25 Eylül 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 85:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 25 Eylül 2011

DEAR READER - Idealistic Animals (City Slang Records)

Güney Afrikalı indie pop / folk grubu Dear Reader ile yeni tanıştım. Bu yıl yayımladıkları üçüncü albümleri “Idealistic Animals”ın adıydı ilk dikkatimi çeken. Sonra albümdeki her şarkının bir hayvan türünün adını taşıdığını fark ettim. Bir hayvansever olarak ilgisiz kalamazdım böyle bir albüme; merak ettim bu seçimin ardındaki nedeni.

Belli ki bir konsept albümdü bu. 26 yaşındaki ozan şarkıcı / piyanist Cherilyn MacNeil’in Kate Bush ve Feist karışımı yumuşacık, berrak sesini ve büyüleyici yorumunu da duyunca heyecanlandım.

Bu albüme kadar aslında bir üçlüymüş Dear Reader. Prodüktör Darryl Torr (bas / elektronik sesler) ayrılınca, Michael Wright (perküsyon /vokal) ve Cherilyn MacNeil ikili olarak yollarına devam etmişler. 2006’da kurulan grubun ilk adı “Harris Tweed”, bir İskoç giyim firmasının adıyla aynı olunca, onun yerine Dear Reader adını almışlar. 2008’de Lambchop ve Andrew Bird’le turneye çıkmışlar.

Torr’un ayrılışı, özellikle MacNeil’i çok etkilemiş ama bu defa prodüksiyonda kendilerine yardımcı olan Calexico’dan Martin Wenk, eski Menomena üyesi Brent Knopf’u da yanlarına alıp, Leipzig’de sıcak suyu, gerçek bir mutfağı bile olmayan bir yere kapanmışlar ve iki hafta boyunca kayıt yapmışlar.

Ortaya çıkan iki CD’lik albüm, son yıllarda duyduğum en içten ve en duygusal çalışmalardan birisi. MacNeil’in sesi hem dingin hem tutkulu; şarkı sözleri hem kişisel hem evrensel. “Idealistic Animals”, MacNeil’in tanımıyla bir ayrılık albümü. Ayrılık deyince insanın aklına hemen sevgiliden ayrılık gelir; bu albümde veda edilen bir erkek de var ama albümün asıl ve tek meselesi o değil.

Aynı zamanda Cherilyn MacNeil’in fanatik boyuttaki dini inancına veda edişini anlatıyor bu tanım. Çok dindar bir ailede dini eğitim alarak büyümüş genç müzisyen. Koyu Hıristiyan inancına mensup olduğu dönem 20’li yaşlarına kadar sürmüş; ancak giderek bazı şeyleri sorguladığı dönemin sonunda, 23 yaşında manevi anlamda önemli bir dönüşüm geçirip kendisini agnostik olarak tanımlamaya başlamış. Bu albüm, o dönemde hayata yeni bir bakış aradığı dönemi yansıtıyor.

Elbette her ayrılıkta yaşanan melankoli bu albümün sounduna da sinmiş. Analog synth, gitar, piyano ve yaylıların süslediği, perküsyon ağırlıklı bir albüm “Idealistic Animals”. Albüme adını veren parça MacNeil’in kafasındaki asıl düşünceyi de ortaya koyuyor: İnancını kaybetse de, neden ve nasıl diye sormaya, evreni sorgulamaya, felsefeye olan ilgisini kaybetmemiş. İnsanlar ile hayvanlar arasına ayrımlar koyan, hayvanların ruhsuz, insanlarınsa ölünce cennete giden yaratıklar şeklinde görüldüğü keskin ayrımları reddediyor. Aslında insanların inandıklarından daha önemsiz olduğunu, sadece koca bir evrenin parçası olarak bir rolleri olduğunu düşünüyor.

Müzikteki içtenlik ve yalınlığı kadar, şarkı sözlerinin arkasındaki zengin yaratıcılık da etkiledi beni. Yeraltında çarpışan iki miyop köstebeği anlatan “Mole”; kendisini New York’u tehdit eden dev bir dalga olarak düşlediği “Whale” (Balina) gibi şarkıların hepsi çarpıcı bir hayal gücünü yansıtıyor.

İnsanı dinledikçe içine çeken, sıcacık, yürekten bir albüm “Idealistic Animals”.

