bakış açısında da doğru yönler var ama ben Cohen’ın ifade ettiği yola daha yakınım.

Geçenlerde Jarvis Cocker’ın şarkı sözlerini topladığı “Mother, Brother, Lover” adlı kitabı okudum. Jarvis orada “Şarkı sözleri şiir değildir; şarkı için yazılmış sözlerdir” diyor. Sonra da bu kuralın dışında kalan bazı istisnaları sayıyor. Siz bir şarkı sözü yazarısınız. Şiirlerinizi yayımladığınız kitabınız da var. Bu konuda sizin düşüncenizi merak ediyorum.

Şiir ile şarkı sözleri arasında fark var. İyi bir şiir kağıt üzerinde kendini belli eder ve okununca da mükemmel bir his verir. Şarkı sözü ise şarkıyla birlikte söylendiğinde kulağa iyi gelmeli. Kağıt üzerinde iyi dursa da şarkıda söylendiğinde kulağa aptalca ya da fazla gösterişli gelen ifadeler var ya da kağıt üzerinde komik dursa da şarkıda işe yarayan sözler olabilir.

Şair olarak niteleyebileceğiniz şarkı sözü yazarı var mı?

Leonard Cohen, Bob Dylan, Lou Reed, bazen Paul Simon. Benim en sevdiklerimden birisi Laura Nyro. Etrafındaki dünyayı anlatış şekli çok şiirseldi.

"ŞARKILARIMIN HEPSİ GERÇEK HAYATTA OLANLARLA İLGİLİ"

Bir keresinde Leonard Cohen’a “Şarkılarında gerçeği anlatıyorsun. İçini nasıl bu kadar kolay döküyorsun?” diye sormuştunuz. Şimdi aynı soruyu ben size sormak istiyorum. Yazarın itiraf edercesine içini döktüğü yazım tarzı ve gerçek hayatta belirsizliklere karşı eğilimli olmak arasında bir zıtlık yok mu? Çünkü siz gerçek hayattaki belirsizliklere ve gizemli durumlara ilgi duyuyorsunuz.

Cohen’a böyle mi sormuştum?

Evet, o ünlü röportajda sormuşsunuz.

Evet, o röportajda ona “Olanı mı anlatıyorsun, yoksa yalan mı söylüyorsun?” dediğimi hatırlıyorum. Çok kontrollü, kapalı bir insan o. O da bana “Olanı anlatırsın, yalan söylersin, şarkıyı tamamlamak için ne yapman gerekiyorsa onu yaparsın” demişti. Ben bir zıtlık olduğu kanısında değilim. Bir şarkı yazarı olarak, gerçekler ve doğrular hakkında yazmak istersiniz elbette. Ama bunun yabancılara yapılan itiraflar şeklinde olması gerekmez. Bu ikisi arasında bir denge bulmak gerek. Hem gerçekler anlatılır hem de onun yaşadıklarınızı tümüyle ortaya dökmek şeklinde olmamasının bir yolu bulunur.

Bugüne kadar yazdığınız her şeyin kaynağı gerçek hayatınızda yaşananlar mı?

Evet, hepsi bir tür gerçeği anlatıyor. Her zaman benim içinde bulunduğum bir durumla ilgili olmayabilir ama en azından bildiğim bir gerçeğe ait hepsi. Bazıları fantazi olabilir ama onların da kökeni gerçeklerle ya da olabileceklerle ilgilidir.

Gerçeğin genellikle acı sonuçlar verdiği bir alana girersek, şu sözünüzü hatırlıyorum. “Müziğimi doğrudan politik olarak sınıflandırmıyorum” demiştiniz. Yine de yıllardır politik ve özellikle sosyal meselelere dikkat çektiniz. 1988’den bu yana Amnesy International’ın üyesi olarak çalışıyorsunuz. Müzik ve polika ilişkisi hakkında görüşünüz ne?

Politikadan pek hoşlanmıyorum ama sosyal meselelere karşı duyarlıyım. Politika günden güne değişse de sosyal sorunlar hep var ve aynı. Yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik, ayrımcılık her zaman var. Bu konular ilgi alanımda.

Aslında bunlar da politikanın tam merkezinde olması gereken konular. Tom Morello ve diğer bazı müzisyenler, New York’ta Occupy Wall Street hareketine destek veriyorlar. Sizin OWS hakkında görüşünüz ne?

Benim OWS ile ilişkim biraz karışık. Eşim, o eylemde tutuklanan insanları savunan bir avukat. Gece 3’te eve telefonlar gelir ve o mahkemeye, hapishaneye koşturur. Kahvaltılarda, yemek masasında hep bu konular konuşulur. Hayatım bununla geçiyor ama sokağa çıkıp protestolara katılmıyorum, eşim gidiyor. Konuşma yeteneği çok iyidir; eskiden sokakta performans sergileyen şairlerden biriydi. Ben biraz daha çekingen bir insanım. Özel hayatımda bile duygularımı kolaylıkla açığa vurabilen birisi değilim. Çok politik bir ailede büyüdüm. Sokaklarda gösterilere katılıp şarkılar söyleyen bir annem ve babam vardı. Ben daha çok kendi kendimleydim; masama oturup yazı yazmaktan hoşlanıyorum. Gösterilerde yapılanları gerçekleştirmek benim yapıma pek uygun düşmüyor ama eylemleri destekliyorum. Materyalist dünyaya karşı tepkiyi göstermenin iyi bir yolu.

Barack Obama’nın bugüne kadar sergilediği başkanlık performansından hoşnut musunuz?

Obama’yı gerçekten beğeniyorum ve başkanlığını destekliyorum. Hayal kırıklığına uğrayan insanlar var ama bence Cumhuriyetçiler tarafından bloke edilmiş vaziyette. Dünya barışına hizmet edecek bir öneriyle gelse bile hayır diyorlar; çünkü o ne yaparsa yapsın kötüdür gibi bir bakış açıları var. Bence yine de bugüne kadar iyi işler yaptı. Onun çizdiği karakteri izlemek de ilginç. Akıllı, duygularına fazla kapılmayan, stratejik birisi.

Yeterince cesaretli mi sizce?