Dear Reader - MONKEY (You Can Go Home Now) by cityslang

_

24 Eylül 2011 Cumartesi

Tinariwen konserinden videolar


Aşağıda dün akşam (23.09.2011) Babylon'daki Tinariwen konserinde çektiğim iki videoyu paylaşıyorum.



Etiyopyalıdan Su Gibi Caz


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Eylül 2011

Başlıktaki ifade, Etiyopyalı müzisyen Mulatu Astatke’nin müziğini tanımlamak için yeterli olmaz elbette ama hafta içinde İstanbul'daki konserini dinlerken bende uyandırdığı izlenim buydu. Su gibi; çünkü müthiş devingen, akıcı ve sürükleyici. Ufak bir tahta parçasını bir ırmak üzerine bıraktığınızda suyla akıp gider ya, onun gibi siz de Astatke’nin müziğini dinlerken kapılıp gidiyorsunuz melodilere...

Çarşamba ve perşembe geceleri arka arkaya iki konser veren Astatke, Babylon’un bu sezon başlattığı “Midnight Express” serisine konuk oldu. Pozitif’in kurucularından Ahmet Uluğ’un geliştirdiği bu öneri, İstanbul müzik sahnesine ayrı bir canlılık kattı. Bu kapsamda dünyanın Batı dışında kalan farklı seslerini de canlı dinleme olanağı buluyor müzikseverler.



Funk, caz ve geleneksel Etiyopya folk melodilerini buluşturan “Ethio-Jazz” adlı müziğin yaratıcısı Mulatu Astatke, bugün 68 yaşında. Vibrafon, konga, klavye, piyano ve org çalıyor. 1960’ların sonlarında geleneksel Etiyopya müziğinde kullanılan enstrümanları Amerikan caz formlarıyla buluşturup, kendisine özgü bir müzik türü geliştiren Astatke, artık müzik tarihinin önemli bir parçası.

Ancak dünyanın her yerinde tanınan bir müzisyen olmasında Jim Jarmusch’un 2005 tarihli “Broken Flowers” adlı filminin etkisi çok. Filmde kullanılan müzikleri, onu uluslararası alanda büyük bir isim yaptı.



Babylon konserinde kendisi de bu filmden söz ederek orada yer alan parçaları yorumladı. Saat 21.30’da 15 dakikayı aşan bir giriş parçasıyla başladı konser. Ardından 1972 albümü “Mulatu of Ethiopia”da yer alan “Dewel” geldi. Astatke’yi hem vibrafon ve perküsyon hem de klavye çalarken gördük.

“Broken Flowers” filmine nostaljik bir hava katan mükemmel “Yekermo Sew”, vibrafon ve pirinç üflemelilerin önderliğinde canlı çalındığında konser salonuna da aynı etkiyi taşıdı. Astatke’nin 1969-74 arasındaki çalışmalarını topladığı “Ethiopiques” albümünde yer alan “Metche Dershe”, 1989 albümü “Plays Ethio-Jazz”den “Chic-Chica”, “Motherland” ve en ünlü bestelerinden “Yegelle Tezeta” dinleyiciyi tamamen içine çekti.

Bir ara salonun her köşesine göz gezdirdim, ritimlere kendini kaptırmayan yoktu. Astatke’nin müziği öylesine kavrıyor ki insanı, zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Dinleyicinin aldığı zevk sahneye yansıyor, müzisyenler de en az onlar kadar mutlu oluyor.

Burada özellikle konserin tek vokalini yapan Nijeryalı perküsyoncu Richard Olatunde Baker, olağanüstü sololarıyla herkesin hayranlığını kazanan Danny Keane (viyolonsel), John Edwards (kontrbas), James Arben (saksofon), Bryon Wallen (trompet) ve Alexander Hawkins’in (klavye) isimlerini saymak isterim. Astatke’nin düzenlemelerdeki dehası ekipteki müzisyenlerin yetenekleriyle birleşince, çok etkileyici bir konser gerçekleşti.

Kapıldım müziğe, bitmesini hiç istemedim.



(Fotoğraf ve videolar bana aittir.)

_

19 Eylül 2011 Pazartesi

Gece Yarısı Ekspresi'nde Punk Ruhu


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 19 Eylül 2011

Babylon'un bu sezon başlattığı en önemli konseptlerden Midnight Express'in cumartesi gecesi önemli bir konuğu vardı. Çokkültürlü yapısı ve radikal müzikleri nedeniyle "Asian Public Enemy" diye anılan Fun-da-mental, punk ruhunu Babylon sahnesine taşıdı.

Tişörtünde "Osmanlı torunu" yazan rapçileri, "Disobey" (karşı gel) yapışkanlı klavyeleri, kendilerine özgü kıyafetleri, dhol ve harmonyum gibi kullandıkları yerel enstrümanları, üzerinde "1 Numaralı terörist" yazan Amerikan bayrağıyla çok renkli bir sahneydi.

Konserin bir yerinde, "Cookbook DIY" adlı parçayı İsrail tarafından Gazze'ye yardım için gönderilen gemide öldürülenlere adadılar ve şu soruyu sordular: "Çocuklarımızın üzerinde bombaları bırakan gerçek teröristler kim?"

Enerjisi bol, eğlenceli bir konserdi; konserin sonunda sahneye çıkan izleyicilerle birlikte zıplayıp rap yapan grup üyeleri görülmeye değerdi. Aynı gece birçok etkinlik olunca, politik rap'e ilgi gösteren fazla değildi ama gelenler çok memnun kaldı.

Hip-hop, punk rock ve etnik unsurları birleştiren müziğiyle ve sistemi eleştiren tavrıyla ilgi odağıma giren gruplardan birisi Fun-da-mental. Grubun kurucusu Aki Nawaz, Pakistan asıllı bir İngiliz. Kendisiyle röportaj yapma isteğimin nedeni, hem tamamen katıldığım hem de hiç katılmadığım görüşleri aynı anda savunan bir müzisyen olmasıydı.

Aki Nawaz'la konser öncesinde Şehbender Restoran'da buluştuk. Yanında gruba konserde eşlik eden Lübnanlı rapçi Eslam Jawaad da vardı. Jawaad, Damon Albarn, Gorillaz, Amadou and Miriam, Femi Kuti, De La Soul gibi isimlerle çalışmış, Arap dünyasının önde gelen rapçilerinden birisi.

Nawaz ve Jawaad'la müzik ve dünya meseleleri üzerine keyifli bir sohbet yaptık.



Fun-da-mental kendisini politik olarak ifade eden bir grup. 3. dünya ülkelerinin haklarını savunuyor, kapitalizme, emperyalizme, ırkçılığa, seksizme, beyaz üstünlüğüne ve savaşa karşı çıkıyorsunuz; görüşlerinizle hem sağ hem de sol kesimi karşınıza alıyorsunuz. Henüz tutuklanmadınız mı?

Aki Nawaz (AN): Tutuklanmayı bekliyoruz! Söz ettiğimiz bütün meseleler gerçek. Aslında rock’n roll var olduğundan beri birçok grup, Rolling Stones, Motown müzisyenleri, politik gruplar bizim gibi hayata dair sorunları aktardılar. Biz de en son albümümüzü yayımladığımızda tutuklanacağımızı düşünmüştük doğrusu.

Son albümünüz "All Is War", çok öfkeliydi ve sözleri büyük tartışma yarattı. Usama bin Ladin'in sözlerini alıntıladığınız bir parça var orada. Bu albümden sonra başınız belaya girdi mi?

AN: Müzik endüstrisiyle başımız epey belaya girdi. Albümü yayınlamak istemediler. Ama biz geri cekilmedik; zorluklara karşı geldik ve şunu fark ettik. Eskiden çok iyi bir gazetecilik geleneği vardı; olan biteni derinliğine ele alan, açık görüşlülükle, akıllıca yazılmış makaleler olurdu. Bunun bittiğini gördük. Bush’un dediği gibi her şey kimden yana olduğunuzla ilgiliydi artık. Gazeteciler bile artık bu şekilde çalışıyordu. Gerçekten bu duruma şaşırdığımızı söyleyebilirim.

Medya sizi siyah, Müslüman, militan müzisyenler olarak karakterize etmişti. Ne gibi kültürel ve politik zorluklarla karşılaştınız?

AN: 1991’de grubu kurduğumuzdan bu yana hep karşılaştık bunlarla. Kimliğimize karşı; derimizin rengine, savunduğumuz görüşlere, dinimize, kültürümüze ve görünüşümüze karşı hep bir direniş vardı. Bu aslında Türklerin Gece Yarısı Ekspresi ile deneyimledikleri bir şey. Türkiye de Batı’daki İslamofobi’den çok çekiyor. Sizi bu yüzden Avrupa Birliği’ne almıyorlar. Birisine Türkiye'den söz etsem hala bana o filmden söz edebilir ve size önyargılarla yaklaşabilir. Mesela sizin çok açık görüşlü, modern bir görünüşünüz var. Ama size bakmıyorlar; o sözünü ettiğim gazeteciler gibi kendi kafalarındaki önyargılarla hareket ediyorlar. Bu kibirli tavrı yıkmamız lazım.