Bence gayet cesaretli ama yapmaya çalıştığı şey çok zor. Dünya meseleleri karşısında bir denge kurmaya çalışıyor. Bunu kendine güvenini kaybetmeden ama aynı zamanda aptalca davranmadan yapmak zorunda. Cumhuriyetçilerle başa çıkmaya çalışırken işin içine espri yeteneğini de katıyor ki bu bence çok iyi. Bunlar benim düşüncelerim. Cumhuriyetçi akrabalarım da var. Ülkede ciddi bir yılgınlık ve öfke de söz konusu. Ama Obama seçildiği ilk gün, yapmak istediklerini gerçekleştirmesinin zaman alacağını söylemişti.

Ground Zero etrafında dolaştığınızda ne hissediyorsunuz?

O bölgenin yakınına gitmeye cesaret etmek bile çok zaman aldı. Sadece yerde değil, gökte de varlığını koruyan bir yok oluş duygusu hakimdi. Kayıpların acısını aşmak zaman alıyor. Eskiden oraya çok yakın bir yerde yaşıyordum. Hala acıyı içimde hissediyorum. Dünya Ticaret Merkezi’nde çalışan bir erkek kardeşim vardı. O olaydan birkaç ay sonra öldü. Aradan geçen bunca zaman sonra kent biraz da olsa kendine geliyor ama o kentte trajedi hakkında kiminle konuşsanız acılar depreşiyor. Herkesin o olayla ilgili anlatacak bir ya da daha çok hikayesi var...

"NEW YORK KALTAĞIN TEKİ"

“New York bir kadın” adlı şarkınızda, “Seni ağlatacak / Onun için sen herhangi bir erkeksin” diyorsunuz. Kente çok zorluklar geçirse de hâlâ güzelliğini koruyan bir kadın karakteri vermişsiniz. Ben de o kentte uzunca bir süre yaşadım ve bence bu kent hakkında yazılmış en iyi dizelerden birisi. New York, son 10 yılda özellikle milyar dolarlarla oynayan fon yöneticilerinin ve turistlerin cenneti haline geldi. Kentsel dönüştürme projeleri gerçekten yoksulları semtlerden çıkartacak bir sınıfsal şekillendirme hareketi değil mi? New York’u hâlâ eskiden olduğu kadar güzel buluyor musunuz?

Kent her zaman olduğu gibi değişiyor. Bir zamanlar New York’un tamamen yozlaştığı savunulmuştu. Bu benim için çok şaşırtıcıydı; çünkü New York hiçbir zaman saf ya da masum olmadı. Kentin genç sanatçılara kapısını açıp onlara olanaklar sunduğu şeklindeki düşünceye de katılmıyorum. Bu ne şimdi ne de 70’lerde oldu. New York, her zaman kaltağın biriydi ve hâlâöyle. Ama o kocaman yalancı iş dünyası o fikirleri sürekli işliyor. Oturduğum semtte dolaşıp küçük işletmelerin birer birer yok olduğunu, her yerin Duane Reade ya da banka şubeleriyle donatıldığını görmek çok üzücü. Yoksul mahalleler hâlâ çok yoksul ve onlara yardım için yürütülen projelerden devlet desteği çekiliyor.

Siz İspanyol Harlem’inde yetiştiniz. Bunları görmek sizin için sarsıcı olmalı.

Gerçek bir trajedi. Devletin yiyecek ve sanat için yaptığı destek programlarıyla ayakta kalan bir bölgeydi. Yeniden o yoksul bölgeleri canlandırıp, oradaki insanlarla iletişim kurmak gerekiyor. Bu çok önemli. Oralara gidip elimden geleni yapmaya çalışıyorum; okumalısınız, yazmalısınız diyorum onlara. Tek çıkar yol bu...

(Fotoğraflar ve video bana aittir.)

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Suzanne Vega @ Salon


Suzanne Vega, dün akşam Salon'da "Luka" ve "Tom's Diner"ı söylerken çektiğim video.

20 Mayıs 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 116: Damon Albarn - Dr Dee (Parlophone)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 20 Mayıs 2012

Blur grubunun yaşadığı çalkantılar sonrasında “Damon Albarn ve yeni projesi” diye başlayan çok cümle kurduk. Çünkü hiç durmadan farklı müzisyenlerle işbirliği yapıp yeni albümler, şarkılar üretti Damon. Jamie Hewlett ile animasyon karakterlere sahip Gorillaz’ı kurdu; brit-pop, dub, pop ve hip-hop karışımı müzikleriyle kayda değer bir başarı elde etti. Afrikalı davulcu Tony Allen’la Mali’ye seyahat edip Mali Music albümünü kaydetti. Kongo’ya gidip yerel bir grupla Kinshasa One Two adlı bir albüm yaptı. Ardından yine Tony Allen, Paul Simonon ve Simon Tong’u da yanına alıp The Good, the Bad & the Oueen adlı yeni bir süper grup kurdu. 2007’de jamie Hewlett’le tekrar buluşarak Uluslararası Manchester Festivali’nde sahnelenen ve 16. yüzyıla ait bir Çin romanından uyarlanan “Monkey : Journey to the West” adlı operanın müziklerini yaptı.Geçen yıl Red Hot Chili Peppers’ın bas gitaristi Flea ve Tony Allen’la Rocket Juice & the Moon adlı yeni bir projede bir araya geldi ve bu yıl ilk albümleri çıktı. Bu arada birçok grup ve müzisyenle yaptığı tek şarkı kayıtları ve film müzikleri oldu. Bobby Womack’in yeni albümünün prodüktörlüğünü üstlendi.

Son aylarda herkes, bu yaz Londra’daki Olimpiyat oyunları kapanışında Blur’ün vereceği konsere odaklanmışken o yine boş durmadı ve bu ay yeni bir stüdyo albümü çıkardı. “Dr Dee”, Albarn’ın uzun zaman sonra (2003 tarihli çeşitli demo kayıtlarından oluşan Democrazy adlı albümden sonra) yayımladığı ilk solo albümü.

Britpop sonrası farklı müzik türlerine olan ilgisini ve alternatif yollar keşfetme yeteneğini yukarıda özetlediğim projeleriyle gösterdi Damon. “Garip bir pastoral folk” olarak tanımladığı yeni albümünde ise, günümüze özgü çağdaş sound ile Ortaçağ ve Rönesans müziği arasında denge kurmayı başarmış. Klasik Batı müziğini icra eden yorumcularla BBC Filarmoni Orkestrası’nı, ortaçağ ve Afrika müziğine ait enstrümanlarla aynı albümde bir araya getirip alkışlanacak bir iş çıkarmayı çok az sayıda müzisyen başarabilir. Onlardan birisi de Damon Albarn.

16. yüzyılda İngiltere’de yaşamış ve I. Elizabeth’e danışmanlık yapmış bir matematikçi/ astrolog John Dee. 2011 Uluslararası Manchester Festivali’nde onun hayatını konu alan bir opera sahnelendi. Rufus Norris’in sahneye koyduğu eserin müziklerini yazmak da Damon’a düştü. “Dr Dee” albümü, bu yaz Olimpiyatlar’ın kültür etkinlikleri çerçevesinde İngiliz Ulusal Operası ile yeniden sahnelenecek olan operanın müziklerinden oluşuyor.

Prodüktörlüğü de Damon Albarn’ın yaptığı albümün kartonetinde, davulların Tony Allen’a, Gitarın Simon Tong’a, orgun Mike Smith’e teslim edildiği yazıyor. Emeği geçen isimler arasında ilginç birisi daha var: Malili kora çalgıcısı Mamadou Diabate. Batı Afrika’da koranın Tanrı’nın konuştuğu enstrüman olduğu yönünde bir düşünce var. Damon da bir röportajında, böyle bir şey gerçekleşecek olsa, bunun için ancak bu büyüleyici sese sahip enstrüman uygun olurdu diyor. Kora, ud, klavsen, theobore gibi enstrümanların gitar, davul ve diğer alışılmış orkestra aletleriyle kullanılması, albümün sound olarak hem çağdaş hem de eskiye dönük iki ayrı karakteri taşımasına neden olmuş. İngiliz tarihine ait bir operanın müziklerinde alışılmadık aletleri kullanmaktaki amacının, Elizabeth dönemi İngilteresi’nin üzerine biraz Afrika, biraz Arap etkisi eklemek olduğunu söylüyor Damon. İlginç bir şekilde sound açısından bir kan uyuşmazlığı söz konusu değil.

18 şarkının 8’inde Albarn’ın vokalini duyuyoruz. Geri kalanların bir kısmını opera sanatçıları seslendirirken, bir kısmı da tamamen enstrümantal. Akan bir su, kuş ve çan sesleri eşliğinde başlayan ve yine aynı seslerle sona eren 48 dakikalık albümdeki şarkılar üç ayrı türe ayrılabilir. Damon Albarn’ın vokaliyle süslediği folk şarkılar, erken dönem kilise müziğinden esinlenenler ve opera şarkıları. Albümdeki karışık soundun genel dinleyiciye uzak kalması olasılığı yüksek; müziğin arka planda dinleyiciden özel bir çaba gerektirmeden kendi kendine akıp gitmesini isteyenler için uygun değil. Çünkü ancak dikkatinizi müziğe verdiğiniz takdirde nüansları fark edebileceğiniz bir çalışma “Dr Dee”.

Benim favorim, Damon Albarn ile bir kadın opera sanatçısının birlikte seslendirdiği “The Moon Exalted”. Şarkının 3. dakikasında devreye giren koradan çıkan melodinin ve vokallerin güzelliği daha ilk dinleyişte etkiledi beni. 5 dakikalık şarkının ilk 2 dakikasında kadın şarkıcı anlatıyor duygularını, sonra devreye Damon giriyor. Sözlerine özel olarak dikkat ettiğim ilk şarkı da bu oldu. Bir yerde Damon, “In my book of thoughts / I have found written on my heart / The true history of a sadness that I start / Illuminated only by tears / Cinnamon girl I summon you here / Lay by my side until a light appears” diyor. Öylesine güzel bir şarkı ki, albümün geri kalanınından hoşnut kalmasanız da, bunu es geçmeyin.

Bu şarkıdan sonra albümün tümünü sadece sözlerine dikkat ederek dinledim. Damon Albarn, ülkesine karşı duygularını “The Good, the Bad & the Queen” albümünde yıllar önce net bir şekilde ortaya koymuştu. O albümde doğduğu topraklara biraz öfke ve biraz da alayla karışık bir sevgi duyduğu anlaşılıyordu. “Dr Dee”de özel olarak Elizabeth dönemi İngilteresi’ne odaklandığı için ve belli bir kişinin hayatını yansıtmaya çalıştığından sözler çıkan anlam daha karmaşık geldi bana. Öfke ve alaycılık belirsizleşmiş, o döneme özgü gurur ve ruhani duygular daha öne çıkmış. Damon’ın monarşi sistemine sempati duymadığından, İngiltere’deki ayrıcalıklı sisteme karşı olduğundan kuşku yok elbette ama albümü yazarken bunu İngiliz tarihinin bir parçası olarak kabul edip, onunla ilgili duygusal karşılığı yakalamaya çalışmış. Bana kalırsa, yakaladığı şey dürüst ve çarpıcı.

Daha önce de belirttiğim gibi, her zevke uygun olmasa da, benim gibi melodiler arasında keşif yapmaktan hoşlanıyorsanız “Dr Dee” size hitap edebilir. Ben tahmin etmediğim ölçüde sevdim.



Damon ve arkadaşları, The Guardian'ın stüdyosunda verdiği kısa konserin videosunda "Animate Us" ve "Apple Carts" adlı şarkıları çalıyor.









Albüm sampler'ı:

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Çığın yavaşlatılmış çekimi


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 16 Mayıs 2012

İzlandalı alternatif rock grubu Sigur Ros, bu hafta altıncı stüdyo albümünü yayımlıyor. Müzik dünyasında merakla beklenen albüm, 17 Mayıs’ta tüm dünyada, Japonya'dan başlayarak gün doğumu gerçekleşmeden önce her ülkede sırayla 1'er saat internet üzerinden dinlenebilecek. Grubun davulcusu Orri Páll Dýrason, albüm hakkındaki sorularımı yanıtladı.

Dört yıllık bir aradan sonra yine çok güzel bir albümle geri döndünüz. Fakat kayıt sürecinin çok rahat geçmediğini basçı Georg’un açıklamalarından anladık. Bir aşamada odak noktanızı kaybedip vazgeçtiğinizi ama sonra birden yeniden devam ettiğinizi söyledi. Kayıt sırasında neler oldu?

Biz bu albümü 2008-2009’da yapmaya başladık, sonra turne gündeme geldi. Hatta bazı şarkılar daha da eski. Londra’da kaydettiğimiz bölümler oldu. Turu bitirdikten sonra aklımızda bazı fikirler vardı ve onlar üzerinde çalışmak üzere buluştuk. Eski kayıtları dinlediğimizde değişiklikler yapmaya karar verdik. Sonra araya başka işler girdi. Ara verip eski materyalleri tekrar dinlediğimizde menajerimiz onları yayınlamayı önerdi. Sürekli bir değişim vardı ama aslında böylelikle istediğimizi bulma yolunda gelişme de kaydediyorduk.