Mesaj vermekle değil, bilgi vermekle ilgilendiğinizi, atıp tutma yerine fikir alışverişini tercih ettiğinizi söylüyorsunuz. Bir yandan da ateşli bir şekilde dini savunuyorsunuz. Ama din mesajlarla dolu ve açık ki dinde tartışma yok. "İslam benim için, punk'ın kendisinden daha punk" diyorsunuz. Sizce bu ikisi birbiriyle çatışan kavramlar değil mi?

AN: İslam’da, örneğin Büyük Sufi düşünüşünde, büyük otoriteler var ve onlara hiçbir zaman dikte edilmedi. Bir şey yanlışsa yanlış dersiniz. İslam size bir şeyi yapabileceğinizi söylerse, bunun size bir birey olarak verdiği güç, toplumun yanlış olan bir şeyi size yapma izni verdiğinde sağladığı güçten farklıdır. Birincisinde olay bireyseldir, bireyin vicdanında çözümlenir; diğerinde toplumun onayı var. Bundan daha punk ne olabilir? Ben punk rock yaparken de Müslüman’dım, hala Kuran okuyordum. İsyan ruhuyla ilgili çok kitap okudum; bana göre peygamberler en muhteşem isyankarlar.



Müslüman ülkelerdeki kadınların durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

AN: İslam’da güç tanımının yeniden değerlendirilmesi gerekiyor. Uzun zamandır bu konuyu kimin gündeme getireceği konuşuluyor. Ben her zaman bunu kadınların tartışma noktasına taşıması gerektiğini düşündüm. Geçmişte oldu bu aslında. İslam’da büyük kadın düşünürler de oldu. Toplumda bu söz ettiğiniz konuda yaygın bir yanlışlık var.

21.yüzyılda Müslüman ülkelerdeki kadınlara baktığımızda kadınların durumu hiç de iç açıcı değil.

AN: Farklı ülkeler var.

Eslam Jawaad (EJ): Türkiye de bir Müslüman ülkesi.

Aynı zamanda laik bir ülke.

EJ: Hem Müslüman hem de laik ülkeler var. Çok azı şeriatla yönetiliyor.

Ortadoğu’da laikliği gerçek anlamıyla uygulayan bir ülke olduğunu düşünmüyorum. Uygulamada kadınlar için durum içler acısı. Siz bir Müslüman kadın olsaydınız, bunu rap müziğe nasıl yansıtırdınız?

AN: Haklısınız. Kadınlar konusunda erkek sömürüsünün olduğu açık. Aslında bu bana göre laiklik konusunun da ötesinde. Bugün Batı’da da kadınlar haksızlıklara uğruyor. Bu, dinin ötesinde bir şey. Kadınlar her yerde sömürülüyor. Bence kadınlar kendi argümanlarını topluma kabul ettirmek için aktif olmalı. Çok uzun zamandır kadın meselesini erkekler konuşuyor. Modern, özgür bir kadınsanız bile, erkek egemenliğindeki bir dünyada yönlendiriliyorsunuz. Bu nedenle diyorum ki, kadınlar kendi istediklerini topluma kabul ettirmeli, ben değil. Ben punk rockçıyken dikleştirilmiş punk saçlarım vardı; kimseye saçıma karışması için izin vermedim. Kadınlar da bunun olmasını sağlamak için direnmeli. Ben kimim ki bir kadına örtün ya da örtünme diyeceğim?

EJ: Ben, bir insana bir şeyi giymesi ya da giymemesi için baskı yapılmasından hoşlanmıyorum. Bu, bir kişisel tercih olmalıdır.

"PUNK BİLE TİCARİ OLDU"

Hip-hop kültürünün bugün geldiği nokta sizi hayal kırıklığına uğratıyor mu?

EJ: Şunu unutmayalım ki her zaman iyi rapçiler vardır. Mos Def gibi hala gerçek hip-hop ruhunu yaşatanlar var. Ama bunlar Jay Z, Kanye West, Lil Wayne gibi isimlerin gölgesinde kalıyor. Çünkü müzik bir noktada plak şirketleri tarafından sömürülmeye başlıyor, bir tür fahişeliğe zorlanıyor. Zaten genel olarak toplumlarda politik açıdan bilgilenmeniz de istenmiyor.