En çok merak ettiğim konu şarkı yazım süreciniz. Sigur Ros’un dört üyesi stüdyoda bir araya gelince neler oluyor? Şarkılar nasıl ortaya çıkıyor?

Grupta kimse tek başına şarkı yazmıyor. Stüdyoya birlikte giriyoruz ve birisi bir gitar rifi ya da bir fikir ortaya atıyor, sonra onun üzerinde çalışıyoruz. Eğer meydana gelen şey hoşumuza giderse, tekrar çalıyoruz, gitmezse o fikri bir kenara bırakıp devam ediyoruz. Belli bir yolu yok; daha çok kendiliğinden gelişen bir süreç yaşanıyor. Belli bir yönlendirici olmadan, rastlantısal bir şekilde birbirimizle etkileşim içinde buluyoruz yolumuzu.

Şarkıları 3.5-4 dakikalık bir forma sokmaya çalışmadığınıza göre, bir şarkının tamamlanıp tamamlanmadığına nasıl karar veriyorsunuz?

O stüdyodaki duruma göre şarkının içimize sinmesiyle ilgili. Bir yerde bir yanlışlık varsa o kulağımızı tırmalar; içimizden birisi mutlaka takılır oraya. Eğer şarkıyı çaldığımızda stüdyodaki herkes için tamamsa, belli olur. Sorun varsa, baştan alırız ya da üzerinde çalışmaya devam ederiz. Kayıt sırasındaki gelişmelere bağlı her şey.

Anladığım kadarıyla teknik bir yapılandırmayla değil, duygularınıza bağlı olarak gelişiyor şarkıların son hali.

Evet, tamamen duygularımızla hareket ediyoruz. Şarkı yaparken bizi sınırlandıran ya da yönlendiren teknik bir şekillenme yok. Günlük ruh halimiz çok belirleyici oluyor.

Öyleyse, bu albümün kaydı sırasında da kendiliğinden açılan bir yola girdiniz diyebilir miyiz?

Evet, diyebiliriz. Biz önceden yol belirlemeyiz; bir sonraki albümde ne yapacağımız hakkında hiç konuşmayız. Sadece müzik yapmak için bir araya gelir ve ne olduğuna bakarız. Bir resme başlayıp bitirmek gibi, bu albümü yapmak da uzun zaman aldı. Başladığımız noktadan uzaklaştığımız çok oldu. Ara verdik, hiçbir çalışma yapmadığımız dönem de oldu, sürekli değişerek bugüne geldi.

Jonsi, albümü “bir çığın yavaşlatılmış çekimi” diye tanımladı. Georg ise, “Eski bir manzara resmine bakmak gibi” dedi. Sizin albüm hakkında böyle özel bir tanımınız var mı?

Jonsi’nin tanımını seviyorum. Aynı zamanda biliyorsunuz albüme adını veren şarkı “Valtari”, İzlanda dilinde yol vb. yüzeyleri düzlemek için kullanılan silindirli, ağır araç anlamına geliyor. Albümün son şarkısından geliyor bu isim. O şarkıya bu ismi vermemizin nedeni o sırada stüdyo dışında gerçekten bir yol yapım çalışması olması ve bu aletin kullanılmasıydı. Aslında rastlantısal olarak seçildi bu isim ama sonradan da albüme çok uydu. O aletin zihnimizde canlandırdığı imaj etrafında gelişen bir atmosfer söz konusu. Ağır bir obje tarafından yavaşça ezilme geliyor akla...



“Valtari”, önceki albümlere göre sound olarak daha minimal ve elektronik sesler daha fazla. Sigur Ros, hiçbir zaman geleneksel bir rock grubu olmadı ama yeni albüm öncekilere göre genel beğeniye biraz daha uzak durmayı göze almış diye düşünüyorum ben.

Evet, kullandığımız tek akustik enstrüman piyano oldu. Gitar dahil diğer akustik enstrümanlar yok. Stüdyoda yeni aletlerle daha fazla deneysel sesler keşfetmeye çalıştık. Ortaya çıkan sonuçtan dolayı hepimiz çok memnunuz. Bir sonraki albümde yine değişiklikler olacaktır. Nerede duracağımızı önceden planlamadığımız için sound konusundaki değişiklikler bizim için de bir anlamda sürpriz oluyor. İşin zevkli yanı da bu. Bir önceki albüm daha hareketliydi, bu çok daha minimal ve ağır. Böyle yaparak herhangi bir şeyi başarmak ya da dengelemek istemedik; sadece kendiliğinden böyle bir sound çıktı.

Şarkı sözleri bu kez de İngilizce değil; büyük kısmı İzlanda dilinde ama bir kısmı da yine hiçbir dile ait değil. Bize sözlerin arkasındaki esin kaynaklarıyla ilgili verebileceğiniz ipucu var mı?

Sözler, çoğunlukla içinde bulunulan atmosferi anlatıyor. Örneğin Dauðalogn, henüz dünya uykudayken kırsal bir bölgede sabah çok erkenden uyandığınızda nasıl hissettiğinizle ilgili. Sessiz, huzurlu bir atmosferi dile getiriyor. Rembihnútur, umut ve teselliden bahsediyor. Sözler, daha çok insanın çeşitli durumlardaki duygularına odaklanıyor. Bazen birlikte yazdığımız da oluyor ama büyük kısmından Jonsi sorumlu. O nedenle onun bu konuda daha çok söyleyeceği şey olabilir.

Geçen yıl İzlanda’yı ziyaret ettim ve oradaki olağanüstü güzellikteki doğadan çok etkilendim. Artık Sigur Ros’un müziği ile İzlanda arasında kendi mantığıma göre daha net bir ilişki kurabiliyorum. Ama bunun ne kadar doğru bir çıkarsama olduğunu merak ediyorum. Size göre İzlanda’daki doğanın sizin ve tabii müziğinizin üzerindeki etkisi nasıl

İzlanda’da yapılacak en iyi şey sokakta gezmek değil, içerde sıcak evlerde kalıp enstrümanlarla oyalanmak. Çocukken de öyleydi, şimdi de öyle. Çünkü sokakta o soğuk havada durup müzik yapamazsınız. Plaja gidemezsiniz, gezemezsiniz. O nedenle de hepimiz evlerimizde oturup müzik yapmaya daha fazla zaman ayırdık.

Bu benim için çok şaşırtıcı. Çünkü İzlanda’daki doğanın duyguları yoğunlaştırıp coşturan bir özelliği var bana göre ve ben orada sokakta gezmekten müthiş mutluluk duymuştum...

Doğanın bilinçaltımızda başka etkilerinin olması elbette muhtemel ama bunlar tam olarak nedir bilmiyorum...

Türkiye’de çok sayıda hayranınız var ve hepsi sizi canlı dinlemek için sabırsızlanıyor. Yakın gelecekte İstanbul’da konser umudu var mı?

Aslında röportajdan önce biz de İstanbul hakkında konuşuyorduk. Ama bu yıl gelemiyoruz. Çünkü bu yıl için her şey planlandı. Latin Amerika ve Avustralya’ya gideceğiz. Avrupa’da sadece 3 konserimiz var. Gelecek yıl şubat ayında yine Avrupa’dayız. Umarım o dönemde Türkiye de olur.



http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=338222

13 Mayıs 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 115: Chromatics - Kill For Love (Italians Do It Better)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 13 Mayıs 2012

Johnny Jewel adını ilk anda anımsamayabilirsiniz ama onun müziklerini bir şekilde duymuş olmanız muhtemel. John Carpenter ve ünlü ses mühendisi Alan Howarth’ın 1970’lerde kullandığı klavyeler ve eski elektronik davul makineleriyle (drum machine) elektropop'un en iyi işlerini çıkaran yetenekli bir prodüktör Jewel. Birden çok projede farklı kadın vokalistle işbirliğini sürdürüyor, bir yandan da film müzikleri yapıyor. Glass Candy, Desire ve Chromatics adlı üç ayrı grupta yer alıyor. Ayrıca New Jersey’de kurulan Italians Do It Better adlı plak şirketinin ortaklarından birisi. Müzik dünyasının yetenekli cevherlerinden birisi kısaca.

The Guardian, birkaç yıl önce Jewel’in birlikte çalıştığı güzel, derinlikli ama kendilerini karışık ifadelerle anlatan kadınları (Glass Candy’de Ida No, Desire’da Megan Louise, Chromatics'de Ruth Radelet) Antonioni filmlerindeki kadınlara benzetmişti. Jewel da, Antonioni gibi insana özgü duyguları ortaya koyan nostaljik işler yapmaya eğilimli ama aynı zamanda dans pistinden kopamayan bir karakter olarak tanımlanmıştı. Beğendiğim için aklımda kaldı bu benzetme.

Jewel’in projeleri arasında en çok Chromatics bu tanıma uyuyor. 2001’de Oregon’da kurulan grup, ilk iki albümündeki ağırlıklı gitar sounduyla post-punk sevenlere hitap ederken, grupta yaşanan kadro değişikliklerinden sonra müziklerinde de belirgin bir yön değişikliğine gitti. Şu anda yollarına başından beri grupta olan tek eleman gitarist Adam Miller, multi-enstrümantalist Johnny Jewel, vokalist Ruth Radelet ve davulda Nat Walker ile dörtlü olarak yollarına devam ediyorlar. Adam Miller, en kıdemli üye olsa da, Chromatics’in bugünkü soundunu yönlendiren isim Johnny Jewel olduğundan yazıya onunla başladım.

Sound konusunda riskler alıp, farklı rotalara giren grupların geçirdiği evrimi her zaman merakla izlediğim için Chromatics’in değişimi de ilgimi çekti. Bu değişim, her grup için her zaman olumlu sonuç vermiyor ama Chromatics’in kaotik post-punk soundundan, romantik Italo disco’ya geçişi, şaşırtıcı şekilde başarılı oldu.

Italians Do It Better’dan 2007’de çıkan “Night Drive”da gibi “Kill For Love” da, grubun 70 ve 80’lerden kalma analog ekipmanları elektronik altyapıyla buluşturup, minimal düzenlemeler ve basit sözlerle işlediği bir albüm. 90 dakikalık albümü bir süre tekrar tekrar dinledikten sonra yorumum şuydu: New Order, M83 ve Young Marble Giants ortak bir albüm yapsa böyle olurdu. Gitarlar daha ilk dinleyişte akla New Order’ı getirirken, synth soundu M83’ü, Ruth Radelet’in vokali ise Alison Statton’ı çok andırıyor.

Açılışı yapan şarkı, “Into the Black”, Ruth Radelet’in pürüzsüz sesinden duyduğumuz “Out of the blue and into the black” sözleriyle daha en başından albüme ilişkin bir fikir veriyor. Chromatics, Neil Young’ın 1979 tarihli “Rust Never Sleeps” albümünde yer alan “Hey Hey My My (Into the Black)” adlı şarkıya yaptığı bu cover’la, geçmişe referans vererek ama onu dönüştürerek dinleyiciye merhaba diyor. Yeni bir albüme cover bir şarkıyla başlamak, ciddi bir risk. Neil Young’ın bu unutulmaz şarkısı birçok kere coverlandı. Ama Chromatics’inki Ruth Radelet’in sesindeki yalnızlık hissiyle kusursuz bir melankolik hava yansıtıyor ve aldığı riskin sonucunda hanesine büyük bir artı yazdırıyor.

Ardından gelen “Kill for Love”da Radelet, bu defa 2000’lerin yeni Debbie Harry’si rolüne soyunmuş; sesin karakteri bir şarkıdan diğerine fark edilir şekilde değişiyor. “In my mind I was waiting for change / while the world just stayed the same” diyor sözlerde. Geçmiş ile gelecek arasındaki geçiş teması burada da karşımıza çıkıyor.

Albümdeki iki erkek vokalli şarkıdan biri olan “These Streets Will Never Look the Same”, 2012’de duyduğum en güzel synthpop şarkılarından biri. Baskın gitar sounduyla vokaldeki duygusallığın zıtlığı, garip şekilde çekici. 8 dakikayı aşsa da, bu zıtlık dinlerken hiç sıkmıyor.

Şarkılar arasında bir diğer kategori, “Broken Mirrors”, “The Eleventh Hour”, “Dust to Dust” gibi 70 ve 80’lerdeki deneysel elektronik müziğini örnekleyen, minimal enstrümantal parçalar. Bunların arasında en sevdiğim, “There’s a Light Out on the Horizon” oldu. Albümün ayrıca yayınlanan "Drumless" adlı 11 şarkılık versiyonunda da yer alıyor bu parça ve ben "Kill for Love"dakini değil "Drumless"takini beğendim. (Bu versiyonu internet üzerinde bulamadığım için Soundcloud'a yükledim.)