Bir tür hayattan kaçış öneriliyor.

AN: Kaçış bazen iyidir. Hepimiz kaçış yolları ararız. Gazetecilikte de böyle. Bazen aslında olan biteni anlatan değil de, gerçeklerden kaçmanıza yarayan makaleler okursunuz; iyi bir makaledir ve hoşunuza gider. Kendinizi dine, eğlenceye ya da işe vererek de kaçış yolunu tercih edebilirsiniz. Ama bence Batı medyasının ölümcül yanlışı, olayları tek taraflı yansıtması. Bu kaçış değil, büyük bir yanlış.



Hip-hop da bugün aslında müzik alanında küresel bir güç. Ama medyaya hep Amerikan odaklı yansıyor.

EJ: Bu doğal aslında. Hip-hop orada başladı. Tabii bir de bunun dışında da Amerikan kültürü çok baskın. Romalılar dünyayı yönettiğinde dünyadaki egemen kültür oydu, Müslümanlar yönettiğinde de onlarınkiydi. Bu normal. İnsanlar kendilerini yönetenlere bakıp onları taklit etmeye çalışıyor. Ama ben diğer kültürlerden rapçileri de takip ediyorum.

Türk rapçi tanıyor musunuz?

EJ: Bazılarını takip ediyorum ama isimlerini hatırlayamıyorum. Bu utanç verici. 3-4 tanesiyle internette iletişim kurduk.

Bu arada Jay Z hakkında ne düşünüyorsunuz?

AN: İyi bir müzisyen.

Ve iyi bir işadamı.

EJ: Akılı bir işadamı. Sevdiğim Jay Z şarkıları var, ama temsil ettiği şeyden, müzikteki yaklaşımından, yaşam tarzından hoşlanmıyorum.

AN: Ben bir hip-hop uzmanı değilim ama bu konuda aklımı kurcalayan garip bir soru var. Çok başarılı rock grupları var. Videolar yayınlayıp tüm dünyaya ulaşıyorlar. Ama kimse onlardan hip-hop’taki gibi politik bilinç beklemiyor.

Doğası geregi hip-hop’tan beklentiler çok fazla belki...

AN: Kesinlikle öyle.

Hip-hop'ı 80'lerin sonunda sahip olduğu bilinç düzeyine çekmek için ne yapılabilir sizce?

EJ: Biz hiçbir şeyi geri getirmeye çalışmıyoruz. Ancak yapabileceğimizi yaparız. Olacakları değiştirme gücümüz olduğunu sanmıyoruz.

O zaman sisteme isyan eden punk neden ortaya çıktı?

AN: Politikada, sanatta direniş ortaya çıktı; çünkü kapitalizme ve pop kültürüne bir noktada insanlar karşı gelmek ihtiyacı duydu.

EJ: Her kuşakta bilinçlenmenin yarattığı bir hareket olur. Biz de insanları doğal olarak etkiliyoruz tabii. Ama bu bile değişebilir. Bir noktada rock, hatta punk bile ticari oldu.

Açık ki şirketler hip hop’ı metalaştırıyor. Sizce hip-hop bu ticari kontrolden kurtulabilir mi?

EJ: Hip-hop değiğimizde Mos Def gibi bazı müzisyenler çok güzel şeyler yapıyorlar ama bazıları da o hip-hop balonunun içinde daha çok para ve uyuşturucu gibi zevklerin peşinde. Bu tek bir karakteri olan bir hareket değil. Sosyal bilince sahip müzik başkadır ve türlerin ötesindedir. Sosyal farkındalık içinde olan bir insan, bu tür müzikle hip-hop, rock ya da country olmasına bakmadan ilişki kurabilir. Tür önemli değil; söylenen şeyle kendinizi ilişkilendirmeniz, sizin gibi düşünenlere yakınlık kurmanız önemli.



"SİSTEM KOKUŞTU"

Dünya giderek daha da para odaklı hale gelir, yoksul daha da çok ezilirken sizce sosyal adalet gerçekleşebilir mi? Nasıl?