"Drumless"ta davul sesi çıkarıldığı için, her bir klavye ya da synth sesi davul gibi ritim tutuyor. Parçanın ortasında bir telefon mesajı duyuluyor. Gök gürleyip yağmur yağarken şifresini girip mesajlarını dinleyen kişi, bir kadının bıraktığı “It’s me. Just wondering if you got my text. Anyway, I’m going to bed pretty soon. Hope you’re okay out there, wherever you are. Good night. Love you.” şeklindeki mesajı dinledikten sonra siliyor. Karşı tarafın yazılı mesajına yanıt verilmeyip habersiz bırakılmış olması, bir terslik olduğu izlenimi yaratırken, müzik şüphe duygusu yaratacak şekilde kurgulanmış. Telefon mesajının gece bırakılması, şarkının karakteriyle uyuşuyor. Söz konusu karakter karanlık ama bir yandan da şarkının ismi ufukta görülen ışığı müjdeliyor. Belki de umut, o telefon mesajında. Her şeye karşın merak eden, sevdiğini söyleyen birisi var. Ancak müzik rahatlatıcı değil, endişe verici... Bütün o soğuk denilebilecek elektronik sesler arasında yağmur ve makineden de duyulsa insan sesinin yarattığı garip bir duygusallık hakim şarkıda. İstesem sayfalarca yazı yazabilirim bu şarkının hissettirdikleri hakkında. Belli ki gece yürüyüşlerime eşlik edecek yeni bir soundtrack olacak, ayrıntılara dalıp yeni öyküler yazdıracak bana... 2012’de beni çarpan şarkılar listemde de yer alacak.

Kapanışı yapan 14 dakikalık “No Escape”, insanı adeta bir bilinmezliğin içine sürükleyen, derin bir atmosferik müzik. Sesin yavaş yavaş alçalıp tamamen yok oluşuyla sona eriyor 90 dakika. Sanki sahne sahne bir film şeridi gibi akıyor albüm.

Aşk, ölüm, hayal kırıklığı, yalnızlık ve umut gibi hayata dair başlıca temaları, cesaretle yorumlayan, sıra dışı ve çok güzel bir albüm “Kill for Love”. Sıradan bir synthpop albümü olmanın ötesinde ince işlenmiş; ana yoldan değil sokak aralarından gidiyor ve dinleyicinin içine girmek için özel çaba göstermesini gerektiriyor.

Albümün tümünü Soundcloud üzerinden dinleyebilirsiniz.



COMPLETE ALBUM BLENDED TOGETHER FOR YOUR UNDISTURBED LISTENING PLEASURE.
ENJOY
XO
JOHNNY JEWEL

01. INTO THE BLACK (5.23)
02. KILL FOR LOVE (3.58)
03. BACK FROM THE GRAVE (3.43)
04. THE PAGE (3.36)
05. LADY (5.08)
06. THESE STREETS WILL NEVER LOOK THE SAME (8.37)
07. BROKEN MIRRORS (7.03)
08. CANDY (2.30)
09. THE ELEVENTH HOUR (3.28)
10. RUNNING FROM THE SUN (7.07)
11. DUST TO DUST (2.41)
12. BIRDS OF PARADISE (4.26)
13. A MATTER OF TIME (5.06)
14. AT YOUR DOOR (3.53)
15. THERE'S A LIGHT OUT ON THE HORIZON (4.44)
16. THE RIVER (6.10)
17. NO ESCAPE (14.01)

_

_

10 Mayıs 2012 Perşembe

Kishi Bashi - Of Montreal @ Babylon


Dün akşam merakla beklediğim Kishi Bashi ve Of Montreal konserleri için Babylon'a ilk giren dinleyiciydim. Konser salonlarının konser başlamadan ve henüz dinleyiciler içeri girmeden önceki halini çok seviyorum. Biliyorum işin doğasına ters bir durum bu ama o büyük ve tenha ortamda çalan müziği yüksek sesle dinlerken çok zevk alıyorum. Sonra yavaş yavaş insanlar giriyor salona ve konuşma sesi müziği bastırmaya başlıyor. Her şey mantık ve saygı çerçevesi içinde yürüse, müzisyenler sahneye çıktığında o uğultunun kendiliğinden sona ermesi gerekir ama öyle olmuyor...

Dün akşam da Kishi Bashi sahneye 21.45 civarında çıktı, elinde kemanıyla yalnızdı; Japon köklerinden gelen bir kibarlıkla merhaba dedi, ülkemizi sevdiğini, İstanbul'da bütün gün çok güzel zaman geçirdiğini, hatta Ayasofya'da duygulanıp neredeyse ağladığını söyledi. Çok az sayıda insan gelmişti Kishi Bashi'yi dinlemeye. Açıkçası yılın en iyi alt-pop albümlerinden birini yapan müzisyene gösterilen ilginin azlığı üzücüydü. Ama konser öncesinde karşılaştığım sürekli müzik yazıp konuşan bir arkadaşımızın bile bu ismi hiç duymadığını öğrenince, durumun umutsuzluğunu daha iyi anladım.

Kishi Bashi, aşk şarkıları söyleyip kendisini dinlemeye gelenlerle iletişim kurmaya çalışırken, ben de yanımda sürekli bağırarak konuşan iki kadınla mücadele ediyordum. Konser öncesindeki insansız mekanın sükûnetini sevmekte haksız mıyım?

Kısa bir performans sundu K Ishibashi; geçen ay yeni çıkan "151a" adlı solo albümünden şarkılar çaldı bize. Birkaç şarkıda davulda ve nefesli çalgılarda bir başka müzisyen eşlik etse de, genel olarak tek kişilik orkestra gibiydi. "Beatboxing" tekniğiyle çıkardığı sesleri loop'a alıp kendi kendisiyle düet yaptı; hatta bir ara 4-5 ayrı loop'u birbiriyle kaynaştırdı. Kemanını bazen yayıyla, bazen de sanki bir ukuleleymiş gibi tellerine dokunarak çaldı.

Tek kişi olmasına karşın, çok katmanlı bir müzik yapıyor Kishi Bashi. Akustik ile elektroniği buluşturan, geleneksel ile çağdaşı aynı potada eriten, ufuk açıcı bir müzik onunki. Üstelik bunun üzerine zarif bir vokal katkısını da ekleyince, kendisine özel bir sound çıkıyor ortaya. "I'm the Antichrist to You", bu yıl duyduğum en güzel şarkılardan biri. Bir insan, böyle şarkı yapıp sahnede tek başına seslendirebiliyorsa, insanoğlundan hâlâ umut kesilmez. Yolun açık olsun Kishi Bashi.

***

Sıra Of Montreal'e geldiğinde salon dolarken, sahne de sekiz müzisyenden oluşan grubun çıkışıyla bir anda kalabalıklaştı. Kishi Bashi de kıyafet değiştirip grupta yerini almıştı. İlk birkaç dakika ister istemez müzisyenlerin farklı kostümlerini incelemekle geçti. Ama dikkati dağıtan sadece o değildi. Sahne duvarındaki video ekranda dönüp duran renkli şekiller, desenler ve imajlara takılıyordu gözüm. Müziğin görselleştirilmesi beni fazlasıyla düşündürüyor. Bu konudaki çekincelerimi söyleyince, "Konser zaten görsel bir etkinlik değil mi?" sorusunu çok duyarım. Hem göze hem kulağa hitap eden bir etkinlik olsa da, görmeyle ilgili unsurların baskın olduğu noktada ben tedirgin olmaya başlıyorum. Of Montreal konserinde kıyafetler ve video dışında balonlar, sürekli kostüm değiştirip süpermen, domuz, memeli şeytan vb. kılıklarına giren iki animatör de vardı. Balkona tırmanıp seyircilerin arasına karıştılar, Kevin Barnes'ı kucaklarına aldılar, hopladılar, zıpladılar, yuvarlandılar...

Of Montreal'in konserleri tiyatroyu andıran bir şova dönüşüyor. Birkaç yıl önce New York'ta vokalist Kevin Barnes'ın beyaz bir canlı atın üzerinde çıplak bir şekilde şarkı söylediğini biliyorum. Onlar konseri, hem göze hem kulağa yönelik bir şov olarak kurguluyan gruplardan.

Dün de sahnede 10 kişi vardı ve çılgınca görünüyordu her şey. Bu manzara, Of Montreal'in müziğindeki saykedelik his ile uyuşuyor ama nereye bakacağımı şaşırdığım anlarda müziğe tam olarak odaklanmadığımı düşünüyorum. Göz ile kulak uyumlu gözükse de, o anlarda göz kulağı yönetiyor bana kalırsa. Bu, derinlemesine tartışılacak bir konu elbette. O nedenle burada fazla ayrıntısına girmeyeceğim ama Of Montreal konserinde sahnede neler olduğu hakkında bir fikir vermesi açısından anlattım.

Grubun performansına gelince, söylenecek söz şu: Çok sağlam bir yapısı var müziklerinin. Bazı şarkılarda beş gitar birden çalınıyor ve dolayısıyla güçlü gitar soundu sürükleyici bir etki yapıyor. Vokalist Kevin Barnes, karizmatik bir grup lideri. Farklı enstrümanları yetkinlikle çalabiliyor, sesini çok iyi kullarak dinleyiciyi tamamen avucunun içine alıyor ve kendine güveni tam. Konser boyunca zaman zaman Prince'i çok hatırlattı bana. Kırmızı gömleğini çıkarıp çıplaklığından duyduğu gururu yansıtarak sahnenin bir soluna, bir sağına kasılarak yürüyüşü ve sesini inceltirken seksapelini öne çıkaran beden dili aynı Prince. Glam rock dönemine özgü bir tavrı da var ayrıca. Bu ikisini harmanlayıp kendi tarzını yaratmış.

Sahnede deliler evini andıran görüntü konusundaki düşüncemi yukarıdaki satırlarda özetledim. Bana göre, konserin en güzel dakikaları ise, "The Past Is a Grotesque Animal" adlı şarkının söylendiği zamandı. Şarkının kendisi zaten muhteşem ama gerçekten 11 dakikayı aşan bu şarkının olağanüstü bir canlı versiyonunu dinledik dün akşam. Konser boyunca salonda oldukça loş bir aydınlatma tercih edilmişti; bu şarkı çalınırken biraz daha karanlık oldu mekan ve gözler geri plana alınıp, ip kulakların eline verildi. Kulaklarımın duyduğu o kadar kusursuzdu ki, ruhum çok mutlu oldu.

Sonuçta beni düşündüren ve mutlu eden bir konserdi.

(Setlist: Gelid Ascent - Spiteful Intervention - The Party's Crushing Us - Suffer for Fashion - You Do Mutilate? -St. Exquisite's Confessions - Bunny Ain't No Kind of Rider - Dour Percentage - We Will Commit Wolf Murder - She's a Rejector -Nonpareil of Favor - Heimdalsgate Like a Promethean Curse - The Past Is a Grotesque Animal - Authentic Pyrrhic Remission )

(Fotoğraflar bana aittir.)

-

6 Mayıs 2012 Pazar

Yeni Albüm: Kishi Bashi - 151a (Joyful Noise)


Bu yıl SXSW’da canlı dinleme olanağı bulamadığım için üzüldüğüm müzisyenlerden biriydi Kishi Bashi. Sonradan konsere ilişkin eleştirileri okuyunca kaybımın büyüklüğünü bir kez daha anladım.

Alternatif müzik arayışını sürdürenler, bu isme şu ana kadar rastlamış olmalı. Japon asıllı Amerikalı bir multienstrümantalist ve prodüktör K Ishibashi. Daha önce Regina Spektor ve Sondre Lerche ile çalışmış; aynı zamanda Of Montreal grubunun üyelerinden birisi. 9 Mayıs akşamı Babylon’da gerçekleşecek Of Montreal konseri öncesinde açılışı o yapacak. Bu defa kaçırmayacağım konserini. Özellikle geçen ay çıkan ilk solo albümünü dinledikten sonra, performansı için Of Montreal kadar heyecan duyuyorum.

Joyful Noise Recordings tarafından yayımlanan “151a”, geleneksel orkestra soundu ile elektronik seslerin organik bir buluşması. Türü için chamber pop, barok pop, progresif pop ya da avant-pop diyenler var ama ben alt-pop demeyi tercih ediyorum. Yaklaşık 34 dakikalık albümü dinlerken, tek bir şarkıyı atlama isteği duymuyorsunuz; doğal yolunu izleyen bir ırmak gibi akıp gidiyor müzik.