AN: Ben kapitalizme bütünüyle karşı değilim. İşlevini anlayabiliyorum. Aptalca gelebilir ama ben hep ahlaki kapitalizmden söz ederim. Kapitalizmle ilgili sorun dengesizlik. Bugün manevi açıdan zengin, iyi insanlara saygı duyulmuyor ama nerede etik açıdan çökmüş tip varsa saygı görüyor.

EJ: Bence herhangi bir sistem iyi insanlar tarafından yönetilirse, teori olarak işleyecektir. Ama yozlazmış kişiler tarafından yönetiliyorsa zaten sistem iyi de olsa çöker.

İngiltere'de yaşayan Müslüman müzisyenler olarak Londra'da yaşanan son isyanı nasıl değerlendiriyorsunuz?

AN: Birçok sorunun bir araya gelmesinden doğdu. İnsanlar artık siyasi kurumlara güven duymuyor; çünkü kokuşmuş bir sistem var.

Gelir dengesizliği ve eşitsizlik temel nedenlerden biriydi.

AN: Tek neden o değil ama en önemlilerinden birisi tabii. Fakat bence politik rol modellere olan güvensizlik vardı. Gerçekte politikacılar son 10 yıldır kendileri yağmalıyordu toplumu. Gerçeği yansıtmayan sözleriyle, yalanlarıyla, yolsuzluklarıyla hepimizin gözü önünde yapıyorlardı bunu.

Ne ironik ki bu yasal...

AN: Aynen öyle! Bu yasal görülüyor. Yalan söylemek, yolsuzluk yasal!

Savaşlar aracılığıyla öldürmek de yasal...

EJ: Londra’da Mark Duggan'ı öldürdüler. Orası benim yaşadığım mahalle. Tanıklar öldürülen kişinin silahsız olduğunu, polise ateş etmediğini söylüyor. Polisin bu durumu farklı göstermeye çalıştığını biliyoruz. Orada açık bir haksızlık vardı ve isyana katılan herkesin fazla vergi ödemekten politik yağmaya, polis şiddetinden eşitsizliğe kadar farklı gerekçeleri vardı.

Sizce Britanya'da çokkültürlülük neden başarısız oldu?

Çünkü bu hep İngiliz kültürü tarafından dikte edilen bir şeydi. Kendilerinden başka kimseyi anlamak, tanımak istemediler. Meseleleri tartışıp çözme yoluna gitmediler. Sömürgecilikten gelen egemenlik anlayışı hüküm sürdü. Aslında çokkültürlülük onlar için işlemedi. Çünkü benim evime herkes gelir, Hint arkadaşım da gelir, İngiliz’i de davet ederim ama İngilizler bizi evlerine davet etmez. Biz göçmenler olarak herkesi kucaklamaktan mutluyduk. Kucaklamayanlar onlardı. Biz bunu 1991’de de hissediyorduk, şimdi de aynı. O zamandan bu yana hiçbir şey değişmedi.

Yeni albüm yapacak mısınız?

AN: Üzerinde çalışıyoruz. Umarım gelecek yıl çıkar. Böylece bu defa tutuklanmayı da umuyoruz!

Dünyanın bugünkü durumunu düşünürsek ne söyleyeceksiniz albümde?

EJ: Sonunda Mickey Mouse hakkında bir konsept geliştirebiliriz diye düşünüyoruz!

AN: Şaka bir yana, değişikliklerden uzaklaşma, hatta kendi değişimimize de yabancılaşmakla ilgili bir konsept gelişiyor.

Bir Anti-Amerikan olarak Amerika'nın ilk siyahi Başkanı Barack Obama hakkında ne düşünüyorsunuz?

EJ: Bence tümüyle başarısızlık öyküsü olan bir diğer başkan...

AN: Ben hayal kırıklığı içindeyim.

EJ: Ben hiç hayal kırıklığı yaşamadım. Ta başından böyle olacağını biliyordum. Bazı Amerikalı siyahi arkadaşlarım o kazandığında sevinç çığlıkları atıyordu. Bense bir bakalım ne yapacak diyordum. Doğrusu şimdi bazı konuşmalarını dinleyince, "Bush'tan bile kötü" diyorum.

AN: Bence çok gerçeküstü bir zaman diliminde yaşıyoruz. Obama kazandığında Osama esprileri yapılmıştı hatırlarsanız!

EJ: Bir de Osama Biden esprisi vardı!

Amerikalıların bir bölümü Obama'yı hala Müslüman sanıyor bir de...

AN: Diyorum ya; geçeküstü zamanlar...

EJ: Tabii şu da var. Beyaz Saray'da bir siyah olacağına hiç inanmıyorduk. Yine de daha iyi işler yapsaydı diyorum...


(Videolar bana, fotoğraflar Gökhan Göktaş'a aittir.)

-

11 Eylül 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 84:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 11 Eylül 2011

STEVE REICH / Kronos Quartet - WTC 9/11 (Nonesuch Records)

Minimalist müziğin en önde gelen isimlerinden Steve Reich, New York’taki 11 Eylül terör saldırısına, Dünya Ticaret Merkezi’nden 4 blok ötedeki evinde tanık olmuş. Binlerce insanın öldüğü facianın 10. yıldönümünde yayımladığı yeni albümü, o karanlık günün adeta müziğe aktarılmış bir belgesi diye nitelenebilir. Nonesuch Records tarafından yayımlanan albümde, Steve Reich’a daha önce de birlikte kayıtlar yaptığı ünlü yaylılar dörtlüsü Kronos Quartet eşlik ediyor.

Albüm yayınlanmadan önce kapağının etrafında dönen tartışmayla yer aldı uluslararası medyada. Dünya Ticaret Merkezi’nde ikinci kuleye çarpmakta olan uçağı gösteren fotoğraf, Amerika’da büyük tepki gördü. Aslında yaşanan felaketi çok etkili bir şekilde ortaya koyan bir fotoğraftı ama Amerikan kamuoyunda genel bir rahatsızlığa neden olunca albüm kapağı değiştirildi.

WTC 9/11”, Reich’ın müziğinde terör temasını işlediği ilk albümü değil. 2006 tarihli “Daniel Variations”, 2002’de Pakistan’da El Kaide örgütü tarafından kaçırılıp öldürülen Amerikalı gazeteci Daniel Pearl’ün anısına yaptığı bir çalışmaydı.

Bu kez doğrudan kendisinin de yaşadığı korkunç bir terör olayını müziğine aktaran Reich, uzun süredir düşündüğü bir yöntemi de albümünde uygulama olanağı bulmuş. 11 Eylül saldırıları sırasında kaydedilen ses kasetlerini ve video arşivlerini tarayıp, insanların konuşmalarından ilginç bölümler almış. Özellikle saldırının yapıldığı alanda çalışan itfaiyecilerin ve helikopterlerle yardım ulaştırmaya çalışan görevlilerin birbirleriyle yaptığı konuşmalar ilgisini çekmiş. Ayrıca albümde Reich’ın olaya tanık olan aile üyeleriyle ve tanıdıklarıyla yaptığı röportajlardan alıntılar duyuyoruz.

İnsanlara ait konuşma seslerinin elektronik müzikte kullanımı, bana göre osilatör (oscillator) ya da synthesizer kullanmaktan daha ilginçti. Çünkü orada insani bir içerik var. Sound olarak osilatör ya da synth’ten çok daha zenginlik söz konusu” diyor Reich. Konuşma seslerinin kendi içinde bir melodisi olduğunu, onu müziğe aktarınca bu melodinin müziğe yansıdığını belirtiyor. Bunu ‘speech melody’ olarak adlandırıyor Reich.

Steve Reich’ın kullandığı bu yöntemin, tarihin en dehşet verici saldırılarından birisini olduğu gibi, en sarsıcı, en gerçekçi haliyle müziğe dönüştürmekte çok başarılı bir yol olduğu kesin. Müzisyenin 25 yıldır yaptığı da zaten, gerçeği yansıtan materyaller ile müziğe ait materyalleri buluşturmak ve böylece başka şekilde ortaya çıkamayacak özgün bir müzik yaratmak.

“WTC 9/11” de, bu serinin içinde son derece karanlık ve bir o kadar da etkileyici minimalist müziğiyle, Reich’ın kariyerinde önemli bir çalışma. Kendi içinde 3 bölümden oluşan 15 dakikalık parça, 11 Eylül günü yaşanan dehşeti, korkuyu, tedirginliği dinleyene hatırlatıyor.

Albümde bunun dışında Reich’ın 2009’da yaptığı “Mallet Quartet” adlı bestesi ve 2002 tarihli “Dance Patterns” yer alıyor.

Yaklaşık 37 dakika süren albümün adındaki WTC, açık ki 11 Eylül’de saldırı düzenlenen World Trade Center’dan geliyor; ama aynı zamanda Reich’ın ifadesiyle “The World to Come” ifadesine de atıf yapıyor. Bunun tam olarak ne anlama geldiğini Kronos Quartet üyeleri bile tahmin edemediğine göre, sanırım bir tek kendisi biliyor.