Albüm için “151a” adının seçilmesinin de bu duyguyla ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Japonca’da “ichi-go-ichi-e” olarak okunan eski bir deyimden gelen bu isim, bir anı yakalayıp kucaklamak anlamına geliyormuş. Dokuz şarkının hepsi de farklı anları değil, tek bir anın uzantılarını sunuyor. Bu açıdan dinlediğim en bütünlüklü ve akıcı albümlerden birisi.

K Ishibashi, bütün şarkıları yazıp, prodüktörlüğü de üstlendiği albümde enstrümanların hepsini kendisi çalmış. Gitar ve piyano odaklı şarkı yazımı yerine ağırlığı kemana vererek, klavye, loop pedal ve beatbox yardımıyla geliştirdiği soundu, İngilizce ve Japonca vokallerle tamamlamış. Dinlediğinizde üzerinde çok çalışıldığı izlenimi veren son derece zengin bir sound duyuyorsunuz. Şarkıları ilk anda akla Owen Pallett’ı getiriyor; ama zaman zaman ince vokaliyle Andrew Bird ve Jonsi geliyor hayalinize, bazen de hareketli melodileriyle The Beatles... Özellikle “Bright Whites”ta The Beatles esintisi oldukça belirgin şekilde hissediliyor.

Kalp kırıklıkları, güvensizlik ve sona eren aşk gibi temaları işlediği şarkılarında can yakıcı sözler var. Örneğin “Manchester”da “My favorite part is when I die / in your arms / like a movie” derken, “Atticus, In the Desert”ta “In the desert, we tried to love like they do in movies / face to face end of story” şeklinde ifadeler var.

Film sahnelerine yaptığı atıflar, müziğinin dinleyici üzerinde bıraktığı etki hakkında ipucu veriyor. Aklınızda çok çeşitli imajlar çağrıştıran, dinlerken kendi hikayelerinizi yazdığınız albümlerden “151a”. Açılışı yapan 4 dakikalık “Intro / Pathos, Pathos”da daha ilk başta, müziğin insanın duygularını etkileyen özelliğini “Pathos” kelimesi ile beyan ediyor.

Şarkı yazım tekniği, yaratıcı enstrümantasyonu ve düzenlemeleri, bütünlüklü yapısı göz önünde bulundurulduğunda, “151a”, yılın en iyi alternatif pop albümleri arasında. İçimden bir ses, K Ishibashi’nin ikinci albümde çıtayı daha da yükseğe koyacağını söylüyor.


_

4 Mayıs 2012 Cuma

Patrick Wolf @ Salon



Geçen sene pasaportu ile ilgili yaşadığı bir sorun nedeniyle konseri ertelenince epey endişe yaratmıştı Patrick Wolf. Heyecanla onu bekleyenler üzülmüştü ama sonunda gelmiş ve İstanbul Modern'in bahçesinde güzel bir konser vermişti. İkinci kez İstanbul'a gelip Salon'da çalacağını duyduğumda, kapalı bir mekanda akustik konserini dinlemenin ayrı bir keyif olacağını düşündüm.

Dün akşam oturmalı bir düzen tercih edilmişti Salon'da. İstanbul Modern'dekine göre daha ağırbaşlı bir hava hakimdi ama Patrick Wolf yaptığı espriler ve duygularını olduğu gibi yansıttığı performansıyla o ağırlığı dağıtmayı bildi. Her zamanki gibi sahne kostümüne ayrı bir özen göstermiş, saçlarına pullar sürmüştü. Onun bu özenini seviyorum. Her konseri kendi içinde de bir ihtişama dönüştürüyor.

Gerçi bir ara mikrofona geğirerek ya da şarkı sözünü unutarak o ihtişamı bozduğu anlar da oldu ama az önce de belirttiğim gibi, duygularını olduğu gibi sahneye yansıtan, her konseri dinleyici kadar belki de daha fazla heyecanlanarak yaşayan bir müzisyen o. Bu da performansına içtenlik katıyor. Amatör ruhu kaybetmeden, o ruhun sahneye çıkmadan önce yaşadığı kalp çarpıntılarını yitirmeden çalıyor Wolf. Bir şarkı öncesinde sahnede duran aletlerden hangisini eline alıp devam edeceğini bilemeyince, 10 yılı aşkın süredir profesyonel şekilde konser verdiğini söyleyip kendi haline güldü. O gülüş ise, kendisiyle bir müzisyen olarak barışık olduğunun kanıtı.

Konser sırasında "99 tane şarkım var, hepsi aklımda" diyerek, dinleyiciye istek parçalarını sordu Wolf. Önceden hazırlanmış bir şarkı listesi yoktu belli ki kafasında. O anda sahnede karar vererek çaldı çoğunu. Geçen yaz da sahnede gördüğümüz Victoria Sutherland, piyano ve çoğunlukla kemanda eşlik ederken, kendisi piyano, ukulele, keman ve arp çalarak müzik kariyerinin durak noktalarına taşıdı bizleri. Bir ara klarnet çalan bir müzisyen daha geldi sahneye ama konserin büyük kısmını sadece iki müzisyen sırtladı.

"Hard Times", "Together", "Pigeon Song", "Tristan", "Land's End", "The Future", "Armistice" gibi sevilen şarkılarını seslendirdi ama yoğun ısrara karşın "Augustine"i söylemedi. Sonunda ısrar yakınmaya dönüşünce bu akşamki konserde ona da yer vereceğini duyurdu.

Gecenin kapanışını Türkçe bir türküyle yaptı. Ceylan'ın "Yaram İçerden" adlı türküsünün sözlerini günler önce Twitter'dan Türkçe olarak yazdığında böyle bir sürpriz yapacağını anlamıştık. Sözleri ezberlemeye çalıştığını ama prova sırasında arkadaşlarının telaffuzuna güldüğünü anlattı. Bana kalırsa komik duruma düşmekten de çekiniyordu ama yine de söyledi. O şarkı söylemeye başlar başlamaz kalabalıktan bir kahkaha kopmasa iyiydi aslında... Neyse ki kendisi de gülmeye vurup devam etti ve çok da iyi bir iş çıkardı. Aşağıda onun da videosunu ekledim.

Patrick Wolf için 2012'nin ilk konseriydi, bizim için 2012'nin güzel gecelerinden birisi oldu. (Bu akşamki konsere gidecekler için not: Patrick Wolf, istek şarkıların gün içinde kendisine Facebook ya da Twitter'dan ulaşılarak iletilmesini istedi.)





(Fotoğraflar ve video bana aittir.)

Translate