Kronos Quartet, çaldığı her notaya derinlik katıp, müziği eşsiz bir güzelliğe taşıyan bir dörtlü. Bu albümde Steve Reich ile buluşmaları bir kez daha tarifi zor bir mükemmellikle sonuçlanıyor. “WTC 9/11”, tarihe çok trajik bir olayı müziğe böylesine çarpıcı bir şekilde yansıtan ender albümlerden birisi olarak geçecek.

4 Eylül 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 83:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 4 Eylül 2011

RED HOT CHILI PEPPERS - I’m With You (Warner Bros.)

2006 tarihli “Stadium Arcadium” adlı albümün ardından tam beş yıl geçti ve nihayet Red Hot Chili Peppers’tan ses geldi. Dünyanın en sevilen funk-rock grubu, prodüktörlüğü Rick Rubin’in üstlendiği 10. stüdyo albümünü internet üzerinde düzenlediği herkese açık bir dinleme partisi ile kutladı geçenlerde.

Bu albüm, RHCP ile adı özdeşleşen gitarist John Frusciante’nin 2009’da gruptan ikinci kez ayrılıp solo kariyerine dönmesindan sonra çıkan ilk RHCP albümü. Günümüzde yaşayan en iyi gitaristlerden birisi olan Frusciante’nin kendine özgü tekniği, RHCP soundunun çok belirleyici bir özelliğiydi. 1970 öncesi dönemden kalma eski enstrümanlarla ve fender gitarıyla, farklı tarzları arasındaki sınırları kaldırıp, melodiyi ve duyguyu öne çıkarıp glam rock’la new wave etkilerini birleştiren bir çalış tarzı vardı.

Grupta onun yerini alan Josh Klinghoffer’ın sounda ne katıp ne götürdüğüne bu nedenle özellikle dikkat ettim. Ve anlaşıldı Frusciante’nin gidişi RHCP’nin sounduna belirgin şekilde yansımış. Ama bu demek değil ki, Klinghoffer işini becerememiş. Frusciante ile tarzları çok farklı değil belki; sadece Klinghoffer’ın daha yalın bir soundu var. Kimi zaman işin teknik yanını daha çok öne aldığı izlenimini edindim ben.

Grubun müzik çalışmalarına ara verdiği son yıllarda bas gitarist Flea’nın Güney Carolina Üniversitesi’nde müzik teorisi eğitimi alması ve piyano üzerinde çalışması, albüme de yaramış. Şarkıların bir bölümü piyano üzerinde yazılınca, albüme yeni bir melodik yapı ve farklı bir renk katılmaya çalışılmış ama çok başarılı olunduğunu söyleyemem.

Şarkı sözlerinde bir yenilik olarak, bu defa Flea ve Klinghoffer’ın Damon Albarn’la Etiyopya’ya yaptıkları ziyaretin etkisi olsa gerek, Afrika esintili ruhani temalar da var. Ama Kaliforniya, seks ve eğlence gibi RHCP’ın her zamanki meseleleri yine bu albümde de kendini gösteriyor. Anthony Kiedis, hiçbir zaman büyük bir söz yazarı olmadı; “I’m With You” da hiç esinlendirici olmayan sıradan ama eğlenceli sözlerle dolu.

Davulcu Chad Smith, “Aynı isimle devam ediyoruz asa bu yeni bir grup” diyor. Ben Frusciante’nin yokluğuna karşın, bu çapta bir değişiklikten söz edilebileceğini düşünmüyorum. Çünkü bazı değişiklikler olsa da yine bildiğimiz RHCP var karşımızda. Ayrıca Anthony Kiedis gibi çok belirgin bir ses ve tarza sahip bir vokalistin bulunduğu bir grubun soundu kolay kolay değişmiyor.

“I’m With You”, kanımca, davulcu Chad Smith’in dediği gibi “RHCP’ın eski adla devam eden yeni bir grup olduğunu” değil, olsa olsa vokalist Anthony Kiedis’in dediği gibi “grup için yeni bir başlangıcı” işaret ediyor. Büyük bir hiti olmasa da yine de bir RHCP albümü olarak dinlenir ama doğrusu beni heyecanlandırmadı bu albüm.

Albümden çıkan ilk single:


-

Translate